Osmanlı Devleti’nde Mülkiyet

Her medeniyetin, kendisini temin eden değerler sisteminin biçimlendirdiği bir mülkiyet müessesesi vardır. Şeyler üzerinde ferdin mi, ailenin mi, toplumun mu, devletin mi hakimiyet kuracağını belirleyen, o toplumun moral, inanç, gelenek ve ahlâkî kurallarıdır. Bir başka deyişle mülkiyet müessesesini doğuran ve şekillendiren o toplumun benimsediği “hayat tarzı”dır… Buna göre kendini dayatan mesele şudur: İyi, doğru, güzel olan hangi hayat tarzına ait mülkiyettir?

Osmanlılar hayatın her alanıyla birlikte mülkiyet müessesesini de İslâm’a nisbetle düzenlediler; zira “mutlak iyi-mutlak doğru-mutlak güzel”in prensiplerini vazeden İslâm’a inanıyor ve İslâm’ın öngördüğü hayat tarzını benimsiyorlardı. Bu bakımdan Osmanlı mülkiyeti, İslâm mülkiyet sisteminin bir pratiği idi. Ama böyle bir iddia, Osmanlı mülkiyetinin, İslâm mülkiyet sisteminin uygulanan-uygulanabilir yegane şekli olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü, “İslâm Hukuku’nda Mülkiyet” bahsinde gördüğümüz gibi, İslâm Hukukçularının aynı meseleler hakkında “esas’a mugayir olmayan farklı çözümleri”, tatbikatçılara farklı alternatifler sunmaktadır. Alternatiflerden (örneğin, toprak mülkiyeti hakkındaki farklı görüşlerden) hangisinin tercih edileceği, toplumun yapısı ve içinde bulunulan zaman-mekan şartlarına göre tatbikatçı-kanun koyucular tarafından belirlenir. Bu çerçevede Emevî, Abbasî, Endülüs ve Selçuklu gibi geçmiş İslâm Devletleri ile aşağıda ele alacağımız istikbalin İslâmî Başyücelik Devleti’ndeki mülkiyet yapılanmaları da Osmanlı mülkiyeti gibi İslâm mülkiyet sisteminin birer pratiğidirler.

İslâm Hukuku’na nisbetle Osmanlı Devleti toprak üzerinde dört değişik mülkiyet öngörür: Özel arazi, kamu arazisi, vakıf arazi ve devlet arazisi…

Özel mülkiyete, yani hem rekabesi (çıplak-kuru mülkiyeti) hem de menfaati (intifa hakkı) özel kimselere ait topraklar ülke topraklarına nisbetle azdı. “Mülk arazi” denilen özel araziler ödedikleri vergi açısından “öşrî araziler” ve “haracî araziler” olarak tasnif edilmişti. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye göre, fetih sırasında İslâmlara temlik olunan araziler öşrî arazi idi. Sahipleri diğer özel mallarını nasıl tasarruf ediyorlarsa topraklarını da öylece tasarruf edebilirlerdi.

Maliklerin mükellefiyeti hasılat üzerinden devlete öşür vermekti. Osmanlı ülkesinde sadece Hicaz ve Basra topraklarının statüsü böyleydi. Haracî araziler ise fetih sırasında önceki sahiplerinin (gayrı müslimlerin) elinde bırakılan ve kendilerine mülk olarak verilen arazilerdi. Toprağın verimine göre ürünün yarısından onda birine kadar değişir oranlarda vergiye tâbiydiler. Buna “harac-ı mukasem” deniliyordu ki, ayrıca haracî arazi sahipleri “harac-ı muvazzaf” adı altında yılda bir kez muayyen bir bedel daha öderlerdi. Malikler topraklarını tasarrufta tam yetkiliydiler; alım-satıma, mirasa, hibeye, kiraya konu edebilirlerdi. Sevâd (Irak) arazisinin statüsü de böyleydi… Bunlardan başka ülkenin her yerinde, köy ve şehirlerin içinde bulunan ve meskeni tamamlayıcı mahiyette olan toprak parçaları ile yine meskeni tamamlayıcı mahiyette şehir ve kasabaların dışında bulunan ama azamî yarım dönümü (dekar) geçmeyen toprak parçaları da özel mülkiyete tâbi idi. Bu toprak parçaları meskeni tamamlayıcı mahiyette olduklarından meskenden ayrı olarak satılamazlardı…

Toplumun menfaatine tahsis edilen yollar, caddeler, sokaklar, namazgahlar, mesire, pazar ve panayır yerleri ile köy ve kasaba halkının istifadesine terkedilen meralar, kışlaklar, yaylaklar ve harman yerleri gibi mahallerin mülkiyeti kamuya aitti. “Metruk arazi” denilen bu araziler asla özel mülkiyete konu olamaz, hiç kimse onun üzerinde fiilî veya hukukî bir tasarrufta bulunamazdı. Devlet dahi metruk araziyi herhangi bir şahsa veya bir cemaate tahsis edemez veya tahsis cihetini değiştiremez, örneğin merayı harman yeri yapamazdı… Kimsenin tasarrufunda olmayan, mera, kışlak, yaylak gibi herhangi bir ihtiyaca binaen halka terk olunmamış, yerleşim merkezlerinin ses işitilmeyecek kadar uzağında bulunan ve üzerinde hiçbir imar izi taşımayan araziler (mevat-ölü araziler) de mubah mallar statüsünde olduğu için kamu mülkiyetine aitti. Ama mevat arazilerin tasarruf edilebilmesi için devletin izni şartı getirilmişti. Örneğin mevat araziden bir kısmı ihya etmek (üretime elverişli hale getirmek) için izin almak gerekiyordu. Şayet devlet başkanı, ihya edilecek arazinin rakabesinin devlete ait olması şartıyla izin verirse, ihya eden, oranın sadece menfaat mülkiyetine; hem rekabesinin hem de menfaatinin ihya edene ait olması şartıyla izin verirse, ihya eden oranın tam mülkiyetine sahip olurdu.

Özel mülkiyete ait arazilerin mâlik tarafından muayyen bir gayeye vakfedilmesiyle teşekkül eden “vakıf araziler”in menfaati halka (ibadullaha), rekabesi ise Allah’a aitti. Vakıf heyeti ve hatta devlet dahil hiç kimse onun rekabesinde tasarrufa yetkili değildi. Vakıf arazileri, vakfedenin şartlarına uygun şekilde işletmek ve menfaatlerini tahsis edilen cihetlere sarfetmekle vakıf heyeti mükellefti… Özel kişilerden başka devlet başkanı da devlete ait arazilerden (mirî arazi) bir kısmını dilerse sadece tasarruf hakkını (işletilip ürün elde edilmesini), dilerse sadece menfaatini (vergi gelirlerini) veya her ikisini birlikte vakfedebilirdi. Yalnız bu tür vakıflarda vakfedilen toprağın rekabesi yine devlete aitti. Devlet başkanı hastahane, medrese gibi zaten devletin masraflarını karşılamakla mükellef olduğu bir cihete vakfederse, o vakıf artık bozulamaz ve değiştirilemezdi. Ama masrafını karşılamak devletin aslen görevi olmayan bir cihete vakfedilmesi durumunda, değiştirilmesi veya iptali her zaman mümkündü.

Osmanlı ülkesindeki toprakların ekseriyeti devlet mülkiyetindeydi. Daha ilk fetihlerden itibaren fethedilen topraklar gazilere dağıtılmamış, devlet mülkiyetine geçirilmesi uygun görülmüştü. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, fethedilen toprakların eski sahiplerine ve gazilere özel mülk olarak bırakılmayıp da niçin devlet mülkiyetine geçirildiğini izah ederken, özel mülk olarak bırakılması durumunda, zamanla varisler arasında taksim olunup her varise düşen payın gittikçe azalacağını ve onların herbirine düşen “haraç miktarını” tayin etmenin ve haraçlar toplamanın gittikçe güçleşeceğini belirtir. Ona göre devletin geliri azalmakla kalmayacak aynı zamanda toprağın ve üzerindeki insanların kontrol altında tutulması zorlaşacaktı. Devlet arazisini işleyen gayrı müslimlerin “haraç”, müslümanların ise “öşür” vermelerine mukabil Ebussuud Efendi’nin ikisine birden “haraç miktarı” demesinin sebebi o vergilerin mahiyetinden dolayı değil, devlet arazilerinin aslının haraciye olmasından dolayı idi.

“Mirî arazi” veya “Arz-ı memleket” de denilen devlet arazileri, “çiftlik” adı verilen üniteler halinde köylülere kiraya verilirdi. Çiftlik, bir çift öküzle işletilebilecek büyüklükteki arazi idi ve büyüklük oranları toprağın verimliliğine göre belirleniyordu. Örneğin en verimli arazilerden 70-80 dönüm, orta verimli arazilerden 100 dönüm “bir-tam çiftlik” sayılırken, verimsiz yerlerde 130-150 dönüm bir çiftlik sayılıyordu. Çiftlikler isteyen herkese tapu karşılığı kiraya verilirdi. Tapunun belli bir bedeli vardı ve çiftliğin verimliliğine göre bedel de artıyordu. Çiftçi, tapusunu aldığı çiftliğin “menfaat mülkiyeti”ne sahip olurdu ve aksi belirtilmedikçe dilediği gibi tasarruf ederdi. Ama çiftliği başkasına kiraya veremez, bizzat kendisi ekip biçerdi… Tapu sözleşmesi ile sözleşmeye konu olan çiftliğin mülkiyeti de ikiye bölünür, çıplak mülkiyeti devlete, menfaat mülkiyeti çiftçiye ait olurdu. Bu duruma İslâm hukukunda “eksik mülkiyet” izafe olunurdu ve sözleşme şartlarına her iki taraf da uyduğu müddetçe ne devlet ne de çiftçi, çiftlik üzerinde tam mülkiyet sahibi gibi davranabilirdi. Örneğin çiftçi çiftliği satamaz, kiraya veremez, hibe edemez, vasiyette bulunamazdı. Miras bırakabilirdi ama menfaat mal olmadığı için Şerî hukuka göre değil, Şerî hukuka aykırı olmayan örfî hukuka göre mirasçılara geçerdi. Aynı şekilde çiftlik üzerinde devletin mülkiyeti de eksik olduğundan devlet, sözleşmeye uyduğu müddetçe çiftçinin toprağını elinden alamaz, bir başkasına kiraya veremez veya temlik edemezdi. Ancak sözleşmeye uyulmadığı zaman, örneğin çiftçi başkasına kiraya verdiği veya mazereti yokken üç yıl üst üste araziyi işlemediği takdirde devlet tek taraflı olarak sözleşmeyi fesheder ve o araziyi dilediği gibi tasarruf edebilirdi. Eğer çiftçi sözleşmeyi tek taraflı olarak feshetmek isterse bakılır: Eğer bundan dolayı devletin bir kaybı olmayacaksa tapu iptal edilir, ama bir zarar sözkonusu ise ortaya çıkan zararla mütenasip bir tazminat (çift bozan resmi) alındıktan sonra sözleşme feshedilirdi… Çiftçinin ölümüyle çiftlik örfî hukukun tanıdığı adî intikal hakkıyla oğullarına kalırdı ve bunun için yeniden tapu bedeli istenmezdi. Ancak oğul kabul etmez veya ölenin oğlu bulunmaz ise kızına, kardeşlerine, anne-babasına veya en yakın akrabalarına sırasıyla teklif edilir, kabul edene yeniden tapuya verilir ve ama kabul etmezlerse o köyden talep eden herhangi bir kimseye muayyen bir bedel karşılığı yeniden tapuya verilirdi.

Devlet, mirî araziden elde edilecek Şerî ve örfî vergi gelirlerini hizmetleri karşılığında çeşitli kişi ve kuruluşlara tahsis ederdi ki, buna “dirlik sistemi” denilirdi. Dirlik sisteminde hizmetin niteliği önemliydi. Hizmet, devletin bütün görev ve işlevlerinden bazılarının yerine getirilmesi şeklinde olabileceği gibi kamu ihtiyacını giderici nitelikte de olabiliyordu. İbadet, eğitim, ulaştırma, iç güvenlik, savunma, sağlık ve yönetim gibi hizmetler bu kapsamdaydı. Örneğin yönetim hizmetinde bulunması için vezirliğe yükselen bir kişiye hizmetine mukabil bir maaş bağlanır ve bu maaşı karşılayacak nisbette de ona bir bölgenin (dirliğin) geliri tahsis edilir; baş vezirliğe yükseltildiğinde tahsis edilen dirlik de elinden alınırdı. yine Beylerbeyi (eyalet beyi) ve sancak beyine (ilbeyi) görevleri-hizmetleriyle mütenasip dirlik verilir, görevleri değiştiğinde dirlikleri değişir, azledildiklerinde de ellerinden alınırdı…

Ülkedeki kimi köyler ise kendilerine tapulanan-tahsis edilen mirî arazilerin bütün gelirleri kendilerine ait veya vergiden muaf olmak bazen de devletin tahsis ettiği bir gelir mukabilinde devlete mal-hizmet sunmak üzere devletle anlaşırlar veya devlet tarafından görevlendirilirlerdi. Bu çerçevede: Yüzlerce köy ortakçılık, yarıcılık veya çiftçilikle en iyi hububatı muayyen bir plan dahilinde devlet için üretirdi. Kimi köyler şap yapar, güherçile temin eder, kervansaraylar civarını şenlendirir ve derbent beklerdi. Bazı köyler devlete ait develere, atlara bakar, yetiştirir veya ordu levazımı için top döker, su yolları açar, kale inşaatı ve tamiratı yapardı. Kimi köylerde her sene muayyen adette yayalar, müsellemler, seyyar amele taburlar devletin emrine her an amade bulunurdu. Devlete ait yüzbinlerce koyun, inek ve sığırlara yüzlerce köy bakar ve ihtiyaç zamanı istenilen yere getirip teslim ederdi. Bir kısım yörükler mütemadiyen çadır bezi dokur ve nal dökerdi. Nice köyler ise donanma için zift ve kereste üretir, yelken bezi işler, ok, kılıç, mızrak ve yay yapardı…

Dirliklerden en önemlisi hiç süphesiz askerî hizmet mukabili sipahilere verilenleriydi. Daha Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren savaşlarda başarı gösteren gazilere dirlik verilegelmişti.

Dirlik sahibi sipahi, kendisine tahsis edilen köylerdeki çiftliklerin vergisini devlet adına toplar ve mukabilinde geliriyle mütenasip asker bulundururdu. Sipahi hem bulunduğu bölgenin güvenliğini sağlamak ve hem de savaş zamanı askerlerin başında bizzat kendisi de bulunmak üzere Beylerbeyinin kumandasında orduya katılmakla mükellefti. Karşılıklı haklar ve görevlerden gayrı sipahinin çiftçi üzerinde tasarruf hakkı yoktu. Kendiliğinden çiftçinin ödeyeceği vergiyi azaltır veya artıramaz, tapusunu iptal edemez, kendi işlerinde angaryaya koşamazdı. Onun görevi çiftçinin, araziyi uygun bir şekilde işleyip işlemediğini kontrol etmekti.

Senelik vergi gelirleri 100 bin akçeden fazla olan dirliklere “has” denilir ve bunlar şehzâde, vezir, beylerbeyi gibi zevata verilirdi. Memuriyetleri devam ettiği müddetçe bundan faydalanırlardı. Has sahibi, senelik gelirinin her 5 bin akçesi için zırhlı bir süvari (cebelu) yetiştirmeye mecburdu… “Zeamet” denilen ve senelik geliri 20 bin ile 100 bin akçe arasında bulunan dirlikler, subaşı gibi memurlara, eyalet merkezindeki defterdarlara ve sancaklardaki alay beylerine verilirdi. Zeamet sahipleri ilk 20 bin akçesi hariç artı gelirin her 5 bin akçesi için bir cebelu bulundurur ve yetiştirirdi… Senelik geliri 20 bin akçeden az olan dirlikler (özel olarak buna “tımar” denir) ise hizmet mukabili sipahilere verilirdi. Sipahiler, senelik gelirden “kılıç” adı verilen muayyen bir kısmın (2 bin-6 bin akçe arası) çıkarılmasından sonra geriye kalan gelirden her 3 bin akçesi için bir cebelu bulundurmakla mükellefti.

Kimi yazarlar Osmanlılara dirlik sisteminin Bizans’tan, kimileri Selçuklulardan, onlara eski Türklerden, onlara Araplardan, onlara da Sasanîlerden geçtiğini iddia ederler. Oysa bir şeyin ismen aynı olması mahiyetlerinin de aynı olması anlamına gelmez. Bizans’ta çiftçi toprağa bağlıydı, toprağın tamamlayıcı cüzü idi ve asla terkedemezdi. 4. yy’da çiftçilerin (coloni) toprakla birlikte alım-satıma mevzu olması hükmü benimsenmişti. Asiller ve dirlik (?) sahibi askerlerin topraklarındaki çiftçiler gerçekte köle veya köle benzeri bir statüde olup toprağa bağlıydılar, angarya ile yükümlüydüler ve üzerlerinde efendilerin sınırsız bir tasarruf yetkisi vardı. Köylüler toprağın işlenmesinden ve ağır vergilerin ödenmesinden sorumluydular. Eğer bir çiftçi toprağı terkedip kaçarsa diğer köylüler onun vergisini de ödemekle yükümlüydüler… Sasanîler’de ise köylü-çiftçilerin durumu daha kötüydü. Prof. Abdülaziz Duri, toprak sahibi asillerin köylü-çiftçileri öldürme yetkisini dahi haiz olduğunu, hakiki köleden farksız olduklarını belirtir… Gerçekte dirlik sisteminin kaynağı İslâm’ın ikta sistemidir. Allah Resûlü’nün fethedilen topraklardan iktaen sahâbîlere vermesiyle başlayan ve Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında müesseseleştirilen İslâm ikta sisteminin, Sasanîlerden veya dirlik(?) müessesesi bulunan eski Anadolu ve Mezopotamya medeniyetlerinden alındığını iddia etmenin imkanı olmadığı gibi; ve şayet olsa bile bunun pratik bir faydası yoktur. Çünkü İslâm’ın ikta sistemiyle öncekilerin arasında derin mahiyet farkı vardır ve bundan dolayı da kendine hastır…

Bazen temliken ikta (özel mülk olarak) verilebilirse de esas olarak bir “hizmet” mukabili, çiftçilere kiraya verilmiş devlet arazisinin yıllık vergilerinin veya öşriyesinin bir kısmının şahıslara tevcihi manasına ikta sistemi esasta aynı kalmakla birlikte bazı değişimlere uğramış, örneğin Abbasiler zamanında hizmet kavramı içine kısmen askerî hizmet de girmiş, Selçuklular zamanında ise askerî hizmet daha ziyade ön plana çıkmıştı. Nitekim Nizam’ül Mülk, devlet arazisinin gelirlerini muayyen bir hizmet karşılığında ve irsen intikal etmek üzere askerlere tevcih etmişti. Kendilerine ikta-dirlik tevcih edilen askerler, çiftçilerden ancak Şeran ve örfen belirtilen vergiyi almakla yetkili olup, başka bir hakka sahip değildiler. Yetkisini aşan ve çiftçilere haksız muamele yapanların iktaları ellerinden alınırdı. İşte Eyyűbiler, Harzemşahlar ve Anadolu Beylikleri ile nihayet Osmanlılardaki dirlik-ikta sistemi Selçuklu dirlik sisteminden etkilenmişti.

Marksist yazarlardan B. Boran, İ. Hüsrev, D. Perinçek, A.Ş. Şanda Osmanlı dirlik sistemini Ortaçağ batısının feodalitesine, T. Tumur despotik devlet düzenine, S. Divitçioğlu, İ. Küçükömer (ömrünün sonuna doğru müslüman oldu), M. İ. Erdost ise Marksizmin doğu toplumları için ileri sürdüğü Asya Tipi Üretim Tarzı’na benzetirler… Asıl konumuzdan uzaklaşmadan bu ithamlara kısaca değinelim:

Feodal düzen hiyerarşik bir yapılanmaydı. En üstte ilahî kudret atfedilen kral vardı. Kralın altında kontlar ve dükler, onların altında senyörler ve baronlar, nihayet onların altında da şövalyeler yer alırdı. Feodal düzen, 9. ve 10. yy’larda bütün toprak sahibi köylülerin bir senyörün himayesine girmek mecburiyetinde bırakılmasıyla başlamıştı. Toprağın rekabesi ve üretimde kullanılan her türlü araç gereç senyöre ve daha üst dereceli asillerin eline geçmişti. Köylüler topraklarının rekabesini vermenin karşlığında senyör kendilerine fief şeklinde işleyecekleri toprak verecek, himaye edecek ve öldüklerinde öksüz kalan çocuklarını yetiştirecekti… Köylü elde ettiği üründen ancak ailesinin geçimi için zaruri olan kısmı alır, geri kalanını senyöre teslim ederdi. Köylü sırf mülkiyet açısından değil hukukî ve idarî açıdan da senyöre bağlıydı. Senyörün her türlü işinde köylü angaryaya tâbi idi. Zamanla, toprağı işleyenler de senyörün malı haline gelmiş ve onları serf-köleleştirmişti. Serf toprağı asla terkedemez, toprak satıldığında kendisi de satılmış olurdu. Senyör onu köle gibi kullanır, idare eder, yargılar hatta kiminle evleneceğini bile tesbit ederdi… Oysa Osmanlı dirlik sisteminde sipahi ne toprağın sahibiydi ne de çiftçiler üzerinde fiilî veya hukukî bir hakimiyeti sözkonusuydu. O toprağın ve iktidarın sahibi olan devletin sadece bir memuruydu. Bütün hak ve yetkileri ile mükellefiyetleri kanunlar tarafından en ince ayrıntılarına kadar belirtilmişti. Köylüler ise işledikleri toprağın menfaat mülkiyetine sahip hür insanlardı. Toprağın işlenmesi için lazım gelen üretim araçları kendi mülkiyetlerine aitti. Sipahi gibi onların da hak ve vecibeleri kanunlar tarafından belirlenmişti. Dirlik sisteminde hiyerarşik bir yapılanma yoktu; köylüden sipahi yapılması her zaman mümkün olduğu gibi sipahilikten çiftçiliğe düşmek de umumî bir hadiseydi. Sipahi köylüyü asla angaryaya koşamazdı. Feodal düzende olduğu gibi köylünün toprağı terkedip başka yere gidememesi diye umumî bir kaide yoktu. Arızî durumlarda (örneğin Celâlî isyanları döneminde) köylülerin toprağı terketmesi ve milli üretiminin azalma tehlikesine karşı geçici tedbirler alınmış, toprağını terkeden köylülerin bulunup tekrar köylerine getirilmesi öngörülmüş ise de bu asla kaide olmamıştı. Normal şartlarda toprağı işlemek istemeyen köylüler “çift bozan resmi”ni ödeyerek serbest kalıyorlardı ki, bu durum ve toprağı üç yıl üst üste boş bırakanın elinden toprağın alınması gerçeği köylülerin toprağa bağımlı, onun tamamlayıcı bir cüzü olmadığını gösterir…

Osmanlı dirlik sistemini feodaliteye benzetmenin hatalı olacağı belirten İ. Küçükömer, S. Divitçioğlu ve M. İ. Erdost ise dirlik sahibinin senyör gibi köylüyü sömürmesinin ve kula kulluğun söz konusu olmadığını ancak bütün tebânın devlet tarafından sömürüldüğünü ileri sürerler. Bu marksistlere göre Osmanlı’da Asya Tipi Üretim Tarzı’nın (ATÜT) hakim olduğu bir toplum düzeni vardı. Pekiyi ATÜT nedir?..

Marx ve Engels, tarihî maddecilik kalıplarına sığmadığını ve tarihî diyalektiğin işlemediğini müşahede ettikleri Doğu toplumlarında ekonomik yapıyı çözmek için Hindistan örneğinden ATÜT teorisini geliştirirler. Onlara göre, bütün dünyada olduğu gibi Doğu’da da tarihî süreç ilkel kollektif mülkiyetle başlamış, onu daha ileri bir aşama olan kabile mülkiyeti, onu da komşuluk mülkiyeti, diğer bir deyişle tarım komünü izlemiştir. Daha gelişmiş sonraki aşama “kölelik ve serflik üzerine kurulu toplum” (feodalite) aşamasıdır -ki, işte doğulu toplumlar bu aşamayı bir türlü geçip kapitalistleşememişler ve yüzyıllardır tarım komünü aşamasında donup kalmışlardır. Pekiyi niçin?.. Marx’a göre bunun sebebi iktisadi yapı (alt-yapı) ve bu yapı tarafından belirlenen despot devlettir (üst-yapı). Asya tipinde ne az, ne fazla ancak kendi kendine yeten üretim vardır ki, bu yüzden bir sonraki aşamaya geçilememektedir. Aslında bu tezler diyalektiğin inkarından başka birşey değildir. Diğer toplumlar niçin bir üst aşamaya geçmek için artan boyutlarda yeniden-üretim’i gerçekleştiriyorlar; daha fazla üretip, daha az tüketerek ve dolayısıyla o kadar fazla ürünü üretim araçlarına çeviriyorlar? Bunun sebebi iddia edildiği gibi insan “düşünce”si değil de “madde” ise, madde niçin diğer toplumlara torpil geçerken Doğu toplumlarını görmezden (!) geliyor? Diğer sebep, despot devlet mi? Hani alt-yapı her surette üst-yapıyı belirliyordu? Hani üst-yapının alt-yapıyı değiştirmesine imkan yoktu?

ATÜT’de devlet toprağın ismî sahibidir. Toprak gerçekte köy topluluklarına aittir ve köylüler toprağı işlemenin bedeli olarak despot devlete rant-vergi öderler. Böylece artık-ürüne (rant) devlet el koymuş olur. Hani Marksizme göre rantın olduğu her yerde özel mülkiyet vardı?

Asya tipinde toprağı tasarruf eden fert, kölelik üretim tarzının kölesinden farklı olduğu gibi, feodal üretim tarzının serfinden de farklıdır; burada birey bir çeşit “genelleşmiş köle”dir. Yani, insan insanın kölesi değildir ama devletin kölesidir. Çünkü devlet rant-vergi, haraç ve angarya gibi vasıtalarla “artık ürün”e el koymakta, bir bakıma bütün toplumu, bu “genelleşmiş köle”leri karın tokluğuna çalıştırmaktadır. Tıpkı site devletlerdeki vatandaş gibi, feodalitedeki senyör gibi, kapitalizmdeki kapitalist gibi.

ATÜT teorisi Osmanlıya uyarlandığında gerçekliği olan sadece “insanın insana köle olmadığı” ve “devletin artık-ürün’e el koyması” tesbitleridir. Devletin artık-ürün’e niçin el koyduğunu ve bu artık ürün’ü nasıl değerlendirdiğini gözardı ederek “devletin artık ürün’e el koyması” eylemi tek başına müsbet veya menfiye yontulabilecek bir durum arzetmez. Osmanlı’ya baktığımızda devletin, mülkiyetin bazı ellerde toplanmasını ve insanın insana kulluk yapmasını önlemek, topluma ihtiyacını giderebilmesi için yüksek kamu hizmeti sunmak, çalışma imkanı olmayan muhtaçlara asgarî bir hayat düzeyi sağlamak ve nihayet dışarıya karşı güçlü bir devlet oluşturmak amacıyla artık-ürün’e el konulmuştur. Osmanlı İslâm devleti için “despot” ve tebası için “genelleşmiş köle” ithamlarına ise cevap gerekmez; tarih şahidimizdir.

Hanefî mezhebine istinaden Osmanlılar maden mülkiyetini, toprak mülkiyetine bağlı olarak ele alırlar. Maden toprağın bir parçası olarak düşünüldüğünden, toprak kime aitse maden de ona aittir. Buna göre özel arazide çıkan maden arazî sahibinindir ki, burada devletin hakkı üretimin beşte biridir (humus). Eğer maden mevat (ölü) arazide ise mülkiyeti kamuya aittir. Böyle bir arazide maden bulan ocağın çıplak mülkiyetine değil ama işletme hakkına öncelikle sahiptir ve o da elde ettiği ürünün humusunu devlete ödemekle mükelleftir. Madenin mahiyetine göre bazı durumlarda devlet mevat arazideki madenleri kendi mülkiyetine geçiriyordu. Ama esas olarak devletin üzerinde mülkiyet kurduğu madenler mirî arazide bulunanlardı. Bu çerçevede altın, gümüş, bakır, kalay, kurşun, demir, şap, güherçile, neft, çinko gibi önemli madenlerin ve hatta kimi taşocaklarının bile mülkiyeti devlete aitti. Devlet maden ocaklarını bizzat kendisi işlettiği gibi işletme hakkını muayyen bir bedel karşılığı özel sektöre de devrediyordu. Ama özel sektörü başıboş bırakmıyor, her işletmede en az bir murakıb bulunduruyordu. Maden ocaklarında üretilen ham madenlerin umumiyetle tek alıcısı olan devlet, bunları hem kendi tesislerinde girdi olarak kullanıyor hem de özel sektöre muayyen ölçüler dahilinde satıyordu. Devletin ham madenlerin hem tek müşterisi hem de tek satıcısı olmasının, aracılara izin vermemesinin sebebi karaborsaya ve haksız kazanca yol verecek spekülasyonlara fırsat vermemekti…

Osmanlı’da devlet mülkiyeti toprak ve madenler ile sınırlı değildi. Başta maden sektörü olmak üzere birçok alanda devlete ait tesisler vardı. Harp sanayiine ait tesislerin tamamı devlete aitti. Ülkenin çeşitli bölgelerinde tophane, humbarahane, fişekhane, baruthane, tüfekhane denilen silah fabrikaları vardı. Yine başta İstanbul Haliç Tersanesi (60 bin işçi çalışırdı) ile Gelibolu, İzmit, Sinop, Antalya ve Rusçuk tersaneleri başta olmak üzere devletin büyüklü küçüklü yüzü aşkın tersanesi vardı…

Gerek vakıf, gerekse devlet tarafından kurulup işletilen camiler, mescidler, musallalar, medreseler, okullar, kütüphaneler, zaviyeler, ribatlar, dergahlar, hanlar, çarşılar, bedestenler, imarethaneler, bimarhaneler, hastahaneler, hamamlar, yollar, köprüler, kervansaraylar gibi kamu ihtiyacını giderici veya kamu menfaatine tahsis edilen müesseselerin menfaat mülkiyeti kamu-topluma aitti; rekabesi ise Allah’a. Ne vakıf heyeti ne de devlet, fonksiyonlarını ifa ettiği müddetçe bu tesislerin rekabesi üzerinde tasarrufa yetkiliydi.

Devletin; görevi gereği, zengin kişilerin ise Allah’ın rızasını kazanmak için tesis ettikleri kamu müesseselerinin bir kısmı (cami, medrese, kütüphane, mektep, yol, köprü, çeşme, kabristan gibi) zengin, fakir gözetilmeksizin herkesin istifadesine sunulmuştu. İmâretteki yemekler, daruşşifadaki ilaç ve tıbbî tedavi gibileri ise sadece ihtiyaç sahibi yoksullar içindi.

Osmanlı Devleti’nde vakıfların ilk müessisi Orhan Gazi idi. Mekece’de vakfettiği “hangah”ın (ihtiyaç sahiplerinin yemek yediği ve misafir edildiği yer) şartnamesine şöyle yazdırmıştı:

“Ben, Şucaeddin Orhan b. Fahruddin Osman Hududu ile Mekece nahiyesinin (bütün gelirlerini) sırf Allah rızası için vakfettim. O hangâhta misafir olan, gelip gidici fukarayı, garipleri, miskinleri, dervişleri ve ilim ehlini iskan ve infak etmesi için azadlı kölem Şerafeddin Mukbil’i mütevelli-i vakf ettim. Vakfın geliri ne ise bunlara sarf edilsin ve her kim ki bu gelirden nasib almaya müstahak değilse (ihtiyaç sahibi değilse) hangahta misafir olmasın…”

Yine Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurdu ve onun idaresi için yeterince gelir getirecek gayrı menkul vakfetti. Adapazarı’nda kendi ismiyle bir cami ve bir medrese, Bursa’da da bir cami, zaviye, misafirhane ve imâret inşa ederek bunlara vakıflar tahsis etti. Orhan Gazi’yi takiben devlet başkanları, onların akrabaları, emirler, vezirler ve zengin tebea tarafından ülkenin her yerinde binlerce vakıf yapıldı… “İktisatçı” Murad Hüdavendigar Kaplıca nahiyesinde imâret tesis etti ve hiç kimsenin imârete inmekten men edilmemesini ama inen kimsenin de orada üç günden fazla kalmamasını şart koştu. Yıldırım Bâyezid ise Bursa’da bir dârulhayr, bir hastahane, bir Ebu İshakîhane (tekke), iki medrese ve bir cami yaptırdı ve bunların idame etmesi için vakıflar tayin etti. Dârul hayr’ın evkafından olmak üzere aş ve yemden başka, her yıl bilginlere ve yoksullara 600 müdd (1 müdd = 875 gram) buğday verilmek, her gün konuklara et ile birlikte 300 çanak aş eriştirilmek üzere vakıflarını tayin buyurdu… Fatih imâreti, günde bin kişiden fazla kimsenin ihtiyacını gideriyordu. 18. asrın sonlarında sadece İstanbul’daki imârethanelerden her gün 30 binden fazla insan istifade ediyordu…

Vakıfların, vakfeden tarafından hazırlanan vakfiyeleri olurdu ve vakıf heyeti veya devlet onu değiştiremezdi. Örnek olması bakımından buraya Kara Ahmed Paşa vakfiyesinden bazı bölümler iktibas etmek istiyoruz:

“Ve her kim olursa olsun fakirlerin çocuklarına Kur’ân-ı Azîm talîm olunmak ve Furkan-ı Kerîm telkîn edilmek üzere bir de mektep bina edilmesi…

Ve ilim ve marifetin şanına ve âlimlere ve ilme hürmet kasdiyle on altı oda ve bir dershaneyi hâvi bir medrese bina olunmasını ve yine on altı odalı İstanbul’da bir zâviye bina olunmasını tayin eylemiştir.

Yine İstanbul’da İbrahim Peygamberin yolunda bulunmak üzere bir de imâret yapılacaktır ki bu imâret, bir mutfak, bir taamhâne, misafirlerin ikametleri için birkaç oda, kiler, fırın, ahır, odunluk vesaireyi ihtiva edecektir…

Camiyi süpürmek, yaygı ve hasırlarını yaymak, kapılarına açmak ve kapamak üzere iki kayyum bulunacak ve bunlara günde dörder dirhem verilecektir.

Çocuklardan yetim olanlar için, Ramazan ve Kurban bayramlarında elbise parası olmak üzere her gün için üçer dirhem verilecektir…

Medresenin odalarında mezkûr müderristen okuyacak onbeş talebe bulunacaktır ki bunlara günde ikişer dirhem verilecektir…

Ulemâ ve sulehadan, fukara ve zuafadan gelen misafirlere taam tevzî edilecek ve her kim olursa olsun bunlar üç gün üç gece ağırlanacaktır…

Binaların mütemadî tamiratını yapacak bir usta da bulunacak ve kendisine günde dört dirhem verilecektir…”

Bugünkü yüksek okulların işlevini gören medreseler ülkenin her yerinde tesis edilmişti. Her medresenin bünyesinde mektep, tetimme, kütüphane, imârethane, hamam, mescit bulundu. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in inşa ettirdiği Sahn-ı Seman Külliyesi 8 medrese, hastahane, mektep, tetimme, hamam ve kütüphaneden mürekkepti… İstanbul’da toplam 178, Antep’te 7, Tarsus’ta 6, Manisa’da 9, Diyarbakır’da 8, Van’da 4 tane olmak üzere Osmanlı ülkesinde dinî ve müsbet ilim öğreten 1000’e yakın medrese vardı ki, bunların aşağı yukarı yarısı Selçuklulardan ve Anadolu Beylikleri’nden kalmaydı. Hoca ve talebelerin her türlü ihtiyaçları ve medresenin idamesi için lazım gelen masraflar devlet ve vakıflar tarafından karşılanırdı…

Hastahanelerde her türlü tedavi, hizmet ve ilaçlar için ihtiyaç sahiplerinden ücret istenmezdi. Örneğin Vakıf Gureba (garibler) hastahanesinin vakfiyesinde şu hükümler vardı: “Bu hastahanede garibler, soğanın kilosu bir sarı altına da çıkmış olsa ücretsiz tedavi edilecektir… Her hastaya her gün bir tavuk yedirilecektir. Kış aylarında tavuk eti yedirilemediği takdirde, ormanlarda yabanî ördek veya kaz avlanarak hastalara yedirilecektir.”

Yolcu ve tacirlerin ihtiyacına göre güzergahlar üzerine her 40 kilometrede bir kervansaraylar, hanlar veya misafirhaneler yapılmıştı. Buralar her türlü ihtiyacı giderecek şekilde düzenlenmişti: Yazlık ve kışlık odalar, mescitler, yemekhaneler, eczahaneler, hamamlar, ahırlar, çeşme ve havuzlar vardı. Vakıf han, misafirhane veya kervansaraylarda hiçbir ücret talep edilmezdi… Tabhane denilen müesseseler ise bugün dahi hiçbir ülkede görülmeyen bir kamu hizmeti sunuyordu. Bir şehre gelen yoksullar ve işsizler, o şehirde işleri bitinceye veya bir iş buluncaya değin tabhanelerde yatıp kalkıyor, yiyip içiyor ama karşılığında hiçbir bedel ödemiyorlardı; elverir ki istismar etmesinler.

Mülkiyeti başkalarını sömürmenin ve başkalarını hakimiyet altına almanın bir aracı olarak değil de sadece Allah rızası için toplum menfaatine tahsis etmenin mükemmel pratiğini sergileyen Osmanlı İslâm toplumundaki, kısaca ele aldığımız kamu tesislerine nihayet bir misal de İbni Batuta’dan:

— “Kastamonu’dan yola çıkarak çevre köylerin birinde bir zaviyeye indik. Bunu Fahreddin adında ulu bir emir yaptırmıştı. Bu kişi, bu yapı ile içinde oturacak yoksullar hakkında bakım ve denetleme işinde oğlunu görevlendirmiş ve köyün (vergi) gelirini bu zaviyeye vakfetmişti. Zaviyenin karşısında bir hamam yaptırmış. Gelip geçenler hiçbir para ödemeden yıkanırlar. Köyde bir de çarşı kurdurup (kira) gelirini camiye vakfetmiş. Mekke, Medine veya Şam, Mısır, Irakeyn, Horasan ve bunun gibi yerlerden gelen her yoksul için zaviyenin evkafında bir kat elbise ile geldiği gün 100 dirhem, ayrılırken 300 dirhem ve kaldığı günlerde geçimi için ekmek, et, yağ ile pirinç ve tatlılar ve Anadolu halkından her fakire 100 dirhem ile 3 gün ziyafet tayin etmişti…”

Osmanlılarda devlet ve kamu mülkiyetine girmeyen mal ve mülkler ile işletmeler özel mülkiyete konuydu. Demircilik, dokumacılık, değirmencilik, boyacılık, kuyumculuk, nalbantlık, dülgercilik, dericilik, hayvancılık, kuyumculuk, her türlü yeme-içme-giyim işleri, hayvancılık, balıkçılık gibi sanayi, ticaret ve hizmet sektörü ile bu sektörler için lazım gelen üretim araçları ve nihayet elde edilen gelir özel mükiyete aitti. Bununla birlikte gayrı müslimlerin aksine müslümanlar Şeriat’ın izin vermediği put, şarap, kumar aletleri gibi mallar üzerinde mülkiyet tesis edemezler ve şayet ederlerse mülkiyetleri korunmazdı.

Mülkiyeti iktisap ancak Şerî ve örfî hukukun meşru gördüğü yollarla mümkündü ki bunlar, işgal-ihraz, emek, ikta, ganimet, miras-vasiyet-hibe, zekat-sadaka-nafaka ve diğer meşrű iktisab yollarıydı. Bir kimse devletin izni ile ölü bir araziyi işgal ve 3 yıl içinde ihya ederse orası kendisinin özel mülkü olurdu. Ama devlet sadece menfaatinden faydalanması için izin vermiş ise özel mülkiyet sözkonusu olmazdı. Tabiattaki serbest (mubah) malları ele geçiren ele geçirdiklerinin sahibi olurdu. Örneğin yabani hayvan avlayan avladıklarının, balık tutan tuttuklarının, odun toplayan topladıklarının sahibi olur ve dilediği gibi tasarruf ederdi. Şayet devlet “herkesin istifadesine açık mubah mallar”dan istifade edilmesini kamu menfaati gereği sınırlandırırsa, örneğin belli ormanlardan ağaç kesilmesini yasaklarsa, buralarda elde edilen ağacın mülkiyeti korunmaz ve hatta teşebbüste bulunanlara ceza verilirdi… Emek en kutsal iktisap yollarından biriydi ve bu yüzden emeğe ve ürüne saygı duyulurdu… Toprak hariç ganimetlerden beşte biri Beytülmal’e ayırıldıktan sonra geri kalan kısım gazilere özel mülk olarak dağıtılırdı… Özel mülkiyete sahip olmanın bir başka yolu da devlet başkanının Beytülmal’de istihkakı bulunan muhtaçlara veya devlete yararlılığı dokunmuş kimselere mirî ariziden “temliken ikta” vermesiyle idi. Kendisine miras, vasiyet, hibe, zekat, sadaka, nafaka yapılan kişiler de bu yolla kendilerine intikal eden şeylere sahip olurlardı… Diğer iktisab yolları arasında ise kefaret, diyet, tazminat, buluntu, mehir ve mükafaat gibi Şerî ve örfî hukukun izin verdiği imkanlar vardı.

Özel mülkiyete sahip olmaktan dolayı bazı mükellefiyetler sözkonusuydu. Belli başlıları zekat, vergi, fıtır sadakası, kurban kesmek, infak ve temel ihtiyaçlarını gideremeyenlere yardım etmekti. Bu bahsi “İslâm Hukuku’nda Mülkiyet” bahsinde ele aldığımız için burada kısaca zekat ve vergiye değineceğiz.

Yılın yarısından ziyadesini otlayarak geçiren, kırlarda barınan ve etleri yenilen ehlî hayvanlardan nisab miktarına sahib olanlar, muayyen bir kısmını devlete vermekle mükelleftiler. Örneğin 40 koyunu olan 1’ini yıl sonunda devlete zekat olarak verirdi. Hizmette kullanılan hayvanlardan zekat alınmazdı… 200 dirhem ve üzeri gümüşe veya 20 miskal ve üzeri altına sahip olanlar 40’ta birini ihtiyaç sahiplerine verirlerdi… Maden üretenler, ürettiklerinin 5’te birini; ticaretle uğraşanlar veya esnaflar mal ve gelirlerinin 40’ta birini devlete öderlerdi. Üretim araç ve gereçleri ise zekata tâbi değildi… Toprak ürünlerinin ise yüzde 5’i (arazi; dolap, makine gibi vasıtalarla sulanıyor ise) veya yüzde 10’unu (arazi; yağmur veya dere suyu ile sulanıyor ise) zekat olarak veriyorlardı.

Mülkiyet sahipleri zekattan başka bazı örfî vergileri ödemekle de mükelleftiler. Örneğin “ihtisab resmi”, pazar ve panayır yerlerindeki ürünlerden, maműl eşyadan, bazar, baç, yevmiye resmi gibi çeşitli adlar altında belli bir miktar ödenirdi… Dışardan mal getiren tacirler “gümrük resmi” adı altında malın % 5’i değerinde veya yük başına maktu bir resim öderlerdi… Değirmenini tam yıl çalıştıran 60, altı ay çalıştıran 30, üç ay çalıştıran 15 akçe vergi öderdi… Bu türden 90’a yakın örfî vergi çeşiti vardı.

Fertler, gerek mülkiyeti elde ederken gerek elde bulundururken ve gerekse elden çıkarırken hem Şerî hem de örfî sınırlamalara tabiydiler. Hileye, karaborsacılığa, tüketiciyi aldatmaya, fiyatlarla oynamaya, istifçiliğe kesinlikle göz yumulmuyor, sıkı bir murakabe ve müdahaleye tâbi tutuluyorlardı.

“Emr bi’l-marûf ve nehy ani’l-münker” gayesiyle Hz. Ömer zamanınde tesis edilen “Hisbe Teşkilatı” ile üretici-tacir-tüketici ilişkilerinin kanunlara uyup uymadığı denetlenir, özel kişilerin işyeri açıp açmamalarına karar verilir, üreticiler hammaddeleri tesbit edilen yerde alıp almadıkları, standartlara uygun mamul üretip üretmedikleri, esnafın halkın ihtiyacını karşılayacak oranda mal bulundurup bulundurmadıkları kontrol edilirdi. Kanunlara aykırı davrananlar, örneğin ihtikarcılık, hilecilik, faizcilik yapanlar tesbit edilip işledikleri suçla mütenasib cezalandırılırdı…

Bir bakıma ahiliğin devamı olan ve hisbe teşkilatı ile işbirliği içinde bulunan “lonca”lar ise mamül malların nitelik ve fiyatlarına dair düzenlenmelerin uygulanmasını temin ediyor, çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçiş imtihanlarını yapıyor, başarılı bulduklarına icazet veriyor, işçi istihdamında ve stok mal alımlarında rekabeti ve hileli uygulamaları önlüyordu… Gereğini yapmayan veya gereği gibi davranmayan esnafa, İhtisab Ağa’sı ve kadı tarafından para cezası ve dayak reva görülürken lonca da bu cezalardan ayrı olarak “Yolsuz cezası” veriyordu. “Yolsuz cezası” bazen geçici, bazen sürekli olarak suçlu esnafın birlik üyeliğinden çıkarılması şeklinde oluyordu.

Devletin veya kurumların özel mülkiyete müdahalesi veya mülkiyetin iktisabına bazı kayıtlar getirilmesi keyfî bir uygulamanın değil yeni zaman şartlarının veya arızî durumların bir gereği olarak düşünülmelidir. Osmanlının ilk yüzyıllarında insanların İslam’a bağlılığı mükemmel olduğundan ne yüksek kâra, ne hileye, ne ihtikarcılığa, ne de kamunun zararına olacak herhangi bir eyleme tevessül ediyorlardı. Bu yüzden devlet veya kurumların, mülkiyetin iktisabı ve tasarrufuna müdahalesi sözkonusu değildi. Ama zamanla İslâm’a bağlılığın, aşk ve muhabbetin pörsümeye yüz tutmasıyla 16. yy’dan itibaren kamu menfaati için müdahale zorunlu olmuştu. Örneğin “narh sistemi”nin gerekçesi için Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri şöyle der: “Ehl-i zamane ziyâde insafsız olduğundan sarın lûzumu vazıhtır.”

Zamane insanları gerektiği gibi davranmadığı için alınan tedbir ve kısıtlamalardan bazılarını, 17. yy’a ait bir belgede okuyabiliriz:

“Ve tahıl pazarında satılan buğday ve arpa ve hububat her ne ise samanlı ve kesmikli olmaya, temiz ola ve tamam ölçeler. Ve kile (resmî) damgalı ola, eksik ya da fazlası bulunursa, şiddetle cezalandıralar.

Yapı ustaları ve dülgerler günde yemekli on akya işleyeler, gün doğarken gelip gün enmeden gitmeye, fazla isteyenleri te’dip edeler.

Kiremitçiler gözlene, çiğ pişirmeyeler. Ve kerpiçler gözlene, kerpiçi sıkı ve kalın edeler. Ve çanakçılar ve çömlekçiler gözlene, çiğ pişirmeyeler.

Ve nalçacılar dahi gözlene. Nalçayı sakat işlemeyeler. Ve kılıçcılar gözlene, Dimeşkî diye frengî işlemeyeler, vezinle satmıyalar ve kılıç kının iyisini 60, ortasını 50, aşağısını 40 akçaya satalar, ziyade olmaya.

İpekçiler de gözlene. İpekleri düz ola, düygü olmaya. Ve gömlekçiler aldıklarına göre satalar, sağlam dikeler, yenleri normal ve bol ola.

Ve ekmekçiler işlediği ekmeği ve girdecilerin ve çörekçilerin çiği ve karası olmaya. Ve kasap, koyunu geceden temizleye ve arı satalar ve kadı dikkat edip tayin olunan narh üzere et besleyip hiçbir veçhile inad ve temerrüd etmiyeler. Semizini saklayıp zayıfını kesmeyeler. Her zaman koyun tedarik edip keseler, halka et yetiştireler. Eğer inad ederlerse cezaları verile.

Ve değirmenciler kimsenin buğdayını değiştirmeyeler ve değirmeni başı boş bırakmayalar ve yabana gitmeyeler…”

Mülkiyete müdahale ve kayıtlar getirme hususunda devletin dayandığı fıkhî kaidelere Mecelle’nin mukaddimesinde yer verilir. Bunlara “İslâm Hukuku’nda Mülkiyet” bahsinde değindiğimiz için tekrar ele almayacağız.

Devlet, kanunların sınırını taşmayan özel mülkiyet hakkını korur ve başkasının malını haksız yere ele geçirenleri, gasbedenleri, hırsızları Şeriate göre cezalandırırdı. Mülkiyet hakkını kötüye kullananlara umumiyetle farklı cezalar verilir ve ama asla müsadere edilmezdi. Müsadere ancak devlet memurlarının haksız kazanç elde etmeleri ve özel kişilerin harp halindeki düşmanlara satılmaması gereken eşyaları satmaları durumunda oluyordu. Nitekim Yavuz Sultan Selim savaş ilan edilen İran’la ticareti yasaklamış ama buna rağmen ticarette bulunanların mallarını müsadere etmişti.

Osmanlılarda bütün mülkiyet çeşitlerinin Şerî ve örfî hukuktan kaynaklanan içtimaî mükellefiyetleri olmasından ve şartlara nisbetle az-çok tahditlere maruz kalmasından dolayı fert hakkıyla birlikte toplumun hakkı da korunabilmiş, mülkiyetin bazı ellerde toplanması önlenebildiği gibi işlevi ve amacı açısından mülkiyetin içtimaîleştirilebilmesi sağlanmış ve nihayet, uzun yıllar Osmanlı toplumunu inceleyen Fernand Grenard’ın gözleme dayanan tesbitiyle, Osmanlılarda “mülkiyet bir iktidar kaynağı olmamıştır.”

 

FAYDALANILAN ESERLER

1- Necip Fazıl. İman ve İslâm Atlası. Büyük Doğu Yay. 1985. – İdeolocya Örgüsü. B.D. Yay. 5. Basım. İst. 1986.

2- Salih Mirzabeyoğlu. İktisat ve Ahlâk. İbda Yay. İst. 1987. – İstikbal İslâmındır. İbda Yay. 2. Basım. İst. 1995.

3- Ö.L. Barkan. Osmanlı İmparatorluğunda Çiftçi Sınıfların Hukuki Statüsü. Ülkü, C. IX, sayı 49, 50, 53, 57; C.X, sayı 59 – Türkiye’de Toprak Meselesinin Tarihi Esasları. Ülkü, C.XI, sayı 61, 62, 64. – 15 ve 16. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Zırai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları. İst.  1943

4- Necdet Sevinç. Osmanlılarda Sosyo Ekonomik Yapı-1- Kutsan Yay. 1978.

5- Ziya Kazıcı. Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi. K.B.Yay. Bir. İst. 1987

6- Zanaatkarlar Kanunu. Haz. Abdullah Uysal. K. ve T. Bakanlığı Yay. Ank. 1982.

7- Nihad S.Sayar. Türkiye İmparatorluk Dönemi Mali Olayları. İst. 1977.

8- Fahri Demir. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı. İlmî Yay. 1981.

9- M. İlhan Erdost. Osmanlı İmparatorluğunda Mülkiyet İlişkileri. Onur Yay. 1980.

10- Sencer Divitçioğlu. Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu. Sermet Mat. 3. Basım, Kırklareli-1981.

11- Ziya Kazıcı. İslâmi ve Sosyal Açıdan Vakıflar. Marifet Yay. İst. 1985

12- A.H.Berki. Vakıflar. İst. 1946.

13- Mecelle. Haz. A. H. Berki Hikmet Yay. İst. 1982.

14- İmam Muhammed. Kitâbü’l-Kesb. Özetleyen Mustafa Baktır. İzlenim, Aralık 1996.

15- Halil Cin. Mirî Arazi ve Bu Arazinin Mülk Haline Dönüşümü. Selçuk Ünv. Yay. 2. Basım. Konya 1987.

16 – Halil İnalcık. İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü. İslâm İlimleri Ens. Dergisi, sayı 1. – Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Ekonomisi. (Tarih Risâleleri, Der: Mustafa Özel. İz Yay. İst. 1995).

 

Kaynak: S.D., Akademya I. Dönem 5. Sayı, Ocak 1997. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir