BİRİNCİ YANLIŞ
Zıddını düşünmek… Meselelere yaklaşırken öncelikle üzerinde durulması gereken husus, doğrunun ne olduğunu bilmeden zıt düşüncenin söylediğinin tersini söyleyerek bizim açımızdan doğruya varılamayacağını anlamaktır. Karşısındakinin yanlışını göstermekle kendi doğrularını bulabileceklerini sananlar, fikir sahibi olmak ve doğruyu bulmak bir yana, başka alternatif getiremediklerinden dolayı, yanlış da olsa karşı düşünceyi tersinden yaşatanlardır.
Kendi açımızdan bu ruh hâlinin günlük hayattaki saçmalıklarını sayısız örneklerle gördük. Meselâ, komünist bir sendikanın hâkim olduğu fabrikalardaki işçi ücretlerine nazaran son derece düşük ücretle çalışılan bir fabrikada, müslüman sendikanın temsilcileri ücret artışı talebinde bulununca, davranışları komünistçe(!) bir tutum olarak değerlendiriliyordu. Bizim müslüman geçinen patron, güya İslâmcı partinin (MSP) milletvekillerini ve müftü vesaireyi araya koyarak, parti gazetesinde bu işlerle uğraşan namuslu ve sözünü kimse için geri almaz yazarın da gazeteden atılmasını sağlayarak, işçilerin ve sendikanın komünistçe(!) davranmasını Allah rızası(!) için önlemiş oluyordu.
Bizim düzenimizde sendika olmaz ama, bu patron sultası da olmayacağı, içindir; yani, patronun cebini şişirmek için değil… Kaldı ki, düzen bizim değil. Şimdi sendika zaruri; bu apaçık bir vakıa… Fakat henüz onun İslamcı mücadele yolunda nasıl kullanılabileceğini bilmiyoruz; kendi fikrimiz içinden bulunmalı veya en azından aranmalı…
Aynı şekilde; “özellikle ruhçu bir anlayışa sahip olanlar için teorinin pratikten önce geldiğini biliyor musun” yollu bilgiç komiklik de, teori olmadan pratiğe geçilemeyeceğini kastederken -ki asıl niyet bizim eylemci karakterimize karşı sümük tiplerin hasedinden kaynaklanmaktadır-, doğruyu yanlışta kullanmaya ve “madem ki teori yok, o hâlde sen niye kendini ifadeye, yani pratiğe geçiyorsun ve aksiyona karşı olurken bile aksiyona muhtaç olduğunu görmüyor musun?” sorusuna muhatap bulunuşu içinde zıt düşüncenin tersini söyleyerek doğruya varılacağını sanmaya, ayrıca entelektüel özentisi züppe yeltenişe ayrı bir örnek…. Bu, ruhçu bir anlayışa sahip olmayanların, yani marksistlerin sürekli olarak “pratikten teoriye” ve mücadelede “şartların objektif tahlilinden sübjektif düşünceye varma” yolundaki ifadelerinin zıttı olmaya çalışmadır. (Aslında, her ruhçu anlayışa sahip olmayan marksist değildir; her ruhçunun Allahçı ve her Allahçı’nın İslâmcı olmayışı gibi.) Oysa biz temelde “Mutlak Düşünce”ye nisbet içinde olduğumuz için, teoriden pratiğe ve pratikten teoriye varmaktan bahsederken, bunların nitelenmesi farkıyla aynı şeyden bahsetmiyoruz.
“İdeolocya ve İhtilâl” isimli eserimizde teferruatıyla üzerinde durduğumuz bu mevzuda şuna dikkat: Okuması olmayan adam, değişik muhtevadaki metinler arasında var olan farkı anlayamaz, çünkü, onun için benzer şekillerle dolu iki yazı sözkonusudur. Bunun gibi, meseleleri tanımayan, teori ve pratiğin mânâsını, yerini ve niteliğini “bizce” anlamamış olanlar, öbürleri pratikten teoriye varmaktan bahsediyorlarsa, onların tersini söyleyerek doğruyu ifade ettiklerini zannediyorlar… Veya, “bunlar da pratikten teoriye varmaktan bahsediyor!” şeklinde bizi “birilerine” benzetirken, okuma bilmeyen adam gibi aldanıyorlar… Hani, “iş içinde eğitim, gerektiği yerde gerekeni yapma, güçlerimizi mücadele içinde inşâ”dan bahsettiğimiz için, İslâm dışı (!) ve “onlar gibi” oluyoruz (!) … Oysa, insanda her şeyden evvel “tenkit şuuru” bulunmasına nazaran, biz maddecinin bile maddeciliğini ruhî çaba ile kuruyor oluşunun tesbitine varmış ve her türlü hakikati “Mutlak Fikir” önünde verimlendirme tılsımına ermiş olanlarız… Kısacası; güya bizi tenkit edenler, gerçekte ne onları anlıyorlar, ne bizi.
İKİNCİ YANLIŞ
Karşı yanlış… Karşı düşüncenin hak ve hakikat olarak kabul ettiklerinin “bizce” yerini ve değerini anlamaksızın, onu kendine yamamaya veya ona yamanmaya yeltenen, zıddını düşünme örneğinin tersi; karşı yanlış… Bunun misâli de şu:
— “Yaşasın karşı anamalcı çizgimiz!”
Lâfa bak!..
Karşı anamalcılığın (sermaye düşmanlığının) en tutarlı “dünya görüşü” marksizmdir; doğruluğu, yanlışlığı ve uygulanabilir olup olmaması ayrı mesele… Her inanışın bir ideolojisi olduğuna göre, “Mutlak Fikir” ölçülerine nisbetle nasıl böyle bir sonuca varıyorsun ve hangi fikir sentezinle?..
İslâmı yaşamaktan bahsederken “yaşama” kavramının hudutsuzluğunca hudutsuz bir meseleyi birkaç şekil içine hapsettiğini anlamayanlar gibi, İslâm’ı “karşı anamalcılığa-sermaye karşıtlığına” tahsis ettiğinin farkında mısın?.. Biz güzeli, iyiyi ve doğruyu “karşı anamalcı” bir toplumda yaşamakta mı buluyoruz?.. Hak, hakikat, ahlâk ve adaletimiz, “karşı anamalcı” olmakla mı tecelli edecek?.. Kaldı ki sınıfsız bir toplum ideal olduğunda ve gerçekleşse, ne hak, ne hakikat, ne ahlâk ve ne de adaletin mevzuu bile olmaz. Biz mevzuu kaybolacak bir dünya görüşüne mi mensubuz?.. Öte yandan; sınıfsız bir toplum ancak “dünya toplumu” çapına ulaşınca gerçekleşebileceğine göre, -dikkat edilsin-, “Mutlak Fikir” hiçbir zaman hayata hâkim kılınamamış demektir ki, öyleyse Allah Resulü’nün ve Sahabîler devrinin mânâsı ne?.. Veya dünya sınıfsız bir toplum idealinden dolayı müslüman olacaksa, bunlar müslüman olmayacaklar ve lâfta müslüman özde başka garip bir hilkâti temsil edecekler demektir vesaire… Uzatmaya değmez.
Başka bir Örnek: “İlim kötü ve ahmaklıkla akılsızlık iyidir!” diye kim söyleyebilir? Öyleyse netice: İslâm, ilim ve akla uygundur!..
Oldu mu?.. Tek kelimeyle hayır. Sınırsız sınırlıya, “Mutlak Fikir” her ân gelişen, değişen veya yıkılan “veri”lere tasdik ettirilir mi?.. Sen ölçüleri mi ilim ve akıla, yoksa ilim ve aklı mı ölçülere nisbet ediyorsun?.. İlim ve akla “uygunluk”tan dolayı imân ediyorsan bu, kendi yonttuğuna tapmaktan farklı olmayan bir çeşit putperestliktir. Biz “bağlı” akılla faaliyette bulunduğumuza göre, akılcılığımızın niteliği bellidir ve nisbet içinde olduğu “Mutlak Fikir”e nazaran, O’ndan hakikate gelmedir, hakikatten O’na gitmek değil.
Mücerret ilim idraki önünde “ilmin anlayamayacağı hiçbir şey yoktur” sözü bile getirdiği sınır ve kesinlik bakımından “sır idraki” hakikatine aykırı ve “ilmin çözebileceği bir şey yoktur” sözü kadar yanlışken, ilim ve akla adeta kaadir-i mutlaklık tanıyan -pozitivist, realist, materyalist vesair- düşüncelerin tesiri altında, hem onlara karşı olmak ve hem de yamanmaya kalkmak, yanlış karşısındaki, yanlıştır; karşı yanlış.
ÜÇÜNCÜ YANLIŞ
Donma ve alışkanlık… Donma ve alışkanlık, yeri ve değeri bilindiği takdirde makbul, diyalektik ve ahlâkımızı heceleyememiş paysızların tavır ve düşünüsü olarak menfilik belirten bir dava.
Şuurun kaynağı meselesinde ele alacağımız üzere, şuur her ân maksatlıdır; zihnî vakıa ise hakiki bir tecrit… Ruh, devamlılığın ve yeniliğin temsilcisi; akıl ise, donmanın… Ancak, keyfiyetin kemmiyet ve muhtevanın şekil zarureti gibi, akıl ruha bağlı bir zaruret; ne akılla olur, ne akılsız.
Halbuki eşya ve hadiseler karşısında herşeyi akla nisbet eden ve aklı ölçü alanından, her şeye karşı ilgisiz kalıp aklı büsbütün yok farzedenine kadar -ki aklı yok farzeden de akıl- ikisi de, meçhule hürmetten yoksun ve “sır idrakı”nın nasipsizi olarak yobazdırlar. Yobazlık öyle bir şey ki, donup kalmanın dışına çıkmaya çalışmada bile, düşünme ve tavrın mânâlandırılmasında kendini ele veriyor; yanlışlıkların, yobazlığa karşı oluş niyetinde bile kendisinden geçit bulduğu usûl hatası… Yanlış usûl…
Gayret edasında hamlık ve çiğlik sergileyeninden, büsbütün hareketsizine kadar, çeşitli dereceler içinde birkaç örnek: Muhafazakârlık ve fikirsiz fikircilik örnekleri.
MUHAFAZAKÂRLIK
Muhafazakârlığın mânâsı ve değeri mevzuuna göre değişir… Bellibaşlı üç husus çerçevesinde hülâsa edersek:
Birincisi… Bir toplumdaki sosyal-siyasi (liberal-sosyalist-muhafazakârlık) gruplama içinde, ne olursa olsun değişimlere direnen ve her yeni durumda “mevcutta-statükoda” kalan.
İkincisi… Aynı düşünce içinde, değişimler karşısındaki tekâmülcü ve ihtilâl-inkılâpçıya karşı mevcutçu kafa.
Üçüncüsü… Bağlı olunan düşünce ve hayat tarzında tavizsizlik.
Genel olarak, hâkim tavrıyla muhasebesini yapmak, ayıklamak, düzeltmek ve emrimize almak, en azından bunun şuurunda olmak yerine, direne direne mahkûm oluşumuzla birincinin içindeyiz. Meselâ; “filân veya falan adam çok muhafazakârdır” denilirken, neyin muhafaza edildiğinin değerlendirmesine yanaşmaksızın müslümanlıkla muhafazakârlığın özdeşleştirilmesi, böylece İslâm’ın o mahkûm kafa ve tavra indirilmesiyle, bizim olmayan bu sınıflama içindeyiz. Oysa, nasıl aklı reddetmeyişimizle akılcı, müsbet ilmi reddetmeyişimizle pozitivist, maddeyi istismardan bahsederken maddeci, gerektiği yerde gerekeni yapmaktan bahsederken pragmatist değilsek, muhafazakâr da değiliz.
Güya aynı inanca mensupken, içimizdeki veya dışımızdaki gelişimleri öğrenmek yerine bunu yapanın karşısına dikilen, devekuşu tavrı içine giren, yeni fikirler, durumlar ve şartlar karşısında bu tavrı aksettiren, pek çok çeşidiyle beraber ikincisi; temsil ettiğimiz mânâya karşı çıkanlara bakmak, sayılamayacak kadar çok davar örneğini gösterir.
Üçüncüsüne gelince; kim “öyle değiliz” veya “kabul etmiyoruz” der ki?.. Öyleyse söylenene değil de, söyleyenin birinciye ve ikinciye girip girmediğine bakmalı… Zira bütün cinayetler bu nam altında işleniyor.
Yukarıdaki sınıflamaların hepsine birden temas edici kısa bir bakışla, kesiksiz İbda anlayışını temsil eden İslâm’a muhatap anlayışın “muhafazâkarlık” ölçülendirmesini gösterelim:
— «Bizim muhafazakârlığımız, liberal, sosyalist, muhafazakâr gruplandırması içinde yerini alan ve yeni veriler ve değişimler karşısında direnen “mevcutçu-statükocu” mânâda muhafazakârlık değil, ölçüden kıl kadar taviz vermeme mânâsına muhafazakârlıktır ki, sonsuza açık bir tekâmülcülüğü belirtir. Biz tek tek insan olarak ve toplum hâlinde, Resûlünün gösterdiği yoldan Allah’a varma gayesinin belirttiği bir tekâmülcüyüz; tekâmülcülüğümüzün niteliği de “iç oluş” ve “dış oluş” amacı olarak bu. “Mutlak Fikre” nisbet içindeki bu sonsuz tekâmülcülük önünde bütün aykırı düşünceler, kendi nitelikleriyle sınırlı, tutucu ve muhafazakârlığın temsilcisidirler.»
Fikirsiz Fikircilik
Nereden ne aldığın değil, nereye akıttığın, ne yapmak istediğin, ne olduğun, eserinin muhtevası, nisbet içinde olduğu mihraka göre mânâsı, dost ve düşman kutuplara nazaran değeri, yeri ve etkisidir önemli olan; bir eseri değerlendiriş ve kıymet tayin etme ölçüsü budur.
Bunun gereği yerine getirildikçe, fikir adamı görünme heveslisiyken bunun kumaşına ve sermayesine malik olmayan ve bu yüzden kendi varlık savunması hâlinde değerlendirme(!) ve tenkit(!) tavrını takınan kıskanç mizaçlara çatılır… Kendi olamadıkları kıymet ve mânâyı karalayan hasetler… Hele bunlardan bir grup var ki, bana karşı her seferinde kendi bir önceki değerlendirmelerini çelen ahmaklıklarından da utanmaksızın abuk subuk çamurlar atarlarken, her seferinde şapşallıklarının gösterilmiş olmasından bunalarak sonunda ruhlarındaki haset duygusunu içlerindeki birinin ağzından itiraf etmişlerdir:
— “Biz onun söylediklerini kabul etmiyor değiliz; ona karşıyız, niçin o?”
“Niçin o?”… Yani Üstadım’ın iltifatlarına muhatap olmam… Bu, fikir kumaşımdan dolayı olduğuna ve sen de bunu kabul ettiğine göre, izaha ihtiyaç var mı?.. Fikir plânına çıkmanın şartlarına malik değilken “fikir adamı” bilinmeye özenen ve “düzgün cümle kurarsam, nasıl olsa onun içinde fikir de bulunur” zannıyla meydanda salınan bu sümük tipler, bizim mânâda katledip çöplüğe attığımız bir demettir.
Her gördüğü sakallıyı dedesi sananların hâli… Sinekten başka uçan mahlûktan haberi olmayan adamın, kartalı görünce “Bu da uçtuğuna göre sinektir” demesine eş teşhisler; kimine göre felsefeciyiz, kimine göre komünist, kimine göre derlemeci, kimine göre Necip Fazıl mukallidi, bazılarına göre Türkçü, kimine göre de yazılarım Necip Fazıl tarafından yazılan… Bu her biri diğerini çelici lâfların sahipleri, birbirleriyle müşterek bir kanaate varma tartışması yapmaksızın, sadece çamur atma pisliğinde müşterek hayvancıklardır… Üstadımın “Müjdelerin Müjdesi” olarak takdiminden sonra “Ortadoğu” gazetesinde birbuçuk sayfa tahsisi ile yayınladığı “Akıncı Güç”teki “Akıncı Güç Çevresinde” isimli yazımın ardından müslüman camiada benim Kurtçu (Türk ırkçısı) olduğum propagandasını yapan davarlardan biri, benim yazılarımı Üstadım’ın yazdığını yaymaları bir yana, bunu Ankara’da bizzat Üstadım’a “kendisine çevre olsun” diye bu işi yaptığını bildiklerini beyanla aynen şöyle demiştir:
“O yazıları siz yazıyorsunuz, altına da Salih Mirzabeyoğlu imzası atıyorsunuz!”
Bunun yanında, sürekli olarak “İslâm’a muhatap anlayış” sistemi ve “hareket sistemi” davasını vurgulamamız ve bununla ilgili meseleleri işlememizden dolayı… Kimi, “İslâm’da sistem olmaz, İslâm sistem değildir!” derken, şu kurulan cümlesinin bile, muhteva yanlışlığı bir yana, cümle kuruluşuna ait bilgilerin bir araya getirilmesinin ürünü olarak en küçük çapta bir sistem mânâsı taşıdığım anlamaz ki, bizim “toplum sistemi”mizin nasıl olup olmayacağım anlasın.
Ve… Çıkış noktasından sonrasının teferruat olduğunu ve teferruatta neticeye varılacağını anlamaz bir “müteşair-şairlik taslayan”, fikir zenginliğini “kaynaktan yapmalıyız” tekerlemesine kurban ederken, “kaynaktan yapmalıyız diyen benim, öyleyse kaynağa uygun olan da benim” üçkâğıtçılığıyla uygunluk bir yana, “mücerret anlayış” istidatsızlığını nereden anlasın?
Mücerret fikir istidadını körleştiren bu düzende, istidat bir yana, mücerret fikir ilgisizliği ve tiksintisi öyle bir alışkanlığa döndü ki, bugün resim sanatı bile kendi yolunun gayesini müşahhasta değil mücerrette ararken, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” ölçüsünün yanına gökten sarkan bir ip resmi koyulur da, kimseyi rahatsız etmez… Kardeşler çalışıyor(!).
“Fikirle yapmalıyız” tekerlemecileri… Fikir ve fikir alâkası yok; ama nefsine riziko teşkil edecek bir aksiyon ortamı ve davranışı sözkonusu olduğu zaman, bir yandan kaçmak ve öbür yandan da kendine teselli temin etmek ve nefsini yellemek bakımından, bu tekerlemeye sığınan ve doğruyu yanlışta kullanan davarlar… Nasıl “Hikmet mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alır” hadisinin tekerleme gibi kullanmak, bulmak ve almak demek değilse, bunların da “fikre” ve “yapmaya” nisbeti o… “Fikirle yapmalıyız dediğime göre, fikirli ve fikirci benim” anlayışı veya anlayışsızlığı.
Görüldüğü üzere, gerek “zıddını düşünmek”, gerek “karşı yanlış”, gerekse “donma ve alışkanlık” başlıkları altında topladığımız, gerçekte ise içiçe ve birbirleriyle ilgili bu örnekler, genel olarak hâlimizin “bir deli bir taş atar kırk akıllı çıkaramaz” ifadesi içinde olduğunu göstermektedir.
Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız “Temel Meseleler”, İbda Yayınları, 3. Basım, Sayfa: 23-31