Omnia Nodes Arcanes Connexa (ONCA)

Latince bir deyim bu, herşeyin birbiriyle ilişkili olduğunu anlatıyor. Açık yahut örtülü, herşey birbiriyle ilintili. Herkes AIDS hakkında az çok birşey biliyor. Aguired Immune Deficiency Syndrome yani Kazanılmış (Edinilmiş) Bağışıklık Yetmezliği Sendromu. Çeviride aynı kalan tek kelime “Sendrom”, Tıp’ta tek bir hastalığı değil, bir hastalıklar bütününü ifâde ediyor. Yunanca olan bu kelime, “Sin”: Eş, ortak ve “Dromo”: Yol kelimelerinin yan yana gelmesinden oluşuyor. AIDS’e neden olduğu bilinen virüsün ismi “HIV” (Human Immune Virus-İnsan Bağışıklık Virüsü). Aids’le ilgili hayli ilerleme olmasına rağmen, mekanizmasında azımsanamayacak kadar karanlık nokta da bulunuyor. Bunlar teknik mevzular, girmiyoruz. Ama esas anlaşılması gereken şu: Vücudun savunması darmadağın oluyor ve ve normalde “dost” olan bir sürü mikroorganizma (özellikle bakteriler) ki, bunlar vücudun heryerinde bulunurlar ve ve çoğu zaman vücudun çalışmasında da olumlu kanıtları vardır. HIV de öyle bir iş yapıyor ki, bütün bu dostlar da birden en büyük düşmana dönüşüyorlar ve ağızdan gırtlağa, akciğerden barsaklara, beyinden böbreklere bütün organları ve dokuları derdest ediyorlar. HIV hep vardı ama AIDS ilk olarak 1981’de ilan edildi. Virüslerin en önemli özelliği ölmemeleri, buna karşı yüzyıllarca kristalize olabilmeleri (uyumaları)dır. De ki, HIV de 1981’de uykusundan uyanmıştır veya bilmediğimiz başka şeyler olmuştur.

AIDS’e değinmemizin sebebi şu: Yıllarca insanla dost hayatı yaşayabilen, hattâ ona katkı sağlayan bir takım varlıklar yeri ve zamanı geldiğinde keskin bir düşmana dönüşebiliyor. Açık düşman olan mikroorganizmalarla karşılaşıldığında vücut hemen müdafaaya geçiyor ama kendi “dost”larının istilâsını öngöremiyor ya da iş işten geçiyor. O dostlar içimizde ve insanların %99’u bunu bilmiyor bile; yalnızca hekimler ve biyologlar bunu biliyorlar; yani uzmanlar. İdeolojik-Siyasî-İçtimaî-San’atsal-Kültürel bünyelerde de bu böyle. “Dost”, “Müşfik”, “Hoşgörülü”, “Sağduyulu”, “İyi Niyetli”, “İlerici”, “Çağdaş” v.s. nitelemeleri altında bünyemizde yaşayan varlıklar mevcut. Peki bunların HIV’i kim? Var mı öyle bir HIV? Hâ, unutmadan söyleyelim, HIV dış görünüşü itibariyle mikroorganizmaların en yakışıklılarndan, en güzellerinden biri, insanı kendine âdeta âşık ediyor. HIV’in sırlar kitabı öyle etkileyici ki, bırakın sıradan insanları, insanlığın kaymak tabakasını bile oluşturanlar orada saklanan “Lucifer”i farketmekte aciz kalıyorlar, ona âşık oluyor, yörüngesine giriyorlar. İmânı çok kuvvetli olanlar bile zaman zaman bu sihirden sarsılıyorlar, çarpılıyorlar. Çünkü, orada, iblis, Allah’ın dilini kullanıyor ve bünyeye o kapıdan giriyor…

“Receiving” İngilizce bir kavram, “kabul etme, alma, karşılama” gibi anlamlara geliyor. “Which has been received” cümlesi de İngilizce ve “kabul edilmiş olan” anlamına geliyor. Bir yönüyle geleneği, kadim bilgiyi ve mazinin hazinelerini karşılayanlar, kabul edenler ki, onlar için bazen İngilizce “Guards of Wisdom” (Bilgi’nin, Hükm’ün Bekçileri) deyimi kullanılır. Eğer bir şey ya da biri hakikaten “receptive” (alıcı, kabul edici veya karşılayıcı) ise Bilgi kendiliğinden onu bulur, yakalar. Haber vermeden gelir evvelî olan hüküm, sürpriz gibi görünür, bu da nereden çıktı şimdi dedirtir çoğu zaman.

Onlar her iki eli de birleştirmeye çalışanlardır. 17. yy’da İstanbul’da yaşayan Yunanlılar, sevmedikleri insanlara “Skili” yani “köpekler” derlerdi. Kelime zaman içinde Müslüman tebâ tarafından da benimsendi, fakat bozularak: İşkil! Aynı zamanda anlamı da genişledi. Huylanma, rahatsız olma. Tabiî ki, işkillenmek fiilini, “köpeklenmek” biçiminde çeviremeyiz ama kökeninde köpek olduğunu bilmenin de zararı yoktur. Kinizm bir felsefe okulu, herşeyle ve herkesle kafa buluyor, ti’ye alıyor olayları ve olguları. Eski Yunanca “Köpek” anlamındaki “Kinos”tan köken alıyor. Meselâ meşhur Diogenes’in bir Kinik olduğu biliniyor. Diogenes’e atfedilen bir söz şöyledir:

“-Sevdiğim insanların yanına kıvrılıp yatarım, rahatsız olduğum insanlara havlarım, nefret ettiklerimi ise ısırırım.”

Onlar, yeni-eski yani hem yeni hem eski nitelikleri birlikte barındıran kelimelere sahib çıkıyorlar. Bu kelimelerin bânileri. Ama o kadar da kolay değil kelimeleri zabtetmek.

Bak şimdi, “Rheia” Yunan mitolojisindeki 12 titandan biri. Ria diye okunuyor. İngilizce bir kısaltma olarak bakıldığında, “Radio İmmun Assay”, Türkçe bir tıp terimi olarak “Rahim İçi Araç” yani spiral olarak anlaşılıyor. Ruh, Rıh, Rayiha gibi kelimelerle bir irtibatı var mı, yok mu bilmiyoruz. Muhtemelen var.

Bu formülasyonların hemen hepsinin geleneksel kaynaklardan geldiğini reddetmek çok zor. “Gelen Kelime” dediğimiz zaman iki şey anlaşılır, “gelecek olan kelime” veya “gelmekte olan kelime”. Birbirine yakın anlamlar. “Gelen”in yerine “Kalan”, “kelime”nin yerine de “kelâm”ı yerleştirecek olursak “Kalan Kelâm” ortaya çıkar. Yani, gitmeyen, değişmeyen, yerleşmiş olan Kelâm. Eğer öyleyse, “gelen kelime”, “Kalan Kelâm”ın yerini mi alacaktır? Hayır. Gelen Kelime aslında Kalan Kelâm’ın tâ kendisidir. Örneğin Yahudilik açısından, gelen ve kalan kelâm, Eski Ahid, Rabbilerin sözleri, Zohar, Talmud ve Kabbalah’tır. Twist Again! Gelen Kelime, Mesih çağının geleneğine atıf yapar ve şöyle dönüşür: “Değişmez bir biçimde, sâbit olarak gelen dünya”. Akan ama sâbit akan, zamansız bir hakikat boyutu olan, doğru ve tam da burada olan bir dünya, kabul edebilene!

Heraklit’e atfedilen ve sosyalistler tarafından çok sevilen meşhur sözdür: “Aynı suda iki kez yıkanılmaz.” Diyalektik biliminin alfabesi. Zaman akar gider, herşey değişir, dönüşür. Bir kadın düşünün adı Sâkine olsun ve ortaya çıkıp kendini şöyle tanımlasın: “İlâhî enginlik, nâmütenahilik benim, İlâh’ın dişi yarısıyım. Eski Ahid’i ve Talmud’u hükmü altına alan erkek egemen anlayışın dengeleyicisiyim.” Boston’da yaşayan bir erkek ne derdi: “Erkek’ten kasıt, mutmainne nefs boyutunu yakalamış olan herkestir, onlar kavramların, eşyanın ve olayların mânâlarını seyrederler, konuşmazlar. Kadın ise, nefsini tatmin edememiş olanlardır. Bu bağlamda, dünyanın neredeyse tamamı kadınlardan oluşur.”

Bazıları, “Mitsvot” (Talimat) kelimesini sever. Talimatın içinde disiplin, itaat, boyun eğme, amir-memur ilişkisi, egemenlik, suç ve ceza ve ölüm vardır. Bunların hepsi “patriarchal” (erkek egemen) kavramlardır. Dünya kadındır, talimat ise erkek. İktidar, hukuk, kanun, düzen, idâre-irâde, katılık- sertlik, ödünsüzlük, disiplin, duyguları gizleme bunların hepsi de erkektir. Cezaevi de erkek. Bir örgüt kadın-erkek ilişkilerini düzenledi, kadın ordusu, kadın partisi kurdu. O kadınlar, talimatla varoldular, disiplinli davrandılar, saçlarını sert darbelerle taradılar, duygularını gizlediler. Erkek oldular. Mitsvot işledi, olan oldu. Esneklik, annelik, şefkat, vicdan, aşk, duygu, şiir, edebiyat ve affedicilik gibi dişi kavramlar talimatla mahkûm edildi. Onlar, geleneği ve ellerini bağladılar. Olmadı, büyü yaptılar, adına da “Salı Yedilisi” dediler.

Dört tane Heh, üç tane Alef, iki tane Chof Peshuta ve bir tane Yud devreye girdi. Bunlar, üç kara sancaklı kabilenin, üç farklı kılıcının kestiği üç boğanın kanıyla yıkandı. Pelesenk kabuğuyla gecko derisi havanda dövülüp toz hâline getirildi. Dört Siyah meşine sarılıp, dört ayrı ülkenin, dört tren istasyonuna bırakıldı. 1.65 boylarında, esmer, siyah gözlü, dört farklı milletten dört kadın bu görevi üstlendi. Ogün neler olduğunu kimse bilmedi. Bize yansıyan sadece bir zorlu durum oldu. Diğerleri ise meçhul. Talimatı veren, diğerlerinin âkibetini de bildi. 4 ve 7 topladığınızda 11 eder. Talimatı verenler ve erkekler 11 sayısından nefret ederler. 11 onlar için haddini aşmış bir sayıdır. Kimseyi dinlemez. Aslında 11 onları aşar, o nedenle 11’e diş biliyorlar. Salı Yedilisi, 11’in düşmanıdır. Kule ters dönmüş durumdadır. Dört kadın, karo-kör-trefl-pik. Dördü de pikin emrinde, pik de erkeklerin. Pik erkekleşmiş bir kadın, saçlarını sert darbelerle tarıyor. Sarah öldü, yerini kim dolduracak?

4 müşahhas, 7 mücerret boyut. 7 mücerret boyut karadeliklerin içinde, dört müşahhas boyut büyünün içinde sıkışmış ve büyünün amacı kırmızı. Semâ cinlerinin gücü bunu kaldırmaz, iş yukardan kotarılıyor ve merkezden giden talimatın adresi Macaristan’ın Pecs şehri. Stalin kod adlı orta boylu adam ve karısı. Onların ilişkisi ise 68 yaşında bir kadın, adı V.İ. sonra intihar etti. Bizim kaynağımız bir Süryânî. Salı Yedilisi aslında çok zor, yapanın bile kaldıramayacağı kadar zor. Ama, itaat esas, emir demiri keser!

Mitsvot’un kozmik sağlamlığına güveniyorlar. Bu bir “fulfilling” yani tamamlama, mutlu kılma, yerine getirme olayı. Yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir taşıma düzeni. Bu düzen sırlarla örtülmüş. Dünya üzerinde bulunan bütün varlıkların (mevcudatın) eylemi ilâhî hakikatin çerçevesinde. Bir “Union” aranıyor. Buradaki Batı’ya, Batı’daki ihtiyar Doğu’ya seğirtip duruyor. Büyük bir sıkıntı var ve o sıkıntıyı kadınlara aştırmaya çalışıyorlar. Bu yolla, İlâh’ın eril yarısının kendilerini kutsayacağını düşünüyorlar. 4 tane üçgene 10 tane ilke sığdırmak zorundalar. Tabiî, bütün bunlar olurken birileri de boş durmayacak ve sefere çıkacaklar. Bunlar eril ve dişil yanların bütünleşmesini engellemek durumundalar. Bu gerçekleşemeyecek. İlâhî kuvvayı dünya üzerinde gündemleştirmek onların işi değil, buna müsâade etmeyecekler. Geleneğin ve sadâkatin gücüne güveniyorlar ve yaratıcılıklarını bunlara borçlular.

Hep, kör terör, fundamentalizm (köktencilik), köktendincilik, anarşizm, ayrımcılık, bölücülük, mikro milliyetçilik, organize suç v.s. gibi kavramlar üretiliyor ve bu kavramlara geometrik anlamlar yükleniyor. Şimdilerde bir de mistik anarşizm veya ütopik anarşizm deyimleri türedi. Bunlar, “aşırı uçlardır ve uçurumdan aşağı yuvarlanmaları gerekir”. Peki neyin karşılığı olarak bunlar? Aslında yukarıda bahsi geçenlerin her birinin kayda değer, altı çizilesi “talent”ları var, şok edici de sayılabilirler, o nedenle bunları değerlendirmek lazım. Bunlar istiyor ki, hepsi birer Hallac olup kendini ateşe atsın, “En’el Hak” desin, bizim de işimiz kolaylaşsın. Olmazsa bir yolunun bulup onlara “En’el Hak” dedirtiriz. Dememekte direnen olursa da, “talimat” yukarıdan gelir. Küçük dairelere (çemberlere) ayırıp işlerini görürüz en azından kontrol altına alırız.

“Aydınlanan biri için fazlasıyla yeterlidir.” “Aydınlanan biri onu çok iyi anlayacaktır.” “Bu konuyu açmayın zira öyle emir aldım.” Radikal görünmeyen radikaller kimlerdir? İnsan ruhunun derinliklerine kadar giden yollarda duran ve yolu sık sık kesenlerdir onlar. Kendilerini, tabiatımızı denetlemekle görevli gören erkekler. Aşılamaz derecede uyanıklık hali lazım. Olgunlaşmanın bedeli olarak yolları kesenlere haraç vermemiz gerekiyormuş. Dünyayı reddetmeksizin, alemşumül şuur düzeyine nasıl ulaşacaklarını konuşuyorlar, bizim insanlarımıza da konuşturuyorlar.

Bak şimdi, sen iki adamı tasfiye ettin, laf olsun diye. Ne oldu? Hiç! Yani sen bunun işe yaramayacağını bilmiyor muydun? Bal gibi biliyordun. Öbürlerini yani esas belâyı taşıyanları ki, bunlar az değildir, koltuğunun altında besleyip büyüttün, çocuk yaştakileri bey, prens, kont ilân ettin, Onlara bir sürü imtiyazlar verdin. Olacak iş mi bu? Kim olsa seni çökertecekti, isimler çok önemli değil, ne halt işlediğin önemli. Demek ki, sen de “immatür”sün, senin de kimseye himmet edecek hâlin yok, kumdan kaleler (kuleler) yapıp duruyorsun. Dedik ya, elin oğlu ters dönmüş kuleyi yorumlama aşamasında hem de binlerce yıldır. Sen düz duran bir kulede timsahlara yem oluyorsun. Yo, yo, kutsal Mâbed efsanesine sarılarak bu işi yürütemeyeceğini sen de iyi biliyordun, öyle yalancı gülücüklerle, Ankara’daki eski okul arkadaşına selam göndermelerle olacak bir şey değil bu. Olan oldu, bu daha başlangıç, arkası yağmur gibi gelecek, o kadınlar var ya, sen onları iyi bilirsin, özellikle de muttakî olanlar mezarı kazmaya başladı bile. E tabiî, saçını doğru taramayı bilmeyen, onun yerine göğüs ve karın hizalarına kadar bir sürü çukur açar. Eğer yaşayıp da görebilirsen, o çukurlara düşeceğin yüzde yüzdür.

Kelime allâmeleri konuşuyor. Kimileri peygamberin arkasında namaz kılıyorlar, kimileri “kozmoloji” kavramını açımlıyorlar, kimileri “felsefe ekolleri” üzerine ahkâm kesiyor, kimileri de “astral” çıkıyorlar. İyi de, birincisi, öbürü sizden daha allâme ama daha da önemlisi, adam eylemci, yapıyor dediğini, uyguluyor, sadece lafazanlık yapmıyor. Mâdem sen daha allâme olduğunu iddia ediyorsun, onun önüne geç, kır pratiğini, boşa düşür.

Temel ideolojinin içinde orijinal bir yere sahib olduğu kabul ediliyor. Ancak, İlâhî olanla direkt temas her zaman esastır. Yanan Çalı’nın dile gelmesi ve bu sırada peygamberin kendinden geçmesi, çalıya bakamaması ve “Ben, benim” cevabı. Ondan bu yana inanç şudur: “Allah tanımlanamaz”. Sina’daki karşılaşmada da durum aynıdır: “Hiç bir insan beni görüp de hayatta kalamaz.” Ama, öte yandan peygamberin Allah’la yüzyüze konuştuğu söylenmektedir. (Exodus 33:20 ve Deuteronomy). İşâya (İsaiah) peygamber Allah’ın Kudüs’teki Mâbed’de ikâmet ettiğini görür. Etrafındaki ateşten melekler de zikir hâlindedirler: “Allah konakların mukaddesidir, bütün dünya onun varlığıyla dolup taşar.” (İsaiah 6:3). Ezekiel kitabının başlangıcında da olay tekrarlanır. Babylon nehrinin kenarında oturan peygamber 4 adet kanatlı varlığın refakat ettiği tahtı görür, tahtta insan suretinde bir figür oturmaktadır ve etrafında bir nur hâlesi vardır. Bu vizyonun tarihi İ.Ö. 6. yy.’dır. Bu viyon Eski Ahid’de yer almadan çok önceleri bile mistik bir arketip olarak kabul edilmiştir. İşte bu vizyon hâlâ daha temel ideolojinin belki de en orijinal bölümüdür. İki Kudüs varlığına inanılır, birincisi dünya üzerindeki İeruşalim (Jerusalem) olarak adlandırılan kutsal merkez, ikincisi, Allah’ın tahtının bulunduğuna inanılan göklerdeki Kudüs. Bu ikisi arasında sürekli bir manevî hat vardır ve dünya buradan yönetilir. Bu alışverişte “Ma’aseh Merkavah” adlı araçtan da söz edilir. İslâm inancındaki Burak adlı varlıkla Merkavah adlı varlığın kelime kökü aynıdır. Nerdeyse herşey bu vizyonun üzerine kurulu. Bunu göremediğiniz vakit kurduğunuz bütün teoriler boşa düşmeye mahkûmdur. Sizi gerçeklikten uzaklaştırır. Tabiî ki, öteki de bunu göremedi, iş işten geçtikten sonra Siyonizm üzerine vaazlar vermeye kalktı, onu da ağzına yüzüne bulaştırdı. Demek ki, önce Ezekiel’in romanını okumak, bilahare kendi romanını yazmak yerinde olacaktır. Senin ideolojin yok, toplama bir ideoloji, yamalarla dolu. Sen onunla ne stratejik ne de taktik bir mücadeleye giremezsin, bu muhaldir. Etrafındakileri de susturdular işte. Onlar şimdi pusuda.

Yolculuk çok tehlikeli, geniş çaplı hazırlıkları gerektiriyor. Anahtar kavramları iyi bilmek lazım. Diyorlar ki temel hedef tahttaki insan figürüne ulaşmak. Birçok öncüyü kaybetmeyi göze almak kolay değildir, öteki bunu başardı ama arkasını getiremedi. Üstad boşuna demiyor, önce imân diye. Öncüsüz olmaz, adam göklerdeki merkezle kendi arasında kutsal olduğuna inandığı bir bağ kurmuş, doğru ya da yanlış. O hattan besleniyor, daha başlangıçta imânî bir durum var. Senin öncünün böyle bir imânı yok. O nedenle ne nefreti adam gibi nefret, ne de aşkı adam gibi aşk. Hayâllere kapılmanın mânâsı yok. Herşeyden evvel gelişkin bir Fiedelfiya olmalı, bu sayede öbürü senin kararlılığını anlayacak ve confrontation’un adı konacak, benim elimdeki adam evlere şenlik, bağlılık konusunda beni yanıltıyor, Brezilya dizileri seyreden bir adamla benim işim olmaz. Bu adama satranç oynattırmaya çalıştığın zaman çoban matını göze alacaksın. Şabloncu, mahalle dedikoducusu bir tip. Bunu benim yanıma öncü diye gönderdiğin vakit herşey bitiyor. Ben sana olayın vehametini başka türlü nasıl anlatayım? Öteki zaten teslimiyetçi daha baştan kabul etmiş, kaçmak için fırsat kolluyor.

Sarah öldü, dedik. Aslında Sarah’ı öldürdüler. O iş yapabilirdi, belki hâlâ yapabilir, ama önü kapalı. Hep aynı tarz gelecek vaadeden birini “heretik” ilan etmek ve onu orada bitirmek. Ha Aher, ha Sarah, hiçbir fark yok. Kim ki, bitkilerin hasatını yapıyor onun adı heretik. Yani, ona göre işlenen şuçun adı “Shi’ur Qomah” yani “İlâhî vücudun ölçümü”. Bu aşırı bir antropormorfizm hâdisesi.

“Işık olsun dedi ve ışık oldu”. “Kün” emri. “Sefer Yetsirah” (yaradılışın ilkesi, sırrı), cifirler, şifreler, sefirotlar ve onların konumlarıyla ilgilidir. Sefer ha-Bahir (Aydınlığın ilkesi, sırrı) aslında çok karanlıktır. Zamanı geldiğinde herşey kristalleşir ve ikinci bir emre kadar uyur. O da biraz uyusun fakat bu arada yeni bir jenerasyona da ihtiyaç var kuşkusuz. Onun için uğraşanların bazılarını biliyorlar, diğerleri şimdilik emniyette. İstanbul’daki çocuk donanımlı, iyi de çalışıyor ama ideolojik yönden biraz eksiklikleri var, o problem aşılırsa, mes’ele kalmaz. Bu 22 hâdisesine kafa yoruyor, iyidir muhtemelen birşeyler çıkacak.

Üst idrak, basit nesnel idrakten çok farklı bir buuttur. Basit nesnel idrakte ferd, kaba maddi olayları ve olguları, kullanılabilir beyin sığası (kapasitesi) ölçüsünde, yani “açıklığı” oranında kabul etmek vardır. Deyim yerindeyse, dış ve iç dünyadan gelen sonsuz sayıdaki impuls (itiş, itişme), basit nesnel idrak düzeyindeki insanda, çok büyük oranda şuurdışının (rezervin) en alt katmanlarına gönderilir. Yalnızca hayatını idame ettirebilecek kadar olanını şuur seviyesinde tutan ortalama (sıradan) ferd, diğer impulslardan asla yararlanamaz. Bu durumun bir benzeri, bitkilerde ve hayvanlarda görülür. Onlar da “Sayısız Algılar Evreni”nden yalnızca grotesk hayatî ihtiyaçlarına cevab olabilecek olanları “kabul ederler”. Yani 5 duyu idrak dairesinin dışına çıkamazlar. Oysa diyalektik, altüstoluşlarla süregider ve bu gelişmelerin sonucu ortaya çıkan sonsuz impuls, Kainat’a dağılırlar ve varlığa ulaşırlar. Ulaşan impulsların kitleneceği reseptörler (alıcılar) ise sıradan (ordınary) insanlarda nerdeyse tamamen kapalıdır. Üst idrak sahiblerinde ise, idrak kanallarının büyük bir kısmı açıktır, alemşumül idrak kapasiteleri çok yüksektir. Bu ferd (feridun), varlığının dayandığı kanunu araştırdığında, hâkimiyet düzeyini yakalar ve arttırır. Böylece enerjisini (nûr) en yüce değerlere yöneltir. “Yüksek Şuur Sahibi Egemen”, insanlığın mükemmeliyet yasalarını keşfeder ve onları geliştirir. Fikirlerini ve bunların kendi nefsi üzerindeki tahakkümünü, tesirlerini denetleyerek, karakterinin ve hayatının kurucusu ve hâkimi olduğunu kavrar.

İç kuvvete “Âyin” adını veriyorum. Hüküm, Âyin’in yanına geldiğinde fikrin müdahalesi de düşer. Hiçlik herşeyden daha fazla birşeydir. Basit gibi görünür ama karmaşığın karmaşığıdır. O Âyin’dir. Hiç kimse bundan birşey anlayamaz. Burada söyleyebileceğim sihirli söz, “Ben oluyorum”dur.

İnsanlık, bütün yeryüzünü kaplayan adâlet ağırlıklı bir hüküm kudretine amansız derecede ihtiyaç duymaktadır. Konjonktür ise, insana âit başlangıç maksadının çok gerisinde tanınmaz hâldedir. Fakat maksadın sahibleri vardır. Ağızdan çıkan söz, kesindir ki, geri dönmeyecektir. Ahid yerli yerinde duruyor. Yeryüzü siyasetinin Üst İdrak krallığı da yürüyor. O hâlde, duranla yürüyenin amansız bir karşı karşıya gelişi kaçınılmazdır. Tavla tavla atlar, koşumlanacakları günü iple çekiyorlar. Ritüelleri tamamlanmış ve defnedilmeye hazırlanan bir topluluğun kara kaderli çocuklarının mesuliyeti, Atlar’dan ve buzağılardan farklı bir doyurulmayı gerektirir. En güç olan işlerden biri de davranış geliştirmektir. Bu davranışın gelişiminin en iyi yöntemi olarak “Ekmek ve Şarap takdimi”ni öğrenmek zikredilebilir. Bir diğer deyişle, önce kendi pratiğini nasihat et, sonra yaşanan pratiğe göre nasihat et ve nihayet bu ikisini içiçe geçir.

Süreci inşa ederler, o süreç içinde bütün herşey varlığın içine sığar ve öteye geçer. İçeri girmek isteyen, ancak bu kapıdan girebilir. Burdan giren, şuurluluğun haritasını teşkil ederler, sırlar ağacına oradan tırmanılır. Bu bir sedirde oturmaya pek benzemez, İlâh’ın ruhu içinizdedir. Her hissi ve her hareketi o kontrol eder. Ama yol kolay değil. İbrahim, İshak’ı kurban etmekle emrolundu, İsmail’i değil. Bunun amacı, aşkla ölüm katılığını (rigos mortis) dengelemek içindi. Öteki yakadan, olumsuz kuvvetler ortalığı karıştırdılar ve ellerini oğuşturdular. Şeytan’ın çekip gitmesi herhâlde beklenemez, içeride kalması şart. Hükmü bir ucundan da o tutar. O kadının adını hiç ağzımdan düşürmüyorsun, Teshuvah yani Dönüş! O sana “ben kimim?” diye sordurur. Bu soru, suyun yüzeyinde bir görünüp bir kaybolan güneş tanecikleri gibidir.

Hiçlikten Oluş’a geçişi sağlayan boğumun adı “İmân”dır. Herşey, Mutlak Farklılaşma’nın basitliği içindedir ancak benim aklım bunu almaz. Keter Elion, yüce tacın adıdır. Bütün varlıkların hülasasıdır o. Zirvelerin zirvesidir. Ein Sof (Sonsuzluk) ise onun içindedir.

Cinnet’in kol gezdiği “Sosyal Strüktürü Piçleşmiş” bir “Ucubeler Coğrafyası”nda, sentetik Sistem’in hırdavat depolarında, Zaman öç almaya başladı. Kefâretini ödeme zarureti bulunan bu toprakta, Zaman’ın bir inisiyatif merkezi de var. Bu anlamda, “Mes’ul”, kalenderlere ve duvar saatlerine göre ters yönde akan bir diyalektiktir. Bu diyalektik, Şuur’u beşinci mevsime taşımakla görevlidir. Hedeflenen bir başka “Zaman” ve yelelerinden kavranmış bir altüstoluş. Nihayet, Zaman’ın ve Mekân’ın mânâsını yitirdiği Üst Şuur buudu.

Zaman ihanetçidir aslında. Emanetin temel yapı taşı olabilmek için yüklenilen her misyon, zulmetin ve bulanıklığın içinde buharlaşıyor. Gösterilen “Moderation” (ılımlılık) vetiresi deveyi iğne deliğinden geçirme illüzyonudur. Paradoksun (çelişki) paradoksunu bulamayanın vay haline. Ruh’una yabancılaşmış “Alien”lar Nefs gadanasına binmeyi beceremeyenlerdir. İnsan hareketliliği ile suyun hareketliliği aynıdır. Suyun başında kim var? Paradoksun paradoksunu bulan var orada. Her ikisi de akmak durumundadır, durgun su enfekte olur, durgun insan da öyle. Duygusuz Zaman’a karşı duygu patlamaları eşiğini yakalayamayan insan, paradoksun dümen suyuna girer.

Tabloya resim çizmekle tablonun içinde olmak arasındaki fark, öznenin, Tarih’i yalnızca bilmesi ve öğrenmesi değil, aynı zamanda duymasıdır da. Her spesifik süreçte, bir remz öne çıkarken, bir sembol de “kripto”dur. Ressam, şu yahut bu sembol olarak, süjeyi tabloya yerleştirir. Bu nasıl anlaşılabilir? İkonografik bir kod mudur? Karakter midir? Sıradan bir eskiz midir? Çözüm metodu yakalamakta. Bir yönüyle geleneksel pratiği, önce “dekode” etmek ve resimle öncü işaret sistemleri arasındaki ilişkiyi kurmaktır. Daha sonra kendi kodunu yerleştirerek onu tanıtmak gerekir. Kodun figüratif olması gerekmez. Bu, eserin dışında yer alan bir referans da olabilir. Bu referansı yakalayamayan militan adayı, gayr-i iradî olarak itaatsizliğin içine düşer. Eser sahibi hangi vetirelerin sonucunda eserini vücuda getirmiştir? Eğer tabloda bir işaret bırakmışsa, bu ne tür bir gösterge olabilir? İşte bu vetireyi şuur seviyesine taşıdığımızda tablodaki imgeyi kavrayacağız. Bunu beceren militan, rahatlıkla bir “Mizaçlar Nazariyyesi” oluşturabilir. Bir sonraki adım ise “İhtiyatın Kinâyesi” ve nihayet katmanların nükteli dile gelişi olacaktır. “Relatif İrreel” (Göreli Gerçekdışı) orada ölümü tadar!

Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir