“Beni seviyorsanız, emirlerimi yerine getirirsiniz. Ben de Allah’tan dileyeceğim ve O, ebediyete kadar sizinle birlikte olması için size başka bir Yardımcı (Paraklitos), Hakikat’ın Ruhu’nu verecek” [Yuhanna İncili, Bap 14, “Mukaddes Ruh” kısmı, Âyetler 15-17]
“Allah’ın benim ismimle göndereceği Yardımcı (Paraklitos), Mukaddes Ruh, size herşeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak… Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın hâkimi geliyor“.[Yuhanna İncili, Bap 14, “Mukaddes Ruh” kısmı, Âyetler 26 ve 30]
“… Allah’tan çıkan Ruh-u Hakikat (Paraklitos) geldiği zaman, O bana tanıklık edecek” [Yuhanna İncili, Bap 15, “Dünyanın nefreti” kısmı, 26-27. Âyetler]
“Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘nereye gidiyorsun’ diye sormuyor. Ama size bunları söylediğim için kalbiniz elemle doldu. Size hakikati söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem ‘Paraklitos’ size gelmez. O gelince dünyanın; günah, doğruluk ve gelecek hüküm mevzuundaki suçluluğunu gösterecektir. Günah konusunda (suçluluğunu gösterecek zira) bana imân etmezler, Doğruluk konusunda (suçluluğunu gösterecek, zira) artık Göğe gidiyorum ve beni bir daha göremezler), Hüküm konusunda (suçluluğunu gösterecek zira) bu dünyanın hâkimi (Allah) yargılanmış bulunuyor.
Size daha çok diyeceklerim var ancak şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O, yani Hakikat’in Ruhu (Ruh-u Hakikat) gelince, sizi her hakikate yöneltecek. O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O, beni yüceltecek” [Yuhanna İncili, Bap 16, Âyetler 7-11, “Mukaddes Ruh’un İşleyişi”]
***
Ο ΠΑΡΑKΛHΤΟΣ ΗΡΘΕ…
“Παράκλητος” (Paraklitos) kelimesi Yuhanna incilinin (metninin) orijinalinde var, yani çeviri değil. Yuhanna’nın bizzat kendisinin kullandığı kavram bu. Yunanca olan bu kelimenin muhtelif mânâları şunlar: Lütuf talep eden, Yardımcı, Nasihat eden, Şefaat eden, Teselli eden, Rica eden, Teşvik eden, Yakaran. “Παρακαλαω” (Parakalao) fiili, “Lütuf talep etmek, İnâyet dilemek, niyâz etmek, şefaat etmek” anlamlarında, “Kαλώ” (Kalô) fiili ise, “Çağırmak, dâvet etmek” mânâsına. İngilizce’deki “Call” (Kol- Çağırmak,Aramak) fiili de buradan geliyor. Türkçe İncillerin büyük bir çoğunluğunda “Teselli eden, yalvaran, yardımcı” biçiminde çevriliyor ve tabiî ki, çok kifâyetsiz kalıyor. “Parâklitos”un kim olduğu konusunda birden fazla yorum olmakla birlikte, en çok kabul gören tefsir O’nun Rasülullah’ı işâret edeni, bunun yanısıra Hz. Mehdî ve Hz. Îsa’ya (ikinci gelişini kasden) işâret ettiğini söyleyenler de mevcut. Hangisi olursa olsun, yepyeni bir döneme ve o dönemin hakikatine gönderme yapması açısından bizi ilgilendiriyor. Yazının başlığını böyle koymamızın nedeni bu.
***
GENEL GİRİZGAH OLARAK
Bilimin ilerlemesini ve buna bağlı olarak sosyal, siyâsî, ruhî, felsefî ve ideolojik vetirelerin gelişimini durdurmaya kalkmak şübhesiz fuzulî Don Quixotte’luk (Don Kihot) yapmaktır. Bâzen, nereden nereye geldik diye soruyor insanoğlu. “Gravité”den (Ağırlık, çekim), Légèrté’ye (Hafiflik) pratiğine varmışız. Modern Fizik, zıd çiftler geleneğine bile müdahale eder olmuş. Yanlış-Doğru, Doğru-Eğri, Devamlı-Kesintili, Mutlak-İzâfî, Kürevî-Yerel (Topik) artık yeniden tanımlanıyor. Bu alternatifleri birbirlerine bağlayan kritik gerginlik noktaları araştırılıyor. Karşıtlıklar esnekleşiyor ama aynı zamanda yılankâvîleşiyor da. Fikir soyunuyor, sıradanlaşmaya (vulgarizasyona) karşı militanlaşıyor. Sıradanlığın, ıslak hamura yapışmış ve bir türlü arındırılamayan elini kesmeye hazırlanıyor. İzâfiyet kurcalanıyor, Heisenberg’in kesinsizlik prensibi (Khaos teorisi) katmanlarına-dilimlerine ayrılmaya çalışılıyor, Coriolis kuvveti gündemleşiyor.
Jean-Marc Lévy Leblond isimli Fransız yahudisi, kelimelerin “terimlere” şans tanımaması için uğraşıyor. Tabiatın matematiği deşifre edilmeye çalışılıyor. Uzay, “Kelâm” ile “Hesab”ı bir birleştiriyor, bir ayrıştırıyor. Zihin bu noktalarda soluklanıyor ve Yelkovan kuşlarının uçuş ağaçlarını araması misali, hayat da kendi ideolojisini arıyor.
Siyâsî ve içtimaî ihtiyaçları üreten şartlar özellikle de Anadolu coğrafyasında çok hızlı bir değişim arzediyor. Fritjof Kapra, “Batı fenâ hâlde yanıldığının farkına vardı” diyor. Bunu farkeden emperyalist ideoloji kendini ‘globalizm’ ismiyle restore etmeye çalışıyor ama nâfile, emperyalizmin ‘siyâsî inâyeti’ne kimsenin ihtiyacı kalmadı. Artık insanlık, Batı ideolojisinin zihnî ve hissî vetireleri ifsâd ettiğini farkediyor. Artık, “Güneş’in ulaşamadığı yerlerde küçük bir kız çocuğunu iğfal etmek” imkânı kalmadı.
Ünlü filozof John Donne şöyle demekte:
“Devrimci girişimler, mukaddes öfkelerin sonuçlarıdır. Bu öfke, yergicilerin, san’at adamlarının ve filozofların reformist çıkışlarında dinamik bir rol oynar. Tekniğin, üslubun ve önyargının kurmuş olduğu meşruiyeti ve yasallığı yıkar ve yeniliği tesis eder“. Bunun işâretleri görülüyor.
***
ALTYAPI-ÜSTYAPI TARTIŞMALARI (MATERYALİZM-İDEALİZM ÇATIŞMASI) ETRAFINDA
Felsefî-Siyâsî anlamdaki altyapı tartışmaları, fizikî altyapı verilerinden beslenmekten ve onu örnek almaktan başka bir alternatife sahip değildir. Bu noktada fizikî altyapı konusunu biraz açmak gerekir.
Quantum Teorisi (Atom-altı partiküller Teorisi) ve Madde fiziği, Makroskopik (çıplak gözle görülebilir) Evren’i, Mikroskopik Evren’in tanımladığı bağlamda, Altyapı’nın Üstyapı’yı oluşturduğunu peşinen kabul eder. Birleşik cisimler, özelliklerini, kendilerini oluşturan bileşenlerden devşirirler. “Olasılık” (ihtimal) kavramı dahilinde, yani parçacıkların / parçaların kendi kendilerini yarattığı varsayıldığından, bu noktada grotesk (kaba) materyalizm ön plana çıkar. Buna göre, evrenoluşun (kozmogoni) çok erken bir dönemindeki donma esnasında ne kadar az sayıda “ihtimal” varsa onlar bu evreni oluşturmuşlardır.
Donma öncesinde ise “ihtimal” önemli bir rol oynamış, rastgele yığınlardan, plansız bir biçimde, bilinçsiz ve kaprisli madde doğmuştur. Zerreler (Quantlar) düzeyindeki “ihtimal”, tüm evrenin tohumunu atmıştır.
Yalın tabiatta, mikro düzeydeki etkileşim yalnızca birkaç ihtimal ile meydana gelir ve bu, makro düzeydeki karmaşayı belirler. Trilyonlarca varlık yaklaşık 120 elementten meydana gelir. Bu yönüyle, “ihtimaller” trilyonlar mesâbesinden element sayısına indirgenmiş olur. Bu, 120 dolayında element ise yalnızca proton, nötron ve elektrondan meydana gelir. Bu durumda “ihtimal” sayısı üçe iner. Tabiat iyice yalınlaşır. Böylece, donmadan sonra geriye kalan bu üçlünün rastlanılan bileşkesine etkiyen kuvvetler maddeyi oluştururlar. Madde dener, yanılır, “ihtimal” geliştirir ve bu “ihtimal” dalgasının tüm gelişmelerinden kâinat ortaya çıkar.
Çevremiz maddenin “Muhtemel Geometrik Görünümleri”nden ibârettir. Kâinatı oluşturan unsurların mikro düzeydeki “ihtimal” dalgası, makro düzeydeki maddî yapıya denklendiğinden, proton, nötron ve elektron da, “Kesinsiz (indeterminated) ihtimal yasaları” etkisindedir.
Ancak bu isbatlanamamıştır. Burada asıl mes’ele, “nedenselci” anlayışın bakış açısıdır. Bu bakış açısıyla, yaradılış “NEDEN-SEBEP”, ve bir süre sonra donan parçacıklar “SONUÇ” olarak değerlendirilir. Böylelikle kâinat, bu “zaman oku” yönündeki mikro evrenin gelecek altyapısının, “ihtimal” olduğuna inandırıyor bizi.
Bu şekilde, madde adı verilen “İhtimaller dalgası”nın, mümkün olan tüm gelişmelerine ve örgütlenmelerine “Kâinat” adı veriliyor. Bu da, maddenin “fizik evrim” geçirmek zorunda olması anlamına geliyor. Tüm varlıkların “zorunlu temeli” sadece madde olmalıdır.
Bu görüş, “hiçbir zaman, bir bileşiğin, kendisini oluşturan bileşenlerden küçük olmamasını” temenni eder. Fakat sayısız boyutlu “Quantlar (Zerreler) Teoremi” oluşturulurken bir “Üstün Kütle” nin varlığı isbât edildi. Kâinat’ta sonsuz sayıda boyut vardır. Bunlardan yalnızca 4 tanesi “Maddî Evren”e açılmış olup diğerleri örtülüdür. Dolayısıyla “fizik evren” ayrı, “parafizik evren” ayrı bir kombinezon olarak, tek bir varlıkta, açık-gizli, iki yönüyle birlikte bulunur.
Işık hızı ötesindeki bu “parafizik evren”e ilişkin spiritüalist (Ruhçu) görüş, kaba materyalizm tarafından reddedilir. Kaba materyalizme göre, “fizik evren”, mekanik, objektif (âfakî) bir yapıda tasarlanmıştır. “Soyut” (mücerred) sayılar ve bunlara bağlı “soyut” (mücerred) kütle (Tachiones) de bu ideoloji tarafından reddedilir. Bu “duygusal” bakış açısının (Materyalist-pozitivist ideoloji) ana eksiği, “soyut” kütleli bileşenlerin, “eksi yönde” de büyüdüklerini sezmemiş olmasıdır. Dolayısıyla burada, “Bakışım” (Simetri) kuralı bozulmaz.
“Bir bileşiğin, onu oluşturan bileşenlerden büyük olması” demek, Atom’un, kendisini oluşturan atom-altı bileşenlerden daha büyük olması demektir. Oysa atomu oluşturan bileşenlerin “Bağ enerjisi” atomdan daha yüksektir ve bu, onların sonsuz boyutlu quantlarda (zerrelerde) saklanması ile açıklanır. Bu quantlarda “üstün kütle” saklıdır. Ancak bu kütle, soyut (sanal) olduğu için fizik gereçlerle ölçülemez. Matematik bir değerler ve varlıklar manzumesidir.
En küçük ile en büyük, “Hilbert Mekânı” adı verilen bir uzay parçacığında buluşurlar. Kural bozulmaksızın, bu kez üstyapı altyapıyı örgütler. O zaman, Atom Kaprisi, rastlantılar, nedensellik, kesinsizlik gibi ilkeler iflâs eder çünkü her 4 boyutlu varlık, bir çok sanal boyut içermektedir. Bu noktada “Ölü”nün “Diri”den farkı, çok boyutlu “Yeni Evren”inde ve bu kez “4 saklı boyutu” sebebiyle bedenlenemeyişidir. Dolayısıyla, bu saklı “4 boyut” sebebiyle “Yeni Evren”de “Madde” mevcut değildir. “Maddî evren”, “anti-maddî evren”de sadece bir hayal ifâde eder. Burada maddî hayatın standartı tükenmiştir ve maddî normlar geçerli olmaz.
İçinde bulunduğumuz “maddî evren”de ise 4 boyut açığa çıkmış, diğer boyutlar ise “Tersine işleyen zaman diyalektiği” içinde büzüşmeye devam etmiştir. Bu olayların nihâyetinde, hiçbiri saklı olmayacak bütün boyutun insanda açığa çıkması umulur. Büzüşme termodinamiğin negatif bir ısı derecesine kadar sürer. Bu “Mutlak çok sıcak”, “mutlak en soğuk”un bir derece altındaki “imkânsız bölge” içinde kalmaktadır.
***
İDEOLOJİLER VE BİLİM ZAVİYESİNDEN
İnsan’ın ideolojiyle bağı koptuğunda (ipi kopmuş) hayvana benzemeye başlar, sağa sola saldırır, hayatını organize edemez hâle gelir. Misal olarak, Türkiye toplumuna bakıldığında, kahhar bir çoğunluk, yukarıdaki mezkur nedenle, “zeminsiz” yaşamaktadır aynı ayakları olmayan kuşlar gibi, sağa sola uçuşurlar ama yere inemezler, hayatları havada eşdeyişle boşlukta geçer. Bu nedenle ideoloji, hayat için, su gibi, hava gibi olmazsa olmaz bir şarttır. Bu, evvel-âhir böyledir, (ve bu anlamda) Hz. Âdem’e de gerekliydi, son insana da gerekli olacaktır. Aksi durumu dayatanlar, fikri ve buna bağlı olarak maddî gerçekliği ve ahlâkî değerleri inkâr ettiklerini iyi bilmelidirler. Başarıyı yakalayacak olanlar ise, fikrî ve ahlâkî kuvvetini kendi maddî hakikatiyle “ilintili” olarak ele alanlar olacaklardır.
İnsan tekâmülünün, hayal gücüyle yakın alâkası vardır. Burada, hayal gücünü fikir ve onun irâdesinden, ruhî “status” üzerindeki tesirinden ayrı tutmuyoruz. Hayal gücü ve ütopya olmadan pratik hayatın gelişmesi mümkün değildir. Günümüzde, özellikle de teknolojik sürecin çarpık bir yansıması olarak, pratikleşme seviyesi tefekkürden kopmuş ve mevcut tehlikeyi “birincil” seviyede örgütlemiş ve müesseseleştirmiştir. Sosyolojik ifâdesiyle, “modern ilkelleşme”, İslâm-İBDA diliyle “Belhüm Adal” seviyesine (aşağıların aşağısına) inme hâli böylece netleşmiştir. Tarih’in en zorlu devirlerine bakıldığında, insanoğlunun en ağır problemlere tefekkürle cevab verip aştığı bir vakıadır ve varoluş / varolma böylece sürüp gitmiş eşdeyişle insanın (insan soyu) sakınımı sağlanabilmiştir. Bunu vurgulamamızın sebebi, tefekkürün neredeyse tamâmen unutulup gitmesi ve mevcut toplumun (entelektüeli dahil), fikir diye belledikleri şeyin gerek maddî gerekse de mânevî hayattan büsbütün kopuk olmasıdır. Bu nedenle, İnkılabçı Aksiyon için “ne kadar” ve “nasıl” fikir? sualine liyâkatla cevab veremiyoruz. Ancak, daha da beteri, bunun hayatiyetinin de farkında değiliz. Bu çok tehlikeli bir yanılsamadır. Oysa, “Sosyal Varlık” adıyla anılan ‘Modern dönem insanı’, insanlığın tekâmülü için “fikir”i bir ön şart olarak ortaya koyar.
İstisnâsız bütün ideolojiler, “Din”in, “fikir”in başlangıcı olduğunu kabul ederler. Demek ki, Din, insanın varlığıyla direkt ilişkilidir ve onu “dıştalayan” hiçbir ideolojik-siyâsî programın hayat şansı mevcut değildir. Hayal gücü-Din-Ütopya triadı (üçlüsü) ve bunlara ideolojiyi de ekleyerek elde edilecek tetradı (dörtlü) merkeze oturtmadan bu dünya için takdim edilecek her program eninde sonunda tökezleyecektir. Bu üçlü veya dörtlüyü “Dünya” isimli “Mahşer”in süvârileri kılacak insanın bineceği atın ismi de BD-İBDA ölçüsüdür.
Sosyalizm ideolojisinin temel tökezleme sebeblerinin başında, yukarıda zikredilen üçlüden “Din”in ya tamâmen “dıştalanması” yahut hor görülmesi ve nihâyet bunun kitleler üzerinde yarattığı müdhiş bir ahlâkî gerileme gelir. Bu moral tıkanıklık sosyalist ideolojiyi büyük nisbette açmaza sokmuş, tâbir yerindeyse sosyalist vezir korumasız kalmış ve buna bağlı olarak da aslî fonksiyonunu göremez hâle gelmiştir. Din ayağını (temel ayak) reddederek mes’eleyi ele alan ‘Reel Sosyalizm’in çöküşü çok öğreticidir. Grotesk Materyalizm temelinde gelişen / geliştirilen azgın ‘bilimsellik tanrısı’ ve ‘teknoloji tanrıçası’ ve insanların burnuna dayanan ‘Herşey reçeteye göre gelişir’ şiarı, insan hakikatına uzaklığın en bâriz göstergesidir. Netice meydandadır, reel sosyalist makina darmadağın olup, Tarih’in arşivine inmiştir. Reel sosyalist ideoloji, maddeyi, ileri derecede görme bozukluğu olan bir akıllı varlığın gözünden tâkib etmiş ve diyalektiğin temel yasalarını ihlâl etmiştir. Bilimsellik denen antiteyi bu biçimde ortaya koyarsanız, ‘yobazlık’a ve yozlaşmaya engel olmanız mümkün değildir. Maddî Zerre’nin “duygu”larından bahsedildiği bir devirde, Reel Sosyalist varlığın hayatını idâme ettirmesi beklenemezdi ve öyle de oldu. İnsan hafsalasını titreten hakikatleri, sirke sineğinin aklına sığdırmaya kalkıştığımızda bütün izâfiyetler ölür gider.
Kapitalizm ideolojisi, şu veya bu biçimde insanları ahlâkî ve mânevî değerlerden tamâmen koparmış, sermâye-finans-faiz isimli Kerberos’u (üç başlı cehennem köpeği) dünya krallık tahtına geçirmek suretiyle insanlığa ve (bizi ziyâdesiyle ilgilendirmesi bağlamında) İslâm’a en büyük ihâneti yapmıştır. Heine şöyle der: «Para zamanımızın ilâhıdır ve Rothschild da onun peygamberidir!». Hayvan derekesine indirilen insan, istenildiği kadar sömürülür, kanının en son damlasına kadar emilir, sırtına binilir, posa hâline getirilir ve bunlara ses çıkarmaması istenir. İşte bu, ideolojisizleştirme, ahlâksızlaştırma ve temel kavramlardan koparmadır. Lânet’in tâ kendisidir.
“Bilimsel Sosyalizm”e atıf yapanlar ise, bu ideolojinin “dinamik bir ideolojik gelişme” sürecini içerdiğinden bahsederler. Evet, “Bilimsel Düşünce” denen şey en nihâyetinde bir ideolojik kategoridir. Maddî hayatın bir izahıdır. Daha matematize olduğunu iddia eder, diğer fikirlerle farkını da kendince şöyle koyar: Ben, kâinatı, tabiatı ve toplumu daha iyi tanımlarım, sebep-sonuç ilişkileriyle birlikte daha iyi izah ederim. Kuvvetimi de buradan alırım, böylece insanlığı ayakta tutarım.
İşte “sorun” tam da burada başlıyor zira, “Bilim hakikati arama faaliyetidir” denir ancak, felsefe de, san’at da, edebiyat da bu iddiayla ortaya çıkmışlardır, öte yandan, “hakikat” kavramı açık (net) ve belirli bir mânâ taşımamakta, çeşitli bağlamlarda farklı anlamlar yüklenmektedir. Diğer bir tanım, “Bilim, üzerinde herkesin birleşebileceği hükümleri konu alan bir çalışmadır” biçiminde ortaya çıkıyor. Peki, “Hüküm”den kasıt nedir? “Üzerinde herkesin birleşebileceği” şartı neden ileri sürülüyor? Bilim tabiat hâdiselerini mi yoksa bunları dile getiren hükümleri mi inceler? Albert Einstein’ın bilim tanımı şöyledir: “Bilim, her türlü düzenden yoksun duyu verileri (algıları) ile mantikî olarak düzenli düşünce arasında uygunluk sağlama çabasıdır”. Buna göre, bilime konu teşkil eden fenomenleri meydana getiren “duyu verileri” nizamsızdır. Yani algı evrenimiz karmaşadan ibârettir. Nizam, fenomen dünyasının değil ve fakat mantığın, insan aklının bir niteliğidir. Bilim, aklın ‘nizama koyucu’ niteliğini yani mantığı kullanarak olgu dünyasını anlaşılır kılmaya çalışır.
Einstein büyük ölçüde Friedrich Engels’in fikrinden esinlenerek konuşuyor:
Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm makâlesinin bir bölümünde şöyle der (1877):
Teorik biçimi itibâriyle, 18.yüzyıl büyük Fransız filozoflarının prensiplerine uyması itibârıyla en mantıklı gelişme yolu modern sosyalizm gibi görünüyor. Her yeni teoride olduğu gibi modern sosyalizm de başlangıçta, kökleri derinlikli olarak maddî ekonomik olgulara gidiyorsa da iktisadî entelijansiya ile ilişki geliştirdi. Fransa’da, insanların zihinlerini «Devrim»in gelişine hazırlayan büyük insanlar, «extreme devrimcilerdi». Bunlar, hiçbir «dış otorite»yi tanımadılar. Herşey, mantığın hâkim koltuğunun hükmünü vermesinden önce mevcudiyetini doğrulamalıdır (kanıtlamalıdır). Mantık bütün herşeyin yegâne ölçüsü olmuştur.
Albert Einstein’ın bu hatalı (stravos-şaşı, çarpık) bakışını, büyük “Bilim mü’mini” Bertrand Russell düzeltmeye çalışır / düzeltir: “Bilim, gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla evvela dünyaya ait fenomenleri, sonra, bu fenomenleri birbirine bağlayan kanunları bulma çabasındadır”. Russell’a göre, aklın görevi olguları düzenleme değil-zira onlar zâten düzenlidirler-, gözlem yoluyla saptanan olgular arasında ilişkileri bulmadır. Einstein’ın aksine Russell’a göre, tabiat “düzenlidir” ve Bilim de bu düzeni bulma ve ifâde etme çabasıdır.
Ancak, Bilim ne Einstein’ın vurgulamaya çalıştığı gibi sırf aklın, ne Russell’ın belirttiği gibi sırf ampirizm’in (gözlem ve deneyin) bir sonucudur. Immanuel Kant ortaya çıkar ve, “Bilgilerimizin muhtevâsını duyu verilerimiz (algılarımız), şekillerini aklın verileri (kavramlar) teşkil ederler. Bilim, aklın ve algı verilerinin uygun biçimlerde birleşmesinden oluşur” der.
“Bütün, herhangi bir parçasından büyüktür” aksiyomu, apaçık bir doğru gibi görünmektedir oysa, matematikçiler bunun, sonsuzlar sözkonusu olduğunda hiç de öyle olmadığını isbat ettiler.
Bilimle ilgili paradoksal değerlendirmelerin ve izahların hepsini buraya almak mümkün olamaz ama sayısız olduğunu belirtmekte de fayda var.
Değişim denen şey, hakikati dıştalamak mânâsını taşımaz yani “her şey değişiyor” diyerek bunu diyalektiğin üstüne atan aslında sahtekârın tâ kendisidir. Değişimin ne olduğunu anlayabilmek için “Kalıcı” olanın ne olduğunu bilmek gerekir. Bunlar, insanlık değerleridir.
Bilimsel Sosyalizm konusuna tekrar dönecek olursak; Bilimin kendini net bir izaha kavuşturamaması gibi, bilimsellik iddiasındaki sosyal fikriyat da hâlihazırda relatiftir. Bilimselleşmesi pek mümkün görünmüyor. Zira, toplumun bizâtihî kendisi hayalîdir, tasarımdır, “Ruh’tur”, siz bunu matematik formüllerle izah edemezsiniz, sığmaz oraya, aksi hâlde olay tersinden “Evgenizm”e (saf soyculuk) varır ki, bu tehlikenin katmerlisidir. İnsan aklının bir ürünü olan “Bilim”le, İlâhî menşeli Ruh’u zabtetmeye, deli gömleğinin içine sokmaya kalkmaktan daha tehlikeli ne olabilir?
***
EKONOMİ-POLİTİK AÇISINDAN…
Burada kelâmı bu işin dünya çapında ustası sayılan EZLN lideri Subcomandante Marcos’a bırakalım, bakalım Marcos teoriyi nasıl yazmış.
Neo-liberallerin yalanlarından biri, işletmelerin ekonomik büyümelerinin zenginlik ve istihdamın en iyi dağılımıyla sonuçlandığını söylemeye dayanır. Yanlıştır bu. Tıpkı bir kralın kuvvetinin artışının uyruklarının kuvvetinin artması gibi bir sonuç içermemesi gibi. (Daha ziyâde tersi olur) Mâlî sermâyenin mutlakçılığı zenginliklerin dağılımını iyileştirmez ve istihdam yaratmaz. Yoksulluk, işsizlik ve oturmamışlık onun yapısal sonuçlarıdır. 1960-70’li yıllarda (Dünya Bankası tarafından eline günde 1 dolardan daha az geçen diye tarif edilen) yoksulların sayısı 200 milyon kadardı. ’90’lı yılların başında sayıları 2 milyardı. Daha fazla insan yoksul ve yoksullaşmakta. Daha az kişi zengin ve zenginleşmekte. Yap-bozun 1. parçasının dersleri böyledir. Bu akla aykırı, saçma sonucu sağlamak icin dünya kapitalist sistemi metaların üretimini, dolaşım ve tüketimini “modernleştiriyor”. Yeni teknolojik devrim (iletişim mânâsıyla) ve yeni siyâsî devrim (ulus-devletlerin harabeleri üzerinden doğan megapoller), esasında toplumsal güçlerin, asıl olarak da işgücünün yeniden örgütlenmesi demek olan “yeni bir toplumsal devrim” meydana getiriyorlar.
Dünyanın ekonomik olarak aktif nüfusu, 1960’taki 1.38 milyardan 1990’daki 2.37 milyara vardı. Daha fazla çalışabilir insan var, ama yeni dünya düzeni onların belirli alanlarda yahut işlevleri yeniden düzenlenmiş (yahut da işsizler ve geçici işçiler gibi fonksiyonsuzlaşmış) olarak kaydediyor.
Faaliyet başına istihdam edilen dünya nüfusu son yirmi yılda kökten değiştirildi. Tarım ve balıkçılık sektörü 1970’de % 22 iken, 1990’da % 12’ye düştü. İmâlat % 25’den % 22’ye indi ama (ticâret, nakliye, bankacılık ve hizmetler gibi) üçüncü sektörler % 42’den % 56’ya çıktı. Gelişmekte olan ülkelerde tarım ve balıkçılık % 30’dan % 15’e düşerken, üçüncü sektör 1970’teki % 40’dan 1990’daki % 57’ye yükseldi.
Sistem tıpkı bir dev patron gibi davranmaktadır. Onun için dünya pazarı “modern” tarzda yönetilen tek bir işletmeden başka bir şey olmayacaktır. Ancak neo-liberal “modernlik” ütopik “rasyonellik”ten ziyâde kapitalizmden doğan bir yaratığa daha yakın görünmektedir. Çünkü kapitalist üretim çocuk emeğine müracaat etmeye devam etmektedir. Dünyadaki 1.15 milyar çocuğun en az 100 milyonu sokakta yaşamakta ve 200 milyonu da çalışmaktadır. Tahminlere göre 2000 yılında bunların sayısı 400 milyon olacaktır. Sâdece Asya’da 146 milyonunun imâlatta çalışacağı hesaplanmaktadır. Ve Kuzey’de de yüzbinlerce çocuk aile gelirlerine katkı yapmak veya hayatta kalabilmek için çalışmaktadır. Aynı şekilde birçok çocuk zevk, eğlence sektöründe istihdam edilmektedir. Birleşmiş Milletler’e göre her yıl bir milyon çocuk seks [Porno] ticâretine itilmektedir.
Dünyadaki işsizlik ve milyonlarca işçinin geçici işlerde çalışması, ortadan kalkma arifesinde gözükmeyen gerçeklik budur işte. OECD ülkelerinde işsizlik 1966’da % 3.8 iken, 1990’da % 6.3’e yükseldi; Avrupa’da % 2.2’den 6.4’e çıktı. «Dünya ölçeğinde» hâline gelen pazar, küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri yok etmektedir. Yerel, bölgesel pazarların ortadan kalkması ile, korumadan yoksun kalan bu işletmeler dev uluslarüstü işletmelerin rekâbetine dayanamazlar. Böylece milyonlarca işçi kendini işsizlikte bulmaktadır. Neo-liberal zırva şudur: İstihdam doğurmak şöyle dursun, istihdam yok ederek üretimin büyümesi – BM, istihdamsız büyüme‘den bahsediyor.
Ancak kâbus burada bitmiyor. İşçiler geçici iş koşullarını kabul etmek zorunda. Çok daha büyük bir istikrarsızlık, daha uzun işgünü, daha düşük ücretler. Globalleşmenin ve hizmet sektörünün patlamasının sonuçları böyledir.
Bütün bunlar özgül bir fazlalık üretmektedir: Yeni dünya düzeninin sakat bıraktığı, giderek sayıları artan insanlar; sakatlanmışlar, çünkü artık üretmiyor, tüketmiyor ve bankalara borçlanamıyorlar. Sonuç olarak fırlatılıp atılabilirler. Mâlî piyasalar bugün devlet ve devlet gruplarına kendi yasalarını dayatıyorlar. Sâkinlerini yeniden dağıtıma tâbî tutuyorlar. Ve sonunda tespit ediyorlar ki hâlâ daha gereğinden fazla insan var.
Dolayısıyla işte üçgene, dünya ölçeğindeki sömürü piramidine benzeyen bir şekil.
Daha önce, üçüncü dünya savaşının sonunda fethedilecek (eski sosyalist ülkelerden) ve yeniden fethedilecek ülkelerin varlığından zâten bahsetmiştik. Buradan kaynaklanan piyasaların üçlü stratejisi: “Bölgesel savaşların” ve “iç çatışmalar”ın çoğalması; sermâyenin alışık olmadığımız bir birikim hedefi tâkib etmesi ve büyük emekçi kitlelerinin yer değiştirmesi. Sonuç: Dünya ölçeğinde milyonlarca göçmenlik bir büyük çark. Soğuk savaş galiplerinin vâdettiğine göre “sınırsız” dünyadaki “yabancılar”. Bunlar eğer hapishânelere atılmamış yahut öldürülmemiş iseler, yabancı düşmanlığının zulmünden, istihdam güvensizliğinden, kendi kültürel kimliklerini kaybetmekten, polis baskısından ve açlıktan ısdırab çekmektedirler.
Sebebi ne olursa olsun göç kâbusu büyümeye devam etmektedir. BM’nin Sığınmacılar Yüksek Komiserliği’nin açıkladığı sayıların düzenli bir tırmanışı vardır: 1975’te 2.5 milyon, 1995’te 27 milyondan fazla.
Neo-liberalizmin göç politikası, göçmenliği durdurmaktan çok, dünya emek pazarını istikrarsızlaştırmak amacına yöneliktir. – Yok etme, ıssızlaştırma, yeniden inşa ve yeniden örgütlenme mekanizmalarıyla – dördüncü dünya savaşı milyonlarca insanı yer değiştirmeye sürüklüyor. Onların kaderi kâbusları sırtlarında, bir işi olan emekçiler için bir tehdit, patronu unutturacak bir doğal bostan korkuluğu ve ırkçılığa bir bahâne oluşturmak için dolanıp durmaktır. Bu bir dairedir.
***
Mâlî Globalleşme ve Suçun Genelleşmesi
Eğer suç dünyasını mezar ötesi ve zulmetin eşanlamlısı olarak düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Soğuk savaş denilen dönemde, örgütlü suç hayli saygıdeğer bir imaj edinmişti. Sâdece modern bir işletme gibi çalışmaya başladığından ötürü değil, aynı zamanda ulus-devletlerin ekonomik ve politik sistemlerine derinliğine sızmış olduğundan dolayı da.
Dördüncü dünya savaşının başlangıcı ile, örgütlü suç etkinliklerini dünya ölçekli hâle getirdi. Beş kıtanın suç örgütleri, dünya ölçeğinde işbirliği “ruhu”nu edindiler ve yeni pazarların fethi için işbirliğine giriyor, biraraya geliyorlar. Sâdece kirli parayı aklamak için değil, yasadışı işlerine yönelik sermâye temin etmek için de yasal işlere yatırım yapıyorlar. Tercih ettikleri faaliyetler, lüks emlâk, eğlence sektörü, medyalar ve banka.
Ali Baba ve 40 bankacı mı? Daha da kötüsü! Ticârî bankalar kirli parayı kendi yasal işleri için kullanıyor. Bir BM raporuna göre: “Suç örgütlerinin gelişmesi, borçlu ülkelerin IMF kredilerini alabilmek icin kabullenmek zorunda kaldıkları yapısal düzeltme programları yüzünden kolaylaştırıldı.”
Organize suç mâlî cennetlere de güveniyor. Sayıları 55 kadar olan bu yerler, -ki biri de Cayman adalarındadır- bankacılık merkezi olarak beşinci sıradadır ve orada oturanların sayısından fazla kayıtlı banka ve şirkete sahiptirler. Kirli parayı aklamaktan başka bu mâlî cennetler vergiden kaçmayı da sağlıyorlar. Buraları hükümetler, işadamları ve mafya şefleri arasındaki ilişkilerin de mekânıdır.
İşte, içinde yasallığın ve yasadışılığın yansımalarının değiş-tokuş edildiği dikdörtgen ayna, suçlu aynanın hangi köşesindedir? Onu soruşturacak olanın köşesi hangisidir?
***
Yasadışı Bir İktidarın Yasal Şiddeti mi?
Globalizasyon kabaresinde devlet, asgarî zorunlu parçası, baskı gücü hariç her şeyden soyunduğu bir strip-tease’e koyuluyor. Yıkılmış maddî temeli, geçersizleşmiş egemenliği ve bağımsızlığı, etkisizleşmiş politik sınıfı ile ulus-devlet, ev işletmelerin hizmetinde basit bir güvenlik aygıtı hâline geliyor. Toplumsal harcamalara dönük kamu yatırımları yönlendirmek yerine, toplumu daha etkin biçimde denetlemesini mümkün kılacak donanımları iyileştirmeyi tercih ediyor.
Şiddet, pazarın konumlarından akıp dururken ne yapmalı? Meşru şiddet nerededir? Nerededir gayrımeşruluk? Özgür arz ve talep oyunu böylesi bir tekelle meydan okurken, zavallı ulus-devletlerin talep edebileceği şiddet tekeli hangisidir? Dördüncü parçada organize suç, hükümet ve mâlî merkezlerin hepsinin birden gâyet samimî biçimde birbirleriyle ilişkili olduklarını gostermedik mi?
Organize suçun gerçek ordulara güvendikleri apaçık değil mi? Şiddet tekeli artık ulus-devletlere ait değildir; pazar onu açık arttırmaya koymuştur. Eğer şiddet tekeli anlaşmazlığında pazar yasalarına değil de “alttakilerin çıkarları”na müracaat edilirse, elbette dünyevî iktidar burada bir saldırı görecektir. Silahlanan yerlilerin ve isyân hâlindeki Zapatist Millî Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) Neo-liberalizme karşı insanlık adına meydan okuyuşunun en az incelenen (ve en fazla mahkûm edilen) yönlerinden biri işte budur.
Amerikan askerî iktidarının simgesi Pentagon’dur. Yeni dünya polisi, orduların ve millî polislerin neo-liberal megapollerde düzen ve ilerlemeyi güvence altına alan basit birer güvenlik aygıtı olmalarını istemektedir.
***
Mega Politik ve Cüceler
Ulus-devletlerin mâlî piyasalar tarafından saldırıya uğradıklarını ve megapoller bünyesinde çözülmeye zorlandıklarını söylemiştik. Ancak neo-liberalizm savaşını sâdece ulusları ve bölgeleri “birleştirerek” yürütmüyor. Onun imha-ıssızlaştırma ve yeniden inşa-yeniden örgütleme stratejisi ulus devletlerde bölünmeler de üretiyor ayrıca. Bu dördüncü savaşın paradokslarından biri de budur:
Sınırları yok etmeye ve ulusları birleştirmeye yönelik bu savaş sınırların çoğalmasını ve ulusların dağılmasını tahrik ediyor. Eğer biri bu globalleşmenin bir dünya savaşı olduğundan hâlâ kuşku duyuyorsa, SSCB’nin, Çekoslovakya’nın ve Yugoslavya’nın bölünmesini, ulus-devletlerin temellerini, onların uyumlarını kıran krizlerin kurbanlarını teşvik eden çatışmaları gözönüne getirsin.
Megapollerin oluşumu ve devletlerin parçalanması ulus-devletlerin tahribinin bir sonucudur. Bunların birbirinden ayrı olaylar olması söz konusu mudur? Gelmekte olan bir büyük buhranın belirtileri bunlar mıdır? Birbirinden kopuk olgular mıdır bunlar?
Ticârî sınırların ortadan kaldırılması, telekomünikasyondaki patlama, haber, bilgi otoyolları, mâlî piyasaların gücü, uluslararası serbest mübadele andlaşmaları, bütün bunlar ulus-devletlerin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmaktadır. Paradoksal olarak, globalleşme ekonomik geçitlerle birazcık birbirine bağlanmış su geçirmez kompartmanlardan oluşma, parçalara ayrılmış bir dünya meydana getiriyor. Neo-liberal yap-bozun ise yaramaz dünya birliğini yansıtan kırık aynaların dünyası bu.
Ancak, neo-liberalizm birleştirmek istediği dünyayı parçalara ayırmıyor sâdece, aynı zamanda bu savaşı yönetecek siyâsî-ekonomik merkezi de meydana getiriyor. Mega politikadan söz etmenin hayatî önemi var burada. Mega politika ulusal politikaları yutuyor ve onları piyasa mantığı ile dünya ölçeğindeki çıkarlara sahip bir merkeze bağlıyor. Bu merkez adına savaşlara, kredilere, malların alım satımına, diplomatik tanımalara, ticârî ambargolara, siyâsî desteklemelere, göçmenlere dair yasalara, uluslararası bozuşmalara, yatırımlara, sonuç olarak tüm ulusların yaşamlarını sürdürmelerine karar veriliyor.
Ülke yöneticilerinin siyâsî rengini verdirme gücüne sahip olan da mâlî piyasalardan başkası değil. Onların gözünde hesaba katılan şey ekonomik programa saygıdır. Mâlî ölçütler kendini tüm hükümetlere dayatıyor. Dünyanın efendileri piyasaların çıkarına zarar verecek hiçbir tedbir almamak koşuluyla bir sol hükümetin varlığına da anlayış gösterebilirler. Onlar egemen modelle bozuşacak bir politikayı asla kabul etmeyeceklerdir.
Mega politikanın nazarında ulusal politikalar, mâlî devlerin boyunduruğuna uymak zorunda olan cüceler tarafından yönlendirilmektedir.
O hâlde mega politikayı temsil eden şekil budur, kargacık-burgacık bir yazı. Onda en küçük bir aklîlik bulmak imkânsızdır.
***
Sosyalizm bağlısı ünlü edebiyatçı Maxim Gorki’nin “İnsanlar” isimli eserinden bazı pasajlar…
“Latince’de ‘Murex Lacrimans’ ismi verilen bir mantar mevcuttur. Kelime mânâsı, “Ağlayan Eflâtun”dur. Atmosferin rutubetini öylesine emer ki bu mantar, yaklaştığı ağaç şaşırtıcı bir hızla kurur. Yeni inşa edilmiş bir evin tek bir kirişine yapışsa bütün ev çürümeye başlar… Bence, Rus edebiyatı işte bu mantara benzemektedir. Hayatın tüm coşkusunu, pisliğini, berbatlığını emer.
… Ruhun, mantığın ne olduğunu, neye benzediğini, yerini merak etmeye başladım. Ardından, çok kısa bir süre sonra mantığın, tasması Şeytan’ın elinde yarı kör bir köpek olduğunu sezdim. Gövdenin durumuna bağlıydı mantık ve hayat; baş, diş ağrısı çektiğim, ciğerlerimden rahatsız olduğum zaman daha da çekilmez oluyordu. Yansıma fonksiyonel bir sorundur, bağımsız olan yalnızca muhayyiledir“. (Tuhaf Serserîler isimli bölümden)
“… “Senin de inandığın bir şey vardır mutlaka. Örneğin Allah’a inanıyor musun? Mucizelere inandığın olmuyor mu? Kimbilir belki ilerlemeye bile inanıyorsundur”… “Sen bir teorisyensin, insanların içine, ‘sonsuzluğun, aklın ve iyiliğin tohumlarını ekiyorsun, değil mi? İlk gördüğümde anlamıştım ne mal olduğunu, seni aptal seni!”
… Meselâ eflâtun şeytanlar vardır, yumuşakçalara benzerler; biçimsiz şeylerdir. Yılanlar gibi yavaş yavaş sürünürler, saydamdırlar. Biraraya geldiklerinde jelatini andıran gövdeleri bana bir bulutu hatırlatır. Milyarlarca eflâtun şeytan mevcuttur şu yeryüzünde. Görevleri sıkıntı taşımaktır. Ruhu kedere ve yorgunluğa boğan ekşi bir koku salarlar ortalığa. İnsanların tüm isteklerine düşmandırlar.
… Hollanda şeytanları parlak bir topa benzerler, küçücük sapsarı mahluklardır. Kafaları biber parçası gibi büzülmüştür, bir sicim gibi ince, uzun pençeleri vardır. Parmakları bitişiktir ve herbirinin ucunda kızıl bir kanca asılıdır. Garip tutkular aşılarlar insanlara. Egemenlikleri altına giren adam bir devlet adamına, “Ey aptal” diye başlayan bir mektup yazabilir, kendi kızına sarkıntılığa kalkışabilir ya da Kutub Kilisesi’nin ortasında sigara tüttürebilir. Evet, evet! Hollanda şeytanları eşi menendi görülmemiş deliliklerin yaratıcılarıdırlar.
Damalı şeytanlar birer kırık çizgi yığınıdır. Gökyüzünde, titreyerek, özgürce yol alırlar. Garip şekiller oluşturur, hemen değiştirirler bu şekillerini. Onlara bakmaktan insanların gözleri yorulur. Hedefleri insanların yolunu kesmektir, bizi gitmemiz gereken yere gitmekten alıkorlar.
… Kumaş şeytanların biçimleri, uçları ayrılmış demir tırnakları anımsatır bana. Siyah şapka takarlar başlarına, yüzleri yemyeşildir, boğuk fosforlu bir ışık yayarlar ortalığa. Satranç tahtasındaki At gibi sekerek giderler. İnsan zihninde çılgınlığın mavi ateşini yakan onlardır.
… Berbat şeytanlardır Çan şeytanları. Kanatlıdırlar. İnsanları baştan çıkarırlar. Kırlangıç gibi uçar, başına kondukları adamı tutkudan yakıp kavururlar. Kilise kulelerinin tepesinde yaşıyor olmalılar, çünkü en baştan çıkarıcı işleri kilise çanları çalarken becerirler“. (Tuhaf bir serserî isimli bölümden)
***
DİL BAHSİNDE…
Cildler dolusu mâlumatı gerektiren bu konuda laf söylemekten imtinâ ederiz, burada deryadan bir damla mesâbesinde birkaç örnek vererek dilin akılalmaz karmaşasına vurgu yapmak istiyoruz.
“L” deyip geçmemeli!
Lampe (Lamp) Fransızca, “lamba” anlamında. Latincesi “Lampas”, İtalyanca “Lampada”, İspanyolca “Lampara”, İngilizce “Lamp” (Lemp), Almanca “Lampe”, Yunanca “La-m-bas” veya “La-m-btîr”.
Yunanca, “Lihnîa” veya “Lihnâri”, kandil, fener, samdan, lamba mânâsına, Fransızcası “Lampadaire” (Lampader), İtalyancası “lampadario”
“Likos”, Yunanca “Kurt” anlamında, “Loup” (Lu) Fransızca kurt, İtalyanca “lupo”, İspanyolca “lobo”, Romence “Lup”, Latince “Lupus”. Latince’deki “Lupus”, diğer Batı Avrupa dillerindeki “kurt”lara da kök teşkil ediyor. Fakat çok ilginç, bakın “Lupus” nereden geliyor: Yunanca; “Likos” (Kurt) ile yine Eski Yunanca “Alôpiks” (Tilki)nin birleşmesinden. Likos+Alôpiks=Lupus. Benzer bir durumu, Kuzey Tötonik (Skandinav dilleri ve Izlanda dili), Batı Tötonik (İngilizce, Flamanca, Almanca) ve proto-keltik (Keltçe, İskoçça, Galce) dillerinde de görüyoruz: Wolf (Almanca, İngilizce, Norveççe “Kurt” anlamında), “Vulpe” veya “Vulpus” Latince “Tilki” anlamında. Yani “Vulpe” (Tilki)den evrilen “Wolf” (Kurt). Yine çok eski bir Kelt metninde, “Kurt, Tilki aklığında” biçiminde bir cümleye rastlanıyor.
Lou-Lou (Lu-Lu, bir köpek cinsi) ismini Fransızca “Loup-Loup” (Kurt-Kurt)dan alıyor. “Lucarne” (Lükarn): Pencerenin üst tarafı, tepe camı anlamında, İtalyanca “Lucerna”, İspanyolca “lucerne”, Almanca “Luke” aynı anlamda.
“Lux” latince “ışık” anlamında, “Luxury” (İngilizce, parlaklık, göz kamaştırıcılık anlamında), Yunanca “Liki” de “aydınlık, parlaklık mânâsına.
“Lucide” (Fransızca ve İng; vazıh), “Licht” (Almanca benzer bir anlam taşıyor)
“Lucifer”e kadar geldik, “Esoterizm”in (Batınîlik) en sevdiği kavramalardan biri, “Allah’la çeliskiye düsüp, cennetten ışığı (Nur) çalan varlık yani kısaca Şeytan (Satan)ın tâ kendisi”. Kelime, Yunanca; “Lîki” (Aydınlık)+Fero (taşımak, getirmek, götürmek, sevketmek) kelimelerinin birleşmesinden olusuyor: Likiferos yani “ışık taşıyan”! Latince’ye “Lux (Aydınlık)-Fero biçiminde geçiyor: Luxfero. Yunanlar aynı zamanda “Êosferos” (Şafak taşıyan) kelimesini de Lucifer için kullanıyorlar.
“Lumière” (Lümier), Fransızca ışık anlamında, İtalyanca “Lume”, İspanyolca “Lumbra”, Almanca “Leuchte” ve Latince “Lumen”de aynı mânâda.
“Lumineux” (Lüminö), Fr; “ışıklı” anlamında, İtalyanca “luminoso”, İspanyolca “luminar”, İng; “luminous” aynı mânâda.
“Luna”, Latince, İspanyolca, İtalyanca “Ay” mânâsına. Latince “Lauksna” (ışık parçası)dan geliyor. Fransızcası “Lune” (Lün).
“Lunette” (Lünet) Fransızca “gözlük” anlamında. “Lunettes” (Lünet), Fransızca “Dürbün” anlamında.
“Lundi”, (Löndi), Fr; pazartesi anlamında, İtalyancası, “Lunedi”. Kelimenin aslı Latince: Luna (Ay)- Dies (Günü), yani ay günü.
Lynx (Links; Fr, İng. vaşak, Luchs, Almanca, Lunx, Latince, Lîks Yunanca aynı anlama geliyor).
Ay, ışık, nur, parlaklık, göz kamaştırıcılık, fener, kandil, lamba, pazartesi, lucifer, vaşak ve nihâyet Tilki ve kurt. “Kurt, Tilki aklığında”! Kurt-Tilki-Işık üçlüsü neleri gizliyor. Kendime sürekli sorduğum bu soruyu, başkaları da merak etmiş olmalı ki, kendisini “The Guardian” gazetesinin Yunanistan temsilcisi olarak tanıtan “meraklı şahıs” da Temmuz ayı içinde yaptığımız iki saatlik konuşma esnasında bana, “Mr. Salih’in, Tilki’den muradı ne olabilir?” diye sordu.
Ondan daha ciddî ve olayın bütün boyutlarını tâkib eden bir felsefe dr’u bir İstanbul kökenli papaz da “Tilki Günlüğü”yle, ‘Kırmızı Pazartesi’ isimli eser hakkında bir paralellik olup olmadığını sordu. Düşündüm, kızıl tilki, ay, gün, pazartesi, kırmızı pazartesi (Lunadies Ruber), ışık, kurt, beyaz diş… İşin içinden çıkamadım. Adama, “bilmiyorum” diyebildim.
Evet, “Milâdî yeni yıl”ın anahtar kelimeleri muhtemelen, “Pazartesi, kurt, tilki, ışık, lucifer, ay, vaşak ve venüs”. Bu kilitleri çözen oyunu da çözecektir.
***
SON TECRİDDE…
Alexander Soljenitsin’in Nobel konuşmasından bir pasaj:
“Bir halkın literatürünü baskı ile durdurma ne demektir: İçeri tıkılan millî kalbden, millî hatıratın kazınması demektir. Burada halk kendini hatırlayamaz. Ruhî berâberliğinden mahrum oluyor ve müşterek kullanılan dile rağmen insanların birbirlerini anlaması sona eriyor. Nesiller dilsiz yaşıyorlar ve ne kendilerine, ne başkalarına ne de gelecek kuşaklara bir şey bırakmadan ölüyorlar“.
Burada kullanılan “Literatür” kelimesini sâdece “Edebiyat” mânâsında ele alırsak olaya çok sığ bakmış oluruz. O nedenle, kavramı, dil, kültür, san’at, tarih, felsefe, siyâset, İdeoloji ve Din bağlamlarında düşünmek mecburiyetindeyiz. İşte bu mânâda “Literatür”e sahib olmazsak yalnızca gelecek nesillere ve insanlık tarihine bir şeyler bırakmamakla hattâ tarihi yazmamakla kalmayıp, Şeytan’ın bile beklemeye sabredemediği Günah’ın gönüllü ‘ipomonitikos’u (sabırlı)sı oluruz ki, bu hâl bizi bir yönden Kader ve Vahdet ilimlerinden mahrum ederken diğer yandan Belhüm Adal seviyesinin vakumuna mahküm eder.
İçinde bulunduğumuz (hepimiz) durumun ismini ‘Devâsa Yarık’ olarak koyabiliriz belki ve bu ‘Yarık’, korkunç bir ideolojik-siyâsî şuursuzluk ve hissizlik ifâdesidir. İdeolojik-politik şuur karşısındaki körlüğümüz ve atâletimiz zirve noktada olup, çabalarımız bile traji-komik bir röfle sergilemekte ve bizi kolları arasında boğmaktadır. Kuvve’yi fiile aktarma konusunda akılalmaz bir kabiliyetsizlik sergilediğimizi, ürün devşirme konusundaki başarısızlığımızı hangimiz inkâr edebiliriz? Peki, artık şu satürasyonu (doygunluğu, doymuşluğu) müşahhas bir namus davasına sıçratıp, kendi kendimize kabul ettirmenin zamanı gelmedi mi? Bizi hariçten sarıp sarmalayan maddî gereçler standartı ve bununla filizlenip yeşeriyor zannetiğimiz şahsiyetimiz bizi vurdumduymazlığa, nemelâzımcılığa, adam sendeciliğe, aylaklığa ve umursamazlığa itmiyor mu? Dahası fıtratı üzere olduğumuz (olduğumuza inandığımız) İslâm’ın bizi donattığı dahilî-haricî ‘natura’mızı (tabiatımızı) tahrib etmiyor mu? Nihaî durum, ‘gün be gün” içimizin boşalması ve eriyip gitmemiz olmuyor mu? Yüksüz bir kehribara dönüştüğümüzün farkında değil miyiz? Önümüze örülen koca koca duvarların altında beklemesi gereken boynu bükük, mahzun ve mahçub çocuk elbisesinden ne zaman soyunup da, bir yanıyla olgunun olgunu bir adam, diğer yanıyla kalıbına sığmayan deli-kanlı hüviyetine bürünmemizin önündeki mani / mania nedir? Neyin müştakıyız biz? Olan biteni tabiî vetirenin bir parçasıymış gibi algılayıp (idrâk edemeyip), ‘Osilasyon’ (sağa sola dalgalanma, yalpalama) siyâsetini bize öğretenler / dayatanlar bize aslında yılan’ın mutlak ‘kötü’ olduğunu söyleyenlerdir. Bu nedenledir ki, ‘yılanlık’ karakterimiz neredeyse tamâmen törpülenmiş, bırakın rahatsız edilmeyi, tâ yuvamıza kadar gelindiğinde, hânelerimize tecâvüz edildiğinde, katledildiğimizde bile hep ‘yılan olmadığımız’ telkin edilmiş ve ‘yılanlık hakkı’mız elimizden alınmıştır. Mâlesef ve mâteessüf, âdeta Kafkavârî bir metamorfozla (başkalaşımla) duvar duvar gezen, köşe bucak saklanan, ödlek, şahsiyetsiz, varlığından utanan, kafasını yerden kaldıramayan zavallı ve sefil bir kara böcek derekesine indirgenmişiz? Bundan daha alçakça ve aşağılıkça bir hayat olabilir mi?
Mukaddes topraklardan bahsedilirken sâdece Mekke’den ve Medine’den dem vurulup oralara şeklî bir muhafaza yaftası yapıştırılır da, üzerinde yaşadığımız mukaddes coğrafyada Kapitalist-Siyonist acentaların işlettiği kârhânelerin hepimizi birer sermâye yapıp, yarıçıplak bir vaziyette mütemadiyen pazarlamaları, iğdiş edip hamam oğlanlarına, hadım ağalarına çevirmelerine, câriyeleştirmelerine, soysuzlaştırmalarına kimsenin sesi çıkmaz. Bu işin başını da –Kader’in bir cilvesi– “Takkeli Deyyuslar” çekerler. Şairin dediği gibi, “Onlar ekmeğine göz koyanlardır, tanı bunları, tanı da büyü!..” Sâdece ekmeğimize mi? Nâmusumuza, iffetimize, mukaddes olan herşeyimize kısaca varlığımıza el koyanlardır, tabiî ki onları tanıyoruz, fakat tanımak yetmiyor, büyük bir haysiyet mücadelesi ve direnç de gerekiyor.
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)