Roman Dünyasında “Zola” ve “Eser” Romanı Üzerine

19. yüzyıl edebiyatının ikinci yarısında roman deyince Balzac akla geliyor, bir roman ona benzediği kadar roman sayılıyordu. Victor Hugo’nun romantizmi ölü bir devirden zamana düşen akisti sadece; hayâlin yapma çiçekleri, rasyonalizmin putlarıyla kuşatılan batı sanatçısına tiksinti veriyordu.

Aslında Balzac’ın romanları, içinde yaşadığı toplumun bütününü kucaklamaktadır ve bu ilgiyi hak etmektedir de… Onun sahnelediği “İnsanlık Komedyası”nda hem Stendhal’in “üzerinde ayna gezdirdiği cadde” vardır, hem Victor Hugo’nun sisli, buğulu dünyası…

StendhalBalzac’a göre daha yalın, daha sade, tecride varamayan bir tahlil; ama muazzam bir tahlil, duygu rüzgârlarını zapteden… Balzac’ta  akıl ve gönül bir bütün; içi ve dışı, ferdi ve cemiyeti terkib eden bir deha…

Zola bu devlerin ardından yetişti. Onun romancılığı döneminde bütün haşmetiyle Balzac’ın saltanatı ışıldıyordu edebiyat semalarında. Victor Hugo’ya saldırmıştır Zola. Belki de ruhundaki romantik çizgileri kazıyamamanın öfkesidir bu… Nitekim “Eser” romanının baş kahramanı Claude ile o eser’de Zola’yı temsil eden Sandoz, iç dünyalarındaki romantik izleri silemediklerinden yakınmıyorlar mı?

Ama asıl tehlike bu değildir gerçekte… Devrinin her romancısı gibi Zola’nın da Balzac’ın gölgesinde kalma kaygısını yaşadığını sanıyoruz. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun müzisyen John Brahms’tan naklettiği bir sözü hatırlayalım:

“Ardınızda Beethoven’in ayak seslerini duyarken beste yapmayı kolay mı sanıyorsunuz?”(1)

Evet, yalnızca Balzac’ın konuştuğu bir dünyada Zola’nın işi hiç de kolay değildi. O dönem, Dostoyevski, Tolstoy ve Turgenyev’in ellerinde şekillenen Rus romanının hak ettiği takdirin daha yeni yeni kabullenildiği yıllar… Kolay mı Balzac’ın ayak seslerini duyarak roman yazmak?

Ama Zola bunun yolunu bulmuştur: İlim ve natüralist metod. Natüralizm mi?

“Realizmi takip eden bir akımdır. Natüralizm, determinist bir tavırla realizmin gözlem metoduna deney metodunun eklenmesiyle meydana gelmiştir. İlmî olmak ve ilmin metodlarını roman ve tiyatroya uygulamak iddiasındadır. Aynı şartlar altında aynı olaylar aynı sonuçlar verir prensibinden hareket ederler.”

“İnsanların beden yapılarını incelemişler, düşünce ve hareketlerimizi mizaç ve çevremizin yönettiğini iddia etmişlerdir. Psişik yapının sıkı sıkıya fizik yapıya bağlı olduğu görüşüne varmışlardır. Onlara göre insanlar soyaçekimin mahkumudur”.

“Realistler sebep ve kanunları bulmak için olayları tabiatta geçtiği gibi gözlerler. Natüralistler ise olayları kendileri hazırlarlar, şartları kendileri tesbit ederler ve deneyi gerçekleştirirler. Gözlemci, tabiatı sadece gözler. Deneyimci ise tabiata soru sorar ve onu cevap vermeye zorlar”.

“Yalnız natüralist romanlarda kötümser bir muhteva vardır. Bu muhteva, natüralistlerin dayandıkları materyalizm ve determinizmden gelir. Zola ve arkadaşlarının denemeler yapmak maksadıyla toplum için düzenledikleri anketler hep menfi netice vermiştir. Dolayısıyla ne dine ne hükümete ne de sosyal organizasyonlara karşı güvenleri kalmıştır.”

“İrade özgürlüğünden yoksun olan bu insanlar kendilerini devamlı olarak MADDENİN BASKISI ALTINDA inler hissetmişlerdir.”(2)

Bugün “natüralizm” denince yalnız Zola gelmektedir akla!.. Onun yabana atılmaz yetenekleri ve üstün çalışma gayreti ile birleşen bu metodu, Balzac’ın taklitçisi olmaktan kurtarır kalemini. İfadeleri keskindir, deneylerinin sonuçlarını operatör neşteri gibi meselelerin üzerine vurur tereddütsüzce… Zola, HÜKÜM VEREN romancıdır.

Roman anlayışını “cadde üzerinde gezdirilen bir ayna”(3) olarak ifade eden Stendhal hükümden kaçar, resmettiği dünya ile başbaşa bırakır okuyucuyu. Balzac, bu ikisinin kesiştiği yerdedir; Zola gibi avukatlık yapmaz, ama hüküm vermenin yolunu açar okuyucuya. Sergilediği “İnsanlık Komedyası”(4) sorgulamaya, düşünmeye, cevab vermeye mecbur bırakır okuyucuyu. Bu büyük usta, yaşadığı dünyanın insanını iyi tanıyor ve kendilerini tanıtıyordu onlara.

Emile Zola’nın, sanatını “ilimle temellendirme” gayreti, İBDA’nın muradına denk bir çaba aslında. Velâkin Zola’nın materyalist eğilimlerinin tabiî bir sonucu olan ilim anlayışında beliriyor ayrılık uçurumu. “MUTLAK”a teslim olamayan ve “BÜTÜN”ü göremeyen birisinin keskin hükümler vermeye cüret edebilmesi ne anlaşılmaz tezad?

Ama Zola kendi yarım anlayışının hakkını fazlasıyla veren ustalardandır. Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl’ın ifadesiyle romancılıkta bir “yapı ustası”(5) Bu genişlemesine girişi, onun “Eser” adlı romanına bir pencere aralayabilmek için yaptık.

Evet, Emile Zola’nın “ESER”(6) adlı roman… İBDA Mimarı’nın “Gölgeler” romanındaki Claude ile Christine’nin hikayesi bu “eser”den nakil… Claude’yi ölüme sürükleyen hayat-eser içiçeliği… Ve istediği gibi eser verememe ıstırabı…

Claude bir ressam… Bir kadın resmi üzerinde çalışıyor. Model, sevgilisi Christine… Zamanla üzerinde çalıştığı resmi Christine’den fazla seviyor; onun hayaliyle ve yalnız onun için yaşıyor. Artık resim Christine’nin kendisinden daha fazla canlıdır onun nazarında. Ama engin tecessüsü, dehasının FAZLA olan yönü, zabtedemediği “yaratma” arzusu bu resmi bitirmesine sürekli engel oluyor. O muazzam tasarılarının birisini gerçekleştirmeden diğeri düşüyor aklına. On yılı aşkın bir zaman geçiyor ve Claude resmi bir türlü bitiremiyor. Zaman zaman dehasından şübhe ediyor, ama hayır, bütün bu çektiği ıstırab, dehâsının fazlalığından, yani kontrol edilemeyen tarafından… Üstelik içinde yaşadığı cemiyetin resim anlayışı ile zerre kadar uyuşamıyor Claude… Devrin üstadları onu hor görüyor, sergiye gönderdiği bütün tablolar alaya alınıyor ve geri çevriliyor. Sanatı halktan da kabul görmeyince, şöhreti tercih eden yol arkadaşları birer birer ayrılıyor etrafından. Ve “Gölgeler” romanında nakledilen malûm son: İntihar…

Bu orijinal fikirlerle dolu beyin, yakıcı hayâllerle uçuşan zekâ, hayatını sanatının içinde eriten yürek, kendisinden sonraya BİR TEK ESER BİLE bırakmadan ölüyor; istediği çapta, “dehâ” niteliğinde eser vermediği için… Çünkü o, yaptığı resmin resim olarak kalmasını istemiyor; canlılardan daha canlı olmasını arzuluyor… Sevebileceği, dertleşebileceği, hayatını paylaşacağı, bağrına basacağı, müessirini fetheden canlı bir eser… Ve böyle bir eser veremeyince de hayatın anlamı kalmıyor.

Sakın haram olan bir intiharı tasvip ettiğimiz, tevil edeceğimiz düşünülmesin ama “eser” verme “ÇİLE”sini samimi olarak çeken, “sanatı üzerinde düşünen” ve sancılanan herkes Claude’yi anlayacaktır. O, resimden başkasına inanmıyor, sanata tapıyordu; vermek istediği eser “çağdaş bir dinin putuydu.”

Şu sahneye dikkat: Resim, yani sanat, Claude’nin hayatında öylesine önemli bir yer tutar ve iç âlemini doldurur ki, 10 yaşlarındaki çocuğu ölünce bile ilk birkaç dakikalık şoku atlatır atlatmaz karşısındaki evladının cesedini bir model gibi görmekten kendini alamaz. Ve hemen masum zavallının hareketsiz bedeninin karşısına geçerek, beş-altı saat uğraşır ve romanda bahsi geçen “Ölü Çocuk” tablosunu yapar. Adeta işi biten bir modeli başından defeder gibi katılır çocuğunun cenaze merasimine… Boşuna demiyoruz, Claude için resim “çağdaş bir dinin putudur” diye.

Eser verme çilesini çeken ve sadece bu yönüyle bile ilgiyi hak eden Claude’nin sonu, İBDA Mimarı’nın bir şiirindeki “yanlış ölüm seçtiler” mısraına uygun düşebilir. Mânâ iklimlerinde ölçüler kaybolunca kıl kadar bir aykırılıktan uçurumlar oluşuyor. Parça, yol vermesi gerektiği “bütün”ün yerine geçince istikâmetler dağılıyor, ölçüler tepetaklak oluyor ve beynin kıvrımlarındaki bütün yollar intihara çıkıyor. En azından cins kafalar için bu böyle!.. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun fikir ve sanattaki bütün istikâmetleri CEM eden “Tilki Günlüğü” adlı “ruhî roman”ından bir bölüm:

“Sonsuz aşk kamusundan bir sayfa… Sevgilinin sevende dirilişi ve “aslın görülebilmesi için gerekli araz” hükmünün, arazda sonsuz ihtimal bahsine misal:

Aşk öyle bir ateştir ki; bir gönle düşünce ne bulursa hepsini yakar. O dereceye varır ki, mâşukunun suretini de mahveder.”(7)

Yapmaya çalıştığı tabloya tutkun olan Claude bu ifadelere bir tarafından ne kadar yakın ve diğer tarafından ne kadar uzak?.. “Araz”dan murad aslın görülebilmesine vesile olandır. Araz, “aslın” yerine geçer, yani murad edilenin kendisi olursa, düştüğü gönülde yer bulursa yine yakar ve mâşukunun suretini mahvetmekten geri kalmaz; ama bu dönüşü olmayan bir mahvoluş, gerçek oluşu ve murad edilmesi gerekeni kül yığınlarına gömen bir yangındır.

Bu çerçevede Claude’nin olamayışını işaretleyebilecek ve onu doğru tarafından mânâlandıracak en çarpıcı misâl, Büyük Doğu Mimarı’nın “Bir Adam Yaratmak” adlı eserinin başkahramanı Husrev’in şu feryadında saklı:

“Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileri gitmişim. Yasak ülkelere girmişim. Gözü kör, yürürken, bir çıyan yuvasına basar gibi bazı sırların üstüne bastım. Onlar gaipler âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni çarptılar. Yaratıcı neymiş, yaratmaya kalkışarak tanıdım. Yalancı ilâh, doğrusunu tanıdı. Ben şimdi şu anda tanıyorum Allah’ı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum. Aklım bir cephane deposu gibi patlıyor, kül oluyor.”(8)

“Yalancı ilâh doğrusunu tanımasaydı” sonu Claude gibi olacak, intihar yolunun buz kayalarıyla kuşatılmış “hiç”liğine saplanacaktı.

İBDA fikriyatında yerini bulan “mânâlar maddeye sirayet etmeyince zâhir olmaz” ölçüsü ve onun yanıbaşında “bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” hikmeti gerçek sanatçıya yolunu göstermektedir. Sanat, mânânın kendisi değil, onun sureti… Eser, ilahî nurdan bir akis, bir “kıvılcım”… Onu ilâhî nurun, mânânın kendisi sandığın anda putçuluğa düşersin. Yani sureti mânânın kendisi bilince… “Kafir putlarda neyi aradığını bilseydi zındık olmazdı.”… Claude, resimde neyi aradığını bilseydi intihar etmezdi. Evet, Claude’nin eserinde aradığı MUTLAK olandı, bütün hayatını kuşatacak ve anlam kazandıracak biricik inanç… Bir şeyin kendisi için MUTLAK olmasını istiyordu. (Büyük Doğu – İBDA ideolocyasının ortaya koyduğu “sanat Allah’ı aramaktır” hikmetinin ruhundan uzak homongoloslar Claude’nin ıstırabından ne anlasın?)

Zola’nın kahramanı, sureti mânânın kendisi sandığı için “MUTLAK”ı bulamadı, yani o “eser”de neyi aradığını anlayamadı. Kısacası KUL OLDUĞUNU FARKEDEMEDİ… Zaten Zola’nın başını çektiği natüralistlerin en büyük çıkmazı bu değil mi? Tabiatı “ana” kabul etmeleri ve hakikatleri ona bağlayarak putlaştırmaları… Natüralistler gözlerine çok fazla güveniyorlardı ve yıldızları pul gibi gören bu organlar, sureti mânânın kendisi zannettirerek yanıltıyordu onları. Emile Zola’nın bu romanına “kahraman” olarak bir romancıyı veya şairi değil de, “açık hava ekolü” kurmak isteyen bir ressamı seçmesi de bunu işaretlemiyor mu? Dış göze, kalb gözünü kapatma hakkını tanıyan bir sanat akımının sonu ressam Claude gibi intihardan başka nedir?

Bu bahiste son hükmü verme hakkı, “Gölgeler” romanında Claude ile Christine’nin hikayesini “Hayat-Sanat-Ölüm” başlığı ile mânâlandıran ve bunları “Bir Kadın Yaratmak” diye levhalandıran İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun:

“Mutlak müessir’in kuluna verdiği iradeyi, O’nun rızasını tanımaz bir tesir edici olarak kendi kudreti bilmek ve eseri karşısında yaratıcı hüviyetiyle durmak felâketi…

İşte, kadında kendini arayan erkek ve cesette onu aşan mânâ… Varlığa şahitlik mi? Evet!.. Ama bunun aslı üzerinde değildi Claude!..

İşte, kadının, hayatın ve sanatın, kendi kendinden ibaret ve gayesi kendinde tükenici bilinmesinin verdiği mesaj: Her şey bir hiç, öyleyse hâlâ niçin yaşıyorsun? İmanın mı yaşatıyor seni, yoksa avanaklığın mı?

Senin yaşatana vereceğin hayatın, verilecek olan kim, ne? Kadın mı, sanat mı, peynir-ekmek mi?

Kendini verdiğin her şeyi, gaye mihrakında Allah ve Sevgilisi bulunan bir iç âlem düzeni peşindeki tertip bilmezsen, kendi kendinden ibaret her varlık ve oluşun, YOKLUĞUN BUZ DENİZİNE açıldığını görmüyor musun?”(9)


Dipnotlar

1) Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, Cilt 1, İBDA Yay., İstanbul 1998, s. 113

2) Vahap Kabahasanoğlu, Batı Edebiyatı Antolojisi, Cilt 3, Toker Yay., 1987, s. 150, 151

3) Stendhal, Kırmızı ve Siyah, Çev: Cevdet Perin, 5. Baskı, 1968, s. 458

4) Balzac bütün romanlarını “İnsanlığın Komedyası” başlığı altında toplamıştır.

5) Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1990, s. 167

6) Emile Zola, Eser, Çev: Hamdi Varoğlu, Ak Kitabevi, 1960

7) Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, Cilt 1, İBDA Yay., İstanbul 1991, s. 206

8) Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak, Büyük Doğu Yay., 8 Basım, İstanbul 1992, s. 129

9) Salih Mirzabeyoğlu, Gölgeler -Yaşadığımız Günler-, İBDA Yay., 3 Basım, İstanbul 2001, s. 95, 96

Kaynak: Akademya’ya Doğru Arşiv Yazıları (2001-2005)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!