KİTAPLAR VE NECİP FAZIL – 9 (Okuma Sanatının Büyük Sanatkârı)

Stefan Zweig, intiharından evvel kaleme aldığı son eseri “Montaigne” biyografisinde, rönesansın bu unutulmaz hümanistinin kitablarla olan ilişkisini bakın nasıl tasvir ediyor:

“Montaigne için kitablar, sıkıntı veren, gevezelik eden, kurtulunması zor insanlar gibi değildir. Çağrılmadıkları sürece gelmezler; insan, canı hangisini çekiyorsa, onun kapağını açabilir.”

(Stefan Zweig, Yarının Tarihi, Can Yayınları, Çeviren: Ahmed Cemil, 2. Basım, 1998, s. 151)

Montaigne’in “kitablığım, benim krallığımdır ve burada bir kral gibi saltanat sürmeye çalışıyorum” sözünü naklettikten sonra, devam eder Zweig:

“Kitablar ona düşündüklerini söylerler; Montaigne de onları kendi düşünceleriyle cevablar. Kitablar düşündüklerini dile getirirler ve onda yeni düşüncelerin üremesine sebeb olurlar. Montaigne sustuğunda onu rahatsız etmezler; ancak sorulduklarında karşılık verirler. Evet, Montaigne’nin krallığı burasıdır. Ve kitablar da ona hizmet etmekle yükümlüdürler.”

(A.g.e., s. 152)

Montaigne’in, okumayı İRADÎ BİR FAALİYET olarak sevdiği anlaşılıyor ve bu yönüyle Üstad Necib Fazıl’ın kitablar karşısındaki tavrını bir cebheden aydınlatıyor. Üstad da, gençlik çağındaki “arama ve taramayla geçen” aç kurt gibi okuduğu yıllardan sonra, kitabların arasında hep kral gibi dolaşmış, bilgi hamallığına iltifat etmemiş, hizmetçiliğe yanaşmamıştır. “Kitablar ona düşündüklerini söylemiş, Necib Fazıl da onları kendi düşünceleriyle cevablamış, hizmet etmekle yükümlü” kılmıştır. İradî faaliyetinin neticesi olmak kaydıyla “kitablarına ve kâğıtlarına kapanarak tefekkür etmekten”, yâni okuma ve yazma eyleminden müthiş haz almıştır. Kendisinden dinleyelim:

“Tefekkür –ki biricik, hayat hazzım, vücud hikmetimdir- benim için ya başkalariyle halleşerek, yahut İRADÎ FASILALARLA kitaplarıma ve kâğıtlarıma kapanarak meydana gelen bir iş…”

(Necib Fazıl, Cinnet Mustatili, 4. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1983, s. 88, büyük harfle vurgu bize âid)

Cezaevindeyken kitablarla arasına soğukluk girmesinin bir sırrı da belki budur. Çünkü orada okuma ve yazma iradî bir faaliyet olmaktan çıkıp, yukarıdaki tesbitinden hemen sonra ifâde ettiği üzere, “mütemadiyen bu fiile bağlı kalmaya mecbur”muş gibi dayatır kendisini. Oysa iç âleminin hürriyet alanını zindanda bile paylaşmaya yanaşmaz Necib Fazıl…

Bu noktadan sonra Büyük Doğu Mimarı’nın kitablara olan yaklaşımı Montaigne’den ayrılır. Evet, ikisi de okumayı HÜR BİR ÇABANIN ürünü olduğu müddetçe severler. Her ikisi de kitablığının hizmetçisi değil efendisidir. Buraya kadar tamam; lâkin “hürriyet” kavramına yaklaşımları ayrılıklarının başlangıcıdır. Montaigne’in “kitablığında kral gibi saltanat sürmekten” anladığı, bir çeşit âvâreliktir. “Kitablar yüzünden ter dökmek gibi bir zorunluluğum yok, canım isterse onları bir yana atabilirim” diyen büyük entellektüelin, sokakları aşındıran bir serseri gibi sorumsuzca dolaştığını görüyoruz kütübhânesinde. Necib Fazıl’ın ise “zorunluluk” ve “sorumluluk” kavramlarına zıd bir hürriyeti benimsemesi düşünülemez. Evet, “kitaplarına ve kâğıtlarına iradî fasılalarla kapanır”, fakat okuma ve yazma faaliyetini Montaigne gibi şahsî bir zevk, hayatını renklendiren eğlendirici ve dinlendirici bir meşguliyet olarak telâkki etmez. “Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çekmek, tarihi sahte kahramanlardan temizlemek”, kaba softa ve ham yobaz tasallutunu kırmak, reformcu şarlatanların maskesini düşürmek, küfre “dur” demek, imân mihrakına nisbetle Doğuyu ve Batıyı mânâlandırmak, köklü bir tarih muhasebesine girişmek, “bütün saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açmak” gibi kaderin omuzlarına yüklediği ve HÜR İRADESİYLE kabullendiği sorumlulukları vardır. Bu soylu misyonu icrâ etmek için dinî, tarihî, felsefî ve edebî kaynakları tarar, malzemeyi toplar; zaten bu çileyi kabullendiğinde “kafası bir kütübhâne” kadar doludur.

Artık kitablarla irtibatı “soru-cevab” ilişkisine dönüşmüştür. Dinî, fikrî, tarihî bir meseleyi “İslâmcı bakış” zaviyesinden aydınlatma ZORUNLULUĞUNU hissettiği ânda HÜR İRADESİYLE o mevzuya el atar, bir efendi gibi kitabların, kaynakların karşısına geçer, “kitablar ona düşündüklerini söyler; Necib Fazıl onları kendi düşünceleriyle cevablar, onda yeni düşüncelerin üremesine sebeb olurlar.” Necib Fazıl sustuğunda rahatsız etmez, ancak sorulduğunda karşılık verirler. Çünkü bilgiye pençesini geçiren “aslanlaşmış” bir ruhun sahibidir O; olgunluk çağından itibaren, kitabların “sıkıntı veren, gevezelik eden, çağrılmadan gelen kurtulunması zor insanlar gibi” zamanını işgal etmesine müsaade etmez. Fildişi kulesini yıkıp ateş hattına atılan ve cemiyet meydanında ulvî davasını heykelleştiren büyük bir AKSİYONCU-MÜTEFEKKİRİN bundan daha tabiî bir hakkı olabilir mi?..

Kadir Mısıroğlu’nun, kötülemek amacıyla “yalnızca, herhangi bir mevzuda yazacağı zaman kitablara bakma ihtiyacı hissederdi” şeklindeki karalamalarının izâhı budur zannımızca. Fikir ve aksiyon (teori ve pratik) öylesine iç içe girmiş ve birbiriyle bütünleşmiş ki, yazacağında okuyor, okuyunca da yazıyor. Hizmetçi gibi peşlerine takılmıyor, kral gibi hükmediyor kitablara (Karşısında boynunun kıldan ince olduğu dinî temel eserlerin mânâsına duyduğu eşsiz hürmet tavrı, şu ânki bahsimizin dışında…)

Mevzu buraya kıvrılmışken, Peyami Safa’nın “Okuyucu Olmak Sanatı”na dair yazdıklarını hatırlamadan geçemeyeceğiz:

“Bir yazı ancak kendi malımız olan fikirler doğurmak şartıyla faydalıdır. Yazıyle okuyucunun zekâsı arasındaki çiftleşmeden hiçbir fikir doğmazsa, o mütalaa tamamıyle akimdir. Faydadan ziyade zarar verir, çünkü beynin yükünü çoğaltır.”

“Kitap, adamı beslemezse şişirir, bilgilerin yağıyla şişmanlatır. (…) Bunun için sağlam yapılı bir kafa, dolu bir kafadan üstündür ve düşünmek bir fikre gebe kalmaktan başka bir şey olmadığı için, kitabların en güzelleri, düşündürücü ve doğurucu eserlerdir.”

“Kitabla okuyucunun zekâsı evlenmeli, mahsul vermelidir.”

(Peyami Safa’dan Seçmeler, 2. Basım, Yağmur Yay., İstanbul 1976, s. 27-28)

Eğer “okuyucu olmak sanatı” buysa, NECİB FAZIL BU İŞİN EN BÜYÜK SANATKÂRLARINDANDIR. Peyami’nin yazdıklarını Büyük Doğu Mimarı’nın meşhur “irfan-kültür” tarifiyle birlikte düşününce tesbitimize hak verilecektir:

“İrfan, arşın veya okka hesabiyle, bir şahsın yüklendiği kuru malûmat değil; sahibinde fikir ve ruh bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıdanın döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi… Kimse bize, kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de kamûs ezberlemekle irfan sahibi olamaz.

Evet, evet; irfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasiyle bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki sayılır. Demek ki, şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vâhidi olan mânevî paraya, yâni ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım…”

(Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, 3. Basım, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1989, s. 116)

“Yazan Necib Fazıl” da, “OKUYAN Necib Fazıl” da, “düşünen Necib Fazıl” da yukarıdaki satırlarda gizlidir.

Kaynak: H.Y. “Kitaplar ve Necip Fazıl” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR