Bir Müslüman için imanın gereğini yerine getirmenin en önemli engellerinden biri de “sağcılık hastalığı”dır. [*]
Sağcı, içinde bulunduğu durum ne ve nasıl olursa olsun, mevcud durumu korumaktan yana tavır alan, kafası hiçbir yenilik ve değişiklik aleviyle aydınlanmamış adamdır; yenilik ve değişikliğin yavaş yavaş, azar azar, kendi kendine, “bin yıl içinde” olabileceğini sanır. Tek kelimeyle, “statükocu”dur.
Yeri gelir, mevcudu korumak istemenin haklı bir tarafı olur; insan ölmektense, yaşamanın asgarî şartlarını tercih eder. Ama bu tercih, genel anlamıyla sağcılık değil, sadece sağ kalmak iradesinin dile gelişidir. (Yer yer Büyük Doğu’da görüldüğü gibi…) Sağcı, bu zorunlu tercihi “ideal hayat” gibi karşılamaya hazır olandır.
Sağcı, hastaysa sıhhat bulmayı, kötüyse iyi olmayı, çirkinse güzelleşmeyi isteme gücünden yoksun kimsedir. Elindekiyle yetinmek, uzağa bakmamak, düşmanıyla uzlaşmak, kötüyle bir arada mutlu hayat vehmine kapılmak, onun tipik özellikleridir. Ülkemizde sağcıların, değişim talebleri karşısındaki yegâne tavrı şudur:
– Ya sev, ya terk et!
Bundan daha akılsız ve lüzumsuz bir siyasî slogan olabilir mi? Böyle bir dünya görüşüne saplanmış kişi, kendi değiştiremediğini başkasının da değiştirememesini, o güzel darbımeselle “kedinin uzanamadığı ciğere mundar demesi”ni temsil eder. Tarih yapıcı kahramanlıktan nasibine zırnık düşmemiştir onun. Hâdiselerin peşinde sürüklenmekten, “günün adamı” olabilmek kısır telaşından öte bir şey yapıcı değildir o…
En basit iki insan karşılaşmasında bile, bu lâfın mânâsızlığı görülür. Sevmek, değiştirmemek midir, güzelleştirmemek midir, gerektiğinde karşı gelmemek midir, önüne ne konulursa onu yemek midir? Sevmeyen zaten terkedecektir; onu söylemeye gerek yok. Ama gerçekten seven ve sevdiğini hastalıklar, dağınıklıklar, lüzumsuzluklar içinde gören n’etsin? Pekâlâ, bu sözü tek taraflı mı söylerler? Öyle ya; madem ki, sevmeyen terketmeli, o hâlde işe beni sevmeyenden niye başlamıyoruz? Asıl sen (ey düzen!) beni ya sev, ya terk et!
Sağcılığın İslâmcı camia için göz boyayıcı tarafı, solcunun sırt dönmesine karşılık, onun her zaman sırtını birtakım manevî değerlere, ahlâkî fikirlere yaslamasıdır. İslâmcı camia bunu gördü mü, kendine aid bir şey oluyor hayâline kapılır. Oysa bu değerler ve fikirler, sağcılığa aid değerler ve fikirlerdir; boyları kısadır, İslâmcılığa kadar uzanamaz; maksatları çirkindir; solculuğa karşı olduğu gibi, İslâmcılığa karşı da kullanılır.
Kazanılmış mevziler, sağcıların kazanmış olduğu mevziler değildir. 1920’lerden, 30’lardan günümüze hangi mevzilerin ne şekilde kazanıldığını bilmek isteyenler, Büyük Doğu – İBDA Tarihi’ni okumalıdırlar. Sağcılar sadece bu inkılâbçı hareketin kazanmış olduğu mevzilerin üstüne oturup, onları kokutmayı, daha doğrusu “düzenin değerleri” hâline getirmeyi bilmişlerdir. Bu da bir rehavet getirmiş ve kazanımları geliştirme şuurunu örselemiştir.
Diyeceksiniz ki, Büyük Doğu – İBDA olmasaydı da İslâm’dan bahseden ve isteyen çıkacaktı. Evet ama, Büyük Doğu – İBDA olmasaydı, İslâmın eşya ve hâdiselere mührünü vurucu fikir ve hareket potansiyeli, keşfedilmemiş olarak kalacak, bir sistem şuuruna bağlanmayacak ve İslâmdışı bir rastgeleliğe ısmarlanacaktı. Büyük Doğu – İBDA olduğu içindir ki, sağcılığın gözbağcı çizgisi, aziz İslâmiyet davasının üzerinden atılmıştır.
Sağcı, en hafifiyle, bir koltuk ve kariyer budalasıdır. Altında koltuk olduğu için birtakım sağcı değerler mevcuddur ve bunlar dışyüzden birtakım İslâmî değerleri andırmaktadır. Altından koltuğu çekin, sağcılığın hiçbir değerinin olmadığını görürsünüz. Hattâ koltuğun gittiği yere göre, bir bakarsınız ki sağcı, bu sefer İslâmî değerlerin tam aksine bir yön tutmuş.
28 Şubat Süreci’nde olanlara bir bakın, ne dediğimizi daha iyi anlarsınız. Sağcılar, İsrail’le el sıkışmağa zorlandığında niçin itiraz edememiştir? İmam Hatibler ve Kur’an kursları kapatılırken niçin sesini çıkaramamıştır? Binlerce genç kızımızın zorla başı açılır, şöyle veya böyle üniversitelerden atılırken, niçin hiçbir sağcı çıkıp da “nöörüyon lan!” diyememiştir?
Cevabı basit: Çünkü sağcı, bir dava için değil, bir koltuk için mücadele edebilir. Bütün o şeyler olurken de sağcılar sade koltuklarını korumağa çalışıyorlardı. Kazanılmış mevzileri birer birer terkettiler. Sonra, bunların hiçbir mücadele gücü olmadığı anlaşılınca, elin oğlu koltuklarını da ellerinden alıverdi.
Sağcılar “r”leri söyleyemedikleri için değil, inkılâbçı bir ruhtan yoksun oldukları için, “direniş” diyecekleri yerde “dileniş”e kalkışırlar. Tarihte dilencilerin kazancı olmamıştır. Belki bazıları onlara acır, varlıklarına göz yumarsa da, tarih onları affetmez. Tarih, şu “dilenci” yakarışını unutmaz:
– “İslâmcılar devlete talib değildir!”
Bir Müslüman bu sözü nasıl söyler? Göğsü kayaların altında çatırdar bir vaziyette bile söylemeğe zorlanacak olsa, bu sözün dehşeti, bağrını delen kayaların vahşetinden daha ağır gelmez mi ona? Ama sağcı bunu söyler. Hem de bir çırpıda, hiç utanmadan, memnuniyetle…
Sağcının tipik misâli Demirel’dir. 80 öncesinde, güyâ dinî değerlere sahib çıkıp halkın oylarını toplarken, bir taraftan da “Teokratik devlet olmaz!” şeklinde demeçler vererek, karşı tarafın yüreğini ferahlatmaya bakıyordu. Bu arada ailesi milleti soyup soğana çeviriyordu. Bu Demirel, İslâma kendisinden daha yakın birini görünce, 28 Şubat Süreci’nde, İslâma karşı en aktif kesimlerin başı ve sözcüsü kesilmekten utanmadı. Niye utansın ki? Gaye hep koltuktu; dün İslâm’ın yanında, bugün karşısında, ama hep o…
Sağcı ile solcunun ortak paydası, din ile devletin birbirinden ayrılmasıdır. Solcu, dini ve maneviyatı külliyen yok etmek emelindedir. Sağcı, artık buna lüzum kalmadığını, zirâ devletten ayrılınca dinin zaten yok olduğunu, tabiî gidişat içinde azar azar ortadan kalktığını, halkı boş yere incitmemek gerektiğini savunur. Tabiî, halka karşı, ötekinin açık kefereliğine karşı, dinin yanında görünür, bu surette puan toplar. Bu din istismarıdır, din üzerinden kazanç sağlamaktır ve Büyük Doğu’nun bu istismara ve Demirel’in yukarıdaki sözüne tepkisi malûmdur.
Sağcılık, hakikati açıkça ortaya koymadığı, sadece istismar peşinde koştuğu her noktada, solculuktan daha tehlikelidir. Meselâ, “Kahrolsun PKK!” sloganını, PKK’nın sol mahreçli ve ayrılıkçı olmasına dayandırarak, mâneviyat istismarı yapar. Hâlbuki PKK dine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkmış değildir ve onun ortaya çıkışının sebebi din de değildir. Tam aksine, dinin olmamasından, dinin devletten ayrılmasından doğmuştur o. Şu hâlde, meseleyi gerçekten çözmek düşüncesi, “Kahrolsun dini devletten ayıranlar!” şeklinde konuşmalı değil mi?
Sağcılığın her sahada tutumu buna benzer. Dinin düşmanı olması gerekenin, o gider yardakçısı olur. Dinin büsbütün yok edilmek istendiği yerde, artık sağcılığın da mevzuu kalmayacağı için, güyâ dinin yanındadır. Kezâ dinin gelişme seyri gösterdiği yerde, yine aynı yok olma tehlikesini duyar ve bu sefer dinin karşısına geçer. Sağcılık bir muvazaa, bir sahte muvazene işidir.
Her zaman böyle şuurlu olmayabilir de. Bazen sağcılık, yalnız bir mıymıntılık şeklinde, “konformizm – sürüye uyma” hastalığının tâ kendisidir. 28 Şubat Süreci’nde, “Müslüman” denilerek saldırılan, horlanan, işkence gören iş adamları zümresi, bu hastalıktan kurtulamadıkları için, ne inançlarını, ne kendilerini savunabilmişlerdir. Hâlbuki bu iş adamları, sağcı değil Müslüman olsalardı, tehdid gelir gelmez, fabrikalarını kapatır, üretimi durdurur, sermayelerini bankalardan çeker ve yüzbinlerce işçiyi, tehdid edicinin kapısına koyverirdi. Ama onlar bunu yapmadı; çıkarlarının (koltuk meselesi) peşinden yürüdüler.
Aynı şekilde, “Müslüman” denilerek köşeye sıkıştırılan belediye başkanlarından birine dokunulduğunda hepsi birden koltuklarını bırakıp evlerine çekilselerdi, en azından bu hizmetçi haysiyetini gösterebilselerdi, ne onları kimse itip kakabilirdi, ne de arkalarındaki hükümeti kimse yıkabilirdi. Fakat sağcılık hastalığı, onları önce koltuklarını düşünmeğe zorladı ve dava imtihanını kaybettiler.
Üniversitelerde türban yasağı geldiği zaman, kızıyla erkeğiyle bütün Müslüman camia üniversitelerden çekilselerdi, ne üniversite kapısında bağırıp çağırmaya, coplanıp dövülmeye meydan kalırdı, ne de türban yasağı uygulanabilirdi. Ama sağcılık hastalığına yakalanmış büyükleri, o gençlere, “önce okulunuzu bitirin, bir yerlere gelin!” dedi, “türban teferruattır, derslere perukla girin!” dedi, “sürünmek dövüşmekten iyidir, sürünün!” dedi ve onları yalnız bıraktı. Böylece bu dava baştan bir hezimete dönüşmüş olarak, sadece genç kızların omuzlarında kalıverdi.
Sağcılık, işte böylesi bir musibettir. Sağcılar, mevcuda râzı olup zâlime boyun eğmeyi şiar edinmiş kimselerdir. Bir koltuğa oturunca, ellerinden gelse, o koltukta taşlaşmaya râzı olurlar da, yine bir sancağı ileri bir burca taşıyacak şeref tavrını takınamazlar. Sağcı, “korkaklık”la yola çıkmış, bir müddet sonra da işi “alçaklık”a dökmüş kimsedir.
Bu davanın aslî sahibi, “Bir günü bir gününe denk geçen hüsrandadır!” buyurmaktadırlar. Böyleyken, Müslümanlıktaki iyiye doğru inkılâb ve kötüyle mücadele ruhunu kavrayamamak, İslâmiyeti kavrayamamaktır. Oysa Hazret-i Âdem’den bu yana, gelmiş geçmiş Peygamberlerin hiçbiri Sağcı değil, İnkılâbçı idiler. Onlar putlara karşı savaştılar ve putlara karşı savaşmayı öğütlediler. Üstad, şöyle demez mi nitekim:
O yön ki, ezelle ebed arası
Ne sola kıvrılır, ne sağa gelir.
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 11, Şubat 1999, Remzi Vatansever imzasıyla)
* Bu meselenin aslı ve esası, İBDA Mimarı’nın “Kültür Davamız” isimli eserinde, ‘muhafazakârlık’ bahsi içinde mütalâ edilmektedir.