Reform: Yine Yeniden

Aşağıdaki makale, “28 Şubat Süreci”nde kaleme alınmıştır. (Akademya)

Hıyânet İşleri Başkanı, İslâm’ın (hâşâ) fazla kilolarından arınması, darasının alınması gerektiği şeklinde bir herze yumurtlamış. Tıynetine ve aldığı talimata uygundur, söylemesi gerekeni söylemiş. ‘İlerici’ bir adam neticede; cübbeye ve sarık’a karşı tavrından bunu rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Reform konusunda felsefî değerlendirmeler yapmaya hiç gerek yok zira Türkiye’de de dünyada da yüzlerce belki de binlerce eser yazıldı çizildi. Fakat, özenilen adres ve vechelerin çevrildiği istikâmet kısacası taklid edilecek paradigma belli; Batı! Reform’da orada, rönesans da orada döllendi ve aynı sosyal demokrasi, millî sosyalizm, millî komünizm, burjuva demokrasisi vs. gibi, yahudîliğin fal oklarından biri olarak insanlığın yüreğine saplandı. O okların açtığı yaralar Batı’da, her türlü ahlâksızlığın, fitnenin, alçaklığın gün geçtikçe irinleştirdiği birer fistüle ve fissüre dönüştüler.

Bütün bunlar da malûm, geçiyoruz. Bunları görmek için, ilim falan da gerekmiyor, Allah’ın verdiği iki göz çok kâfî… Biz yine de, Hristiyanlığın 3 büyük mezhebi kabul edilen Katholisizm-Orthodoxi-Protestanizm arasındaki çelişkilere bir göz atalım. Atalım ki, trajedinin başlangıcı ile sonu arasında, Kaos teorisini andıran ve causalité’yi (nedensellik) derdest eden içler acısı tabloyu temâşa edip Müslümanlar’ın başına geçirilmek istenen asıl çuvalın ne mene birşey olduğu hakkında bir nebze fikir sahibi olalım…

Katholisizm ile Orthodoxi Arasındaki Farklar

Hristiyan âlemi dahil bütün dünyada insanlar bu iki mefhumu hep duyarlar ve farklı olduklarını, birbirlerini hiç sevmediklerini, birbirlerinin altını oymaya çalıştıklarını bilir. Ama aralarındaki fark nedir diye sorsanız, Zekeriya Beyaz, Hıyânet İşleri başkanı, İsmail Nacar ve daha birçok kalemşor ve allâme cevabını bilmezler. Şimdi, aslında kitablık bir mevzu olan bu tema hakkında bir iki laf edelim…

Söze, bir dîni bütün bir Orthodox’un söyledikleriyle-halkın bakışıyla-başlayalım: (koyu Orthodox ve Katholik düşmanı bir aydınla sohbet): Nedir hoca sana göre fark?

Cevab: Tertemiz bir kaynak düşünün, pınar yani. Yunanca’da, Zoodohou pigis, ‘Hayat kabul eden kaynak’ anlamına gelir. Bu kaynak, bizim için hiristiyanlıktır yani orthodoxi. Hayat kaynağımız o, herşeyimizi o kaynağa borçluyuz. O da, yani Hristiyanlık da Îysâ’dır, Hristos yani. Zoodohos pigi aynı zamanda Hz. Meryem anlamına da gelir zira, Îysâ’ya hayat veren odur, kaynak odur yani. Şimdi, biz bu kaynağa gözümüz gibi bakarız, ona kötülük yapılmasına mânî olmaya çalışırız.

Peki Katholik korumuyor mu? Yine kaynak mes’elesi. Biz bu kaynağı koruyalım diyoruz, bir ahlâktan söz ediyoruz, onlar bu kaynağa işiyorlar! Onlar, şeytanın kendilerine sordurduğu soruları, ‘düşünen insan’ maskesiyle ve retoriğiyle sorup, gûya cevab arayıp buluyorlar. Soruyu soran da kendisi, cevabı veren de kendisi. Şimdi, hem ‘Kaynak’a inanıp sahib çıkacaksın hem de o kaynağın emrettiklerini yerine getirmeyeceksin. Hristos için, demediklerini koymadılar, neredeyse onu bir ‘piç’ ilân ettiler. İnsan, tanrım diye inandığı bir değere böyle muamele eder mi, bu kadar saygısız davaranır mı? Onlar davranıyor işte, protestanı zâten ihç saymıyorum. Hristos’a saygıları olmadığı gibi, onun annesi olan Paniagia’ya da (Hz. Meryem) hiçbir saygıları yok. Biz, ona ‘Validetullah’ deriz. Yani, o kadar yüksek.

Siz niye sual sormazsınız? Bu şeylerin suali sorulmaz, halis hissiyatla inanırsın, adı üzerinde inançtır bu güzelim. Aşk gibi, sevgi gibi. Niye seviyorsun denir mi, bir insana, Allah vermiş ona bu hissi, sevecek tabiî. İnsanların aşkları ve hisleri sorgulanır hâle geldiğinde ben korkarım, orada bir şeytan parmağı ararım. Yani, ne büyük bir ayıptır böyle sorular sormak. Mü’min hristiyanları yaralıyor bu. Orthodox adam biraz da köylüdür. Saf köylü. O, aşkından dolayı inanır, Îysâ’yi sever, Meryem’i sever, onları ilâh gibi görecek kadar sever. Teslis doğru mu, yanlış mı, bilmemne mi nev’înden suallerle uğraşmaz. Oralara girdin mi, şeytan da seninle berâber girer, işe karışır. Sana, sorunu kendince çözdürür sen de işte, reform yaptım, rönesans yaptım diye avunup, kendinde ilâhlık vehmedecek kadar ileri gidebilirsin. Köylü adam ki, ben köylülüğü o açıdan çok severim, puştluk düşünmez, benim gözümde şehirlilerin hepsinin aklında puştluk vardır, birbirlerine madik atmak için, soyup soğana çevirmek için uğraşırlar, namussuzdur bu şehirliler. Ben de şehirde doğdum, büyüdüm amma, hiç hazzetmem şehirli milletinden. Başımıza ne belâ geldiyse bu şehirli takımından geldi. Köylünün sâf^yâne cehâleti, kentlinin şeytanla sevişen ilminden bin kat daha hayırlıdır. Evet işte, ben orthodox’um, soru moru sormuyorum, olduğu gibi inanıyorum. Teslis’le falan bir işim yok. İmânımı zedelemek istemiyorum, zedelemem de zâten…

Bu cevablar, çok genel bir fikir verebilir fakat biz daha sağlıklı cevablar arayacağız. Birçok Hristiyan, Orthodoxi ile Roman-Katholisizm’i, bir Papalık ve Patriklik gibi, şeklî bir farklılık olarak algılamaktadır. Oysa, temel farklılıkların yanısıra, Vatikan’ın her revizyonundan (Kitab hüqümlerini gözden geçirip yeniden yorumlamadan) sonra, Orthodoxi’yle Katholisizm’in farkı biraz daha açılmakta ve derinleşmektedir.

Orthodoxi, ilim ve felsefeyi, kendi İmân’ını muhafaza ve izâh etmek içun kullanır. Buna muqâbil Roman-Katholisizm, ilmin ve felsefenin neticeleri üzerine inşâ etmez, imânını. Kilise’de hâliyle, imân ile aklı birleştirmeyi gözetmez, aramaz. Hz. Îysâ’nın, takibcilerine, inanmak içun ne verdiğini, ilim veya mantık yoluyla ısbât etmek içun bir çaba göstermez. Eğer, fizik, kimya, biyoloji veya felsefe, Kilise’nin öğretilerine destek verirse onları da reddetmez. Mamafih, Orthodoxi, insanoğlunun entellektüel bütünlemelerinden (ikmâllerinden) korkmaz. Onların, insanın düşüncesi ve ilmiyle, Hristiyan imânı üzerinde tasarruf sahibi olabileceğini kabul etmez. Amma velâkin, işte tam da bu nedenlerledir ki, kilisedeki (Hristiyanlığın orijinalinde var olan abdest müessesi içun) şadırvanlara artık bir iki tarihî kilise dışında rastlanmamakta, orijinal kilisede (Monofisitler’de hâlâ yok) bulunmayan freskler, ikonalar bütün duvarları doldurmakta, başlangıçta (ve şimdi de, meselâ bazı Süryânî Kadim kiliselerinde olmadığı gibi) bulunmayan sıralar ihdâs edilmekte, eski Hristiyanlar’da mutad olan başörtüsünün yerinde yeller esmekte ve onun yerine kiliseler âdeta moda defilelerinin gerçekleştiği yerler hâline gelmekte, eşcinseller evlenebilmekte, kadınlar göğüslerinin yarısı dışarıda ve göbekleri açık, mini eteklerle ‘ibâdete’ gelebilmekte, kilise kurumunda sübyancılıktan tutun da her türlü sapıklık (özellikle de Protestan Kilisesi’nde) ve daha neler neler olabilmektedir. İnsan aklını ben de fazla kaale almıyorum, hele ki, muhkem bir dîn kurumunun karşısındaki insan aklını kıçıma yazıyorum fakat baştan işi sıkı tutmak kaydıyla yoksa, iş bu noktaya geldikten sonra davası da olmuyor. Lafız ve pratik örtüşmüyor işte.

Kilise Babaları’ndan, Aziz Büyük Vasil, genç keşişlere, Yunan felsefesinden, balarısının çiçekten faideleniği gibi faidelenmelerini tavsiye etmektedir. Sâdece ‘Bal’ı yani “Allah’ın yeryüzüne ektiği ve Efendimiz’in gelişini hazırlayacak olan Hakikat’i alın“.

Misâl olarak, Yunan’ın, ‘logos’ doktrini var diyorlar. Logos; Bilgi, bilim, mantık, fakir, akıl, muhasebe, kelâm gibi birçok mânâya gelir. Doğrudur, Eski Yunan’ın böyle bir doktrini değilse de, bir kültü vardır: Fikir Kültü. Yuhanna İncili de; “Başlangıçta kelâm vardı” (En Logo stin arhi) diyor. Yani, Logos vardı. Geniş bir yaklaşımdır bu, Kelâm’dan, fakir, akıl, zihin, şuur, mantık, zekâ, öngörü, vicdan, ahlâk hep birlikte kasdolunur. Logos, bu mânâda genişletici ve derinleştirici bir mefhum olarak ortaya çıkmaktadır. Katholik ve Felsefeci muhitlerin, Logos’a sıklıkla vurgu yapmalarının altında bu ilgi yatmaktadır, o nedenle ‘Yunan doktrini’ şeklinde yaklaşıyorlar.

Paganlar içun, Agnostikler içun, bazı heretikler içun Logos, İlâh değildir. Hristiyanlar içun ise ilâhın tâ kendisidir. Fikir de, akıl da, şuur da, vicdan da ilâhtır. Hristiyanlığın ilâhı, Logos’tur. Daha da ileri, Logos, bir ilke, birinci ilke olarak ilâhın kudret ve kuvvetidir ki, ilÂh o Logos’la (kudret-kuvvet) âlemi idâre eder. Demek ki, Logos, aynı zamanda kudret ve kuvvet-ilâhî mânâsını da hâvî. Kilise Babaları’nın büyük bir kısmı, Mukaddes Kitab’daki ‘Logos’ kavramıyla, Yunan felsefesinde, ‘ihtiyat, takdir ve Cenâb’ mânâlarına da işâret eden Logos kavramının arasında bir benzerlik olduğu mevzuunda mutabık kalmışlardır. Kilise Babaları, bu ikisi arasındaki farkı, ‘insanın günahlılığı’ ve ‘insan zekâsının/zihninin zaafı’ olarak ortaya koymaktadırlar. Yani, birincisi (mukaddes kitabdaki Logos), insanın günahlılığına, Yunan felsefesindeki Logos ise ‘insan zihninin zaafiyetine’ işârettir/kinâyedir.

Aziz Paul, ‘felsefeden sakının’ diyor. Herhâlde, kendisi de felsefeden epeyce çektiği içun böyle bir kelâm etmiş olmalı. Oysa, onun bu tavsiyesini, Hristiyanlar’ın pek de dikkate aldığını söyleyemiyoruz, bilâkis, alabildiğine felsefe batağına saplanmış ve gitgide âcizleşmiş, rudimante tezlere gerilemiş ve tasavvurlar imânlaşmış. Tasavvurların imâna dönüştüğü noktada da, her taraf fresklerle, resimlerle, ikonalarla dolup taşmış, yeryüzüne inip ete kemiğe bürünmüş. Aynı durumdan en çok nasibini alan da, Hz. Îysâ olmuş. Toteme geri dönüştür bu.

Öte yandan, Katholisizm, insane aklını müdhiş yüceltir. Herşeyi insan aklının emâneti ve tasarrufu altında görür, en poizitivistten daha ileridir ve bunu da ‘Reform’ ve ‘Rönesans’a borçludur! Onun içun en yüce değer, en birinci ilke insan aklıdır. Latin ortaçağında, 13. asrda, theology-filozof Thomas Aquinas, Hristiyanlığı, Aristo felsefesiyle irtibatlandırır. O günden bugüne Latinler, insan aklına (ve mantığına) olan saygılarından zerre kadar bir mıqdar kaybetmediler. İşte bu akıldır ki, Hristiyan dîninin, esrar, ilâhiyyat gibi birçok kurumunu radikal biçimde alt edebilmiştir. İkide birde, ‘İslâm Akıl dînidir’ diyen pespâyelerin, insan taslaklarının, süprüntü ve sürtüklerin, neseb-i gayrı sahihlerin, dümbüklerin, alçakların, ‘şehirli’ olduğundan hiç şübhem yok. Bu retoriğin neden bu kadar sık, dillere peleseng olduğunu anlamak içun, bir zamanlar, tâ Aquinolu Thomaslar’dan beri tekrarlanan, Kalvinler’le, Lutherler’le kıvamına getirilip, ağuyla karıştırıldıktan sonra ‘Bal’ diye yedirilen ‘mâhiyetsiz-şeytanî hakikat’in ne olduğunu burada bininci defâ işâret etmiş olalım. Kilise kurumunun içini tamamen boşaltıp, amforik sesten öte bir ses verememesiyle neticelenen yahudî-şeytan kollaborasyonunun son ürünü olan ‘İnsan aklı herşeyin üstesinden gelir’ yamuk şiarının modern ve modifiye versiyonu ‘İslâm akıl dînidir’ şiarıdır. Eğer İslâm, ‘yahudî-şeytanî-felsefî’ mânâsıyla ki, dayatılan odur, ‘akıl dîni’ ise ben ‘MÜSLÜMAN OLMADIĞIMI VE HİÇBİR ZAMAN DA OLMAYACAĞIMI İLÂNEN TEBLİĞ EDİYORUM’. Çünkü, benim o akılla, o aklın ürünleri ve ucubeleriyle alıp veremediğim var, onunla mahşere kadar sürecek bir savaşım var, onun dünya-ahiret en azılı düşmanıyım. Bir ‘MÜRTECÎ!!!’ olarak, ‘İslâm akıl dînidir’ şiarını reddederim. Bunu reddeden Hristiyanlar’ı kimse takmadığı içindir ki, o dînin bütün kurumlarının içi boşalmış Hz. Îysâ’nın şeriatının ve Îlâhî hüqümlerin yerini ‘İnsan Aklı’nın ilâhlığı ve sınırsız tahakkümü almıştır. Yani, Mutlak Hakikat’in yerini mâhiyetsiz hakikat almış, ilâhlık makâmı tamamen ‘Apo mihanis Theos’a (Deus ex Mechanis-Mekanik ilâha-makine ilâha-tekno-ilâha) terkedilmiştir. Bu ilâh, insan aklı ve onun pantheonundan müteşekkil olan yeni bir dînin ilâhı olup, tamamen mitolojiktir ve adı da modernite olarak lanse edilmektedir. Benim bu ilâhla uzlaşmak değil savaşmak gibi bir iddiam vardır.

Orthodox Kilisesi, Hristos’un öğretilerinin zaman içinde değiştiği şeklindeki tezi tasdik etmez; daha da ötesi, Hristiyanlığın, Hristos’un, havârîlere imânın ilkelerini vâ’zettiğinden beri hiçbir değişikliğe uğramadan ayakta durduğunu kabul eder. Dış değişimleri (Klerje’nin kazanımlarını, manastırları, mülkü, yeni bayramları, ekümenik ve dînî konsilleri vs) reddetmez. Fakat, bu olup bitenler, Orthodox Hristiyan’ın imânından hiçbirşeyi alıp götürmemiştir ya da yeni hiçbirşey eklememiştir. Dış değişimlerin tek bir teklifi olabilir: İmânı, yeni şerait dahilinde ifâde etmek. Tev’ili bu oluyor!

Meselâ, Mukaddes Kitab, İbrânîce ve Yunanca’dan diğer lisânlara terceme edilmiştir. Veya, yeni dînî âdetler, ethnilerin hassasiyetlerini ifâde temelinde, ihtida müessesini geliştirmiştir. Buna muqabil, tek imân, tek Efendi, tek vaftiz vardır.

‘Efesliler’e mektub’dan alınan bu sözler tabiî ki, kulağa hoş geliyor da, aslı hiç de öyle değil. Bir sürü kilise var, bir sürü yeni prensip var, kateşizma var, var da var. Şimdi eşcinsellerin kilisede evlenmesine cevaz veren adamla (kiliseyle), Aziz Petros’un inandığı dîn aynı mı, imânları aynı mı, ilkeleri aynı mı, Efendi’leri aynı mı? En ufak bir benzerlikleri var mı? Bırak azizleri, mü’min bir Hristiyan’ın imânıyla, ilkesiyle, Efendisi’yle, yukarıdaki misâlde görülen kilise kurumunun imânı, ilkesi, Efendi’si birbirine benziyor mu? Alâkası yok, nerede kaldı, ‘hiçbir şey değişmiyor’ diyen kurumun tezleri?

Hristiyan Geleneği’nin temel şahidi Mukaddes Yazılar’dır. Bu yazıları sergileyip teşhir edenler de Kilise Babaları’dır. Gerçi, Kilise Babaları’nın da bir kısmı, enternasyonal olarak tanınmamaktadır; Suriyeli bir Kilise Babası’nı, meselâ Slavlar tanımazken, Slav bir Kilise Babası’nı Fransızlar tanımamaktadırlar.

Orthodoxi’ye nazaran; Katholisizm, Hristiyanlığın orijinal imânını devâm ettirme konusunda başarısız ve kabiliyetsizdir. Sürekli yeni doktrinler geliştirmiş ve gelişimini bu yeni doktrinler ve tezlere bağlamıştır. Orijinal imândan ziyâde sürekli ve ‘yenilik’ adı altında, ilkeleri ve imân kurumunu aşındırmıştır. Zaman’ın, felsefî ruhunu tâkib eden Katholik ilâhiyatçılar, Hz. Îysâ’nın, imân’ın sâdece bir orijinal emânetini (original deposit) bizlere verdiği (bıraktığı), ve bunun, asırlar içinde büyüyüp serpilen bir ‘tohum’ olduğu fikrini ve tanımını yapmaktadırlar. Mukaddes Ruh’un, Hristiyan imânını, kilise olarak (kilise vâsıtasıyla) yeni koşullara ve ihtiyaçlara göre şekillendirdiğini söylemektedirler. Bu, kiliseyi meşrulaştırıp sağlamlaştırmaktan öte, bir de sağlam şerik bulmanın, haşa huzurdan, Ruh’ül Qus’ü de kilisenin yediği ve yiyeceği herzelere ortak ve âlet etmenin ürperti verici bir yolu olmaktadır.

Yani, Roma kilisesi der ki; benim ilâhiyyatım, her ân ve etap etap, daha net ve açık olarak tanımlanacak, bilgi seviyyesi yükseldikçe benim tariflerim de netleşecektir. Kilise Babaları’nın öğretileri, her ne kadar mühim de olsalar, Latin ortaçağının verilerini içermektedirler (Sholastisizm) ve onların ilâhiyyatları, sonradan gelen yeni fikirlerden geridir. Her devre, her seviyye faidelidir ve kaynak teşkil eder. İlâhiyyatçı, Kilise Babaları’na atıfda bulunabilir fakat, zıdlaşabilir de. Bu temelde, ‘papasal yanılmazlık’ veya ‘Bâkire Meryem’in lekesizliği’ gibi dogma niteliğindeki teoriler ısbât edilemezler. Vatican II’nin hülâsası budur.

Şimdi, ey Ümmet-i Muhammed, puştluğa bakar mısınız, alçaklığa, hainliğe, namussuzluğa, ibneliğe ve kahpeliğin en ilerisine lütfen bir dikkat ediniz; neymiş, ‘papanın yanılmazlığı’ tartışılabilirmiş, amenna, tabiî ki tartışılabilir, insandır en nihâyetinde, buna bir itirazımız olamaz. Şimdi, hemen arkasından gelen zehire bakın; ‘Bâkire Meryem’in lekesizliği kosepsiyonu’ da, dogmalıktan çıkarılmalı, tartışılmalıymış. Esas, ihânet, esas cinnet, esas lainlik ve kahrolası yahudîlik burada, dikkatleri buraya teksif etmek şart ki ne şart. Adam, papalığın yanılabirliğiyle, Hz. Meryem’in-hâşâ kerre hâşâ-lekeli olabilme ihtimâlini yanyana yazıp, aynı cümle içinde kullanıyor. Hayâsızlığa bak. Bunu ben uydurmuyorum ha, Vatican II’nin işi bu. İçtihad yapıyor. Oradan, Hz. Îysâ’ya (AS) da dolaylı saldırı var, aslında apaçık saldırı var. Ruhullah’a saldırı var. İşte, ‘Reform’ isteyen cibilliyetsizlerin asıl aradığı da bu; yarın öbürgün, Rasûlullah’a dil uzatıp, ‘onun dedikleri dogma değil zâten, bir deposit bıraktı bize, biz şimdi modernize edeceğiz. Bu kadar âyet fazla, çıkarın yarısını, hafifletin Kur’an-ı Kerim’i. Bazı şerefsizler daha 15 sene evvelinde, zâten peygamber de insandı deyip bugünleri bekliyorlardı. Şimdi muradlarına eriyorlar. Herşeyi reforme edecekler. YNÖ isimli kulampara ve kadın tüccarının nasıl ihtilam hâlleri içinde olduğunu varın hayâl edin. Hiçbir şey onu bu kadar tatmin etmiş olamaz.

Katholisizm’in yaklaşımına göre, insan aklı ‘Allah’ın varlığını kanıtlayabilir; Onun, sonsuz, sınırsız, iyi, bedensiz, muktedir ve âlim olduğunu, aklıyla bilebilir. (Ben, burada nasıl bilebilir? Sualini sizing aklınıza da sokmakda bir beis görmüyorum. Kim aklıyla ALLAH’ı biliyorsa, bilebiliyorsa, tanıtlayıp kanıtlayabiliyorsa bana da öğretsin, ömrüm boyunca köpek olup evinin bahçesini bekleyeceğime söz veriyorum). Yine Katholiklik inancına göre; Allah, ‘gerçek bir varlık’tır (true being). İnsanlar, O’nunla analogdur (kıyas edilebilir). Fakat, insane mükemmel olmayan bir varlıktır (imperfect being). (Peki, mükemmel olmayan bir varlık, nasıl oluyor da, kendisini halq eden ve Mükemmel olan Varlık’ı taakkul edebiliyor ve nasıl O’nunla analog olabiliyor? Bu sualin cevabını da YNÖ versin isterim). Katholisizm’in ilâhı, Latin ortaçağında doğmuştur (Ben söylemiyorum, Vatican’dan bir yetkili söylüyor). Bu ilâh, Hz. İbrahim’in, İshak’ın, Yakub’un ilâhı değil, bilginlerin ve filozofların ilâhıdır. Blaise Pascal’ın modifiye cümlesi böyle. Evet, Katholisizm’in ilâhı, filozofların ve bilim adamlarının yarattığı ve insanla analoji içinde olan (mukâyese edilebilir olan) ve bu nedenle de, gökte değil de yerde aranması gereken bir ilâh. İşte o nedenledir ki, ikide bir değişiyor (yenileniyor). Yani, insan-ilâh.

Orthodoxi’de ise, Allah bilgisi, insanın tabiatına nüfuz etmiştir ve böylelikle O’nun varolduğunu biliriz. Yani, Allah’ın varlığı ve bizi yarattığı bilgisi, insanda yaradılışdan itibâren genetik bir bilgi olarak vardır, sonradan kazanılan birşey değildir. Kilise Babaları da bunu böyle koyarlar. Aksi takdirde, Allah bize Kelâm etmeseydi, bize bildirmemiş olsaydı, insan aklı kendine verilenden başkasını bilemeyecekti/bilemez. Allah’ın varlığının bilgisinin muhafazası ise, kurtarıcı (Mesih) tarafından sağlanmaktadır/sağlanacaktır. Mesih, Babası’na hitabla, ‘Ve bu sonsuz hayattır, Sen’i bilebilirler, Tek Hakikî İlâh’ı ve Îysâ’yı, ki, Onları Sen gönderdin’ (Yuhanna, 17:3).

Katholisizm, gelecek (bu) asrda, insanın, zekâ inceliğiyle, ilâhın Öz’ü olacağına inanmaktadır. Yani, şu âna kadar pratik olarak yürütülen, ilâh yukarılarda bir yere, insanın gözlerinden uzaklarda bir yerlere taşındı, bırakın orada dursun, insane ise, o sembolik that sahibi ak sakallı zavallı tonton kralın adına ilâhlık kurumunu kendisi üstlenip yürütsün. Protestanizmle (reform hareketiyle) başlayan bu pratik şimdi Katholik Kilisesi tarafından da resmen onaylanıp ikrâr edilmiş oluyor. Düpedüz, insan, ilâhın yerine geçiyor ve Kilise kurumu da bunu tasdik ediyor. Meselâ Kilise Babaları, şu konuda ittifak ediyorlar: İlâh’ın Zâtı’na erişmek imkân dahilinde değildir hattâ ilâhî letâfet ve zarâfet seviyyesine yükselmek bile insanoğluna bu tür bir kudreti vermez. İlâh, ancak ve ancak Îysâ’nın vücuduna bu şânı vermiştir. Evet, açıkça görüldüğü Kilise Babaları yani Kilise’nin kurucuları, bugün Katholik Kilisesi’nin dediklerini reddediyor ve hâliyle Katholik Kilisesi de, kendisini kuran zevâtı reddetmiş oluyor yani aslını inkâr ediyor. Aslını inkâr edenin haramzâde olduğunu belirtmemizde yarar var.

Tarihî olarak, (uzun süre) Roma-Katholik ilâhiyyatı, ilâhın özüyle (ne olduğu) onun ‘yaratılmamış enerjileri (Nûr)/ Fiil’i’ arasında hiçbir zaman bir ayırım yapmamıştır, yapmamaya gayret etmiştir. Aziz Gregory Palamas bu ayırımı, güneşle ilâh arasında yaptığı mukâyeseyle izâh etmeye çalışır: Güneşin ışınları vardır, ilâhın enerjileri vardır (Letâfet, ışık gibi). İlâh, kâinatı enerjileri vasıtasıyla yaratmıştır, ayakta tutmaktadır ve idâre etmektedir. Enerjileriyle, yeni yaratmalar ve yoketmeler gerçekleştirir.

Son tahlilde; Katholisizm, Ruh’ül Quds’ün, Baba’dan ve Oğul’dan (Filioque) neşet ettiğini öğretir. Bu yaklaşımıyla da, havârisel geleneği bir kenar koymuş olur zira, havârisel gelenek, her zaman, ilâhın (Baba), Oğul ve (Mukaddes) Ruh’un yegâne kaynağı olduğunu (mono arhia: monarhia/monarşi-en geniş ve göksel mânâda) öngörmektedir. Böylece, Latinler, İznik Kateşizmi’ne/İçtihadı’na-İnancı’na (Nicean Credo) yeni yeni şeyler eklemiş olmaktadırlar.

Baba ve Oğul’dan neşet edip başlayan Ruh’ül Quds’e, Hayat Verici’ye, Rabb’e inanıyorum. . .

Bu değişikliği, 11. asırda, Papa otoritesini kullanarak yaptılar.

Hz. Îysâ’ya gelince;

Kritik sual her zaman, hiçbir değişikliğe uğramadan duruyor: İlâh neden insan oldu? Katholisizm’in bu suale verdiği cevab, Orthodoxi’den farklıdır.

Mukaddes Babaları tâkib eden Orthodoxi, Hz. Îysâ’nın, çarmıhta iken, ‘Hayatını fidye olarak verdiği’ şeklindeki (Matta 20:28) ifâdeyi benimser. Markos 10:45’de ise şöyle der: ” İnsanoğlu (Hz. Îysâ) bile hizmet edilmiş olmaya değil hizmet etmeye ve Hayatı’nı birçokları içun fidye olarak vermeye geldi’. Fidye, ‘Mezar’ olarak ödendi. Yine, Allah, peygamberi Hoşea’ya şöyle buyuruyor: (Hoşea 13:14), “Onları, Mezar’ın kudretinden fidyelendireceğim. Onları ölümden halâsa erdireceğim (muaf kılacağım)“. “Mânâda, fidyeyi Şeytan’a öder (zira) Şeytan Mezar’ın bekçisidir ve ölümün kudretini elinde tutar” (İbrânîler, 2: 14).

Buna göre; insan-ilâh olan Hz. Îysâ, hayatını irâdî-gönüllü olarak Çarmıh’ta vermiştir. Daha açık söylemek gerekirse, (hâşâ) ALLAH, kendini Çarmıh’a germiştir. Herkes içun ‘ÖLMÜŞTÜR!’ Yani, ALLAH (hâşâ) ölmüştür. Herkes içun ölmüştür. Fakat, Çarmıh’a gerilmiş bedeni(yle) (ölümü aşıp) Göğe yükselmiştir. Ölüm’ün, kendi kendini ayakta tutacak-var kılacak kudreti yoktur. Bu, herkes içun böyledir. Böylelikle, insane soyu mezar’dan (kabir hayatından ve Şeytan’dan) azâd edilmiştir, kabir azâbı yoktur. Şeytan’dan azâd olmak, ölümden ve günahtan da arınmış olmak demektir. Bunlardan azâd olmak, ‘İLÂH’ olmaktır (Deification) ve sonsuza kadar onunla berâber olmaktır. İşte, Hristiyanî ‘BAKABİLLAH!’ anlayışı budur. Bu felsefî yaklaşımı bu satırlarda tartışmıyorum, herkes kendi ilmince tartışır, bir neticeye ulaşır. Fakat, basitçe ifâde etmek gerekir ki, yahudîliğin bir geleneği olan, ilâhla (yani kendini yaratanla) boy ölçüşmek, onu yenmeye kalkışmak, onunla güreş tutmak, ona tavır koymak, onu aşağılamak yahudîliğin işidir. Bir hikâyeyle pekiştirelim;

Bir Orthodox şöyle diyor: İlâh, bir gün bir taş yarattı. Bu, büyük bir taştı. O taş, yuvarlandı ve varlıkları altında ezdi, katletti, dünyaya belâ oldu. Fakat, İlâh o taşı öyle çok sevdi ki, ona müdâhele etmedi. Varlıklar ilâha dua edip, o taşı almasını istediler. O da (İlâh), varlıkların talebine uydu ve taşı geri çekmek istedi fakat taş direndi ve İlâh’â karşı koydu. İlâh’la savaştı. İLÂH’IN GÜCÜ TAŞA YETMEYİNCE! İnsan formunda yeryüzüne indi ve o taşla savaşımını insan formunda sürdürdü.

Hikâye bu. Sembolik olarak ifâde edersek; Taş, günâhkâr ve âsî insandır, Âdem A.S’dır, Havva A.S’dır. Nefs’tir. Îysâ A.S ise, (guyâ) İlâh’ın insan formunda yeryüzüne inişidir yani İnsan’ın ruhudur. İnsan ruhu (veya İlâh Ruhu: Ruhullah) yeryüzüne inip günahkâr nefsi (Taş) adam etmek içun inmiştir. Fakat, kaderin cilvesine bakın ki, Kendisi’ni (İlâh) Çarmıh’a germiş (Nefs’in Çarmıhı’na gerdirmiş) ve bu yolla bütün insanların günahları silinmiştir (Son insanınki dahil). NEDEN VE NE ADINA?! Şeytan’dan ve Mezar’dan (Kabir Azâbından korunmak içun ve adına). Yani, (hâşâ) ALLAH, Şeytan’a ve İnsan Nefsi’ne boyun eğmiş ve onlarla-pasif tarafta Zât’ı olacak biçimde-uzlaşmıştır. Keyfiyyet böyledir. Yok, sen yanlış anlıyorsun, öyle değil diyen varsa, çıkıp doğrusunu anlatmakla mükelleftir.

Katholik ilâhiyyatına nazaran; İlâh, Âdem’in günahıyla zedelenen İlâhî Adâlet’i yeniden tesis etme temelinde insan oldu. Diğer bir deyişle, Âdem A.S, işlediği günahla, SONSUZ İLÂH’a hakâret etmiş, bu nedenle de bu günah sonsuz neticelere yol açmıştır. It was not within the power of sinful and finite man to make Âdem’in günahında (original sin) düzeltmeler yapmak, günahkâr ve fânî insanın kudreti dahilinde değildir; fakat, bunu yapmak bizim mecburiyetimizdir. Sâdece ve sâdece, hem ilâh hem de insane olan Hz. Îysâ bu ‘haysiyet borcu’nu ödeyebilir.

Şimdi; ister Müslüman olduğunu iddia eden olsun, ister Hristiyan, ister yahudî ya da başka bir inanç mensubu-ki, son iki grub zâten Hz. Âdem’i peygamber olarak kabul etmiyor-bir şen sıpalık yarışına girmiş durumdadır. GÖTÜ KALKAN PEZEVENG, Allah’ın en şerefli kullarından, ilk insan ve ilk PEYGAMBER, ATAMIZ, BABAMIZ olan Hz. Âdem’i ağzına peleseng edip ona uluorta ve kendini ikide bir de İlâh yerine koyarak, ‘GÜNAHKÂR ADAM, ONUN YÜZÜNDEN BORÇ ÖDÜYORUZ’ dil uzatıyor. Bunun ikinci evresinde ise, ne yaptığını bilmeyen bunak-salak bir ilâh var, pantalonunu giyip yeryüzüne iniyor ve ‘KENDİ KUL’unun işlediği günahı bertaraf etmek içun insan kılığına (Hz. Îysâ) giriyor ve, gelmiş geçmiş bütün insanların günahlarını üstlenmek üzere KENDİNİ çarmıha girip ölüyor. Âdem’in ‘HATA’!sını ALLAH (hâşâ) kendini öldürerek ödüyor. Hâle bakın, bir peygamber bir başka peygamberin ‘günahını’ (Allah’ın en seçkin kullarından biri diğeri bir seçkin kulun günahını çarmıhla ödüyor). Böylece, İlâhî Adâlet’e karşı işlenen günah ortadan kalkıyor. Bundan sonra herşey serbest, günah münah yok, nasıl olsa Allah kendini öldürdü, yapılan herşey yanımıza kalacak. Kabir azabı da yok, Berzah da yok, cehennem de yok, ye iç, çiftleş. Ayrıca ALLAH (hâşâ) bu borcu da, ŞEYTAN’a! ödüyor. Haydi buyurun felsefesini yapıp, teorisini yazın.

Katholik ilâhiyyat legalist ve felsefîdir. Bu nedenle (kuralcı-kanuncu-şekilci) bir atheist de, vaftiz olabilir yani Hristiyanlığa kabul edilebilir, atheist olsa bile, yeter ki, kurallar işlesin. Bşaından aşağıya suyu boşalttığında herkes-kurallara göre ve legal olarak-Hristiyan olabilir.

Katholik theologlar, soterioloji (salvation-Kurtarıcılık, Mesihlik) üzerinde de yoğunlaşmakta ve yeni teoriler aramaktadır. Bu konuda en ilgi çeken şey ise, ‘Deification’ (İlâhlaşma)dır. Bütün sıkıntı insanı ilâh seviyyesine yükseltip orayı işgâl etmektir. Reformun tek derdi buydu ve bunu fiiliyata geçirdi (protestan kilisesi) fakat adını koymamıştı, şimdi artık bunda da pek bir sakınca görmüyor.

Kilise bilimi (ecclesiology) mevzuunda da farklar vardır:

Katholikler’e nazaran; Kilise’nin görünür şefi Papa’dır ve Aziz Petrus’un halifesidir. “Petros, Sen, üzerinde Kilise’mi inşâ edeceğim kayasın” (Matta 16:18). O nedenledir ki, yunanca; petra, fransızca Pierre, italyanca pietro ‘kaya-taş’ mânâsına gelmektedir.

Papa, Katholik Kilisesi’nin piskoposudur ve Hz. Îysâ’nın, yeryüzündeki vicar’ıdır (vekilidir). Hristiyan geleneğinin temsilcisi ve devâm ettiricisidir. En geniş mânâda bütün Kilise’den (Ex Cathedra) bahsettiğinde, Ruh’ül Quds onun dalâlete düşmesine izin vermez. Böylece, mevzularda, ahlâkta ve doktrinde Papa HATASIZ-GÜNAHSIZ’dır zira Ruh’ül Quds’ün himâyesindedir. Açıkçası Papa, İlâh’tır! Diğer piskoposlar onun yardımcıları-subaylarıdır. Yani, onlar da melek statüsünde oluyorlar.

Orthodox Kilisesi, bütün piskoposları eşit sayar. İster patrik, ister mitropolit, ister başpiskopos isterse normal bir piskopos olsun, hepsi eşittir. Değişik unvanlar, piskoposun tabiatını belirlemek içun değil, Kilise’nin idârî yapısını düzenlemek içundur.

Katholik kilisebilim’inde (ecclesiology), her yerel dînî mahal (paroikia-enoria-paroisse-parish) evrensel kilise’nin (ex cathedra) bir parçasıdır. Katholik mahallerin yekûnu, yeryüzünde Îysâ’nın vücudunu teşkil eder. Bu görünür vücudun, görünür bir başı olacaktır: Papa. Bu bağlamda, yerel papazın iki başı vardır; birincisi piskopos diğeri Papa. Fakat, iki görünür başlı vücud, ucube bir vücuddur.

Orthodoxi, her piskoposun, Îysâ’nın yaşayan ikonası olduğunu kabul eder. O piskoposun çobanlık ettiği sürü kilise cemaatinden müteşekkildir. Böylece, piskopos, cemaat ve kilise, mukaddes bir üçlü meydana getirirler. Piskopossuz kilise, şarabsız-ekmeksiz yani (Îysâ’nın) kansız-vücudsuz (Efharistia) piskopos, ve hakikî imân (Apostoliki Pisti-Apostolic Faith) olmadan da piskopos ve Efharistia olmaz. Ağios Kiprianos Karhidoneos (Kartacalı Aziz Kiprios) şöyle der: “Kilise piskoposta, piskopos Kilise’de mevcud”.

Mukaddes Kanunlar’a gelince,

Bu kanunlar Kilise kurumunun ‘kaideleri’ ve ‘rehberleri’dir. Bu kanunlar, Havârîler, Kilise Babaları, yerel ve genel ekümenik Konsiller (Katholikler’de) ve Sinodlar (Orthodoxlar’da) tarafından kompoze edilirler. Sâdece psikopos, kilisenin başı olarak, bu kanunları tatbik eder. Bunlar kesinkes uygulanması gereken kanunlar (Akrivia) veya müsâmahaya açık kanunlar (ikonomia-economy)dır. Kesinlik ise yegâne ölçü olmaktadır.

Katholikler, bu kanunları değiştirirler. En son 20 yıl evvel, Roma Kilisesi bu kanunları değiştirmiştir. Zamana ayak uydurmuştur! Orthodoxi yeni kanunlar eklemekle birlikte eski kanunları ibtâl etmez ve o kanunları Mukaddes Ruh’un ilhâmı olarak korur.

Orthodoxlar, ‘Gizemli Yemek’e (Efharistia: Îysâ A.S’ın kanı ve vücudu) derler. O yemekte yenen ekmek ve içilen şarab da, Hz. Îysâ’nın bedenini ve kanını temsil eder. Katholik, ‘İlk Günah’ (Original Sin) kavramını, Orthodoxlar ise Propatoriko Amartima (Miras alınan Günâh-İlk Günah) kavramını kullanırlar.

Katholisizm’e nazaran; İnsan (Âdem A.S ve Havva A.S), Allah’a karşı günah işlemiştir. Onların günahlarını bütün insanlar miras olarak üstlenmişlerdir. Her insane, bu ilk günahla bağlıdır.

Orthodoxi’ye nazaran; Âdem A.S, ilk günahı işlediğinde dünyada ölümü başlatmıştır. Bu nedenle her insane ölümlüdür.

Mitera tou Theou (İlâh’ın Anası) mes’elesi;

Hz. Meryem’in şahsiyeti ve yeri ile alâkalı sahaya ‘Mariology’ (Meryembilim) adı verilir. Hem Orthodoxi hem de Katholisizm, Hz. Meryem’in ‘İlâh’ın Anası’ olduğuna inanır (Theotokos, Deipare). Mamafih, Orthodoxi, 8 Aralık 1854’de, Papa 9. Pius’un tanımladığı, ‘İmmaculate Conception of the Virgin Mary’ (Bâkire Meryem’in Lekesiz Hâmilelik’ni (inancını) kabul etmez. Katholisizm, ayrıca, Hz. Meryem’in, Âdem’den gelen günâh mirasından da muaf tutar. Her iki Kilise de, Hz. Meryem’I, bütün azizlerin azizi olarak kabul eder (Panağia, Saint-Mary).

Bir de Katholisizm’le Protestanizm’in farklarına bakalım:

Trent Konsili (1545-1563) Katholik Doktrin’nin, Protestan Reformasyonu karşısındaki konumunu yeniden tanımladı. Protestanlar, özellikle de Luther ve Calvin, Aziz Pavlos ve Aziz Augustin’in ilâhiyyatına dönerken Katholik Kilisesi, Aquinolu Thomas’ın ilâhiyyatını benimsedi.

KATHOLİSİZM PROTESTANİZM
Kurtuluş, imân ve iyi amelle mümkün olur. Kurtuluş, sâdece imânla olur. İmânsız insane iyi ameller gerçekleştiremez.
Otorite, mukaddes yazılarda ve gelenektedir. Papa ve kilise geleneği dogmayı tanımlar. Otorite, sâdece mukaddes yazılardadır.
Papa, yüce ve mutlak olan yetkiyi elinde tutar. Bireyin şuuru en yüksek otoritedir.
7 mukaddes (âyin. Sacramento) mevcuddur ve aralarında, günah çıkarma ve kefâret de bulunmaktadır. Sâdece iki sacramento vardır: Vaftiz ve Efharistia (Îysâ’nın kanı ve bedeni yani ekmek ve şarab)
Âyin boyunca rahibler Transsubstancio (ekmek ve şarabın küllen Îysâ’nın kanına ve bedenine dönüşmesi mucizesi: Efharistia) mucizesini idrâk ederler. Transsubstancio yoktur. Consubstancio (Hz. Îysâ’nın kanının ve bedeninin, şarab ve ekmekle birlikte reel varlığı) vardır. Îysâ’nın ne kanı, ne de bedeni âyin’de hazır bulunmaz.
Rahibler halkın üzerindedir ve tabiatüstü kuvvetler tarafından desteklenirler. Mü’minlerin rahibliği sözkonusudur. Rahibler ve pastörler halkla eşittir.
Rahibler bekâr kalmalıdırlar. Pastörler evlenebilirler.
Manastır ve Rahibelik kurumu mevcuddur. Ne keşiş ne de rahibe vardır.
Kilise dili Latince’dir. Âyin dili yerli dildir.
Kutsal yazılar ve azizler tapınılacak değerlerdir. Hacc vardır. Gerek yoktur.
Âraf ve ısdırab yeri inancı (Purgatory) mevcuddur. Reddedilir.

Şimdi, bu kadar farkı ve ayrımı yazdık. Dahası da var ama konumuzu aşar. Reformun nelere yol açtığı, âdeta, bir dînden 3 hattâ daha fazla dînin türediği/türetildiği meydanda. Bu reform çığırtkanlığı yapanların da derdi birden çok İslâm türetmek. Türk İslâmı bu İslâmlar’dan biri. Bunun teorisini yazanların safı zâten bellidir fakat buna düşen/düşecek olan insanların uyarılması gerekir ve yapıyoruz. Yine de, reformistlere pratik önerilerde bulunalım:

Camiler’e sıra uygulamasına hemen geçilsin,
Ezan Türkçe okunsun,
Cübbe ve sarık derhal terkedilsin,
Namaz vakitlerinin sayısı azaltılsın,
Cuma namazı Pazar’a veya C.tesi’ye alınsın,
Cemaati kadınlarla erkekler birlikte oluştursun,
Kadınların camilerde başörtüsü takmasına ve diğer tesettür kurallarına riâyet etmesine gerek yoktur,
Camilerde birer bar köşesi oluşturulsun, ihtiyacı olan içkisini alabilsin,
Camilere org ve koro koyulsun,
Camilere ayakkabılarla girelim zira milletin ayakları filan kokar, rahatsız olunabilir,
Abdest şartı ortadan kalksın, cenâbet olarak namaz kılabilmenin önü açılsın,
Her hayvandan, başta domuz olmak üzere, kurban kesilebilsin,
Hayvanlar şokla öldürülsün,
İmâm nikâhı yasaklansın ve yapanlara ağır cezâlar uygulansın,
İmâmlar eşcinsellerin nikâhını kıymaya icbar edilsin,
Eşcinseller camileri açılsın ve eşcinsel imam-hatib okulları oluşturulsun,
Emevîler kâfir olarak kabul edilsinler,
Yahudîlik resmî dîn olsun,
Sübyancılık, oğlancılık, zoofili, nekrofili, grup seks özendirilsin,
Kur’an yeniden yazılsın, âyetlerin bir kısmı atılsın, yeni âyetler eklensin,
Cenâzeler yakılsın,
Zinâ serbest bırakılsın,
Evlilik müessesesi ortadan kaldırılsın, berâber yaşama kurumu (concubinage) teşvik edilsin,
Livata günah olmaktan çıkarılsın,

Aklıma ilk gelen reformlar bunlar, gelmeyenleri YNÖ, ZB, İN gibi azizlere ve Câmi Babaları’na sorup öğrenebilirsiniz. Aziz YNÖ’ün, ‘Kaynak’a Dönüş’ isimli ‘Scriptura’sı mukaddes kaynak olarak değerlendirilebilir… Allah Reform’unuzu versin…

Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!