Oktay Sinanoğlu ile Kültür Emperyalizmi Çevresinde

TAKDİM

Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu’yla yazarlarımız Av. Harun Yüksel, Yaşar Şadoğlu ve Süleyman Dal’ın yaptığı uzun bir görüşmenin çok küçük bir bölümüdür. Çoğumuzun da zaten bildiği üzere; Sinanoğlu, uluslararası çapta tanınmış, muhtelif ABD ve Türkiye üniversitelerinde öğretim üyeliği, çeşitli ülkelerde sanayi araştırmaları yapmış ve birçok başarılı çalışmaya imza atmış bir fiziki-kimya, moleküler biyokimya, biyofizik, biyoteknoloji profesörü. Röportajın bant çözümlerini  gerçekleştiren Süleyman Dal’a ve dizgisini yapan Emel Zor’a teşekkür ediyoruz. AKADEMYA

GÜNÜMÜZ AMERİKA’SININ PERDE ARKASI

H. YÜKSEL: Dünya panoramasından başlayalım isterseniz, sizin seyyâhlığınızı biliyoruz. Meselâ Amerika nasıl?

O. SİNANOĞLU: Yalnız Amerika deyince bütün dünyada, Avrupası olsun, Amerikası olsun, Japonyası olsun; son on-onbeş senedir bilhassa Doğu Bloku tabiî Rusya gibi hemen her yerde, bir dine dönüş var. Niye var?… Yâni işte insanlar baktı ki sırf bu maddî dünya ile bu işler olmuyor. Çünkü görüyorsun maddî olarak herşey var. Meselâ Amerika’da iki araba, dört buzdolabı, tekne falan hepsi, bahçeli ev filan… Bir türlü olmuyor… Adam geliyor eve, “yahu” diyor, “bak bunları aldım, niye mes’ut değilim?” Önce diyor ki “daha büyüğünü alsam belki olur”…Alıyor, iki gün sonra yine aynı şey… Sonunda geliyor evine akşam, ne konu komşu var, ne ahbaplık var… Birisi seninle konuşursa muhakkak bir çıkar meselesi var…

H. YÜKSEL: Bu eksiklik nereden kaynaklanıyor?

O. SİNANOĞLU: Başta zannettiler ki, işte bunlara da yutturdular. “Dünyaya gelmiş geçmiş en büyük medeniyet biziz filan”… Biz de diyoruz ki: “Medeniyet mi, hangisi?” Sonra tabiî yutmamaya başladılar. Biraz da seyahat çoğaldı. Biraz Asya’yı gördüler, askerleri gitti orayı burayı işgal etti… Çoğu da Japon, Çinli, Filipinli hanımlar alıp geldiler… Çünkü onların en uyuzu bile kendilerininkilerden daha insanî oluyor. Derken birşeyler hissettiler, bir arama başladı. Tabiî bu ara, Amerika’da herşey zaten büyük iştir ya!.. Hani herşeyden bir yağ çıkarılır. Amerika’nın şöyle bir Güneyorta kuşağı var, muhafazakâr bir kuşak; “İncil kuşağı” diyorlar. Bunlar çok koyu Hıristiyan… Şimdi dinî yönden birtakım şeyler türedi… “Evangelist” de diyorlar. Bunlar nutuklar atıyorlar ağlayarak(!)…

H. YÜKSEL: Tamam, bize de pek âşinâ geliyor nedense bu “ağlama” mevzuu?…

O. SİNANOĞLU: Ondan sonra para topluyorlar, televizyon istasyonları filan kuruyorlar. Açıyorsun böyle bir sürü kanal var; radyo, televizyon. Arada bir dinî birşeyden bahseden bizimkiler gibi değil, her saat böyle Hıristiyanlık propagandası, ama gâyet ilkel bir şekilde. Böyle kafa çalıştıracak, manevî bir şekilde değil. Öyle bir panayır havası içinde… Bağrışmalar, çağrışmalar, acaip şeyler… Sonra misyoner teşkilâtları para topluyor buralara gelip… Bunlar inanırmış ki; eğer birisini Hıristiyan yaparsan, cennete gidersin… Ama istediğin kadar günâh işle, mühim değil… Onun için bunların derdi birini Hıristiyan yapayım da, cennete…

H. YÜKSEL: Günâhlardan kurtulayım…

O. SİNANOĞLU: Hayır, kurtulmak da yok, işte cennete pasaport alacak… Misyoner faaliyeti de onun içindir. Tabiî bu misyoner faaliyeti, bilmeyenler için öyle de, arkasında dâima sömürgecilik sistemi vardır. Yâni önce misyoner gelir, Havai’de olduğu gibi… Arkadan: “Siz biraz çağdaşlaşın, size biraz İngilizce lâzım” filan. İngilizce öğretmeni gelir. “Ya siz biraz özelleştirin, küreselleştirin, size serbest ticâret lâzım; işte medeniyet budur” filan. Bu sefer orası pazar yeri olur, sömürürler. Ondan sonra da “Aa! Durun, menfaatlerimizi koruyacağız” deyip, askerleri gelir. Ondan sonra oranın bütün malını, mülkünü satın alırlar. Böyle misaller çok. Hawaii’yi alın işte…

H. YÜKSEL: Bayrağı dikerler…

O. SİNANOĞLU: Malını mülkünü alırlar… Havai de bu işlemden geçtikten sonra, oradaki yerli ahâli gittikçe azalıyor… Eskiden oranın kralı varmış, prensesi filan. Onlara ait arazileri satın almışlar. Şimdi onların torunları sokaklarda çöpçülük yapıyor, hamallık yapıyor; bir de içkiye alıştırmışlar… Perişan bir haldeler; nesilleri tükeniyor… Zâten Amerikalılar oraya doluşuyor; hemen emlâkları alıyorlar… Sonra da, “Şimdi oylamaya koyalım, eyâlet olmak istiyor musunuz?” Hemen çoğunluk diyor ki: “Eyâlet olalım”. Eyâlet oluyorlar, iş bitiyor… Yâni nesli tükenmese bile, görünüşteöyle birileri kalmıyor. Çünkü dilini unutturmuş. Sonra kendi dilini bilmiyor, kültürünü bilmiyor, tarihini bilmiyor; kimliği, şahsiyeti kalmıyor. Onun hamalı, uşağı oluyor o kadar. Bu her yerde böyle olmuştur… Türkiye’nin de olacağı budur. Hızla oraya doğru gitmektedir.

H. YÜKSEL: Yâni biz birşeyler yapmazsak böyle olur diyorsunuz?..

O. SİNANOĞLU: Birileri uyanmazsa böyle olacak işte çok yakında. Son perdeyi oynuyoruz zaten…

H. YÜKSEL: Öyle efendim, o konuda haklısınız… Geçende seyrettim sizi, -zâten sizin için tahammül ettim-… Orada şöyle birşey söylediniz: “Amerika’nın 270 milyon nüfûsu karacâhildir.”

O. SİNANOĞLU: Tabiî canım, bu benim icâd ettiğim bir laf değil, abartma da değil. Tesbit olarak ben size söyleyeyim: Yâni şimdi, Newyork Times en ciddî gazetesi Amerika’nın, bir anket yapıyor… Meselâ nüfûsun % 60’ı dünyanın yuvarlak olduğuna inanmıyor… Hakikaten! Ondan sonra bir anket yapıyor, daha fazlası evrim teorisine inanmıyor… Bizimkiler buna çok üzülür… Yâni böyle şeyler… Hattâ biraz üniversite okumuşu bile meselâ “Türkiye” dersin, şöyle bir durur… Sonra dayanamaz sorar: “Nerede olabilir? Hindistan’ın yanı mıydı?”. Şimdi biz de içimizden “aslında doğrudur” diyoruz, çünkü bizim sınırlar oralardan başlar. Ama Türkiye işte orada değildir… Yahut “Sizde deve var mı, çöl var mı, hurma ağaçları nasıl?”… Çünkü Camel sigarasının içinde Türk tütünü var ya! Şimdi Türk tütünü de kalmadı; o da Amerikan tütünü oldu. Onu da Sabancı almış sözümona… Marlboro almış, Sabancı da aracılık yapmış…

H. YÜKSEL: Oradaşunu da söylediniz: “Orada bir iki milyonluk bir elit var. İşleri onlar götürüyor”…

O. SİNANOĞLU: Evet kesin böyledir. Düşündüm “bu niye böyle, nasıl olmuş” diye… Şuna bağladım: Şimdi İngiltere’de çok güzel demokrasi vardır diye bilinir. Tam demokrasi en çok orada vardır.

H. YÜKSEL: “Demokrasinin beşiği” bilinir.

GÜNÜMÜZ İNGİLTERE’SİNİN PERDE ARKASI

O. SİNANOĞLU: Haa, ama en büyük sınıf farkı olan ülke İngiltere’dir; hem de neredeyse Hindistan’daki kast sistemi gibi sınıf farkı vardır. Meselâ benim tanıdıklarım vardı; bilim adamı filan, İngiliz… Bunlar meselâ “aşağı sınıf”tan gelirler. “Çamaşırsız sınıfı”ndan, “Kokney” sınıfından. Şiveleri bile bozuktur. Değişiktir yani… Bunlar okuyor, bayağı ciddi iyi bilim adamı oluyor. Yani başa güreşenler arasında sayılabilir ama, ünvan sahibi olamıyor… Ve hatta neredeyse açıkça söylüyorlar: “Sen asil bir aileden gelmiyorsun” diye… Ve bunlar sonunda ya Amerika’ya, ya Kanada’ya, ya İtalya’ya göç etmek zorunda kalıyor. Ve sınıflar arasında o kadar korkunç bir kültür ve seviye farkı var ki; İngiliz’in üst sınıfıyla aşağıdaki o “kokney” sınıfı bir kere neredeyse birbirlerinin dillerini bile anlayamazlar. Şimdi dedik “yahu nasıl oluyor? Niye bu?” Ben, son birkaç yıldır merak ettim. İnsan düşmanını iyi tanımalıdır. Türk’ün, Müslüman’ın en büyük düşmanı İngilizdir. Bu işin şakası yoktur. Bunun için dedik şu İngiliz’i bir anlayalım. İngiliz’in tarihini didik didik inceledim. Ve baktım ki; şimdi biliyorsunuz bizde 1071 Malazgirt, orada da 1066 -aynı yılda aşağı yukarı- Norman İstilası oluyor, Fransa’dan Normanlar gelip İngiltere’yi işgal ediyorlar. Şimdi tuttum, tam o işgal sırasında bir keşişin yazdığı kitabı okudum. Artık İngiliz mi değil mi tam hatırlamıyorum da, o devrin adamı… Şimdiorada Norman istilası olduğu zaman İngiltere’nin yerli ahâlisinin durumunu anlatıyor. Yâni herifler, ağaçlar üstünde yaşıyorlar, son derece ilkel, yamyam gibi adamlar. Ve meselâ sonradan İngilizler denizcilikte ilerlediler. O istilâ olduğu zaman; meselâ orada bir nehir var, İngiltere’de yerliler, yâni kendileri; bir sahilden diğer sahile geçecek kadar kayıkçılıktan haberleri yok… Normanlar gelmeden evvel İngiltere’de böyle biraz üst tabaka var; idareci, işte derebey gibi…

H. YÜKSEL: Tarih?

O. SİNANOĞLU: 1066; Malazgirt’le filan aynı sıralarda işte… O sıralarda, zaten daha istilâdan evvel bu İngiltere’nin üst tabakasında bir Fransız modası çıkmış. Herifler sarayda -ağaçtan yapılmış sarayda- gorillerin de sarayı vardır ya hani, işte iki yaprak koyuyor üzerine öyle birşey… Orada bunlar Fransızca konuşmaya merak salmışlar. Fransızca konuşuyorlar… Dolayısıyla, beyi paşası neyse, onları zaten daha istilâdan evvel Normanlar tâyin ediyormuş… “İşte bu sizin derebeyiniz olacak” diye, sonra bunlar geliyorlar. Ha şimdi ben şuna bağlıyorum sınıf farkını; istilâcı Normanlar daha kültürlü, daha ileri… Bunlar daha sonra İngilizlerin üst sınıfını teşkil ediyorlar. Bu benim faraziyem… Benim faraziyelerim doğru çıkar… İllâ fizik olması şart değil. Bu da bir kimyâdır yâni… İnanmazsan Kimyâ-yı Saadet’i oku… Bana gıcık olan bir adam “senin mesleğin neydi?” dedi. Biraz attık tuttuk ya, Türkiye battı mattı filân diye; “senin mesleğin neydi; ha kimyâ değil miydi?” dedi. Neyse, bunların hepsi kimyâdır, ona aklın eriyorsa buna da aklın erer, bunların kanunları da birbirlerine çok benzer yâni. Türkiye’de adamlar böyle… Neymiş sosyologmuş… Toplumbilimci, içtimâiyatçı, işte neyse… Biliyorsunuz televizyonlara çıkarlar, yazı yazarlar. Okuyorsun, “yahu bu adam ne diyor kardeşim…” Birtakım alafranga laflar paralıyor ama, şimdi İngilizce gibi düşünsen anlamıyorsun, Türkçe gibi düşünsen anlamıyorsun. Hah sonunda televizyonda açıkoturumda bir de bakıyorsunuz ki, adamlar meğer kendileri anlamıyorlarmış da, böyle birkaç yabancı kelime kullanarak bunun arkasına saklanırlarmış… “Eee işte, filân şunu dedi, bilmem kim bunu dedi”, bununla ilim adamı olmuş herifler… Peki sen ne diyorsun kardeşim? Sen ne düşünüyorsun bakalım? Böyle olacağına sen kimyâcı ol, kimyâ hem kafa çalıştırır, hem bunlara da çalıştırır… Neyse, o eski yabanî İngiliz’in ayak takımı da, işte o “Kokney” sınıfını oluşturmuş diyorum ve bu devam etmiş. Ve hatta kanunen devam etmiş, biliyorsunuz bir Lordlar Kamarası var; Aristokratların ayrı meclisi var, altında halkın ayrı meclisi var; Avam Kamarası… Mühim olan aslında Lordlar Kamarası… Şimdi derken Amerika’ya geliyor bunların bir kısmı. Ondan sonra şimdi diyorlar ki; “Yahu Aristokrasi olmaz” Çünkü gelenlerin birçoğu da öbür takımdan. Aristokrasiye de kızıyor bunlar… Eee ne yapıyorlar?.. Haydi bu sefer Lordlar Kamarası yerine Senato, halk meclisi yerine de Temsilciler Meclisi; aynı şey… Ha ondan sonra ne oluyor bu; doğuştan gelen Aristokrasi yerine, para aristokrasisi… Şimdi Amerika’da aristokrasi; işte et kralıymış, kasaplar kralıymış, bilmem neyin ne kralıymış, sabun kralıymış filan, aristokrasi bunlar.

H. YÜKSEL: Asâlet paradan geçiyor yâni…

O. SİNANOĞLU: Yâni… Fakat,şimdi bu Amerika’yı yakın zamana kadar, şöyle bir 20 sene evveline kadar bu eski Anglosakson -ilk gelenlerin torunları olan, eski para aristokrasisi-, bunlar idâre ederlerdi. Bunlara, “Wasp” derler. “Wasp”, eşşek arısı demek İngilizce; aslında münâsiptir. Kısaltma yani: “White Anglosakson Protestan” demek. Beyaz ırk olacak. Eğitim, herkese rengine göre. Herifler gelmiş oranın yerlilerine “Kızılderili” diyor, öbürlerine “Siyahderili” diyor, kendilerine “Beyazderili” diyor. Anlayış bu. Bir kere ırk üstünlüğü kavramı var; kesin ırkçıdırlar İngilizlerden gelenler. Ondan sonra efendim işte bir Anglosakson olacak, bir de Protestan olacak. Yâni yalnız Hıristiyan değil, bir de Protestan olacak. Bunlar hâkimdi. Bunlar böyle birkaç milyon insan. Herşeye bunlar hâkim. Yâni büyük şirketlerin başkanları, ne bileyim işte devletin üst tabakası, şusu busu hep bunlardır. Ha şimdi bunların çocukları da ayrı bir eğitim sisteminden geçiyor, birtakım özel okullar var. Lise seviyesinde son derece vasıflı… Bir de meselâ oradan çıkan Harward, Yale, böyle iki tane üniversiteye gidiyor. Biz Yale’de profesörüz tabiî, bunları görüyorduk. Hatta meselâ bu Yale’ye 1940’ların ortalarına kadar, ne hoca ne talebe, Yahudileri almazlarmış. Sırf Anglosaksonlara mahsus bir okul…

H. YÜKSEL: Zenciler de mi?..

O. SİNANOĞLU: Yahudi almazlarmış. Anglosaksonların kalesi orası. Kalelerden biri. Fakat ben Yale Üniversitesinde 35 senedir görevdeyim ve bunun adım adım nasıl değiştiğini gördüm… Bir de baktık ki, Yahudiler adım adım burayı fethetti. Önce bir iki tanesi girdi. Derken birkaç taneyi daha soktu, filan derken bir de baktık; geçen sene rektör de Yahudi oldu. Bütün Yahudiler bayram etti; “kaleyi ele geçirdik” diye. Üniversite deyip geçme. Aristokratların en ünlü kalelerinden biri ele geçti. 1600’lerden beri devam eden… Bunun gibi böyle birçok sahada, bunlaradım adım plân yapmışlar, “şurayı şurayı ele geçireceğiz” tarzında… Ve gözümün önünde, tanıdığım adamlar… Ben komplo teorisi üretmiyorum, gözümle gördüm… Yanımdaki adam bunu yapıyor, yaparken ucu bize dokunuyor, bizi de harcıyor. “Yahu bana ne dokunuyorsun” diyoruz, “yahu biz sana ne yaptık?”… “Arap-Türk hepsi aynıdır” diyor. Biz bunları yaşadık. Şimdi sonuç olarak, Yahudi takımı oraya hâkim oldu ve Anglosakson takımı kenarda kaldı. Getto gibi kaldılar… Böyle acaip birşey oldu…

H. YÜKSEL: Ne kadar Yahudi var şimdi Amerika’da?

O. SİNANOĞLU: Bunlar 10 milyon der ama, daha fazla olabilir; bir kısmı da dönme…

H. YÜKSEL: Bizimkiler gibi yâni…

SİNANOĞLU: Evet… Neyse, Yahudilere birşey diyeceğimiz yok. Bir kere aralarında son derece bir dayanışma var. Devamlı, bütün dünya çapında… Sonra gayet plânlı, uzun vadeli plânlarla hareket ederler. Böyle onar yıllık plânlarla filan. Şunu yapacağız, bunu yapacağız gibi. 2000 yıldır bir Yahudi başka bir Yahudiye seyahat ederken rastladığı zaman, meselâ Alman Yahudisi seyahat ederken Rus Yahudisine rastladı. Sohbet ediyorlar ve ayrılırken “Allahaısmarladık” demiyorlar. Yahut “see you later”; manâsı “sonra görüşürüz” demek. Yahut “kendine iyi bak”; yâni “take care of yourself” de demiyorlar. Şimdi bu çok moda ya, “Allah” lafzını kaldırdığı için… Ne diyorlarmış biliyor musunuz, kendileri söyledi bana; 2000 yıldır ayrılırken, “Gelecek sene Kudüs’te buluşmak üzere” diye ayrılıyorlar.

H. YÜKSEL: Ben birşey daha soracağım, Amerika bahsini kapatmadan… Bu zencilerin durumu nedir Amerika’da? Müslüman hareketler var… Buradan, uzaktan, biz net olarak tahlil yapamıyoruz… Şimdi Farakhan var diyelim…

O. SİNANOĞLU: Tabiî tam bilemiyorum. Ama şöyle bir şey tahmin ediyorum; bir ara Nasır zamanında mıydı neydi, zenciler Amerika’da çok bunalmış vaziyetteydi. Çünkü bu Anglosaksonlar bayağı ırkçı. Bunlar bakmışlar; “yahu bu müslümanlarda ırkçılık falan yok” deyip, dolayısıyla müslümanlık bunlar arasında yayılmış, yayılmaya başlar gibi olmuş. Ben tahmin ediyorum ki o yıllarda, Amerika, sistem, bundan son derece endişelendi. Endişe edince de standart taktiğini uyguladı.

H. YÜKSEL: Türkiye’de uyguladığı gibi…

O. SİNANOĞLU: İçinden sahtesini üret, oraya topla… Hem böl, hem denetle, hem de saptır. Sahtelerini kurdurdu. Hakikilerini temizletti.

İRLANDA MESELESİNİN PERDE ARKASI

H. YÜKSEL:Şimdi biraz da İngiltere-İrlanda mevzuuna girsek… Oraya da baksak… İrlandalıların herhalde ayakta durması gerekiyor, bizim İngiltere ile hesaplaşmamız bakımından. Duracaklar mı ayakta?..

O. SİNANOĞLU: Valla, İrlanda tabiî ayakta durabildi. Çünkü, 1890’da İngilizler bunların işini bitirirken Millî Yüksek Öğretim Kurulu diye bir şey kurup, işgal altındaki yerlerde bir gün içinde eğitim dilini “Gaelik”den İngilizce’ye çevirdiler. Ve bir buçuk nesil sonra dilini bilenlerin sayısı % 95’ten % 25’e düştü ve iş bitiyordu.

H. YÜKSEL: Aman Allahım!

O. SİNANOĞLU: Ve iş bitiyordu, ondan sonra artık İrlandalı diye bir şey kalmayacaktı. Dil bitince bu iş biter. Çünkü meselâ Türk olmak, ırk meselesi değildir yâni. Hangimizin ırkında neler var kimbilir? Geçmişteki biyolojik olaylar hakkında birşey diyemeyiz. Ama Türk olmak, kafaca Türk olmaktır, gönülce Türk olmaktır. Kültürel olarak Türk olmaktır. Ve bunun baş şartı da Türkçe konuşan, Türkçe’yi seven insandır. Çünkü bütün öbür kültürleri yaşatan şey de, yüzdüren gemi de lisândır, dildir. Bu dili bitirdiğin zaman hiçbir şeyin kalmaz. Kimliğin, şuyun buyun, hiçbir şeyin kalmaz. Tarihten adın bile silinir gider. Şimdi Türkiye’ye yapılan en büyük oyun tabiî bu…İşte İngilizler İrlandalılara bunu yapmış… Fakat o zaman, işte vatansever birileri oturup demişler: “Evyah bizim iş bitiyor, ne yapalım?”

H. YÜKSEL: Külahları önlerine koymuşlar…

O. SİNANOĞLU: Evet… Gizli bir cemiyet kurmuşlar İngiliz işgali altında. İngilizler kadar gaddar, barbar bir millet yoktur… Bunların yaptığı zulümlerin, katliamların haddi hesabı yoktur… Şimdi bir de “medenî” diye ortaya çıkar utanmaz herifler…

H. YÜKSEL: Bize yaptıklarından da belli zaten…

O. SİNANOĞLU: Evet… Dolayısıyla bunlar tutmuşlar, gizli cemiyet kurup ilk iş olarak orada burada, İngilizlerden gizli, kendi dilini öğreten gece kursları açmışlar; millet oraya gidip kendi dilini yeniden öğrenmeye başlamış… Fakat kendi dilini öğretme kurslarıyla başlayan iş, bir şuurlandırma yapmış, bu sayede 1920’lerde bağımsız bir İrlanda Cumhuriyeti doğmuş. İngilizlerle hâlâ Kuzey için kavga ediyorlar. Ama birkaç yüz sene İngiliz işgali altında ve inanılmaz mezalim görerek kalmış İrlandalılar. Onun için İngilizler de zaten gıcık onlara. Şimdi Türkiye’de böyle bir şey olmadığı için; işte “vay Amerika, İngiltere” filan… Ondan sonra “velînimetimiz” havası içinde… Bu oyuna çok fena gelindi; ve dolayısıyla bir iki nesil sonra ne Türkçe kalacaktır, ne de Türk lâfı kalacaktır, haberiniz olsun…

H. YÜKSEL: İnşaallah kalacak efendim…

O. SİNANOĞLU: İnşaallah da, gidiş odur…

H. YÜKSEL: İrlanda mevzuunda… İrlandalılar silahlı mücadeleye girmeselerdi ayakta kalabilirler miydi?

O. SİNANOĞLU: Hayır… Meselâ İtalyan Birliği’ni kuran, İtalyan Millî Kahramanı Garibaldi… Merak ettik, Garibaldi’ye, hayatına bir baktık. Bu adam da yazar çizer bir adam… Gazetelerde yazıyor, heyecanlandırıyor milleti, nutuk atıyor filan… Ama, sonunda bakmış ki, sadece bu işle olmuyor… Herif gitmiş ordu kurmuş da… Öyle olmuş iş…

GÜNÜMÜZ ALMANYA’SININ PERDE ARKASI

H. YÜKSEL: Oradan bir Almanya’ya gelelim isterseniz… Amerikan-Alman rekabeti de var; dünyada dengeleri tanımak bakımından soracağım, Almanya’nın durumu şu anda nedir?

O. SİNANOĞLU: Almanya’nın durumu şu; geçen sene zarfında Almanya’da çok temasım oldu… Dört-beş kere gittik geldik… Hem onları gördük, hem de orada ne kadar ahali varsa, onlara nutuklar attık. “Ne yaparsanız yapın, çocuklarınıza Türkçe öğretin” diye… Sonra birgün, pazar günü konuşma yaptırıyorlardı bana, bir de baktık ki bizimkilerden sakallı makallı bir takım var. Çocukları da hep Kur’an kursuna gidiyor, bebeler böyle… Ondan sonra bunlar Kur’an kursundan çıktı, merdivenden hoplaya zıplaya iniyorlar, aralarında Almanca konuşuyorlar, bir kelime Türkçe bilmiyorlar. Biz de orada bu sakallı zevata dedik: “Efendiler, iyi, çocuklarınız Kur’an Kursu alıyor ama, Türkçe bilmiyor, işte o zaman çok büyük günah işliyorsunuz”. Sonra baktım, ben bitirince bunlar birbirine, “Sahi yahu, bunlara Türkçe öğretelim” filan diye… Birden akıllarına geldi. Orada da o durum var. Fakat şimdi Almanlar bana diyor ki, hakiki Almanlar yani, “Ya biz sömürge olduk”. Ben de diyorum ki: “Sen sömürge görmemişsin. Gel de bizi gör…” Buradan baktığın zaman Almanya için; milletin kafasında hâlâ I. Dünya Harbi’nden önceki Osmanlı’nın hamisi gibi, bizi çok seven “dostumuz Almanlar” gibi bir his vardır. Ve dolayısıyla da hâlâ Almanya’yı dünyanın belli güçlerinden birşey zannederler. Meselâ işte Almanya şunu dedi, Amerika bunu dedi… Yahu kardeşim bugün Almanya, Amerika’nın demediği bir şeyi diyemez. Ha, bazen tersini der gibi olur. O nasıl olur? Çünkü eskiden de Sovyetler zamanında, Rusya bir melânet çevireceği zaman bir yerde kendisi ortalıkta görünmemek için Çekoslovakya’yı gönderirdi, onlara yaptırırdı… Veya Afrika’ya Kübalılar’ı gönderirdi, onları devreye sokardı. Kendi aracı pozunda dururdu… Amerika da bu taktikleri kullanır. Onun için Almanya’dan tek başına bir şey çıkamaz yani… İstese de çıkamaz. Ha, yalnız şu vardır, burada derin bir şey var, çok eski, ta Romalılardan beri… Ben kendim akıl ettim de sonradan baktım ki, Batı’da da bunları birileri yazmış… Şimdi; Roma İmparatorluğu Avrupa’nın, kendilerinin kuzeyindeki bütün Keltleri fethetti. Ve onları Latinleştirmek suretiyle işi bitirdi. Yani bu surette Fransızlar doğdu, İspanyollar doğdu. Bunların hepsi aslında Keltti. Bunların hemen hepsi, bir iki nesilde dillerini de unutmakla -bu ayrım orada başladı zaten-, şuurlu bir şekilde eğitimleri değiştirilerek, Latinleştirildi. Ondan sonra Roma’yı daha fazla savunur hale geldiler. Roma’dan fazla Romacı oldular…

H. YÜKSEL: Bizimkiler gibi…

O. SİNANOĞLU: Evet… Fakat biliyorsunuz Octavius Agustus çok büyük Roma İmparatoru… Hakikaten büyük adamdır. Dehşet… Adam Roma’nın en büyük devrinde diyor ki: “Sınırları şuraya kadar getirdik, şimdi bu sınırlar tabiî sınırlara geldi, şurada bilmem ne nehri var, şurada bilmem ne bataklığı var… Oradan ötesinde de bu yabanî Cermen kavimleri var. Bunlarla uğraşmaya değmez, buralar bize yeter; sınırlarımızı da çizdik. Yeter, daha fazla genişlemiyoruz. Burayı toparlayacağız, onlarla uğraşmayacağız” diye karar veriyor…

H. YÜKSEL: Almanlar yırttılar yâni…

O. SİNANOĞLU: Evet. Almanlar bu surette Latinleşmekten kurtuldu. Fakat n’oldu? Romalılar (Agustus)dan sonra, şuurlu bir şekilde Kelt’leri Latinleştirerek işi bitirdiler, sınırları içinde. Ve bu isyankâr kavimlerden rahatsız olup dururlarken, onlar kuzu kesildi; hatta Roma’yı müdafaa etmemeye başladılar… Fakat, Cermen’lere bulaşılmadığı için, Cermenler Cermen-Alman kaldıkları için, dillerini, kültürlerini muhafaza ettiler; sonra da bunlar geldi, Roma’nın işini bitirdi; yüz sene sonra… Roma’yı onlar batırdı… Şimdi bu Latin ve Cermen kavgası, o günlerden beri halen devam etmektedir. Hatta ben de düşünmüştüm; bazı tarihçiler de yazmış -sonradan baktık yazmışlar-, I. ve II. Dünya Harpleri bile hâlâ, Latinleşmiş kavimlerle Latinleşmemiş Cermenler arasındaki harpten ibarettir. Ve bu rekabet hâlâ devam etmektedir. Yâni Fransız-Alman, İngiliz-Alman, Amerikan-Alman meselesinin altında Latin-Cermen çatışması yatar. Şimdi bu var. Ama Almanya harbi tabiî kaybetmiş, ordusu yok, bir şeyi yok… Orada da gizli cemiyetler kurulmuş bizdeki gibi… Yine, Almanları da Latinleştirmek numaraları var. Meselâ en son gittiğimde, Hamburg’da Almanya’nın çok büyük kitap şirketleri vardır; dünyadaki en esaslı matematik, bilim kitaplarını bunlar yayınlar. Yâni dışarıda da, Newyork’da şubesi vardır. Almanya’da tonla Almanca bilim yayınları çıkardı. Şimdi bizim orada bir arkadaş, tanınmış bir Türk, ve millî bir Türk yâni…

H. YÜKSEL: Asimile olmamış…

O. SİNANOĞLU: Olmamış, bayağı millî bir Türk arkadaş var; ve bu da orada kendi sahasında bilimkitapları yazıyor, meşhur olmuş bilim dünyasında. Şimdi bu, yeni bir kitap yazmış; yeni çalışmaları üzerine. O Alman şirketi de bunu çok seviyor, kitaplarını basmak istiyorlar, “aman n’olur” falan diyorlar… Son gittiğinde demişler ki buna: “Ya s….. et Almanca n’olacak ki, bunu İngilizce yaz”. O da demiş ki: “Yahu, Allah Allah nasıl olur? Almanya’da bilim kitapları hep Almanca çıkardı, n’oldu?” Bir de öğrenmiş ki, meğer birileri o sıralarda şirketi satın almış. Şimdi, Almanya’nın bellibaşlı gazete ve kitap, bilim dergisi çıkaran şirketlerini, son birkaç sene içinde birileri satın almış. Şimdi o birilerinin kim olduğunu siz düşünün, çıkarın…

Kaynak: Akademya Dergisi I. Dönem, Sayı 10 (Ağustos 1998)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR