Papa Namzedi Lustiger’in Gözünden Avrupa ve Biz

Papa 2. Jean-Paul, gerçek ismiyle Wojtyla (anadan Yahudî), Slovakya’ya yaptığı (papa olduğundan bu yana 102.) ziyâretinde gidici olduğunun sinyallerini verdi. Bratislava’da yaptığı konuşmasının birinci paragrafından sonra devâm edemeyen papanın sürekli uyukladığı ve çok bitkin olduğu gözlendi. Jean-Paul 2’nin vaaz vermekte güçlük çektiği günlerde, Vatikan çakalları bu gidişi hissetmiş olmalı ki, Lustiger’e Le Figaro’da bir yazı yazdırdılar. 12 Eylül 2003, Cuma günü Paris başpiskoposu Kardinal Jean-Marie Lustiger, ‘L’Europe avant L’Europe’ (Avrupa’dan evvel(ki) Avrupa) başlıklı bir makâle kaleme aldı.

Lustiger makâlesine, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Almanya ve Fransa’nın, Kömür-Çelik endüstrisini temsil ettiğini ve dönem itibârıyla kömür-çelik’in savaş gücü olduğunu belirtiyor ve Almanya-Fransa’nın Avrupa’yı inşâ etmeye başladığına değiniyor. Bu ikilinin girişimi için şöyle diyor Lustiger:

“Adâlet ve barış içinde bir barışçıl toplum inşâ etmek için kılıçları kırmak istiyorlardı”.

Lustiger Avrupa ve dünya hayâllerini, Kitab-ı Mukaddes’ten verdiği misâllerle açıklıyor:

Bütün savaş postalları, kana bulanmış bütün mantolar ateşe atılıp yakılacak. Zira, bize bir çocuk doğdu, bize bir oğul verildi. Onun adı, ‘Barış’ın Prensi’ olacak ki, iktidar sonsuz bir barış ve adâlet içinde olsun” (İşaya kitabı, 9. Bâb, 4-6. Âyât).

Kurt kuzuyla birlikte olacak, leopar dağ keçisinin yanında uyuyacak. Dana ve arslan yavrusu berâber beslenecekler, onları küçük bir çocuk güdecek… Bebek, kobranın yuvasında eğlenecek. Genç çocuk elini engereğin deliğine sokacak. Aziz dağımın üzerinde ne köktülük, ne tahribat olacak” (İşaya kitabı, 11. Bâb, 6-9. Âyât).

Lustiger’in ne kadar da barışçıl, ne denli savaş karşıtı ve hümanist olduğunu görüyoruz! Savaşa aid ne varsa ateşe atıyor, kurtla kuzuyu, leoparla dağ keçisini yanyana yatırıyor, çocukları engereğin yuvasına sokuyor vs. Âdeta melek!.. 

Lustiger hazretleri Avrupa’nın doğu ve batısının nasıl birleştirilebileceği konusunda şunları serdediyor:

Zanaatını başkan Giscard d’Estaing’in gerçekleştirdiği (Giscard’ın becerdiği) Avrupa Anayasası etrafındaki münâkaşa bu tarihî buudun, Avrupa’nın istiqbâlindeki temel olduğunu iyice hissettirdi… İncilleştirme’nin (évangélisation) ve kitab-ı mukaddes geleneğinin mevcudiyetinin, bir iletişim kurmak açısından belirleyici olduğu tarih, çeşitliliğe riâyet eden halkların birleşme tarihidir. Bu bakımdan, kömür-çelik temelinde Avrupa Birliği’yle sembolize edilen Almanya ile Fransa arasındaki birleşme, gelecek için bir misâl olarak duruyor“.

Devamla;

Soğuk savaş döneminde, Avrupa’nın doğusu ve batısı olarak adlandırılanları (yerleri), Slav halklarının ekseriyetinin özdeşliştiği Bizans geleneğiyle, Germanik ülkeleri de içine alan Batı’nın Roma geleniğini, bu büyük kopukluğu tedâvî etmeden birleştirmek mümkün değildir. Bu nedenle, Orthodoksi’nin Kiliseleri’yle, Katolisizm’i ve dahi Reform Kiliseleri’ni birleşmesini yeniden tesis etmeye çalışan Ekümenizm (Hristiyanî Âlemşumûllük), AB’nin geleceği için belirleyici faktörlerden biridir. Zira, ancak bu birleşme, mâzîde, temel olan üzerinde ayrışanları derunî olarak biraraya getirebilir. Bu temel üzerinde sessiz kalınırsa buna (belirli bir noktaya) nasıl ulaşılır?“.

Veeee;

2. Dünya Savaşı’nın sonundan itibâren, yahudî halkı mevzuunda Avrupa’da olup bitenler bu bakımdan kaydadeğerdir. Siyâsî otoriteler, milletleri adına ortaya konan hâdiselerdeki mes’ûliyetlerinin farkına vardılar; maddî telâfilere karar verildi; resmî ve seremonial ilânlarla (beyanat), bu türden olayların yeniden olmayacağı noktasında Avrupa yahudîlerinin yaralı şuurunu netleştirmek istediler. Bu arada, bir düşünce zihinlere takılıyor: vaadler olsa da, en kötüsü her zaman mümkündür; en seremonial ve en resmî anlaşmalar, birer ‘kâğıt parçası’ olabilirler… Nasıl oluyor da, Papa Jean-Paul II’nin 2000 yılı Mart’ında Yad Vaşem ve Ağlama Duvarı’na (Mâbed Duvarı) yaptığı ziyâret, yarım yüzyıldır gerçekleşmeyen, değişik ağırlık noktaları arasında bir ölçü teşkil etti? Mü’minlerin şuurlarını kesinkes angaje eden, Papa’nın sessiz hareketleridir. Ve (bu hareketler), Allah’ın kullarına verdiği Söz temelinde kurulmuş bir birleşmeyi mühürlerler (somutlaştırırlar)“.

Sıra Türkiye’ye geliyor:

Türkiye’yi AB’ne kabul etmeli mi, etmemeli mi? (Bu noktada) pozisyon almak (pozisyonumu korumak) zorundayım. Fakat, bana öyle geliyor ki, bu konudaki çekinceler belirgin bir biçimde tarih mevzuundaki sükûnetten kaynaklanıyor. Avrupa halklarının birliği, ortak Hristiyan köklerinin unutulmasında veya reddedilmesinde değil, tanınmasında netleşen (kökleşen) bir birleşmeden geçmektedir. Demokratik ve Laik Türk devleti Osmanlı imparatorluğunun mirâsıdır. Onun (Osmanlı), Batı milletleriyle savaşsal karşı karşıya gelmeleri, hafıza onu geriye atmış olsa da unutulmadı; Bugün zor zar barışa kavuşturulan Balkanlar’daki kanlı çatışmalar, bunun işâretleridir. Türkiye vak’âsı, Hristiyan Avrupa’nın yaşlı milletlerinin Müslüman toplumlarla ilişkisini kumar masasına yatırıyor (riske ediyor).

İslâm’ın mirasçısı olan modern Türkiye, Hristiyanlık’ın ve kitab-ı mukaddes’in mirâsçısı olan Avrupa milletler ailesine, bu ikisini ayıran ve birleştiren hissiyat ve eylem değişikliğini açığa çıkarmadan, nasıl girebilecektir?“.

Adam ne diyor: ‘Osmanlı’nın (İslâm’ın), Batı’yla (yahudî liderliğindeki Hristiyanlar’la) kanlı çatışmalarını unutmadık!

Her fırsatta yahudîliğe övgüler yağdıran, ben de yahudî’yim demekte hiçbir beis görmeyen muhtemel müstaqbel papa Lustiger herhangi biri değil, arkasında Vatikan-Katholik dünyasının önemli bir kısmı, İzrael ve yahudîliğin mühim bir bölümü, dünya siyâsetinin büyük güçleri var. Yani 1 milyar dolayında bir kitlenin sözcülüğünü yapıyor. Adam hem yahudî hem Hristiyan. İslâm’ın 2 kere düşmanı.

Başka gelişmeler de var Avrupa’da ve dünyada:

Fransız piskoposlar İslâmcı sertleşmeden endişe ediyorlar. Katholik Kilisesi, Fransız devletiyle tatlı sert bir karşı karşıya geliş yaşamaya hazırlanıyor. Bordeaux başpiskoposu ve Fransa Piskoposlar Konferansı başkanı Jean-Pierre Ricard şöyle diyor:

İnsan hayatına saygı, evlilik gibi konularda Katolik Kilisesi direnişe geçmeye hazırdır. Millî dayanışma için bu karar gerekliyse, bundan kaçmayız“.

Ricard’ın pozisyonu Fransız laisitesini (laikliğini) şok edecek nitelikte. Bilindiği gibi, Fransa’da 1905 senesi itibârıyla Kilise ve Devlet (faaliyet alanları bağlamında) birbirlerinden ayrılmış durumda. Daha açık söylemek gerekirse, Kilise’nin her işi devletin denetiminde. 4-10 Kasım tarihleri arasında Fransız piskoposlar Lourdes’da toplanacaklar ve ‘Kilise ile bugünkü Fransız toplumu arasındaki ilişkiler’i görüşecekler. 23 Eylül’de ise Jean-Marie Lustiger, Stasi komisyonunda laisite üzerindeki değerlendirmeleri bağlamında dinlenecek. Komisyon, aynı konuda Protestanlar’ın fikirlerini 16 Eylül’de Fransa Protestan Federasyonu’nun başkanı pastör Jean-Arnold de Clermont’dan dinleyecek. Her iki Kilise’ye göre de, aslında Fransa’da laisite konusunda problem çıkaranlar, Katholikler veya Protestanlar değil fakat İSLÂM laisite için bir problem teşkil ediyor. Ricard, ‘İslâm’ın, dînî yasa ile sivil yasayı tefrik etme ve böylece de, demokratik ve çoğulcu bir topluma entegre olma yeteneğini’ sorguluyor ve Katholikler’in geçen asırda bu ‘ameliye’yi gerçekleştirmek durumunda kaldıklarını söylüyor. İslâm’ı mahkûm etmediğini de ekleyen Ricard, Müslümanlar’la dostâne ilişkileri muhafaza etmeyi temenni ettiklerini de belirtiyor.

Öte yandan, İspanya’da yahudî başbakan Jose-Maria Aznar’la biraraya gelen Jacques Chirac şöyle diyor:

Fransa laik bir devlettir. Müstaqbel Avrupa Anayasası’nın Hristiyanî orijinli referanslara göre şekillendirilmesi kabul edilemez. Öte yandan, Avrupa medeniyyetinin Hristiyanî orijinleri, tek başlarına olmasalar da, tartışılamaz. Fakat Fransa laik bir devlettir ve netice itibârıyla, anayasal bir metinde dînî tabiatlı bir taleb ve temâyül alışkanlığı yoktur’. Aznar da, Chirac’a katıldığını belirtti.

Fransa, laisizm’in yatağı ve kalesi. Aynı Fransa, tarihî mânâda Roman-Katholisizm’in de kalelerinden biri, belki de birincisi. 98 senedir laik devlet, Katholik Kilisesi’ni denetiminde tutuyor, sıkı sıkıya tâkib ediyor, tâbir-i âmiyâne ile nefes aldırmıyor. Yahudî Kardinal Aaron Jean-Marie Lustiger’in Paris başpiskoposu olması da Fransa’nın laiklik anlayışının vechelerinden biri, en önemlisi.

Fransa Katholisizmi, yavaş yavaş huysuzlanıyor. Bunun çeşitli nedenleri var: Protestan Kilisesi’nin giderek tamamen reformculaşması ve herşeye cevâz verir hâle gelmesi; eşcinseller kilisesi, eşcinsellerin dînen evlenmesinin yolunun açılması, kürtaja göz yumulması, aile kurumunun tamâmen dejenere edilmesi, nesebi gayrı sahih çocukların sayısındaki anormal artışlar vs. gibi Protestan tarzlar… Mü’min ve aktivist Hristiyanlar’ın beklentilerine cevab oluşturmak bir kenara, Kilise kurumunun her geçen gün biraz daha sembolikleşmesi, komikleşmesi, maymunlaşması ve yahudîleşmesi, mevcud Papa’nın yahudîleri aşırı öne çıkaran, Hristiyanlar adına onlardan afv dileyen tutumlar, Lustiger ve benzerlerinin müdhiş etkinliği Hristiyan mütedeyyinleri çok huzursuz ediyor ve bu huzursuzluklar Kilise’ye direkt olarak yansıyor. Kilise bu baskıları ve rahatsızlıkları taşıyamaz hâle gelmiş durumda ve bu nedenle spektaküler olmasa bile bağlılarının gözünü boyayabilecek çıkışlar yapmak istiyor. Bulabildiği bir iki konu var: Kürtaj ve insanın hayat hakkı!.. Bu konular üzerinden siyâset yapmaya gayret ediyor. Bu çıkışlar yeterli olur mu? Olmaz! Sâdece palyatif bir çözüm olarak kalır, o da olursa. Bu noktada, temcid pilavı devreye giriyor ve Hristiyanlar’ın tarihî hesabları kaşınıp onlara bir hedef gösteriliyor: İslâm! Hristiyanlar da bunun üzerine atlıyorlar/atlayacaklar…

Diğer yandan, Nordik Mesihlik inancı ve Soğuk Milliyetçilik-Kraliyetçilik-Katı Lutherian gelenekçiliğiyle karakterize zengin Kuzey (Almanya’yı da burada sayabiliriz), genelde Avrupa’da özelde de Kuzey’de sosyal-demokrat çizgiyi baskı altında tutuyor. Menfaatler sözkonusu olduğunda Fransa’nın ve İtalya’nın koyu Katholisizm’i ile Kuzey’in katı Lutherianlığı ve Beyaz Milliyetçiliği buluşabiliyor. Avrupa tarihinde örnekleri var. Le Pen-Heider-Kuzey Milliyetçiliği ve Yunanistan’da giderek güçlenen LAOS çizgisi arasında sermâye ve değerlere bağlı bir güçbirliği hiç de ütopik sayılamaz. Nordik zenginlik buna hazırdır. Fransız laisizmi-Kuzey sosyal demokratlığı-Doğu Avrupa anti-Nordik duruşu da bu eksene alternatiftir. Bunların ciddî bir endüstriyel ve ticârî hesablaşma yaşaması çok muhtemel. Tabiî ki, bu hesablaşma ideolojik-politik plana sıçrayacaktır. Başını Rusya-Yunanistan ikilisinin çektiği Orthodoks güç ise varlık belirtmek için (buna mecbur) bir yandan bu eksenlerle özgün bir siyâset arayışına girerek aradan sıyrılıp kâr devşirmeye çalışacak diğer yandan da başta Türkiye olmak üzere İslâm dünyasıyla siyâset geliştirecektir.

Tarih, geriye doğru güçlü esnemeler yapması hasebiyle bir tekerrür, bu esnemelerden ivme ve moment kazanarak ileriye doğru sıçramalar yapması hasebiyle de, diyalektik bir süreçtir. Yine tarih, kendisine hâkim olanların ideolojik-siyâsî hüviyetleri bağlamında, ideolojik bir kategoridir. İçinde yaşadığımız ve (ölmezsek) yaşayacağımız tarih dilimi, ABD’nin değil Avrupa’nın çalkantılarının ve altüstoluşlarının ve en önemlisi İSLÂM karşısındaki pozisyonlarının belirleyeceği ideolojik-siyâsî bir süreç olmaktadır/olacaktır. En son tahlilde medeniyetler çatışacaktır. Türkiye’nin rolü bu açıdan kritiktir. İSLÂM’ın en muhkem cenahı olması gereken Türkiye, şu konumuyla bu gerçeklikten uzaktadır. Böyle devam ederse, Türkiye, mevcud devlet ideolojisi ve o ideolojinin politik-diplomatik kurumlarıyla, İSLÂM’ın değil yahudî-Hristiyan güçlerden birinin (Nordik-Alman-Milliyetçi) veya diğerinin (Fransa laisizmi-Avrupa Protestanizmi-Piçleşmiş Sosyal Demokrasi) koltuk değneği olacak, bu güçlerden birinin Orthodoksi’yle uzlaşması neticesinde de, Proto-Status Quo’ya yani en eski, ilk statükoya gerileyebilecektir. Bu statükonun haritasında, Müslüman yoktur, hâliyle Türk de olmayacaktır veya işbirlikçi Türk olacaktır. Fukoyama aslında pek de haksız değil, Tarih’in sonu demekle. Fakat eksik bir cümle bu; doğrusu, Bir Tarih’in (tarihî sürecin) Sonu olmalıdır. Bizim açımızdan, o ‘Bir Tarih’in Sonu’, Sabbataist-yahudî egemenliğinin Anadolu’da İSLÂMÎ GÜÇ tarafından tasfiye edilmesi ve BÜYÜK DOĞU’nun temellerinin atılmasına geçiş yolunun açılmasıdır. Bu yolda, Bizim pivot ayağımız (yani ideolojimiz) Anadolu’nun derinliklerinden sapasağlam ve sarsılmaz olarak dururken, hareketli ayağımız dünyanın diğer coğrafyalarıyla ve siyâset iklimleriyle fleksibl temâslar bağlamında 360 derece ve sürekli devinim hâlinde.

Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!