Olympos’ta Bir Mü’min

* «Hadiseler, belki bin yıldır görülmemiş bir hızla gözümüzün önünden akıp geçiyor… Hepsini tek tek yakalayıp mânâlandırmak ve hepsini bağlı olduğu bir üst hakikatle irtibatlandırmak mümkün mü?

Nerede bizde o fazîlet, basîret, ferâset, verâset, metânet, fetânet!.. Bir sâhib-i kanâat değil de, davanın kuru bir iman ehli olarak, ancak nakledileni nakledebiliyoruz: Hadiseler “Yâ Lâtîf” sırrıyla, “lâtîf” sırların tecellîgâhı ola ola mecrâına akıyor.»

* [Uzun zaman olmuş “Vakıf Sohbetleri”ne ara vereli… Biz gibi, geçen zamanı boşa geçirmediğine emin olduğumuz “Hoca”da olmalıyken gözümüz kulağımız; itiraf edeyim, ben dahî, Roma’dan taze haberler dileğiyle gözümü Kürt’e dikmiştim ki, sözü yine Hoca açtı: “Hadiseler “lâtîf” sırların tecellîgâhı ola ola “Yâ Lâtîf” sırrıyla mecrâına akıyor.” diye…]

* «Apo Roma’da… “Olympos”da azgın tanrılara meydan okuyan bir “titan” mı, yoksa “Kronos”u yenilgiye uğratan “Zeus” mu Apo orada? Zannetmem… Hem “Rhea”nın, bundan yetmişbeş yıl evvel kundağa sararak baba Kronos’un kucağına verdiği kardeşinden fazlası ne ki? Şimdi dalaştığı kardeşini de Rhea, kundaklayarak Kronos’un kucağına vermemiş miydi? Şimdi onu yiyen, karnı acıkınca seni de yemez mi? Yoksa, deniz kenarındaki bahçede başına çelenkler örmekle meşgul olan Europa’yı, ürkütmeden kaçırıp, bir “çınar”ın altında visâle ermek için mûnis bir boğa kılığına girmiş Zeus mu Apo?..»

* [Kürt gibi, biz de birşey anlamadık bu sözlerden; sadece bazı kelimelere kulaktan dolma bir aşinalığımız vardı, o kadar. Zeus’u duymuştuk meselâ; Titan deyince, kısa yoldan köşeyi dönmek hevesiyle titilen titanzedeler geçti aklımızdan; Rea’nın realite ile bir ilgisi var mı diye düşündük… Ya Kronos? Biz “kronoloji”yi bilirdik; kronolojik tarihi de; ama?.. Oliympos da olimpiyatları hatırlattı bize…]

* «Ya Hocam, bir şey anladıysak zenci olalım!..»

* «Bak a Kürt; biraz daha üzerine gelsem; “kart kurt efsanesi”ndeki gibi, aslında dağda kalmış “Türk”lerden olduğunu, karda yürürken “kart kurt” sesler çıkardığınız için size “Kürt” dendiğini kabul edeceksin… Benim de asıl anlamadığım; bunlar Tanzimat’la tescillenen Batılılaşma Hareketi’nin “devlet”ine de erdikleri hâlde; hem de kendilerine muâsır Batı medeniyetini gâye edindikleri hâlde, Batı’nın anahtarı mesâbesinde olan “Yunan Mitolocyası”na niye bu kadar “fransız” kaldıkları… Evet bilhassa Yunan… Çünkü, Tanzimat’tan sonra resmen yüzümüzü çevirdiğimiz Avrupa sanat ve edebiyatına en çok Yunan Mitolojisi tesir etmiştir. “Roma”lıların mitolojisi aşağı yukarı Yunan Mitolojisi’nin aynıdır. Yani “Lâtin”ler eski Yunan mitlerini tamamen kabul etmişlerdir. Yalnız bazı tanrıçaların ve tanrıların adlarını değiştirmişlerdir.»

* «Cumhuriyet’in ilk döneminde bu mesele üzerinde durulmuş… Aralarında Üstad’ın da bulunduğu, cidden seçkin bazı isimler kültür ithali için bizzat Avrupa’ya da gönderilmiş; Dolmabahçe’den kalkan bir “fesat” gemisiyle… Fes atmışlar bizimkiler denize; kucakla bizi Avrupa, Doğu’yu ifsad edecek fikirlerini almaya geliyoruz diye… O dönemde eli kalem tutan kim varsa bilir mitolocyayı; Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Mustafa Şekip, Said Faik, Fikret Adil, Tevfik Fikret, Azra Erhat; bugün de Yunan Mitolocyası’na fevkalâde vakıf isimler var…»

* «Ama bunların birikimi de TC Maarifi’nin marifeti değil ha; hatta birbirinden “matrak” oyunlarla bizzat rejim tarafından tardedilmiş bu kabiliyetler de… Yani anlamadığım, TC Maarifi’nin akîdesini teşkil etmesi gereken bu mitolocyaya nedense itibar edilmemiş de, bizim gariban Kürt’e “kart-kurt” hikâyeler yazılmış.»

* «Adamlar bir Allah’a savaş açmışken bi ton tanrıyı başlarına belâ etmek istemediler herhâlde… Geçen gün TÜYAP kitap fuarını saatlerce dolaştım; ilâç için bir tane Yunanca-Türkçe lûgat bulamadım…»

* «Üzerinde düşünmeğe değer… Resmî tarihin “Kalleş Yunan” edebiyatına mı bağlanır, yoksa Şair’in dediği gibi, birinden kurtulmak isterken bi ton tanrıyı başlarına tebelleş etmek istemediklerine mi yorulur bilemiyorum, ama üzerinde düşünmeye değer… Neden? Neden batılılaştırmaya çalıştıkları bir milletin ahfâdına ilköğretimden başlayarak mitolocyayı öğretmedi bu herifler? Olacak şey değil ama gerçek bu; insanın, “bari doğru düzgün bir kültür emperyalizmine uğrasaydık” diye hayıflanası geliyor yahu!.. Hiç olmazsa doğru düzgün bir ıngilizce’miz, Fransızca’mız olurdu; yol, su, elektrik altyapımız olurdu; dolar resmî para birimimiz olurdu; (bak bu “İslâmî hareket devlete talip değil!” diyen Ali Bulaç’ın hoşuna gider) başörtüsü de problem olmazdı!.. Yetmiş yıldır “yat yat uyu; uyu uyu yat” “Kemalizm”!.. Ne menem bir şeydir bu, kültürü kaç paradır; ne vermiş bize? Doğrusu biz kültür emperyalizmine filan uğramadık arkadaşlar; felâket bir samyeliydi, çekirge sürüsü gibi geldiler ne varsa yakıp yağmaladılar… Tarihin daha bir mislini görmediği bir yağma!.. “Şanlı tarihimiz” edebiyatı da kel başımızda şimşir tarak… Kılık kıyafet, şu bu devrimler falan da bir şey değil; ıbda’nın teşhisiyle: “idrakleri iğdiş ettiler!” Bunların Batıcılığı ciddi olarak bir takiyye! Samimi olsalardı bu millete Batı’yı öğretirlerdi yahu; Batı’nın değerlerine önce kendileri saygılı olurlardı! “Esâfil-i Şark” bunlar! “Ah küçük hokkabazlık; sefil aynalı dolap!” Şu hokkabazlığa bakın, sefil aynalı dolaba: Türk Müziği bir dönem yasak edilmiş; ıstiklâl Marşı bile opera aryası gibi bestelenmiş; millete zorla Batı Müziği sevdirilmeye çalışılmış… Bugün bile Cumhuriyet’in 75. yılı münasebetiyle Doğu’ya opera çıkartması yapılıyor; 29 Ekim’de Anıtkabir’de Batı Müziği orkestrası kuruluyor. Ama buyurduğunuz gibi, -nedense- bize Batı Müziği’ni ve şiirini, hülâsa bütün sanat ve edebiyatını anlayabilmemiz için lâzım olan mitolocyayı öğretmemişler. Şair bir milletiz, değil mi? Mitolocyayı bilmiyoruz ki Batı Şiiri’nden anlayalım! “Tasavvuf”u bilmiyoruz ki Türk Şiiri’ni anlayalım; bütün bildiklerimizi unutturdular ve başka hiç bir şey de öğretmediler! »

* «Bir insan ömrü kadar maziyle şiir söylemeye kalkınca da “Marksist Estetik”ten başka tutunacağımız dal kalmıyor. Tiyatroda derme çatma Breht dekoru ve tarzı neyse, şiirdeki yansıması da budur Marksist estetiğin… ınsanın en “çıplak” hâline hitap ediyor; düşündürtmeden yakalıyor… Bir nevî “porno estetiği”… Hızlı başarısını da buna borçlu. Eski solcular, bütün dünyada ve Türkiye’de şimdi reklâmcı oldular ya; bugünkü reklâm sektörüne de bu estetik hakim; vuruyor, sersemletiyor ve sürükleyip götürüyor… Neye uğradığını anlamadan bir markette o mamülün önünde buluyorsun kendini; yarın bir başka mamülün… Veya fikrin… Fikirler de böyle pazarlanıyor; “demokrasi mi, padişahlık mı?” şıkları öyle bir konuyor ki kitlenin önüne; üçüncü bir ihtimâli düşünebilene aşkolsun… Bilmeden buluyorsun, taraf oluyorsun; iki şıktan birine taraf olmakla kafadan bîtaraf oluyorsun… Hafıza diye birşey de bırakmıyor insanda bu tarz… Klip mantığı işte; ard arda görüntü ve efekt bombardımanı… Üretilen müzik de bu çıplaklığa fondan ibaret… İbrahim Sadri’nin şu satış rekorları kıran şiir kaseti bu estetiğe başka bir örnek: “Sen içerdeyken ben helâya gittim” gibi; insanı en yalın, en çıplak, en savunmasız hâlde yakalayıp sersemleten sözler… O estetik kalıbı içinde gürültüye gidiyor ama, o kasette bir şiir var ki, o da kadîm bir motifle demagoji yapıyor: “Ben seni hiç sevmedim ki; ben yangını sevdim.” diye… Sen bir “perî sûret”e yanmadan yangını nerden bileceksin a çocuk?! Ah bu çağ!.. “Fenâfişşeyh” olmadan “fenâfillâh” olmaya kalkmanın çağı!.. Gayet mübtezel bir şekilde icra edilen tasavvuf düşmanlığının mantığı da bu! “Aşka Elveda!” başka elveda; bütün mukaddesler ve hasletler gidiyor, alıp başını… “Bende mecnûndan füzûn âşıklık istidâdı var. Aşık-ı sâdık menem mecnûnun ancak adı var” diyor Fuzûl”… Hem de bu çağda, Şems’le Mevlânâ gibi; Mecnûn’dan da, Fuzûlî’den de füzûn âşıklık istidâdı görmek isteyenler, İbda “mesnevî”sini okusalar!..»

* «”Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler. Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan. / Her yaneden ayağına altun akub gelir. Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan.” Bu da Fuzulî’den… Muhteşem Osmanlı için yazmış… Sapsarı yapraklardan mülhem, “bâd-ı hazân” eliyle cümle küffardan cizye olarak toplanan çil çil “sarı lira”ların, “Çınar”ın yani Osmanlı’nın ayakları dibine akmasını anlatıyor… Bugün “Çınar” kimdir, “bâd-ı hazân” nedir? Kim kimin karşısında dökülüyorsa, ona göre yeniden okumak lâzım… “Hak geldi mi batıl zâil olur!” ya; aşk-meşk iddiası kolay; biz davamızın isbatçısı olmaya bakalım… “Hırka-i Tecrîd”in teshir ettiği “eşcâr-ı bâğ”a karşı bugünlerde pek muvafık esen “bâd-ı hazân”a küçük nefeslerimizle biz de katılabilmek için, “Çenâr”dan el almaya bakalım…»

«Şu Çankaya’daki konserin şefi de ibne kılıklının teki be Hocam…»

*[Hoca öyle güldü ki, Ülkücü’nün damdan düşer gibi patavatsızlığına… Hey heyleri üzerinde gördüğüm hoca karşısında bugün susup dinlemeyi yeğlemişken, bana da cesaret geldi… Fırsat bulamadım tabiî; Hoca aynı ciddiyeti takınıp konuşmasına devam etti…]

* «Olympos’daki bütün tanrılar öyle Ülkücü! Onlar bu işte cinsiyet ayırmıyorlar. Atatürk… Niçin Çankaya’ya gömüldü? Çankaya Tepesi de bir nevi Olympos sayılır. Bakın Anıtkabir’in mimarisi, bizim Ege sahillerinde gördüğümüz Yunan tapınaklarının aynıdır. Bunları bilmemiz lâzım. “Klâsik Yunan Mitolojisi” isimli eserin yazarı Şefik Can, İnkılâp Yayınları’ndan çıkan eserinin arka kapağında diyor ki: “Zaman geçtikçe mitolojinin önemi artmaktadır. Bugün, insan zekasının en üstün ve harika eseri olan ve insanı aya götüren Apollo ve Apollo’yu fırlatan Starün füzesi adlarını mitolojiden almışlardır. Uzay çağında bile her şeye mitoloji isimleri veriliyor. Şu hâlde bütün bunların aslını öğrenmek için mitoloji bilmek lâzımdır. Mitoloji bilmeden ünlü ressamların tablolorı da anlaşılmaz. Müzeleri süsleyen heykeller seyredilemez. Mitoloji bilmeden klasik eserler okunamaz. Mitoloji bilmeden Homeros’u, Dante’yi, La Fonten’i, Hugo’yu anlayamayacağımız gibi, Fikret’in Promete şiirini de gereği gibi anlayamazsınız.” Yani “Batı’yı anlayamazsınız” diyor adam… “Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu önünde hesaba çekmek”ten bahsediyor Salih Mirzabeyoğlu; anlamıyoruz… Selim Gürselgil kardeşimizin “Yunanlılar” ve “Dante” üzerine böyle gayretleri var, iltifat etmiyouz. “Vakıf Sohbetleri”ne ara verdiğimizin ilk günlerinde içime böyle bir dert yeni düşmüştü. Babadan kalma bir usûlle cinler arasında dolaştım ve “Titan” isimli biriyle dostluk kurdum. Beni Olympos’a götürmeye razı ettim. Ama Yunanistan uzak, arada sınır mınır; tayyi mekân işi de bana çok uzak; kendimi bir cine emanet etmeye de korkuyorum… “…nemli değil” dedi, “Olympos’un olmadığı yer mi var? Çankaya Tepesi’ne çıkalım.” Gözümün önünden Erbakan’ın akıbeti geçti; “Allah nasib etmesin!” dedim. Neyse Uludağ’a çıkmaya karar verdik. Daha Cumhuriyet dönemine kadar adı “Keşiş Dağı” imiş zaten. Belki “Ulu” ismi de Olympos’dan mülhem… Kararlaştırdığımız günde, akşam üzeri teleferiğin orda buluştuk ve çıkabildiğimiz kadar tepeye çıkıp gecenin bir yarısını bekledik. Haydi dediğinde, bir Eûzü Besmele çektim, Felâk, Nâs okuyup altı cihete ve çaktırmadan kılavuzuma da üfleyip peşine düştüm. Artık o önde ben arkada; bizim Selîmiye’yi, Süleymâniye’yi, Sultan Ahmed’i gezen meraklı turistler gibi, oradan oraya sabaha kadar dolaşıp durdum. Ter içinde bir uyandım ki hepsi rüya imiş. Hiçbir tabire kalkışmadan gidip, paramın yettiği kadar Mitolocya eserleri aldım… “Mitoloji” kelimesi, Yunanca, bir nevi “masal, hikâye” demek olan “Mythos-Mitos” ile, “söz” anlamına gelen “Logos” kelimelerinden müteşekkilmiş…»

* «Hocam, seyahatten dönene, “yiyip içtiğin senin olsun, gezip gördüklerini bâri anlat” demek âdettendir…»

*[Bu bendim işte; bozulmuştum, “cin min” hikâyesiyle başlayıp lâfı o soğuk Yunan heykellerinin arz-ı endâm ettiği mit kitaplarına bağlamasına… Çocukluğumda kasaba pazarında birinden böyle bir hikâye dinlemiştim de, adam hikâyenin sonunu getirmeden çantasından birşeyler çıkarıp satışa başlamıştı… Aldatılmışlık hissiyle amma bozulmuştum. O hesap… Ama Hoca bu çıkışıma ne bozuldu, ne de bir cevap verdi bana. Yüzüme bile bakmadı. Anlaşıldı; bugün Hoca’dan mitoloji dinleyeceğiz ve haftaya kadar Yunan tanrılarıyla yatıp kalkacağız. Neyse ki bizim Şair, araya girip hikâyeyi renklendirdi de, hiç olmazsa canımız sıkılmadı.]

* «Hocam “Logos” söz demek ya, ben de fuarda, Yunanca-Türkçe Lûgat bulamayınca, SÖZ Yayın’ın “Erotoloji” dizisinden çıkmış bir kitap aldım: Şeyh Muhammed El Nefzavî, “Itırlı Bahçe-16. Yüzyıl Arap Seks Elkitabı”… Kitap önce Fransızca’ya, oradan İngilizce’ye, oradan da Türkçe’ye çevrilmiş. Eserin başında Alan Hull Walton nâm Fransız’ın bir tahlil yazısı var ki, bugün için eserin metninden daha önemli bence. “Mitolocya”dan bahsederken, neyin nereden dolanıp geldiğini görmemiz bakımından da mühim tesbitleri var Walton’un. Biraz uzunca ama, müsaade ederseniz bir kaç bahis okumak istiyorum. Meselâ diyor ki: “ıki yüzyıl süren Haçlı seferleri sırasında -yani 1097’den, Filistin ve Suriye’deki yaklaşık 1291’de, Hristiyan egemenliğinin son bulmasına kadar- kimi Doğu âdet ve düşünce biçimleri, Fransa ve Sicilya yoluyla yavaş yavaş Avrupa’ya yayılmaya başlamıştı. Aynı şekilde birçok Doğu ürünleri ve lüks eşyası da varlıklı kimselerce aynı yollardan ithal edilmeye başlanmıştı. İki yüzyıl boyunca, irili ufaklı yelkenli gemilerden oluşan konvoylar Akdeniz’de bir ileri bir geri mekik dokumuşlar, Marsilya’dan, Pisa’dan, Cenova’dan ve Venedik’ten erzak, silah ve asker taşımışlardır. Bu gemiler boş değil, Çin ipeklileriyle, İran halılarıyla yüklü olarak geriye dönmüşlerdir; porselenlerin, müslinlerin, çeşitli kumaş ve giysilerin, baharatın, meyvelerin, parfümlerin yanı sıra -değerleri bu nesnelerden az olmayan- Arabistan’a özgü düşünceleri, fikirleri, haber ve bilgileri de Avrupa’ya getirmişlerdir.

Rahip G. Margoliouth’un, Rodwell’in Koran (Kur’an) çevirisi için hazırladığı sunu yazısında belirtmiş olduğu gibi: “Araştırmaların gösterdiğine göre Avrupalı bilginlerin, Rönesans öncesi birkaç yüzyıl boyunca Yunan Felsefesi, matematik, astronomi ve benzeri bilimler alanında bildiklerinin hemen hepsi, özgün Arapça yapıtlardan devşirilen Lâtince risalelerden alınmıştır; ve Arapların ve Arapların müttefiklerinin bütün bu çalışmalarına neden olan ve onlara ilk hızlarını veren etken, dolaylı da olsa, Kur’an’dır. Dilbilim araştırmalarının, şiirin ve öbür yazın dallarının gelişmesi Kur’an’ın ortaya çıktığı zamana ya da az sonralarına rastlar; böylece başlatılmış bulunan yazınsal hareketler, insan deha ve bilgisinin en güzel ürünlerinden bir bölümünün doğmasına neden olmuştur.

Kutsal Savaşlar’ın bir sonucu olarak yeni düşüncelerin ve malların Avrupa’ya getirilmesi, yavaş yavaş, kapsamı daha da geniş etkilenmelere yol açmaktaydı; artık Fransa’nın, İngiltere’nin ve öbür Avrupa ülkelerinin koca koca duvarlı ve hendekli şatoları, duvarları rutubet ve küfle pis pis kokan buz gibi soğuk ve kasvetli meskenler olmaktan giderek kurtuluyorlardı. Bu koskoca binaların tabanlarını kaplayan sopsoğuk kesme taşlar da artık çıplak, ya da hasırlarla gelişigüzel örtülmüş değiller, görkemli kumaşların, döşemeliklerin ve halıların zenginliği, ılıklığı ve rahatlığıyla bezenmişlerdi. Daha yumuşak, daha hafif ve daha kaliteli yünlü kumaşlar da tanınmaya ve bunlar, Doğu’dan getirilen göz alıcı boyalarla renklenmeye başlamışlardı. Atalarımızın giydikleri, genellikle donuk renkli ve kaba saba ev dokumaları, yerlerini ipekli ve nadir bulunan öbür kumaşlara bırakmıştı; ıncil’de anlatılan kadın kahramanlara özenen kadınlarımız, kendi bedenlerinin bakımına eğilmeye, yıkanıp güzel kokular sürünmeye ve saçlarını tarayarak onlara güzel şekiller vermeye başlamışlardı.

Aşçılık sanatları da gelişiyordu. Yeni yeni yemekler ortaya çıkmaya ve o güne dek bilinmeyen meyveler ve sebzeler sofralarımızı süslemeye başlamıştı: Kayısı, kiraz, kavun, enginar ve pirinç. Sadece Haçlı seferlerine katılan askerler değil, hac seferi yapan hacılar da dönerlerken beraberlerinde ipekböcekleri, sebze ve çiçek açan bitki tohumları, parfümler, taraklar, tomar şeklinde süsler, hayal ürünü hayvan resimleriyle, olağandışı desenlerle, hatta egzotik aşk sahneleriyle tezyin edilmiş narin süs eşyaları getiriyorlardı.

Doğaldır ki, gemi işletenler zengin olmuşlardı, bankerlerin kasaları dolup taşmaya başlamıştı; ve çağdaş Batı uygarlığının ana hatları, lüks eşya ticaretiyle, bir çok yeni şeylerin öğrenilmesiyle, toplumsal güç simgeleriyle, bilimiyle, bolluğuyla, orta sınıfıyla, servetiyle birlikte belirmeye başlamıştı. Rönesans döneminde, Eski Yunan ve Roma ihtişamının yeniden bulgulanması, zaten başlatılmış olan gidişi sadece hızlandırmaya yaramıştı.

Ne var ki, daha önce de değinildiği üzere, Haçlı seferleri’nin savaşçı soyluları, beraberlerinde nesnel zenginliklerden öte şeyler de getirmişlerdi. Onlar sevişmenin bir sanat olduğunu ve cinsel ilişkinin bir bilim olabileceğini de bulgulamışlardı. Karılarına yaklaşımlarında yeni davranışlar sergiliyorlardı; geleneksel davranışları yeni ögelerle incelmeye başlamıştı. Arabistan, Lübnan ve Suriye’nin kemerlerle çevrili haremlerinin sakinleri, İNCELİKTEN YOKSUN BU AVRUPA SOYLULARINI -VE ONLARIN HAYVANLAR GİBİ DAVRANAN İÇKİ DÜŞKÜNÜ UŞAKLARINI ve neferlerini de- erotik zerafetin tüm incelikleri üzerinde, bu tür bir zerafetin temel koşulu olan bedensel temizlikten tutunuz da, zevk almanın uzatılmasına, sürekli ve çeşitli sevişme öncesi okşayışlarının verdiği sevinçlere, bencillikten arınmanın ve Doğu teknikleri uygulamanın sonucunda ulaşılan esrimelere dek, eğitmekte çok gecikmemişlerdi.”»

* «Hiç şüphesiz Hazret-i İsa’nın onlara tebliğ ettiği din de İslâm’dı ve bu tür incelikler ilk peygamberden itibaren ümmetlere tebliğ ve telkin edilmiştir. Yani bir hesaplaşmadan bahsettiğimizde, bundan maksadımız dinler arası bir mukayese ve münakaşa olamaz. “Dinler arası diyalog” filan hepten sapkınlık tabiî… Yegâne hak din İslâm’dır ve Hazret-i Adem’den itibaren insanoğluna tebliğ edilen de bu bir tek dindir. Bizim hesaplaşmamız dinlerini ve kitaplarını tahrif ettikten sonra, muharref dinlerinin aslı olan İslâm’a savaş açanlara karşıdır. Dinimiz ve kitabımız Allah’ın kefaleti altında tahrifattan korunmuş olduğu ve hatta 1400 yıllık İslâmî verim ve birikim de kütüphanelerimizde bulunduğu hâlde, bir ümmetin dininden uzaklaştığı takdirde nerelere kadar düşebileceğini anlamak için kendi halimize bakmamız yeterli… Belki bütün “mitolocya”yı da, böyle “muharref bir din” kategorisinde ele almamız lâzım. Ki onda, ilâhî bir metin gibi önce “ontolojik” bahisler vardır; tanrıların, sema ve arzın, hayvanların, insanlığın ve iyilikle kötülüğün yaratılışına dair… İbda’nın “İslâm Felsefesi” tabiri yerine “hikemiyât”ı kullanmasındaki bir hikmet de, felsefenin başıboş bir arayıcılık olması yanında, -zannımca- ontolojik problemleri de olan bir düşünce alanı olmasıdır. Oysa bir müslümanın, ayetlerle sabit yaratılış hikmetlerine ve bu ayetlerin peygamber ve evliya kelâmıyla yapılmış tefsirlerine vâkıf olmaktan başka, böyle bir problemi olabilir mi? Şöyle bir icmâlî tefsir de “Yağmurcu”da var: “… semavî dinlerin kendi içlerinde ve İslâm’a nisbetle muhasebeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü din yalnız İslâm’dır. Peygamberler bir bayrak yarışçısı olarak yola çıkmışlardır. HER PEYGAMBER BELLİ BAŞLI ZAMAN VE MEKÂNIN PEYGAMBERİ… Bayrağı öbürüne teslim ederek aslî sahibine kadar gelmiştir. Ve nihayet bayrak TOPYEKÛN ZAMAN VE MEKÂNIN PEYGAMBERİNDE KARAR KILMIŞTIR. Hepsinin ismi İslâm ve hepsinin toplandığı yer, bütün mânâsıyla gerçek İslâm… Bu bakımdan dinlerin kendi aralarında ve İslâm’a göre nisbete ihtiyaçları yoktur.

O hâlde: TEFEKKÜR TARİHİ BOYUNCA GÖRÜLEN BÜTÜN DÜŞÜNCELER, KENDİ ÇIKIŞ ZAMANLARINDAKİ DİNİN MİHENGİ İÇİNDE… Allahsız düşünceler de dinin antitezi olarak, hakikati tersinden gerçekleştirici ve GÖRÜNÜŞLERıNı DİNE BORÇLU; herşey zıddıyla kaimdir ve tez olmadan antitez olmaz. SEMAVÎ OLMAYAN DİNLER VE TAHRİF EDİLMİŞİ GÖSTERENLER DE ANTİTEZ GRUBUNDAKİ DERECELERDE… Bu, aynı zamanda antitez cephenin de hep tekrardan -kendi kendini iptal ede ede de olsa- yenilenişini gösteriyor. Nasıl ki, MADDECİ DE MADDECİ GÖRÜŞÜNÜ RUHÎ ÇABA İLE KURUYORSA, Peygamberlerin getirdiğine iman etmeyenler de, bütün tonlarıyla, onların getirdiğinin tersine nisbetiyle zamanlarının temsilcisi oluyorlar.” (S. Mirzabeyoğlu, Yağmurcu /-Gerçekliğin Peşinde, İbda Yay., s. 269-270) Yani biz adı “Hoca”ya çıkmış bazı dalalet ehli gibi “dinlerin birliği”ne değil, “DİN”in birliğine inanıyoruz…»

* «Hocam bahsi gelmişken şöyle bir tesbitte bulunsam beni tashih eder misiniz? »

* «Recâ ederim!..»

* «”Divan Edebiyatı”mız malûm… Sembollerle örülü, fevkalâde zengin bir dil… Muhteşem Baki ve sonra Şeyh Galib gibi muhteşem çıkışlarından sonra, bu sembolleri gerçek anlamlarıyla -kelime anlamlarıyla- anlayan, hatta basbayağı fiiliyata döken aşağılık tipler olmuş; maâlesef içki de içmişler, “muğbeçe” de düzmüşler… Bugün de solcuların Divan Edebiyatı üzerinden tarihimize böyle “apış arası” bir bakışı var… Meselâ “İstanbul Kanatlarımın Altında” filmi… Meselâ lûtîmeşrep Attila İlhan’ın Divan Edebiyatı hayranlığı…»

* «Adam Taksim’in göbeğinde, “kulampara”ların “koli” paketleme yeri olan “Han Kafe”yi mekân tutmuş zaten…»

*[Bu Dayı işte… Bizim Ülkücü’nün güngörmüş Ülkücü dayısı… “Yozkurt” değil, halis “Bozkurt”tur o; Mamak kahramanıdır… Vefayı da tatmış, cefâyı da; dostu da bilmiş, düşmanı da… Ülkücü hareket içinde saygın bir isim… Hatırlarsınız; Vakıf Sohbetleri’nin ilkinde tanıtmıştım size… En iyi kendisi bildiği hâlde, yüzüne karşı söylesem kahrolur ama İstanbul’un bu yüzünü ya “yozkurtlar” bilir, ya “pekeke” döküntüleri; memleketin mafya kılıklı pezevenkleri onlardır çünkü…]

* «Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir… Meselâ zamanında bir tek Salih Mirzabeyoğlu’nun cevap verdiği Uğur Mumcu… Parçalarını duvarlardan kazıdılar yıllar sonra… O zaman yekpâreymiş, “Fatih’in Aşk Gecesi” diye; aklınca Fatih’le Akşemseddin arasında… Bu adamların lûgatında yok ki aşk! Aşktan anladıkları bir tek “make love”…»

* «Divan Edebiyatı’nın sembolleri tasavvufî bir aşka göndermelerle yüklü ya… Bu sembollerin kimini müşahhaslaştırsak, kimine mücessem tanrılık izâfe etsek, birin yanına üç de biz katsak al sana mitolocya… Din ve tasavvuf kaynaklı Divan Edebiyatı gibi, “Mitolocya”yı da ezelî ve ebedî bir din olan İsâm mihengi içinde değerlendirmek lâzım değil mi?…»

* «Verdiğiniz örnek mitolojilerin doğuşunu tam karşılamasa da bir fikir verebilir tabiî! Sembolleri anlamamak, kelimelerin karşılığını bilmemek o dili bilmemek demektir… Hele bir dili, sembolleri, mecazı, kinâyeyi, telmihi müşahhaslaştırmak tam bir ilkellik… Şeyh Muhammed El Nefzavi’nin Itırlı Bahçe’sine değerlendirme yazan Fransız, başka bir açıdan bir tesbit naklediyor, ama buraya tatbiki pekalâ mümkün görünüyor bana: “Si grossiers qu’ils ne sçavant nommer les choses que par leur nom. – Öylesine kaba saba insanlar ki herşeyi ancak gerçek adlarıyla adlandırabiliyorlar.” (El Nefzavi, Itırlı Bahçe, Söz Yayın, s.40) “Divan Edebiyatı”mızın sembollerini de, mecaz anlamlarını bilerek veya bilmeyerek kelime anlamlarıyla mânâlandıranlar için böyle kaba saba insanlar oldukları niçin söylenmesin?»

* « Alçak! Alçak!.. “Halkın aklı gözündedir”, diye bir söz var ya, görmediğini akledebilecek yetkinlikten uzak olanlar, gerçekten kaba saba insanlardır. Kendisine şu tesbitimi söyledim; Said Aykut, aşağı yukarı S. Augustin’in da aynı tesbitlerde bulunduğunu söyledi. “Mitolocya, dinin getirdiği ve gösterdiği birtakım hakikatlerin veya riyazet yoluyla müşahede edilen gerçeklerin, görüldüğü mücessem hâlleriyle kabul edilmesi ve bir kısmına ilâhlık izafe edilmesinden ibarettir. Mitolocyada, saymakla bitmeyen tanrıların bir kısmı Allah’ın zâtî ve subûtî sıfatlarına, bir kısmı meleklere, bir kısmı şaytan ve cinlere, bir kısmı peygamberlere, bir kısmı evliyaya ve tabiat hadiselerine veya onları idare ile görevli olanlara, ruh ve nefse, iyilik ve kötülük melekelerine ve saire delâlet eder.”

Şair Divan Edebiyatı’mızdan bahsetti… Nasıl ki Batı edebiyat ve sanatının kaynağı muharref dinleri ve “mitolocya”dır; onu bilmeden bunu anlayamayız… Bizim edebiyatımızın ve sanatımızın menşei de dinimiz ve “İslâm Tasavvufu”dur. İslâm’a, Tasavvuf’a, hiç olmazsa kültürüne sahip olmadan bunu anlayamayız. Anadolu topraklarında, hem İslâm davası güdüp, hem sanat ve edebiyatla uğraşıp; Tasavvuf’un “bilmem ne” kültürlerinden ve mistisizminden etkilerle mâlûl olduğunu, hatta oradan geldiğini söyleyebilenler var… Öyle oturduğumuz yerden değil; ayağa kalkıp, bunun tam tersi olan hakikati görebilmeli ve gösterebilmeliyiz. Yağmurcu’dan okuduklarımızı hatırlayalım… İslâm Tasavvufu o batıl akımlardan değil; bilâkis bu saydıkları mistisizmler ve saire, tek Hak Din olan İslâm’dan izler ve parça hakikatler taşımaktadırlar. Ama İslâm Tasavvufu’nun temsilcileri “zamanı aşma gayesine ermiş batın kahramanları”dır. Bunlar ise, “Kronos”un “ham” yapıp yuttuğu tipler… Kim nereden etkilenmiş? İslâm Tasavvufu’nun telâkki ettiği “zaman”; “helezonik-dairevî” bir zaman anlayışıdır. Bu tipler ise hem müslümanlık iddiasındadırlar, hem de hep “dikey” bir çizgide devamlı terakki eden bir “kronolojik” tarih anlayışıyla, “sahabiler”i “geri” bululurlar… Aynı zaman telâkkisinin icabı olarak Peygamber’i ve Kur’an-ı Kerîm’i niye “geri” bulmadıklarına şaşmakla kalırsınız. Aslında dava “kim kimden ne aldı” davası da değildir! Batı’nın bizden aldıklarıyla kuru kuru övünmenin şimdi bize ne faydası var? Adam almış, yemiş, çiğnemiş, sentezlemiş, hazmetmiş, kendine benzetmiş… Hadi buyuralım, -mitolojilerindan başlayarak- Batı’nın elinden bizim olanları ve başka işe yarayan ne varsa tanıyıp, eleyip alabilelim!.. »

* [Ben dahil kimsede ses sadâ yok; beşimiz de Hoca ile Şair’in diyaloğunu dinliyoruz… Eminim Kürt’ün aklı Roma’da değil de, Hoca’nın başta attığı kılçıkta kalmış olmalı ki, can kulağıyla dinliyor Hoca’yı ve lâfın oraya gelmesini bekliyor. Ben çay teklifinde bulunarak sohbetin mecraını değiştirmeyi denedim… “Bari şu mevzuyu “kitap”tan yerini göstererek bağlayalım da” dedi Hoca…]

* «”Ruhların müşahedesi, misâlî sûretlerin elbisesi içinde olur; zira her şeyin misâl aleminde bir sûreti vardır… Hatta en mücerret mânâların bile o makamda sûretleri mevcuttur, onunla keşfedilirler. Bu müşahede vehim ve hayallerden münezzehtir… Misâl âlemi, “şehadet-görünen” âlem gibi mevcutlardan biridir. Ruhlar bazen şekil bağlayıp zâhir olurlar, bazen de ruhu görmek, madde ve suretin tavassutu olmaksızın, ruhânî bir telâkki kabilinden olur. Bu da tasavvuf büyükleri nezdinde sık sık vâkî bir keyfiyettir. Ruhun söz, bilfiil görünüş ve ses çıkarma gibi hallerle de anlaşıldığı sabittir.” (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, İbda Yay., 3 Basım, s. 51) Mesele bu işte… Bir mücerret mânâ “inek” sûretinde tecellî etti diye bildiğimiz ineğe taparsak putperest oluruz… “Aaa, ineğe tapıyor salak?” diye gülersek de biraz komik olur…»

* [“İnek” esprisine hepimiz tebessüm ettik; ne de olsa “İnek Şaban” filmleriyle yetişmiş bir nesiliz biz de… “Getireyim mi artık çayları?” dedim gülerek… “Sen çayı hazırlarken şu “zamanı aşma” meselesini, mitolocyadan görelim” dedi Hoca…]

* «Kronos kendi kızkardeşi olan Rhea ile evlenir…»

:* « Rhea’yı “ruh” diye mi anlayalım, “realite” diye mi?»

* «Neyse… Bu evlilik neticesinden Hestia, Demeter, Hera adlarında üç kızla, Hades, Poseidon, Zeus adlı üç erkek çocukları oluyor. Kendisi, zamanında babasına çok kötülük etmiş bulunan Kronos, kendisinin de oğullarından aynı muameleyi göreceğini düşünerek, Rhea’nın doğurduğu her çocuğu yutup karnında saklıyor. Rhea, yalnız Zeus’u Kronos’un elinden kurtarabiliyor. Gecenin karanlığından faydalanarak gizlice, Girit Adası’nda İda Dağı’nın tepesine…»

* «İdealar alemi?..»

* «Neyse işte Zeus’u oraya kaçırıyor. Orada Gaia…»

* «Gayya?..»

* «Yeryüzü… Evet, aşağı yukarı aynı anlama tekabül ediyor… Cehennem de “düşülen” bir yer olduğuna göre… Yeryüzü de Cennet’e nisbetle, Hazret-i Adem ile Havva anamızın düştükleri bir yer değil mi?.. Mitolocya’da yeryüzüdür gaia… Milâttan sekiz yüzyıl önce geldiği söylenen Hesiodos’ın Theogoni’si mitolocyanın en eski kaynaklarından sayılır. Ontolojik ve kozmolojik bir metindir. Ve kendisinden sonra gelen bütün Yunan şair ve bilginleri tarafından itirazsız kutsal bir metin olarak kabul görmüştür. Hesiodos’a göre kainat şekillenmeden önce, bir şekil almamış olan uçsuz bucaksız boşluğu ve karanlığı ihtiva eden KHAOS vardı. Bildiğimiz “kaos” yani… Said Aykut’un “Kaos ve Düzen” konferansını dinledik; Akademya’nın bu sayısında “kaos” kelimesinin bütün diller ve kültürlerdeki müştaklarını işleyen bir çalışması da yayınlanacak… Biz şimdilik “Kaos”u, gündüzün gelmesinden önceki, bütün şekilleri örten zifiri karanlık diye de görebiliriz. “Kaos”a, Türkçe mânâsıyla, bugünkü memleket manzarası cuk oturuyor; bütün nizamsızlıkları “kaos” diye adlandır mıyor muyuz; trafik kaosu, siyasî kaos, ekonomik kaos… Bu Khaos’dan, herşeyin dayanağı olan “Gaia-yer” çıkıyor. Tedâisi: Değişim için zarûrî “ihtilâl zemini”… Ve bütün varlığı ve herşeyi birbirine çeken, birleştiren ve hayatı kuran “Eros-aşk” doğuyor. Tedâisi: “Dağları taşları ardından sürükleyen bir diyalektik!”; değişim için zarûrî “ideolocya manzûmesi”… İşte bu “Gaia”, “Zeus”u… Tedâisi: Değişim için zarûrî “lider”… “Gaia”, “Zeus”u alıp bir mağaranın dibine saklıyor. Tedâisi: Vaâd-i İlâhî gerçekleşene kadar liderin korunup yetişmesi… “Rhea” da kocaman bir taşı kundağa sarıp kocası “Kronos”a takdim ediyor. “Kronos” bu taş parçasını çocuğu diye hemen yutuyor… Tedâisi: Firavun’un, Mûsâ Aleyhisselâm zannıyla başka çocukları öldürtmesi gibi, irticanın elebaşı zannıyla bir kısım zevâtın başının yenmesi… Neyse zamanla “Zeus” büyüyor ve babası “Kronas”a savaş açıp onu yeniyor ve karısını, çocuklarını, kardeşlerini ve öbür tanrıları da yanına alıp “Olympos” dağına yerleşiyor. Sol jargonla: “Hayatın diyalektiği” bu; zamanla, “Zeus”un başı da, hadlerini bilmeksizin “Olympos”a tırmanmaya çalışan “titan”larla belâya giriyor falan filân… Bizim diyalektiğimiz de şu: “İncil” ve “Tevrat”ı muharref, “Mitolocya”yı hikâye kabul ettikten sonra; “İslâma Muhatap Anlayış”ı kuşanmış olarak onlardaki hikmeti bünyemize maletmek!.. Mitoloji anlatmakla bitmez, bir mânâ da ifade etmez yani… Hele şu çayları bir daha tazelesek de kalksak artık…»

* [Ben tereddütsüz çayları tazeleme işine kalkmışken, sohbet devam ediyordu. Hocanın sözü yumuşak bağlaması herkesi yumuşatmış olacak ki, herkes bir tarafından söze girişti…]

* «”Olimpiyat”lar, tanrıların, yani en iyilerin savaşı…»

* «Bu “kaos”tan sonra “kozmos” da gelir elbette…»

* «Onlar nazarında biz bir nevî “titan”lar oluyoruz desene Hocam?..»

* «Şu, şehirler içinde, kendilerine, Olympos’a benzer siteler ve gökdelenler inşa edenler yok mu; gecekondularda yaşayan milyonlarca “titan” tarafından kuşatılmış olmanın huzursuzluğu içindeler aslında.»

* «Ya Çankaya’daki Sülos? “Titan”lar hangi gayya kuyusuna yuvarlayacak onu?»

* «Mesthutos şimdilik Orduos tanrısına sırtısı dayadı ama…»

* «Apoos ne yapacak Apoos, Europa’da?»

* [Bu bendim, çaylardan önce lafı koydum masaya…]

* «Evropa!.. Size seveceğiniz bir hikâye daha anlatayım çayları içene kadar. Sonra çıkarız; vakit epey geç oldu…»

* [Bu Hoca’ydı; şeker olmuş mübarek, şeker…]

* «Mitolojiye göre “Europa”, Suriye’li genç ve güzel bir kızmış. Parlak teniyle, gönül alıcı bakışıyla, güzelliğiyle dillere destan olmuş. Eğlenmeyi, gezmeyi seven bir kız olduğundan, başka kız arkadaşlarıyla da beraber hergün ellerinde sepetleri, güllerin açıldığı, suların tatlı şırıltılarla aktığı bahçelere giderlermiş. Bir gün, her zamanki gibi deniz kenarında bulunan bahçelerde çiçekler dererken “Europa”, oradan geçmekte olan “Zeus” vurulmuş kıza… Onun parlak beyazlığı ve güzel gözleri içini kavurmuş “Zeus”un. Fakat karısı “Hera”nın kıskançlığını celbetmemek ve “Europa”yı da ürkütmeden elde edebilmek için genç ve munis bir “Boğa” şekline girmiş, kızların etrafında dolaşmaya başlamış. Gayet muntazam olan boynuzları, bembeyaz alnının üstünde hilâl gibi duran bu boğa, kızları gerçekten ürkütmemiş. Hatta “Europa” nazik elleriyle Boğa’nın sırtını okşamış, kendi başına takmak için ördüğü buketi Boğa’nın hilâl boynuzlarına takmış. Ve kendisi de Boğa’nın sırtına binip boynuzlarından tutmuş. Boğa aşık olduğu kızın hafif ağırlığını sırtında hisseder etmez ayağa kalkmış ve denize doğru koşmaya başlamış… Ayakları suya değer değmez azgın dalgalar yatışmış ve Hazret-i Musa’nın önündeki Kızıldeniz gibi yarılıp yol açmış. Boğa karşı kıyıda dağlık bir adanın yüksek tepesine kadar çıkarmış “Europa”yı ve bir “Çınar”ın gölgesine yerleştirmiş. Tekrar eski kılığına girerek kendini tanıtmış “Europa”ya. Tam zamanında ve çabuk hareket eden “Horalar-saatler” efendilerine yatağı hazırlamak için yetişmişler. “Europa” ile “Zeus” o “Çınar”ın altında visâle ermişler…»

* «Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…»

* «Hora’ların yatağı hazırlamasıyla “Zamanın maksatlılığı”nı da kastederek, Zeus’un bizdeki “Ebu-l Vakt” gibi takdimi…»

* «”Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler. Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan”

* «ınşaallah yine bir “BOĞA”nın kollarında bulur huzuru Avrupa ve bütün dünya da huzur bulur…»

* «Kim bu Boğa?»

* «Apo değil herhâlde… Ama neler nelere vesîle olur göreceğiz… Yâ Lâtîf!..»

* [“İnşâallah” duası içli bir fısıltıyla döküldü hepimizin ağzından…]

* «ınşâallah!.. İnşâallah!..»

* «Bizim Said Aykut’un, Akademya’da da yayınlandı, İBDA için bir tesbiti var ya “DÖLLEYİCİ FİKİR” diye… “Boğa” dölleyici fikirdir… Kaos’un bir karşılığı “yılan”, bir karşılığı da “boğa”dır… Batı, mitolocyasında “Europa”nın bir kadın olduğunu itiraf ediyor ama, ondan “Suriye’li bir genç kız” diye bahsederek, dölleyicilik vasfından ötürü boğalığı yine kendinde bırakıyor… Zavallı Batı… Artık madem ki İBDA var, kudretli bir boğa gibi, önce kendi neslini ıslah edecek ve sonra da Batı’nın cins kafalarını dölleyecek… Kimsenin şüphesi olmasın, bu tarihte böyle olmuş bugün de böyle olacak; “21. yüzyılın eşiğinde”, İbda keyfiyetiyle bütün Doğu, tarih boyunca peygamberler diyarı olmuş Doğu, “Büyük Doğu”, tarihî misyonunu îfâ edecek yeniden… Ve “Çınar”ın, yani “Başyücelik Devleti”nin gölgesi altındaki bu izdivaçtan nur topu gibi nesiller doğacak İnşâallah!..

* «Hep vermişiz, yine vereceğiz yani … Olsun; “Europa Hanım” da bizim alacağımız olsun o zaman Batı’dan…»

* [Bu şairdi… Ve elindeki kitaptan, işaret parmağını koyduğu yeri okumaya başladı:…]

* «Doğululara göre orgazm, kendi bedeninin sınırları içinde hapis kalmasına karşın Tanrı’ya adanan ve onunla birleşen ruhun esrimesini simgelemektedir. Anlayışlı bir Batılı, Doğu’nun din kitaplarıyla sevişme kitaplarını birlikte inceleyerek gerçekten çok şey öğrenmiş olur. Böyle bir inceleme, dinî geleneklerimizi bile Doğu’ya borçlu olduğumuzu ve -bizim görgüsüzcesine maddeci, teknolojik, mekanize edilmiş, endüstriyel, yaygaracı ve toplumsal güçlülük simgelerine düşkün uygarlığımızdan ancak daha yeni yeni almaya başladıkları iyi midir kötü müdür bilinmeyen birtakım avantajlar dışında- DOĞU’NUN BATI’YA HİÇBİR BORCU OLMADIĞINI ortaya çıkaracaktır. Diyebiliriz ki, KÖKLERİ DOĞU’DA BULUNAN UYGARLIK VE HATTA DİN, BATI TARAFINDAN HAZIRCA ALINIVERMıŞ VE ÇOKCASINA DA BOZULMUŞ VE KÖTÜYE KULLANILMIŞTIR!..»(M. Nefzavi, Itırlı Bahçe, Söz Yayın, s. 47)

* [Dostlardan ayrılıp eve geldim ve televizyonda haberleri dinliyorum… Bugün, 16 Kasım 1998… Çete savaşları, başörtüsü direnişi, Tayyib’in görevden alınışı, Melih’in içeri tıkılışı, Apo’nun Roma’ya kaçışı… Tam bir hadiseler fırtınası… İnsanın değil mânâ vermek, hafsalası almıyor ve başım dönüyor… “Rabbim” diyorum, “bu tanrılar savaşında imanımızı koru, Olympos’da bir mü’min olarak kalabilmeyi nasib eyle…” Aklımda Hoca’nın sözleri: “Hadiseler, belki bin yıldır görülmemiş bir hızla gözümüzün önünden akıp geçiyor… Hepsini tek tek yakalayıp mânâlandırmak ve hepsinin bağlı olduğu bir üst hakikatle irtibatını sağlamak mümkün mü? Mümkünse bile nerede bizde o fazîlet, basîret, ferâset, verâset, metânet, fetânet!.. Esrârına muttalî olmuş bir sâhib-i kanâat değil de, davanın kuru bir iman ehli olarak, nakledileni nakledebiliyoruz: Hadiseler “Yâ Lâtîf” sırrıyla, “lâtîf” sırların tecellîgâhı ola ola mecrâına akıyor.”]

Kaynak: Akademya I. Dönem, Sayı 11, Şubat 1999.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR