Örnek Aydın Modeline Dair Bir Pencere Açma Denemesi II

BABADAN KALMA KÜLTÜRE MÂLİK OLMAK

Cumhuriyet devrinin en büyük küstah ve mübalağacı tiplerinden, kuduz İslâm düşmanı Nurullah Ataç’ın 17 Kasım 1953 tarihinde kendi uyduruk diliyle Günce’sine düştüğü şu notu bizce bir ibret levhası olarak seyredilmeli:

– «Biz şimdi kapatmalıyız divanları, cönkleri de kapatmalıyız, Fuzuli’yi, Baki’yi, Emrah’ı, Dertli’yi adlarına kadar unutmalıyız. Bizi söylermiş onlar, onlarda bizim sesimiz varmış. Doğru, dünkü benliğimiz var onlarda, bir türlü silkinemediğimiz, kurtulamadığımız eski benliğimiz, yüzyılların kurduğu benliğimiz var. Unutmayalım ki biz o benliği yaşatır, sürdürürsek, Divan şiiri ile, ince-saz musikisi ile beslersek, güçlendirirsek yeni istediğimiz benliği, Avrupa uygarlığı içindeki benliği kuramayız. İyi bilelim, biz şurada burada Divan şiirlerini okuyup çocuklarımıza okuttukça, karcığarı, nihavendi, rastı dinledikçe devrimi baltalıyoruz, eskiye dönüyoruz, koşuyoruz eskiye doğru. Hani şurada burada çocuklara Arap yazısını öğreten hocalar görülüyormuş, yakalanınca ceza görüyorlar, bugün alaturka müziği yayanların, Divan edebiyatını yayanların yaptığı da onlarınki gibi, onlarınki kadar devrime karşıdır.

Devrimci miyiz? Gerçekten devrimci imiyiz? Kapatacağız geçmişi. Yeni benliği edininceye kadar olsun, eski divanları okumayacak, eski musikiyi çalıp dinlemeyeceğiz.» [1]

Bu ahmaklık abidesi satırlar niçin ibret levhasıdır? Çünkü “Kemalizmin” asıl buğzedilmesi gereken yönü olan “idrakleri iğdiş etme” psikoloji ve politikasını, bu piç üslûb kadar, kör göze parmak batırır gibi alenen ifade edebilen pek az örnek vardır. Meselenin diğer yönü; klâsik musikî ve Dîvan edebiyatı düşmanlığının kökeninde İslâm nefretinin yattığı hakikatidir. Dîvân şiirine küfreden Cumhuriyet aydını, edebî bir mesele konuşmaktan çok, İslâmî tahassüs edasını boğmak ve gömmek kaygısındadır. Dolayısıyla “İslâmcı bakış” noktasında Dîvân şiiri, mücerret bir güzele sahip çıkmak kadar, mevcut “çirkin”le hesablaşma sürecinde bir cebhedir.

Ucuz zevkler, derin düşünceleri besleyemez. Bir insanın dinlediği müziğe, beğendiği şiire bakarak kalitesini tayin edebilirsiniz. Meselâ muhatabımız, “Bu arabesk şarkıcısını çok seviyorum” veya “en beğendiğim sanatçı şu pop sanatçısıdır” diye söze başlarsa, onunla, hiçbir ideolojik tartışmaya girişmenize, hiçbir dünya görüşünü analiz etmenize gerek yoktur.

Cumhuriyet dönemi, ortalama okur-yazar takımına kolayca aydın etiketi yapıştırılan bir süreçtir. Oysa çilesiz ve emeksiz bu yaftayı kuyruğuna yapıştıranların ekseriyeti ne öz musikîmizi tanır, ne DÎVÂN ŞİİRİNDEN haberdardır, ne de Batıya dair okul planında öğrendikleri dışında söyleyecek sözü vardır. Açıkçası, bunlara sadece DÎVÂN EDEBİYATI hakkında ne düşündüklerini sormak bile kalite tayininde bir mîyar olabilir. Çünkü büyük düşünceler, olgun zevklerde zemin bulur. Her zevk sahibinden fikirde “kalite” bekleyemeyiz; ama fikirde bir “kalite” olan herkesin zevkte de bir erginlik olacağı muhakkak…

Bu hususta “Kültürlenme Davasına” dair temel ölçüyü koyan kişi Necib Fazıl’dır:

– «Babadan kalma kültüre tâbi olmak değil, fakat mâlik olmak şart! Tarih, o kültüre mâlik olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet iddia eden millete güler.» [2]

Peki nedir bu “babadan kalma kültür” dediğimiz şey? İlk aklımıza gelen nedir? Cevabını aynı yazının ilk cümlelerinde Üstad veriyor zaten: “Osmanlı imparatorluğunun kuruluşundan Tanzimat’a kadar gelen devre içindeki yüksek kültür mahsülleri…”

Üstteki satırları yazan adam, “babadan kalma kültüre mâlik olan”, yani “Osmanlı imparatorluğunun kuruluşundan Tanzimat’a kadar gelen devre içindeki yüksek kültür mahsüllerini” kafasında taşıyan Necib Fazıl’ın tâ kendisidir!.. İşte bu “yüksek kültür mahsüllerini” üreten büyük şahsiyetlere dair en ÖZLÜ hüküm çekirdekleri:

– «Bu cemiyetin:

Dinî mizacı Süleyman Çelebi’de…

Derinlik ve olgunluğu Mevlânâ’da…

Mâverâ humması Yunus Emre’de…

Kahramanlık hayali Battal Gazi’de…

Aksülamel ve isyan psikolocyası Köroğlu’nda…

Nükte ve hiciv Nasreddin Hoca’da…

Halk duygusu kumaşı Karacaoğlan’da…

Hassasiyet cevheri Fuzulî’de…

Edâ ve (estetik) ruhu Bakî’de…

Kuru mantık ve akıl Nabî’de…

Belâgat ve hırçınlığı Nefî’de…

Şive ve zarafeti Nedim’de…

İrfan ve inceliği Şeyh Galip’te…

Usûl ve sistemi Kâtip Çelebi’de…

Tarih ölçüsü Naimâ’da…

Nas ve kalıp bilgisi Ebussuud Efendi’de…

Görgü ve merakı Evliya Çelebi’de…

Mâverâ görüşü İbrahim Hakkı’da…

Dekor zevki Yesarî’de…

(Plastik) fikri Sinan’da…

(Fonetik) fikri Dede Efendi’de…

Ve bütün bunların hepsi, başka başka mikyas ve kıratlarda hepsindedir.» [3]

Bu memlekette birileri “Türk aydınıyım” diye meydan yerine çıkacaksa, işte mâlik olmaya memur ve mecbur bulunduğu “babadan kalma miras…”. Şöyle bir mantık düşünülebilir mi? “Türk aydınıyım ama ufak bir kusurum var: Türk kültürünün köklerine yabancıyım.” Âmiyane karşılığı: “Erkek ama doğuştan iktidarsız…”

Bu büyük isimlerin yanında, (Tanzimat sonrasına âit olmakla birlikte) öz kültürümüze sadakati su götürmeyen, Üstad’ın bazı eserlerinde kaynak olarak faydalandığı Tarih-i Vekayi-i Devlet-i Âliye ve Kısas-ı Enbiya muharriri Ahmed Cevdet Paşa’nın da adı pekâla zikredilebilir kanaatindeyiz. Şahsî görüşümüzdür. Üstad’ın özellikle mevzuunu İSLÂM-TÜRK tarihinden alan eserlerinde temel başucu kaynaklarındandır.

1939 yılında “(Osmanlıca’dan Türkçe’ye) ismiyle geniş bir tercüme faaliyetine” başlanmasını teklif eden Üstad, bunu başkalarından beklemekle kalmamış, birkaç dinî ve tasavvufî eseri bizzat kendi kalemiyle Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine kazandırmış, inanç ve kültür hayatımıza hediye etmiştir.

Büyük Doğu Mimarı’na göre kültürümüzün ikinci temeli “ŞARK KAYNAKLARI”dır: “Doğuyu başta Arab olmak üzere bütün şaheserleriyle dilimize geçirmeğe mecburuz. Garbla Şark arasındaki büyük nefs muhasebesini kavramak ve kendi kaynağımızı tanımak için tek yol bu.” [4] Buna “babadan kalma miras” yerine, dileyen “babamız kadar üzerimizde emeği olan amca mirası” da diyebilir.

Kültürümüzün ikinci temeli olarak “Şark Kaynaklarını” işaretleyen adam, mecmuasında “doğu edebiyatına” dair bir köşe açan ve orayı çoğu zaman kendi kalemiyle tanzim eden; Arab edebiyatının meşhur Yedi Askı şairlerinden, Fars edebiyatının zirvesi Şehnâme sahibi Firdevsî’ye ve Nizamî, El-Maarî, Hayyam, İbn-i Fâriz, Sadî gibi Doğu’nun diğer şöhretlerine kadar özlü bilgiler veren, bunların eserlerinden iktibaslar yapıp okuyucusuna tanıtan yine Necib Fazıl’ın tâ kendisidir. İlgilenenler Edebiyat Mahkemeleri adıyla yayınlanan kitabının “Doğu Edebiyatı” bölümünü tetkik edebilir. Doğuyu asıl temsil mevkiinde olan İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî ve İmam-ı Gazalî gibi din, iman ve tasavvuf cebhesinin büyük isimlerine ise Üstadın ilgisi zaten malûm.

O, sadece tavsiye etmekle kalmamış, itidal seviyesinde bile olsa bu Şark kaynaklarını (Doğu edebiyatını) mecmuasında okuyucusuna tanıtmıştır. Ayrıca Reşahat, el-Mevahib-ül Ledünniyye ve Mektubat-ı Rabbanî gibi eserlerden yaptığı sadeleştirmeleri kitablaştırarak, tefekkür hayatımıza armağan etmiştir.

Babadan ve amcadan kalma miras etrafında biraz daha dolaşmakta fayda var. Çünkü Cumhuriyet döneminde Şark medeniyetini bir oryantalist kadar olsun görmeyen, anlamayan, bilmeyen bütün öksüz ve köksüzler aydın diye piyasaya sürüldü. Örnek aydına dair her şey söylenebilir ama en başta ifadeye gelecek ölçülerden birisi, asla ve asla bunlar gibi olunmaması gerekliliğidir. Zaten öyle olursa aydın olmaz.

Yine “mirasa mâlik olma” davasının peşindeyiz. Üstad “bizde romanın kökleri” mevzuunda yazıyor:

«Fuzulî’den Şeyh Galib’e kadar uzanmış bir çizgi olarak manzum bir roman zemini mevcuttu. İşte “Leylâ ile Mecnun” ve işte “Hüsn-ü aşk”… İşte “Şehnâme” ve işte “Gülistan” ve niceleri.» [5]

Fuzulî’nin “Leylâ ile Mecnun”u ve Şeyh Galib’in “Hüsn-ü Aşk”ı Osmanlı devri Türk edebiyatının mesnevî türündeki en güçlü iki eseri… Firdevsî’nin “Şehnâme”si ve Şirazlı Sadî’nin “Gülistan”ı da aynı şekilde Farsça’nın ve Doğu edebiyatının en zengin manzum eserlerinden…

Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl, değişik yazı ve konuşmalarında “Leyla ile Mecnun” mesnevîsi ile “Su Kasidesi” dışında, Fuzulî’nin birçok gazelinden de mısra ve beyite yer verir. Hatıralarından öğrendiğimize göre Fuzulî dîvânıyla tanışması, daha dört-beş yaşındayken büyükbabasının dizinin dibinde başlamıştır. Büyükbabası küçük Necib’i yanına oturtur, arûzun ahengini vurgulayarak, yüksek sesle Fuzulî’yi okurmuş: “Gözüm canım efendim sevdiğim devletlü sultanım” (Bu mısrâ Fuzulî’nin bir “murabba”sındandır ve padişah kasidesi filan değildir). Aynı şiiri İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ise gençlik yıllarında “Allah Resûlünü anma deminde” rahmetli Cevad Ülger Karamehmedler’in “dua gibi içli ve muazzam güzel davudî ses tonuyla ahenk hakikatini vererek” okuyuşundan dinlemiştir. İBDA Mimarı diyor ki; “onun heyecanı size de sirayet eder ve tüyleriniz diken diken, gözünüze yaş hücum ederdi. Hiçbir teatral tavır ve ses tonu takınmadan, onun okuyuşundan, şiirin mânâsını anlamadığınız yerleri olsa bile, inanılmaz güzel ahengini duyardınız.” [6] Ufuk ile Hafiye’nin hayatlarının belli bir döneminde örtüşen ve birbirini tamamlayan ortak “ruhî” hatıralarından birisi de Fuzulî’nin bahsi geçen murabbası olsa gerek.

Diyebiliriz ki Necib Fazıl, Divân edebiyatının dört-beş ustasını çok sever ve saygıyla anar; ama bunlar arasında belki en fazla alâkadar olduğu Fuzulî’dir.

Üstad’ın en az Fuzulî kadar sevip kendisine yakın hissettiği diğer şairimiz, tekke ve halk edebiyatının en büyük ismi Yunus Emre’dir. Aşk bağının bülbülü bu “bağrı taşlı gözü yaşlı” derviş için iki şiir, bir piyes yazmış, bir hitâbe vermiş ve birçok yazı ve konuşmasında gerek mânâsına, gerek şiirlerine göndermelerde bulunmuştur.

Burhan Toprak, tıpkı Oscar Wilde’ı olduğu gibi Yunus Emre’yi de Necib Fazıl’dan öğrenmiş, daha sonra bu mevzuda yazdığı kitabla devrin aydınlarının dikkatini Yunus’un üzerine çekmiştir. Yani, son altmış yıldır bu ülkede fikir ve sanat adına nerde soylu bir tesbit ve fışkırış varsa, onun arkasında doğrudan veya dolaylı Necib Fazıl’ın mührünü gören bizler, ezbere tarafından bile olsa bugünkü Yunus sevgisinin sırrını da Necib Fazıl’a bağlıyoruz. Üstad konuşsun:

«Şiirde varılmaz derece Yunus’tadır. Hiç kimse ölümü onun kadar duymamıştır… Ve ölüme sığınmanın cehdini onun kadar varılmaz bir derinlikte ölçememiştir.» [7]

Yine Üstad’dan dinleyelim:

«Yunus Emre, Türk cemiyet hayatında yetişen bildiğimiz edebî ve dinî tahassüs ve tefekkürün en büyük örneğidir. Umumiyetle metafizik ürpertisi zayıf olan ırkımızın bu bahisteki zaafını telafi edecek kudrette bir şahsiyettir.» [8]

Üstad’ın “bu cemiyetin büyükleri” arasında saydığı Mevlana’yı ve eserlerini hem beşerî planda, hem de bütün bir İslâm medeniyeti dairesinde ayrı ayrı kıymetlendirir:

«Mevlana beşerî planda çok büyüktür. Bu bakımdan Avrupalılar tarafından anlaşılması da çok kolaydır. Fakat eseri bakımından şöhreti ve kolay anlayışı davet eder. Bu yolun büyüklerinden öyleleri vardır ki, şöhretten kaçmışlardır. Mevlana’nın bu kolaylığı onu bugünkü rejim tarafından bir turist terliği gibi kullanmasına bile müncer olmuştur. Tabiî bu kıyaslamalar tasavvufî gerçeklere ve büyüklere nisbetledir. Yoksa o, beşerî planın ve kelimelerin götürebileceği en son noktaya kadar varmış bir büyüktür. Amma tasavvufî marifet bütün bu kelime haşmetinin ötesindedir. Bu bakımdan Mevlana’yı anlayan Avrupa, İmam-ı Rabbanî ve Şahı Nakşibendî’nin keyfiyetini anlamaktan uzaktır.» [9]

Babadan kalma miras” deyince HALK EDEBİYATIMIZI atlamak olmaz. Necib Fazıl, özellikle şiire ilk başladığı yıllarda, başta Köroğlu ve Karacaoğlan olmak üzere halk edebiyatıyla da meşgul olmuştur. İlk şiirlerinde “koşma” tarzının derin izleri hissedilir. Sanırız, Rıza Tevfik’in halk edebiyatından mülhem yazdığı manzumelerin de bunda payı vardır. Üstad’ın çocuk denecek yaştaki şiirlerinde bile Mehmet Emin hececiliğinden uzak durduğunu görüyoruz. Tahminimizce, O, millî veznimizi ilk olarak halk âşıklarının eserlerinden benimsemiş ve sevmiştir. Ziya Osman Saba, 1933 yılında, Varlık dergisinin 10. sayısında “Sayıklama” şiirine gönderme yaparak, Üstad hakkında şunları yazmaktadır:

– «Necib Fazıl’dan başka hiçbir şairimiz HALK ŞAİRLERİMİZİ TETKİK EDİP, meselâ bir Karacaoğlan’ın ancak düşünebildiği lakin muvaffakiyetle kullanamadığı bir şekli bu kadar yerinde, bu kadar mevzua uygun kullanamamıştır…» [10]

Anlaşılıyor ki, Üstad’ın kültürümüzün temeli olarak işaretlediği kaynaklar, aslında “bir kütübhane” taşıyan kafasındaki muhteşem fikir mimarîsinin sütunlarından başka bir şey değil. BİZ BU KAYNAKLARA TÜRK AYDINININ YOL HARİTASI OLARAK BAKIYORUZ. Türk aydını kendi tarihini bilecek, Osmanlı’yı başkalarının gözüyle değil, ana kaynaklarından tanıyacak, Şark’ın temel eserlerinden haberdar olacak, halkı bilecek ve halk edebiyatının verimlerini modern formlarla sentezleyecek.

Bugüne kadar, nasıl ki tarihimize kuru poh poh veya körü körüne düşmanlık dışında, tutarlı bir fikir disiplini içinde yaklaşamadıysak; aynını, Dîvân şiiri mevzuu olunca edebiyat plânında da yaşadık. Zaten kendi hâl izahını yapamayan Cumhuriyet devri aydınından Dîvân şiirini anlamasını beklemek hayalcilik olurdu.

Ataç’ın başını çektiği “devrimciliğin” yıkımı çok büyük olmuş, fikir ve sanat adına meydan yeri, Cemil Meriç’in “müstağribler” adını verdiği köksüz bir zümreye kalmıştır. Bu harabelerin arasından çok az kişi sıyrılıp, baba evine sığınabilmiş, bazıları da, o evin kapısından içeri giremese de, gölgesinde serinlemiş ve sathî planda bile olsa Ataç’ın yıkmak istediği manevî temelleri takdir etme olgunluğunu göstermiştir. Attila İlhan bunlardan birisidir. HANGİ BATI adlı kitabında şunları yazar:

– «Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk musikîsine sövmeyi, Dîvân şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo‘dan önemsiz, Mevlâna Dante‘den küçüktü, Itrî ise Bach‘ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, millî terkib arama yerine hazır terkibleri aktarmak hastalığımız tepmişti … (…) Oysa bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü batının ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.» [11]

Attila İlhanbabadan kalma mirasın” şahsiyet adına ne kadar mühim olduğunu bizzat Paris’te müşahede etmiştir. Orada Fransız şairlere Türk edebiyatını tanıtmak için çağdaş Türk şiirinden örnekler okur. Hangisini okusa Fransız dostları beğenir gibi yapar ve dudak büker. “Güzel ama bizden filancayı andırıyor” gibi değerlendirmelerle karşılaşır. En sonunda dayanamaz ve kendi ifadesiyle “Dîvân edebiyatının ağır toplarından” birkaç beyit çevirir. Fransızlar neye uğradığını şaşırır. Gerisini aynen aktaralım:

– «Alaycı suratlarını allak bullak edebilmek için yine de edebiyatımızın ağır toplarına, Yunus’a, Nedim’e, Baki’ye, Şeyh Galib’e başvurmam gerekmiştir. Öbür sesi tanıyor, babasına öykünen çocuğu seyreder gibi hafiften gırgıra alıyorlardı, ama bu ses, başka, değişik ve ulu bir sesti: Türk’tü.» [12]

Attila İlhan Hangi Batı başta olmak üzere birçok yazı ve konuşmasında bu hususla ilgili hatıralarını nakleder, İBDA Mimarı da Büyük Muztaribler’in son cildinde onun bu anlattıklarına dair yorum getirir. [13]

Oysa fikir ve sanat tarihine damga vurmuş ve ekol olmuş bütün sahici aydın kalemlerin ardında kocaman bir “baba mirası” saklıdır. Rönesans sırtını bin yıl öncesinin Yunan felsefesine dayamıştır. Shakespeare’in ardında ciltler dolusu İskandinav masalı vardır. Don Kişot’un sayfaları arasına bütün bir Ortaçağ Avrupası sığdırılmıştır. Misâller saymakla bitmez; babadan kalma mirasa mâlik olmadan, zamana meydan okuyan tek bir eser vücuda getirilmiş değildir.

Bize gelince… “Türk edebiyatı münekkitsizdir.” Bilindiği gibi, bu hüküm Büyük Doğu Mimarı’na ait… Bir gazelinde aşağıdaki beyiti söyleyen Nâbî de 350 yıl evvelinden benzer bir hakikati fısıldıyordu:

 

Kadrin anlar yok bilir yok her dür-i sencîdenin

Çarsû-yi kabiliyette terâzu kalmamış

 

(Her değerli incinin kadrini ve kıymetini bilen ve anlayan yok. Kabiliyet çarşısında terazi kalmamış.)

Cumhuriyet nesilleri öz mirasımız karşısında şaşkın bir mirasyediden farksızdır. Öz değerlerimizi müzelik bir eşya gibi seyrediyor ve bir türlü hayatın içinde dinamik bir rol yükleyemiyoruz onlara. Bildiğimiz kadarıyla sistematik bir “İslâm Edebiyatı Tarihi” hazırlanmamıştır. Doğru dürüst, kuru bilgiden ileriye doğru giden Dîvân edebiyatı tarihimiz bile yok. Ötede Stefan Zweig gibiler biyografileriyle, Balzac, Dickens, Dostoyevski, Tolstoy, Hölderlin ve daha başkalarını roman dinamikliği içinde ele alıp şahsiyetinin mahrem bölgelerinde dolaşırken, 200 yıl öncesindeki Şeyh Galib’in hayatı bile karanlık bizim için. Şahsiyetinin mahrem bölgeleri bir tarafa, dışyüz bilgisi olarak bile karanlıkta kalmış. Bir zamanların Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları arasında çıkan Dîvân şairlerimizle ilgili biyografiler incelenirse fark edilir… Meselâ güya Bâkî’yi tanıtmışlar… O’nunla ilgili kitabın başlangıç kısmına takvim yaprağı cinsinden birkaç sayfa kronolojik bilgi yerleştirip, üç-beş kaside, 15-20 gazel ve biraz mersiye, rubai filan ekledikten sonra olmuş(!) Bâkî’nin biyografisi…

DÎVÂN ŞİİRİ başta olmak üzere bütün bir kültür tarihimiz değişik formlarda yeniden işlenmeyi, tenkid süzgecinden geçirilerek hayatın içinde dinamik bir rol almayı bekliyor. İşte bu noktada Salih Mirzabeyoğlu, envai çeşit pisliklerin ortasında, BOLU CEZAEVİNDEKİ tek kişilik hücresinden TÜRK EDEBİYATINA belki en büyük hediyelerinden birisini sundu: BÜYÜK MUZTARİBLER- Düşünce Tarihine Bakış’ın 4. cildi…

Bugüne kadar Dîvân edebiyatı mevzuunda lehte ve aleyhte çok şeyler yazıldı, söylendi. Bunların arasında yer yer dikkate değer tesbit ve teşhislere de rastladık. Ama hiç kimse ruhunu eski medeniyetimizden alan Dîvân şiirini düşünce tarihinin bir parçası olarak, fikir değeri bakımından değerlendirmemişti. Rüyalardan bile fikir damıtan ve fikir için yaşayan İBDA Mimarı, elbette Dîvân edebiyatını düşüncenin dışında tutamazdı. “Fikirden süzülme şiir” davasını heykelleştiren adam, bu defa, şiirimizin subaşını tutan dev şahsiyetlerin mısralarından damıttıklarını tablolaştırırken, hem Türk düşüncesine yeni bir buud kazandırıyor, hem Türk edebiyatına ayrı bir derinlik ve çalışma alanı… Ve olması gereken şair soyuna dair kocaman bir işaret levhası…

Bizim tarihe dair sık sık altını çizdiğimiz bir bakışımız vardır: Tarih, ne böbürlenme, ne de küfür ve aşağılama arenasıdır. Bugün bize ne atalarımızın kahramanlıkları fayda verir, ne de onların yanlışlarına söverek paryalıktan kurtulabiliriz. Tarih, önümüze yığılan meselelerin KÖKLERİNE inebilmek için “hâlihazırdaki insan şuuruyla” muhasebe edilmesi gereken bir ibretler levhasıdır.

Soru sormadan, meselelerin “çözüm çekirdeklerini” aramadan sürü psikolojisiyle tarihe yanaşılmaz. Bugün “sağ” ve “sol” zihniyetlerin, birinde “övgü” diğerinde “sövgü” tavrıyla tecellî eden tarih alâkası, meselelerin çözüm çekirdeklerini “buldurucu” olmaktan ziyâde öldürücüdür. Aydın, kafasında “düğüm” olan fikrî, edebî, siyasî ve sosyal çelişkilerin kaynağını tarihî akış içerisinde takib edebilecek asgarî donanıma, usûl bilgisine sahib olmalıdır.

İBDA’nın bize “aşıladığı” tarih şuurudur ki, bunları sık sık tekrar etmemizi zorunlu kılıyor. Biz kimseyi eski form ve kalıblar içinde ezber soyundan bir teslimiyete davet etmiyoruz. “Babadan kalma kültür ve sanat mirasına” bakışımız, genel olarak tarihe bakışımızdan farklı değildir. Şu farkla ki, “güzellik hep yeni” hikmetinden hareketle, gerçek bir sanat eserinin daima taze ve “yeni” kaldığının şuuruyla… Bir eser edebî değerini muhafaza ettiği müddetçe, “tarihî değer” müzesine hapsedilemez. Tarihî kıymeti de haiz edebî bir cevher olarak kalır. Fakat herhangi bir fikrî ve edebî değer ifade etmeksizin geçmişe ait olmak bakımından muhafaza edilen bir eser, tarihî belgeden ibaret müzelik bir eşyadır.

Aslında İBDA Mimarı, HİKEMİYAT binasını inşa etmeye başladığı ilk günden itibaren çeşitli vesilelerle “baba mirasına nasıl mâlik olunacağının” misallerini göstermekle meşguldür. Şu satırlarda ifade ettiği incelik, “İslâm kültürüne ait eserlere bakışını da kapsayıcıdır”:

– «Müzede sergilenen eşyaya döndürülen, tekerleme gibi öğrenilip – tekerleme olarak aktarılan İslâmî verimleri, asıllarını asla tahrip etmeden hayata sokmaktan büyük bir İBDA hamlesi mi olur? Yaptığım budur.» [14]

Büyük Muztaribler’in son cildinde yapılan da, yukarıdaki ibda hamlesinin mevzuya uyarlanmasından başka bir şey değildir. Hikemiyat sahibinin hoşgörüsüne sığınarak, aynı ifadelerle bahsi geçen eserle “yapılmak isteneni” kavramaya çalıştık:

«Müzede sergilenen eşyaya döndürülen, tekerleme gibi öğrenilip – tekerleme olarak aktarılan Dîvân edebiyatını, asıllarını asla tahrip etmeden hayata sokmak… Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı budur.»

Bu çerçevede devam edecek olursak, BÜYÜK MUZTARİBLER’in son cildi, sadece “babadan kalma mirası sahiblenme” açısından değil, -ki bunu, adına muhafazakâr denilen zümrenin okur yazar takımı içinde yapmaya yeltenen çok kişi oldu- fakat BABADAN KALMA MİRAS NASIL SAHİBLENİLİR ve üzerine yepyeni bir anlayış temellendirir zâviyesinden de benzersiz bir eserdir.

İşte aydınlanmanın yolu böyle açılır, zemini böyle kurulur. “Babadan kalma kültüre mâlik olmak” dedik. Hükmü veren Büyük Doğu Mimarı, hükmün delilini getiren ise şahsı ve eseriyle her zaman olduğu şekilde Salih Mirzabeyoğlu’dur. Yüksek sesle altını çizelim: Nurullah Ataç’ın başta çizdiği yol haritasını takib edenler, değil Türk münevveri, maymunlar dünyasında bile aydın olmanın şartlarına eremez. “Kapayalım, unutalım, bilmeyelim, yasaklayalım, okumayalım” diyen “devrim düşünürü”(!) Nurullah Ataç’ın yolu ile “babadan kalma mirasa tâbi olmak değil ama mâlik olmak şart” diyen Büyük Doğu-İBDA’nın çizdiği istikamet farkı, Türk irfanının hangi anlayış ve dünya görüşüne muhtaç olduğunu göstermeye yeter. Burada Ataç bir isim değil, Kemalist aydınlanma sloganının uç noktada duran tezatsız ifadesi olarak bir semboldür.

Ne ibret verici bir durum ki, adına Türk aydını dedikleri devrim imali maymunlar sürüsü, bu muharriri “çağdaş ve ileri” diye azizleştiriken, diğer yol haritasının sahiblerini “gerici-yobaz” diye yaftalayacak kadar alçalmakla kalmamış, onların zindanlarda sürünmesine en iyimser ifadeyle seyirci kalmıştır.

(Örnek Aydın Modeline Dair Bir Pencere Açma Denemesi -I-)

 

1  Ahmet Necdet, Bugünün Diliyle Dîvân Şiiri Antolojisi, 1. Basım, Adam Yayınları, İstanbul 1995, s. 53, koyu harfle vurgular bize âit.

2  Necib Fazıl, Çerçeve-1, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1985, s. 117.

3  Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, 4. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1993, s. 166, koyu harfle vurgular bize âit.

4  Necib Fazıl, Çerçeve-1, s. 118.

5  Necib Fazıl, Kafa Kâğıdı, 3. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1989, s. 11, koyu harfle vurgular bize âit.

6  Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler –Düşünce Tarihine Bakış-, Cild 4, İBDA Yayınları, İstanbul 2006, s. 266.

7  Necib Fazıl, Konuşmalar, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1990, s. 239, koyu harfle vurgular bize âit.

8  Necib Fazıl, Konuşmalar, s. 95, koyu harfle vurgular bize âit.

9  Necib Fazıl, Konuşmalar, s. 94-95, koyu harfle vurgular bize âit.

10  Osman Selim Kocahanoğlu, Türk Edebiyatında Necib Fazıl Kısakürek, Ağrı Yayınları, İstanbul 1983, s. 35, koyu harfle vurgular bize âit.

11  Attila İlhan, Hangi Batı, 3. Basım, Bilgi Yayınları, Ankara 1982, s. 16, koyu harfle vurgular bize âit.

12  Attila İlhan, Hangi Batı, s. 90, koyu harfle vurgular bize âit.

13  Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, Cild 4, s. 82.

14  Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat –Tefekkür ve Hikmet-, İBDA Yayınları, İstanbul 1988, s. 79-80.

 

Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 2, Eylül-Aralık 2011, s. 233-242

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!