Sahi, albatrosu anlatan Baudelaire balinayı neden anlatmamış ki?
Gökleri, İdeaları-idealleri anlatan adamlar ile Yerleri ve gerçekleri anlatan adamlar neden unutmuşlar denizleri? Oysa en kadim geçmiş, en geniş çeşitlilikte hayat, tüm ‘hikâye’ orda ve onda başlıyor hâlâ orda devam ediyor. Albatros bile tüm bilgeliğini o koca denizin üzerinde yıllarca kara görmeden uçan münzeviliğine, ve deniz durulduğunda su üzerindeki siluetinin gözlerine, kendi içine ‘derin dalışına’ borçlu değil mi?..
Tabiî ki Pink Floyd… Sahafların önüne beş para etmez kitablar olarak atılan yığını kim karıştırır? Ortaokul talebesi beş parasız fakiroğlu…
Bir kitab, Pink Floyd hakkında. Şarkı sözleri ve grubun hikâyesini anlatıyor: Syd Barret kuruculardan, uyuşturucu mübtelâsı; Roger Waters ve diğerlerine nisbetle o bir türlü dengeyi bulamıyor. Kliniğe yatırıyorlar, çıkamıyor bir daha. Grup, şöhreti ve parayı buluyor. Ama tüm kazançlarından Syd’in hakkını daima yolluyor ve onu hiç yalnız bırakmıyorlar. ‘Ne delikanlı adamlarmış’ diyor ve dinlemeye başlıyorum. Dark Side of the Moon (Ayın Karanlık Yüzü). Baştan yabancılıyorum. Sonra her aldığım kasette derin bir ünsiyet hâli ve tanıdık bir atmosfer üzerine bindirilmiş farklılıkları hissettiren nüanslar: Hep Pink Floyd, daima Pink Floyd.
David Gilmour’u sevemiyorum o kadar, varsa yoksa Waters…
İlk tanıştığımda ben Filistin’in bir ‘Siyonist-yahudi sorunu’ olduğunu dahi bilmezken, 40 sene sonra Waters, Filistin’e verdiği desteği hâlâ devam ettiriyor. Öyle, Bono, Dylan (veya bizdeki ‘muhafazakâr’lar gibi) yav… ağzıyla değil. Her yeni melodiyi üretirken onda daima hazır bulunan, içerde-en derinlerde sürekli cevelân eden ruhunun bedenine temas ettiği nokta olan kalbiyle, yâni ‘gerçekten’ ve tüm gerçekliğiyle, gerçekliğinin tanımına giren bir samimiyetle yapıyor bunu.
İnanmıyorum ‘onların’ samimiyetlerine diyorum, bir tek Waters’e inanıyorum. Son, başa inkılâb ediyor; biz yanlış adamı arkadaş seçmeyiz…
Echoes, yansımalar, gölgeler… Balinalar yollarını böyle buluyorlar… Gökler, yer ve deniz; şuuraltı…
Sonra…
Eflatun, Akademinin Kapısına kocaman yazdırmış derler: ‘Geometri bilmeyen giremez!‘ Geometriyi, ‘kavrama-indüktif’ değil de ‘çıkarma-dedüktif bilgi’ olarak adlandıran Eflatun, onu ilkelere değil de, Öklid’in kabulleri gibi varsayımlara dayandığı için ‘dialektika’dan aşağı fakat diğer ilimlerden üstün bir ilim olarak kabul eder. Ama geometri bilmeyeni de ‘dükkâna’ almaz. Bu bir tenakuz değildir aslında, anlayabildiğimiz kadarıyla, hem bunun ‘sebebi’ ve hem de bizce bu konudaki ‘sorun’ aynı noktadan neş’et etmektedir. Eflatun, ilkelerin bilgisini önceler ama hem diyalektik metodu, hem de ilkelerden ‘çıkarımlamaları’ (öyle ya!) geometrik metoda dayanır. Yâni elimizde geometrik bir ‘metafizik’le kalakalırız.
Daha önce de belirtmiştik, tekrar edelim ki, Eflatun gibi dünyayı 2000 sene damgalamış bir adama söz edecek ve tüm felsefesini alaşağı edecek ne cehdimiz ve ne de kabiliyetimiz olduğunu zannetmiyorum. Fakat ve zaten, Eflatun ve Aristo’nun fikirlerine parça hususlar hâlinde mukabele ederek bunu başarmak da imkânsızdır. Zira, onlar, birçok meseleye birçok zaviyeden yaklaşmış ve (bakın bu tuhaf-mıdır) meselâ, hem Eflatun ve hem de Aristo bir yerde ruhu ezelî-ebedî ölümsüz olarak tanımlarken, diğer bir yerde, ezelî değil ama ebedî, başka bir yerde ise ‘ölümlü’ olarak tanımlamaktadırlar. Veya, tam ‘diyalektik’in getireceği zıtlıkları size kanıksattıktan sonra birden çıkıp bir yerde ‘dyade’ gibi karşılıklı tamamlama ve zıtların birliği gibi bir kavram ile evvelki ilkeleri kötürüm ederler.
Elimizde bir metod olarak ‘geometri’ mevcuttur. Ruh ölümlü mü değil mi, bir mi çok mu; bunlardan hangisi ‘ilkesel’ olarak kabul edilirse edilsin, hep aynı kalan şey işte bu geometrik metoddur.
Aristo, metod açısından Eflatun’u en iyi anlayan adamdır. O bu geometrik metodu kavramış ve Rasyonel-‘aklî ilimler’ sınıfından olan geometriyi öne alarak, Eflatun’un tüm felsefesini böyle bir mimariyle yeniden tasnif etmiştir.
Bergson, İngiliz Spiritüalistlerine ait bir cemiyette yaptığı konuşmasında ‘sizin talihsizliğiniz, 2000 yıl önce Aristo’nun eserlerini tasnif eden talebesinin şimdi sizin konu edinmeye çalıştığınız konuları fizik kitabından sonra ve ‘fizikten sonra’ mânâsına metafizik olarak arkaya almış olmasıdır.’ der. Bu benzetmeyi, insanlık tarihinin bir görünüşü için verir. Yâni böyle olmuştur; aklın ve hayatın pratik zaruretleri öncelendiği için yol böyle açılmıştır.
Ama bir şey daha vardır. Fizik, geometrik metoda ne kadar yatkınsa ve bu sebeble kendi ilmî heyetini geometriye kaptırdıysa, aynı biçimde metafizik de bu akıbetle yüzleşmiştir. Metafizik, geometrikleşmiştir; rasyonelleşmiştir, aklîleşmiştir ve hâliyle ‘rasyonel spekülasyon’dan ibaret kalmıştır.
Geometri, yukarıda telaffuz ettiğimiz ‘gökler’i ve ‘yerler’i inhisarına almış: ifade imkânı, mânâyı tutsak etmiştir. Oysa:
‘Biz deriz ki; ayrı kemmiyetlere (el-kemm el-münfasıl) nazardan ibâret olan riyâzî (bilimlere) gelince -ki bu hesâb ilmidir- ilâhiyâtın onunla hiçbir ilişkisi yoktur. «İlâhiyâtı anlamak için ona ihtiyâç vardır» diyenin sözü saçmadır. (Bu söz), «tıb, nahiv (gramer), lûgat (dil) ilimleri ona (riyâzî bilimlere) muhtâçtır. Veya hesâb tıbba muhtaçtır» diyenin sözü gibidir. Bitişik kemmiyetlere (el-kemm el-muttasıl) nazardan ibâret olan hendesî (geometrik bilimlere) gelince, bunların özü; göklerin ve onun altında merkeze kadar bulunan şeylerin şeklinin kürre biçiminde olduğunu açıklamaya, göklerin tabakalarının sayısını belirtmeye, feleklerde hareket hâlinde olan kürrelerin sayılarını ve hareket miktarlarını belirtmeye yöneliktir. Biz cedel için veya inanarak -bu konuda burhân ortaya koymaya muhtaç bırakmadan- onların görüşlerinin hepsini kabul edelim, ancak bu kabul ilâhî ilimlere nazar konusunda hiçbir şeyi engellemez. İlâhî ilimlere nazar konusunda bunların zorunluluğunu söylemek; «bu ev, irâde, kudret, bilgi sâhibi ve canlı bir yapıcının san’atı sonucunda ortaya çıkmıştır; bunu bilmek, evin altıgen veya sekizgen olduğunu, bölümlerinin sayısını veya kerpiçlerinin adedini bilmeyi gerektirir» diyenin sözü gibidir. (İmâm Gazzâlî – Maḳāṣıdü’l-Felâsife)
Anlayacağımız şudur ki, onların bahsettiği ‘gökler’ ile onların bahsettiği ‘yerler’, bizim (İslâm’ın) bahsettiğimiz gök ve yerler ile aynı değildir. İşte, ‘Efendi’ Gazzâlî -zannediyorum- bu geometrik metodu yakalamış, felsefenin zaaf noktasını ifşa etmiştir. Bu metodu tatbik ettikçe, ister materyalist, ister ruhçu olun, bu işin içinden çıkamazsınız, demektedir. Ondan 900 sene sonra meseleye ilk ‘uyanan’ Bergson olmuştur. Neredeyse tüm felsefî argümanlarının dayanaklarını Gazzâlî’de bulabiliriz. Hattâ bazılarının birebir aynı olduğunu hayretle görmeye başlıyorum ki, biraz olgunlaşırsa onları da mukayeseli veririz inşallah…
Daha sonra…
68 kuşağı, üzerinde çalışılması gereken bir kuşaktır. Mevcut dünyaya, dünya algısına itiraz eden bir gençlik; müziği ile ‘geometrik yaşayış’ (böyle bir kavram yok, ancak bazen böyle kavramlar kullanmak zorunda hissediyorum. Devasa olgulardan bahsetmediğim ortada, ama rasyonel Batı nizamı neticede buraya çıkmaz mı?) anlayışına karşı çıkışıyla vb bakılması gereken bir hâleti ruhiye analizine ihtiyaç duymaktadır. Şimdi, ‘bu yapılmadı mı?’ diyen olacaktır.
Hayır, Batının dünya algısı ve geometrik normlara hapsettiği yaşayış formu içinde o dönem doğan bu ruhî itirazı, söylem üstünlüğü kendinde olduğu için kendi hânesine istismar eden Batının diğer geometrik metod mahsülü Sol ve/veya Komünizm, bu itirazı doğuran cehdi politik sahaya döküp yok etmiştir. Maksat ve mânâ yine ifadeye kaptırılmıştır. Çünkü, Batıda o maksat ve mânâyı ifade edecek dil-diyalektik yoktur; talihsizlikleri de budur. Meselâ ‘Allah’ yoktur. Meselâ ‘nefs’ yoktur. Hafî yoktur, ahfâ yoktur, berzah yoktur; uyum vardır, oran vardır, orantı vardır; geometri vardır. Hemen her filozof bir matematikçidir; isim vermeyeceğim bile, bakın böyledir.
Pink Floyd’un yaptığı müzik için ‘psikedelik rock’ denilir. Bazen ise ‘Progresif Rock’ dendiği oluyor.
‘Psychedelic müzik yahut psychedelic rock, özellikle LSD gibi ruh hâlini değiştirici ve düşünme paternlerini çarpıtıcı maddelerin yarattığı etkiyi aktarmaya çalışan bir müzik türüdür. Psychedelic rock gibi deneysel ve egzotik bir müzik tarzı olan progresif rock, şarkılarının uzunluğu, teknik açıdan karmaşıklığı, aksak ritimlerin ve doğaçlamanın daha ağırlıklı kullanılması ve klasik müzik etkilerinin baskınlığıyla bu tarzdan ayırılabilir.’
Müzik ki, Pisagor’dan mülhem, Farabî tarafından da riyazî ilimler sınıfında tasnif edilmiştir, Gazzâlî de buna itiraz etmez. Ancak konu müziğin ‘mühendisliği’ olmayıp, maksadı, varoluş sebebi ve mânâsı gibi bahislere kıvrıldığında, meselenin yine geometrinin bir ifade imkânı olduğu ama anlamın ifadeye kaptırılmamasının gerekliliği görülebilir olmaktadır.
Psikedelik ve Progresif müzikler için verilen tanımlara baktığımızda, bu geometriden kaçış, mekândan kurtuluş talebi, apaçık görünmektedir. Psikedelik maddeler bizi her şeyden önce mekândan kurtarırlar. Nesneye ait pozisyon ve izafetleri bozarak algımızda önceden kurulu bir alışkanlık olan geometrik yatkınlığı parçalar; nesneyle biz daha bir karşı karşıya geliriz. Bu durum nesneyle daha ‘doğrudan doğruya’ bir temas değil midir?
Derseniz ki ‘ne yaptın Ramazan, koca Einstein fizikte bile isbat etti ve kurdu geometrik düzeni ve zaten 2000 yıldır insan tabiatına yatkın bir alışkanlıktan geliyordu, şimdi bütün ölçüleri çöpe mi atacağız?’
Hayır derim, ilkin elimizdeki tek ‘ölçü’ bu rasyonel-geometrik metod değildir. ‘Şeriat’ da bir ölçü vermektedir. İkincisi, aklî bilimlerin bir alanı olarak geometri, kendi alanında kalmak şartıyla, ölçü olma imtiyazını her zaman koruyabilir, zaten Gazzâlî de bunu anlatıyordu. Üçüncüsü, Kuantum fiziğine yol veren fikirleri ile Bergson da bunu anlatıyordu. Einstein, bir fizikçi olarak meselesini daha çabuk ve sarih ortaya koyabilmişti. O dönem kuantum fikri emekleme safhasındaydı. Ancak şu ânda fizik demek neredeyse kuantum fiziği demek değil midir? Uzamasın, tek bir misâl vereyim: Günümüz fizikçileri, sırf ortaya çıkan ve kendini zaruri olarak dayatan çelişkilerden kurtulmak için, kuantum lehine tasarımlarında bakın bakalım neyi fedâ etmeyi göze alıyorlar; ışık hızının aşılamazlığını!.. Kuantum fiziği, maddenin mekândan bağımsız incelenmesine dair yoldan ilerliyor. Hâliyle sadece metafiziğin değil, fiziğin de geometriden kurtulma çabalarını görmekte değilsek, ne yaşıyoruz biz arkadaş?
‘Efendi’ Gazzâlî, meâlen; ‘felsefecilerin üç derdi vardır. Biri bu aklî ilimlerdir ki matematik, geometri, mantık vb hep bunun içindedir ve bizim derdimiz bunlarla değildir. Ama onlar fikirlerini bunlara uydurup, yâni geometrik metodu fikirlerine tatbik edip, ardından biz meselenin kendiliğine itiraz edince, geometrik metodun tutarlılığı üzerinden bize muhalefet etmektedirler. Oysa biz riyaziye, mantık gibi meselelerde bu metodik ilimlere itiraz etmiyoruz ki, ayrıca, şeriat adına bu meselelere itiraz eden şapşalın, şeriata en büyük zararı vereceğini de söylüyoruz. Ancak biz, nesnenin kendiliğine ait tabiat-fizik vb ilimlere ve ilâhî-metafizik ilimlere dair söyledikleri zaviyesinden bunlara itiraz ediyoruz. Geometrik kurulmuş kafaları sebebiyle bunlar ya söylediğimizi anlamıyor ve dönüş olarak bize hâlâ geometrik tutarlılık anlatıyor veya kaypak ve kaçak yollarla sürekli sarpa sardırıyorlar’, diyor.
İşte bu metafizik, bizim ‘sahte metafizik’ dediğimiz şeyken, bu fizik de bizim ‘sahte fizik’ dediğimize denk gelir; ‘Tehafüt-ül Felâsife’…
En sonra…
Göklerden bahsetmişler, yerlerden de bahsetmişler; hava kadar lâtif, toprak kadar katılar üzerinde konuşmak nasıl da kolay. Her ikisine de aynı metodu tatbik et, geometrinin verdiği ‘tutarlılığı’ istismar et. Aslında ne madde hakkında fizikçinin derdini, ne ruh hakkında ilâhiyatçının derdini anlama, derinliğini görme, en ibtidaî yaşantıda bile mevcut olduğu için tabiî bir geometrinin insan hayatında mevcut olduğu ve buna bağlı alışkanlığın doğurduğu yatkınlığa yaslanarak meseleleri ‘derinliğine’ çözüyormuş intibaıyla sürekli izafî tasvirler yap; sonra Kant bir yandan akılla metafizik yapılamaz deyince ona kız, diğer yandan bilginin izafîliğini (maalesef kendisi de mekândan ve geometriden kurtulamamıştır) söyleyince, o tarafa kaçacak bir yol görüp kaypaklık et ve sıvış…
En yeni psikoloji, psikedelik maddelerin neyi ifade ettiğini önyargısız konuşmaya çabalıyor. Kalıblaşmış ‘düşünce paternlerini’ kıran bu şeylerde de gizli ve hakikate misâl olan bir yön olup olmadığına bakıyor.
Syd Barret, girdiği alandan çıkamadı. İradesi yoktu da diyebilirsiniz. Yanlış anlaşılmaktan çekiniyorum ama ‘dostlar’a hitabın da bir rahatlığı vardır ve bu konuyu basitleştirir:
Üstad Necib Fazıl, ‘Efendiler’ için, ‘psikolojinin kıyısını köşesini karış karış bilenler’ mânâsına söyler ya, Bergson ‘psikoloji henüz yeni bir ilimciktir, ama umut doğru kurulmuş bir psikoloji ilmindedir.’ demektedir.
68 kuşağı neyin ihtiyacını hissediyordu; ‘eşitliğin’ mi? Hiç sanmam. ‘Özgürlük’ diyorlardı; nasıl diye sorulduğunda ise, ‘biz bilmiyoruz, onu da siz bulacaksınız’ diyorlardı.
NOT: Bu yazı elbette psikedelik maddelerin kullanımını teşvik etmemektedir. Kaldı ki yazar hayatı boyunca hiç psikedelik madde kullanmamış olup, bundan sonra da kullanmayı düşünmemektedir. Ancak psikedelik madde üzerine bir dönem epeyce bir okuma yapmıştır ki bu konuya bir merakı olduğunu da inkâr etmez. Roger Waters’le ilk arkadaş olduklarında, Roger ‘bir fırt’ verseydi, belki alır ‘üflerdi’; ama şimdi hâlâ iyi dostlar olarak, yazar, kendisinin artık Roger’a bir ‘teklifi’ olduğunu düşünmektedir.