Roman Buhranı ve ‘Türk Romanı’ Üzerine

Önce şöyle keskin bir soruyla başlamak istiyorum. Kesin bir soruyla: Size roman nedir?

– Bakın, buna hemen cevab veremem. Vermeli miyim, ondan da emin değilim. Conan Doyle’u bilirsiniz; Sherlock Holmes yazarı. Üstad tarafından İBDA Mimarı’na “teferruatçılık şuuru” bahsinde bir Yevmiye mevzuu olarak altı çizilir. Conan Doyle, denilir ki, problemi birdenbire çözmeye davranmaz, onun yerine çevre tasvirinin mükemmel olmasına çalışır, bu tasvir içinde problemin çözümü zımnen belli olurmuş. Biz niye öyle yapmayalım? “Roman nedir?” problemi karşısında, evvelâ onun mahiyet fenomenolojisine bakabiliriz:

– “Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak… Hikâye, kıssa, efsâne… Başdan geçen bir olayı tekrarlama… Hesap defteri… Utanarak geri geri çekilme… Sanma, zan, tasavvur… Şüphelenme… Üzüm… Gözbebeği… Şaka, lâtife… İki parça… Yarım… Kesmek… Perde… Nehirler, ırmaklar, çaylar…” [1]

Roman hakkında bize lâzım gelen şeyi, bu mahiyet fenomenolojisi dediğimiz tabir tablosu içinde bulabiliriz. Bu, hem problemin çözümü için bir mukaddime, hem de merkezde çevreyi tarif etmek özelliğine göre, mevzuu konuşabilmek için bir dil ve düşünce imkânıdır. Her meselenin çözümü, ancak onun mahiyetinin kavranması ile mümkündür; mahiyeti kavranamayan şey, “problem” alanına girmeyip “sır” olarak kalır. Mahiyetini kavramanın yollarından biri de mahiyetin tasviridir. İşte Tilki Günlüğü bunun imkânını verir.

– Ama bu biraz politikacıların cevabına benzedi. Sanatçı okunu çekmeli ve vurmalı değil midir?

 Hayır kesinlikle demogoji yapmıyorum. Problemi karşısına almak yerine, probleme arkasını dönüp lafı eveleyip gevelemek sanatının ustaları olan politikacı tipinden uzak olduğumu bilirsiniz. Gerçek sanatçı, evet, okunu çeker ve vurur; fakat bu her zaman herkesin farkedebileceği kadar basit bir hareket olmayabilir. Bazen yüzyıllarca onun okunu çektiği ve vurduğu, başkalarının gözünden gizli kalır. Meselâ Homeros’a “hayat nedir?” diye sorduğunuzu ve karşılığında da size “Odise” destanını yazdığını düşünelim: Bu durumda Homeros demogoji yapmıyor, sadece meseleyi basitleştirmekten kaçınıyordur. “Hayat şudur!” Evet ama, aynı zamanda budur. Roman da öyle! Ben size diyeyim o zaman: “Roman üzümdür!” Ne bakımdan? “Bilmiyorum!” Olmadı… “Roman tamamlanmayan, eksik kalan iştir!” Ne bakımdan? “Kem-küm!” Olmadı… Bunların sana hitab edeni, meramına elvereni, işin künhünü tek vehlede göstereni olması gerekmiyor mu? Öyle ezbere mahiyet bilgisi olur mu?

 Durun, işinizi kolaylaştırayım: “Roman, Madame de la Fayette’den Thomas Mann ve Beckett’e çok değişik biçimler almıştır. Racine’in tragedyalarındaki sadeliği taşıyabildiği gibi, gerçekçi ve pikaresk kaynaşmayı da dile getirir (Senancour, Benjamin Constant: Quevedo’dan Fielding’e)… Bir insanın yaşadıklarını ortaya koyar (Goethe’nin “çıraklık romanı” ve Flaubert’in “hayal kırıklığının romanı”)… Şahsî itiraflardan (Chateaubriand) müşahedeye (Balzac) ve natüralist müelliflerin ilmî tahlillerine geçer (Zola)… Ben’in içe bakışına döndüğü gibi (Fromentin, James), kendini maceraya bıraktığı da olur (Verne’den Stevenson ve Conrad’a)… Geçmişi anlatır (Scott, Vigny) veya şimdiki zamana ışık tutar (Stendhal, Malraux)… Kendini bir hayat dilimiyle sınırlandırır (Goncourt kardeşler) veya bütüne özlem duyar (Proust, Joyce)…” Ansiklopedi, çevre tasvirini böyle yapıyor!

 Evet, “roman nedir?” sualine verilebilecek cevablardan biri de budur. Bir şeyin realitesini ortaya koymak, onun ne olduğu hakkında bir ölçüde fikir verir. Bir ölçüde diyorum, çünkü bu sualin hakkıyla cevablanması için, onun “ideal” olarak ne olduğunun bilinmesi gerekir. Yâni “roman nedir?”e tam bir karşılık için, “roman ne olmalıdır?”ın karşılığının olması gerekir. Realite “bir ölçüde” fikir verici olabilir, fakat idealite’nin bilinmediği yerde bu fikrin bir mânâsı olmaz. Nitekim bugün romanın yaşadığı bunalıma bütün bu realite cevab vermiyor. Belki onlar kendi devirlerinde “roman ne olmalıdır?”ın karşılığıydılar; oysa günümüzde, romanın içine düştüğü bunalım ve tıkanma da gösteriyor ki, tek tek her biri veya toplam hepsi, “ideal”den eksik kaldılar; ideal, henüz tatmin edilmemiş bir yerde duruyor. Roman yazan adam, tutuyor Tolstoy gibi, Balzac gibi yazmaya kalkıyor; ortaya lise talebelerinin hikâyeleri gibi bir şey çıkıyor. Düşünün ki “Vadideki Zambak”, bir dönemin insan ilişkilerini, ruh dünyalarını ortaya koymuştu; okuyanları derin derin heyecanlandırmıştı. Ben de lisede okudum onu, etkilendim, sokağa çıktım, bambaşka bir dünya, hiç alâkası yok. Hatırlarsanız ben Ulysses konferansında, Ulysses tercümesi’nin Türk edebiyatına hiçbir müsbet katkısı olmayacağını iddia etmiştim; Türk edebiyatının mevcud sefalet manzarasına istinaden… O orada kaldı, bize gelemiyor, gelmesinin şartları oluşmamış. Şu hâlde roman, “zamanın mânâsı ile mutabakatı olan” bir şeydir. Ve roman “ne olmalıdır?” sualinin cevabını, hiçbir zaman eski ve geçip gitmişler değil, daima yeni romancı verir; yâni zamanın mânâsı ile mutabakatı olan sanatkâr

 Pekâlâ, Marifetname’den okuyorum: “Ruhunun çocuğuna, hangi romancı sınırsız bir ömür vermek istemez? Birçok ediplerin bu ilâhî vergi ile doğduklarına kendi kendilerini kandırmaya çalışmalarına şaşırmıyoruz; hemen daima boşa çıkan bir iddia. Fakat bundan kimsenin, romanın ölmek üzere olduğu neticesine varmaya hakkı yoktur. Zira her devirde büyük romancılar münzevî idiler. Bununla beraber eğer roman ölmedi ise bile, bir roman buhranı olduğunu görmemek için kör olmak lâzımdır. Okuyucu ve yazıcı, hepimiz bu buhrana parmağımızı dokundurmasa idik, roman bu kadar hücuma uğramazdı. Fakat bir takım kimseler, onda, can çekişme alâmeti sezerken, biz, gömlek değiştirme ve geçit safhaları görüyoruz. Tehlikeli bir gömlek değiştirme, korkunç bir geçit… Öyle iken, yine şüphe etmiyoruz ki, roman bu denemeden yenileşmiş ve belki de akla gelmeyecek kadar zenginleşmiş olarak çıkacaktır.” [2]

– İsterseniz baştan başlayalım…

– Lütfen!

– Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, bir kangurunun karnında güzel bir kız yaşarmış… Veya şöyle diyelim: Avrupa kıt’ası, bir manastırın kulesine hapsedilmiş güzel bir prensesmiş. Bu prenses, hayata ve tabiata dair her şeye yabancıymış. Dünyayı sadece kulesine hapsolduğu manastırdan, onun abus papazlarından ve kâbus cellâtlarından ibaret sanırmış. Ne bozkırlarda dolaşmayı, ne saçına çiçekler takmayı, ne de derelerin şırıltısını ve kuşların mırıltısını bilirmiş. Hayata dair tek duygusu “korku” imiş; ve bu onda o kadar güçlü bir duyguymuş ki, ne bir meraka, ne iştiyaka, ne karşı koymaya, ne kaçmaya mecal bırakırmış.

Günlerden bir gün, adı Avrupa olan bu güzel prenses, her zaman alıştığı şeylerin aksine hâllere şahid olmuş. Hapsolduğu kulenin üstüne kilitlenmiş demir parmaklıkların arkasında bir tıkırtı. “Ne olabilir ki?” Sonra bir soluk, bir nefes… “Acaba can almaya cellat mı geldi?” Korkmaya başlamış ki, bir ânda kilit çat diye düşmüş ve kapı ardına kadar açılmış. Prenses korkunun son haddinde gözlerini yummuşken, müşfik bir ses:

– Korkma, benim!

– Sen de kimsin?

– Adım Reinardus, seni buradan kurtarmaya geldim.

– Neden böyle garip bir görünümün var?

– Çünkü ben bir “tilki”yim.

Ve Reinardus, daha başka soru sormasına izin vermeden, Avrupa’yı tutup manastırdan kurtarmış; açık havaya, kırlara çıkarmış. Prenses, gördüğü her şeyden aşırı derecede etkilenmiş, her küçük ayrıntıya ayrı ayrı hayran kalmış. Ve tilkiye kendi dilinde “Renart” adını vermiş. Daha önce o topraklarda, yâni Fransa’da herkes tilkilere “goupil” derken, Reinardus ve Avrupa’nın hikâyesinden sonra, tilki “renart” olmuş. Bu hikâye Le Roman de Renart (Tilkinin Romanı) adıyla Fransa’da yazılmaya başlandığında, miladî takvim 1170 senesini gösteriyormuş. Ancak 150 yıl sonra tamamlanabilen bu roman, “baştan geçen bir olayı tekrarlama” keyfiyetiyle, romanların ilki sayılmış.

 İlginç bir hikâyeymiş.

– Bitmedi. Sözkonusu prenses, hayran hayran tabiatı dolaşır ve her gördüğü nesneye durup büyük bir alâka gösterirken, karşısına bir gül çıkmış. Bu gülü görünce, daha önce gördüğü her şeyden daha fazla etkilenmiş. Onu koparıp eline almış. Koparırken dikeni parmağına batıp kanatmış. Fakat prenses öyle büyük bir sevinç içindeymiş ki, parmağına diken battığını ve kanadığını farketmemiş bile. Ne olduysa, gülü burnuna götürdüğü ânda olmuş. Prenses, daha önce benzerini hiç duymadığı gül kokusu karşısında kendinden geçmiş, bayılmış.

Böylece Roman de la Rose (Gülün Romanı) ortaya çıkmış. 1230’da yazılmaya başlanan bu roman 50 yıl sonra iki parça hâlinde tamamlanabilmiş. Yâni, 1320 civarında tamamlanan “Tilkinin Romanı”ndan, bitiş bakımından bir 40-50 yıl kadar önce. İki parça hâlinde “gül sırrı”ndan haber veren bu romanın ilk cildi “aşk sanatı”nı, ikinci cildi “aşk hikmeti”ni mevzu ediniyormuş. Bu da, başta belirttiğimiz mahiyet fenomenolojisinde yer alan “iki parça” hikmetine denk geliyor olsa gerek…

 Şaka mı yapıyorsunuz?

– “Şaka”… Evet, o da var. Ama nasıl var? Bir inkâr, bir isyan, bir alay, bir kendini dev aynasında görmeler suretiyle… Zirâ o güzel prensesimiz, artık güzel bir prenses değildir; gül kokusunu ciğerlerine çekip bayıldığında ona neler olduysa, ayıldıktan sonra o artık ne çevresinde gördüğü tabiat şekillerine hayran, ne gördüğü ve işittiği bir şeye hayret eden, vahşi bir dev tabiatındadır. Bu dönüşüm merhale merhale olur. Evvelâ adı Pantagruel’dür; iki ayrı lisandan meydana gelen bir kelime terkibi olarak, “her şeye susamış” anlamında… Lisanlardan biri, eski Yunanca… Diğeri, Frenklerin Hagaren lisanı dedikleri Hacerî lisanı; yâni, bilinen en eski Arabların, İbrahim Peygamber’in Hanif dinine mensub İsmail Peygamber’in çocuklarının lisanı…

Buraya kadarı o kadar korkunç değildir. Asıl korkunç varlık, Pantagruel’ün “benim babam Gargantua böyle biri olmalı” diyerek bir dev heykeli dikmesiyle ortaya çıkar. Bir ânda her şeyden korkan, sadece korkan, bir manastırın kulesine hapsolmuş o kız gider, yerine Avrupa’nın olanca barbar geçmişini nefsinde toplayan Gargantua adlı bir dev peydâ olur. Bu dev, her şeye gülen, herkesle alay eden, bütün değerleri ayaklar altına almaya hazır bir mahlûktur. Güya Paris’e üniversite eğitimi için gider; bir “neşeli ilimler doktoru” olmak arzusundadır. En büyük neşesi de, mukaddes yazıyı tersinden okumaktır. Ruhani Paris ve Kitab-ı Mukaddes, onun en önemli eğlenceleridir.

Gargantua, bir gün kendini dev şahsiyeti yüzünden cüceler kalabalığına bir diyet borcu ödemek zorunda hisseder. Derhâl Notre Dame’ın kulelerine tırmanır ve uçkurunu çözerek kalabalıkları ıslatır. Bu sağanak yüzünden, kadınlar ve çocuklar hariç 264.418 kişi selde boğularak ölür. Geri kalanlardansa yarısı gülmekte, diğer yarısı katıla katıla gülmektedirler. Böylece Paris’in adı “Par rys – gülerek” kelimesinden meydana gelir. 1500’lü yılların ilk çeyreğinde de bunun hikâyesi Rabelais tarafından yazılır. Ve roman sanatı böylece başlamış olur.

 Anladığım kadarıyla, romanın doğuşunu, Avrupa medeniyetinin doğuşuyla birlikte ele alıyorsunuz. Evet, “roman, sanatların en Avrupalısıdır” sözünü ben de duymuştum. Yalnız siz getirip her şeyi Fransa’ya bağladınız. Avrupa medeniyetinin doğuşunda en büyük pay sahibi olanın Fransa olduğu, aşırı bir iddiadır. Kaldı ki, ben “ilk roman” diye, Cervantes’in Don Kişot’unu biliyorum…

 Roman sanatının doğuşuyla Avrupa medeniyetinin ortaya çıkışı arasında diyalektik bir ilişki gördüğüm doğrudur. Yalnız bunu kaynak olarak Fransa’ya bağlamadığım gibi, Avrupa medeniyetine de bağlayamayız. Roman sanatı, “Romalı olmayan”, yâni Avrupa’nın bilinen geçmişine aid ve kiliseye dair olmayan bir sanattı. Onun ilk örneklerini Endülüs’te, Müslümanlar arasında görüyoruz. Fransa’nın özelliği, Endülüs’e en yakın Avrupa devleti olmasıydı. Endülüs’ten gelen cereyanlar, Fransa’da daha çabuk yankı buluyordu. Sadece roman yoktur burada; üniversitesine varıncaya kadar Avrupa medeniyetine vücud veren pek çok unsur vardır. Nitekim derler: “Batı medeniyetini var eden şey, İslâmı taklid ve İslâma mukavemettir”… Hem karşı geliyor, hem taklid ediyor; nihayet kendini bu tezad içinde buluyor. Bu hünere erişmesi için, kilisenin kulesinden kurtulması kâfi geliyor.

Burada “roman” kavramını meydana çıkaran üç unsur tesbit edebiliriz: Tilkide “zekâ”, gülde “aşk” ve devde “kudret”… “Roman” bir kelime olarak her ne kadar Fransa’da ortaya çıktıysa da bunun “yarım” bir ortaya çıkış olduğunun sizin kadar ben de farkındayım. Bu çıkışı Cervantes tamamladı ve denilebilir ki, ilk romanı o ibda etti. Don Kişot’ta “zekâ”nın, “aşk”ın ve “kahramanlık duygusu”nun bir terkibini görürsünüz. Bunu da bizzat Müslümanlardan aldı Cervantes; hattâ kaynak olarak da orayı işaretlemekten geri kalmayıp, eserini “Bin Engelî” isimli bir Endülüslü adına imzaladı. Bu da çok normaldir. Zirâ burada saydığımız üç unsuru bizzat kelâm hikmetine bağlı sanatlar dairesinde görebilirsiniz. Nitekim İsa Peygamber, bu unsurları hakikatine bağlayacak şekilde “İlâhî hikmet”, “İlk Aşk” ve “Rabbanî Kudret” ile vasıflanmıştır. Kaynak doğrudan doğruya orası kabul edilebilir ve burada Müslümanlara düşen “yakınlık” iken, Avrupa’ya düşen “İslâma mukavemet içinde İslâmı taklid” hüneri olmuştur.

Burada “Avrupa dışında roman olmaz mı?” şeklinde muhtemel bir sorunun cevabı da vardır. Neden olmasın ki? Olabilir… Olmalıdır!

– Tilki Günlüğü’nden okuyorum: “Roman toprağa bağlı keyfiyetiyle ihtimâller âlemi boyunca ya tasavvurî bir icat, yahut muhaller dünyasında maveraî bir hayal veya olmuş ve olabilirlerin nakline mahsus, fakat hepsinde harekiyet ve seyyaliyet ve teessüriyet değerlerini şart koşucu bir vasıtadır. Romanın roman olması için bu üç kıymetin mutlaka posa vaka tasavvurlarından arındırılması ve maddeyi geride bırakıcı bir ruh seviyesine yükseltilmesi gerekir.” [3]

– Şimdi, daha evvel konuştuğumuz roman bunalımından çıkışa dair de ipuçları var burada: Öncelikle roman, toprağa bağlı bir keyfiyet; yâni mukaddesat sınıfından değil, beşerî marifet şubesinden… Bunun yanında ya tasavvura dayalı bir icad, ya olamaz şeyler dünyasına bir hayâl; yâni hem mantık, hem şiir; hem olabilirler, hem olamazlar üzerine bir göz atış… Bunların da canlı, akıcı ve etkileyici bir surette işlenmesi… Hani öyle Stendhal’in dediği gibi “hayata tutulmuş bir ayna” değil sırf roman; belki yoruma bağlı olarak öyle kabul edebiliriz ama, illâ yaşadığımız hayatın bir fotoğrafı gibi görmemek kaydıyla, hayâllerimizi de içine katmak suretiyle… Ve zaten, mutlaka günlük itiş kakış dünyasını geride bırakan “bir sanat” olmalı!

Romancı Allah’ın maymunudur” derler. Ve asıl kıymetli olan da budur; yâni taklid ama, bildiğin kaba hayat görüntülerini değil, bu görüntüler içinden bir tecrid yoluyla yükselinecek İlâhî sanatı taklid… Bu mânâsiyle roman, Büyük Doğu Mimarı’nın tabiriyle “icadçı bir hayat taklidi” olur. Tilki Günlüğünde gördüğümüz sanat…

 Tilki Günlüğü’nden devam edelim: “Roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvi ve münezzeh mânâya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mânânın yerde bırakılması şartiyle mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin (Ekritür–Destine), Müslümanların da (Alınyazısı–Kader) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süflî mânâsıyla roman değil, ulvî keyfiyetiyle İlâhî sanat çıkar ve roman dize gelir.” [4]

– Buradan “Türk romanı”na bakalım. Nedir Türk romanı? Var mıdır? Evet, Türkiye’de ve Türkçe yazılmış dünya kadar romanlar var. Fakat bir “Türk romanı” olabilmiş midir? Bu soruya ister içeriden bakalım, ister dışarıdan, müsbet cevab veremeyiz. Bir “Garb Romanı”, bir “Rus romanı” gibi bir “Türk romanı”nın varlığından ne yazık ki söz edemeyiz. Bunun olabilmesi için bir “Türk düşüncesi”nin, bir “Türk sanatı”nın olması gerekmiyor mu evvelâ? “Türk sanatı” vardı, ama uzak geçmişte kaldı. Bizde şiirin, musikînin, mimarînin dünya çapında örnekleri, hep yüzyıllar öncesine aiddir. O yüzyıllarda, her ne kadar bilindik anlamda ifade edilmemiş olsa bile, kendine mahsus bir “Türk düşüncesi” de vardı. Maalesef bunlar günümüze ulaşmadı. Ardı kesildi ve musluktan su yerine artık çamur akmaya başladı.

Bakın, roman deyince burada “hikâyenin uzunu” diye almıyoruz. Yepyeni bir dünyanın ışığı, kokusu diye alıyoruz. Zaten bugün romandaki tıkanıklığın sebebi de bu: Bir yenilik getiremiyor artık; insan varlığıyla o derin ilişkisi kopmuş vaziyette ve günlük itiş kakışlar dünyasında yaşayan insana bir yeni dünya sunamıyor. Şimdi bizde eski “kendilik” kaybedilince, yerini kaba taklid aldı. Kendi şahsiyeti kaybolan toplum ve edebiyat, başkalarının şahsiyetlerini taklid ederek varlık iddiasına soyundu. Bunda ne kadar başarılı olsan da senin değildir. Buyurun, en başarılı olmuş bir örnek: Orhan Pamuk… Geçenlerde bir Amerikan gazetesi şöyle bahsediyordu:

– “Türk’ün mevzularını Batılı tekniklerle ele alan adam!”

Burada “teknik” kelimesi tam yerini bulmayacak olabilir ama, merâmımızı öyle de söyleyebiliriz:

– Hâlbuki bunun tam tersi olması gerekmiyor mu? Batı’nın mevzularını bile Türk’e aid bir ruh ve düşünce tavrı içinde ele alabilecek adam!

Hâsılı, “Türk romanı” dünya edebiyatına bir katkıda bulunmamış, bir yenilik getirmemiştir. İçeriden bakınca da durum bundan farksızdır. Bugün roman denilince, insanların uyumadan önce çerezlik atıştıracakları üfürükten hikâyeler anlaşılıyor. Roman, insana yeni bir şey sunmuyor. Bir yıl hiç roman yazılmasa, kimse bu küçük eksikliğin farkına varmaz. Varlığıyla yokluğu arasında bir fark yoksa, demek ki, “Türk romanı” henüz var olamamıştır.

Bir tek Alev Alatlı’ya ayrı bir parantez açmak istiyorum. Benim bilebildiklerim arasında bir tek o romanlarında birtakım tezler işliyor, birtakım davalar peşinde koşuyor, birtakım meseleleri ele alıyor.

 Bir de İslâmî roman var?..

– Ona hiç girmese miydik?

 Ünlü bir İslâmî romancının demecini okuduk geçenlerde: “Müslüman olmayan bir romancı Müslüman romancıdan daha şanslı; çünkü her istediğini yazabiliyor”…

– Gerçi yalanladı o sözü sonra, “ben öyle bir şey demedim” dedi. Dediyse zaten, bu facia: Hiç bir Müslüman, “ben Haydar Dümen hikâyeleri yazamıyorum” diye hayıflanır mı? İş oraya kaldıysa zaten yandık. O zaman ne olur biliyor musunuz? Geçen gün Hasan ağabey bir fıkra anlatmıştı: Temel bir gâvurla karşılaşmış. Adam anlatıyormuş: “Bizim dinimizde kafa çekmek serbest, zinâ etmek serbest…” Temel derin bir of çekmiş: “Haçan dininizin kıymetini bilin!” demiş. İş oraya varır. Müslüman sanatkâr bunu diyorsa, halka ne demek düşer?

Ama şimdi “öyle bir şey demedim” diyor ve ona söylemiyoruz bunları. Peki böyle bir şey denilmediği durumda İslâmî roman ne? “Bizi ezdiler, bizi çizdiler, hâlbuki kötü bir niyetimiz yoktu, amacımız sadece namazımızı kılıp türbanımızla üniversiteye girebilmekti. Buna bile tahammül etmediler. Ne bedbahtız biz. Gelin ağlaşalım!” Hepsini toplayınca ortaya böyle bir şey çıkıyor. Ne bir sanat kıymeti taşıyor, ne bir mesele getiriyor… Ve daha fazlası ne biliyor musunuz? Bu tür edebiyat, İslâmî gençlik üzerinde müthiş etkili. Bunlar deli deli okunuyor ve gençlerin ruh dünyasını şekillendiriyor. Bu nesillerden artık hayır bekleme: Hepsi ağlaşan, ağlamazken bile ağlamaklı konuşan, sadece namazını kılıp türbanını takmak isteyen, sümsük, silik, hayattan kopuk tiplere dönüşüyor. İslâmî olmanın böyle olmayı gerektirdiği telkin ediliyor onlara.

Boşverin İslâmî romanı falan… Alın İBDA Mimarı’nın Gölgeler’ini, koyun ortaya… Ne kadar farklı bir tad bırakacak damağınızda! Bir kere, edebî değeriyle dünya çapında: Roman sanatının bütün macerasının içinden geçiyor ve onun en son geldiği noktadan, ona yepyeni bir tutumla katılıyor… İkincisi, Türk romanı ve Türk edebiyatı açısından bir ihtilâl habercisi; onun yokluktan varlığa çıkma habercisi… Ve nihayet, İslâmî romanın ne olması gerektiğine enfes bir cevab!.. Tabii bunların farkedilmesi ve farkedilince de konuşulması için, daha uzun yıllar geçmesi gerekecek: Zirâ İBDA biraz fazla yüksek bir örnek!

 Siz “zamanın mânâsıyla mutabakatı olan sanatkâr” diyorsunuz ama, Milan Kundera da “Roman zamanımızın anlayışıyla bir arada barınamaz” diyor… Ne dersiniz?

– Roman, bir Rönesans sanatıdır. Her ne kadar 19. yüzyıl “romanlar yüzyılı” kabul edilmişse de, bu, rönesansta kopan fırtınanın 19. yüzyılda karaya vurmasından ibarettir; rönesansta toplu fikrin açılımı hâlinde o zaman ifadesini bulmuştur. Romandan önce ne vardı Avrupa’da? Birtakım kahramanlık ve büyücülük masalları, yuvarlak masa şövalyeleri, “Chanson de Geste” adı verilen birtakım şarkılı destanlar, “fars” denilen kaba güldürü, “soti” adlı hicviye, “mister” adlı gösteri, “fabliyo” adlı kıssalar, skald ve edda şiirleri, böyle bir şey. Roman yoktu. Yazımı bir yana, roman okuyacak kimse de yoktu; çünkü halkın ekserisi okuma bilmiyordu. Roman, rönesansla doğdu, okur yazarlığın halka yayılmasıyla gelişti ve Avrupa medeniyetinin yükselişinin hem göstergelerinden, hem de sağlayıcılarından biri oldu. Bütün o geçmişi toplayarak, kendine malzeme kılarak, yeni bir form olarak ortaya çıktı.

Ama günümüzde bu süreç artık devam etmiyor. Hem Avrupa medeniyetinin yükselişi durdu, hem de “görüntü” okumanın yerini aldı; artık televizyon ve sinema varken, romana hayatımızda pek yer kalmadı. Okur yazarlık peki ama, ondan daha kolayca alıverdiğimiz “görüntüler” ve “titreşimler” hayatımıza o ölçüde girdi ki, okur yazarın ne okumaya, ne de yazmaya pek vakti kalmıyor. Bu gidiş nereye varacak, o da pek belli değil; günü gelip okumaya, kitablara, romanlara tümden veda mı edeceğiz? Bir Zola’nın, bir Hugo’nun nasıl bir heyecanla karşılandığını ve insanlara nasıl bir dünya sunduğunu düşünün. Bunun yanında bir “Rus ruhu”nu, o ruhun filizleri olan bir Dostoyevski’yi, bir Tolstoy’u ve bunların kendi çağlarındaki insanlar için ne kadar önemli şeyler yazdıklarını ve yazdıklarının bir ölçüde günümüzde de önemini korumasını düşünün. Nerede şimdi bunlar?

Şu ki, bu gidişe elbirliğiyle karşı olmak gerekir. Teknoloji nereye varırsa varsın, onun ürünleri hayatımıza ne şekilde girmeye çalışırsa çalışsın, insanoğlununun bu tür bir tükenişten kurtulmaya dair bir irade göstermesi beklenir. Bugün teknolojinin hızlı gelişmeleri karşısında bir bunalım yaşıyoruz, bu bunalımdan sadece roman nasibini almıyor; şiir de bir çok şey de gitgide tükeniyor. Fikir ve sanat ölüm çığlıkları atıyor. “Aşk” denilen duygu, şuurlu veya şuursuz olarak terkediliyor. Ve bunun yanına şu örneği koyun: İstiklâl Caddesi aşklarının romanı olabilir mi? Olamaz! Olamayacağına göre de, işte “Fikir çağı – İbda Çağı”… İnsanlığa bunu müjdeleyelim: İnsanlığa Tilki Günlüğü’nden haber verelim; ve şiirin ve sanatın ve romanın ve aşkın ve insanlığın ölmeyeceğini hep beraber haykıralım!

 Son olarak tekrar başa dönelim mi? Nedir roman?

– Tilki Günlüğü… Şimdilik bu kadar söyleyip bırakalım. Nasîb olursa, ileride çok şey konuşacağız bu mevzuda; biz konuşmazsak, bizden sonrakiler konuşacak… Ama şunu iddia edebiliriz ki, yeni roman bizden doğacak ve bu anlayış üzerinde yükselecek!

NOT: Tarık Hun tarafından “Bediiyyat” dergisi adına benimle yapılmış röportaj.

BEDİİYYAT (Sayı 4, Aralık 1998)


Dipnotlar:

1) Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ –Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yayınları, İstanbul, c. 3, s. 198.

2) Salih Mirzabeyoğlu, MARİFETNAME –Süzgeç ve Şekil-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 174-175.

3) Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ, c. 4, s. 103.

4) Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ, c. 5, s. 568-569.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir