Neden böyle bir başlığa ihtiyaç duyduk? Şundan; İnternet ortamında ciddî işler yapan forumlar ve platformlar var. Bu forumlardan bir tânesi de Sandal-Forum. Gökyüzü müstearlı sancakdarıyla sanal âlem tâbir edilen sahada faaliyet yürütüyor. Periyodik olarak tâkib edemiyorum, imkanlarım kâfî olmadığı için. Ancak, izlemek istediğim ve izleyemediğimde de hayıflandığım monitörlerden bir tânesi. İzliyorum ancak, orada yazılıp çizilen şeylere de her zaman katılmıyorum, hattâ çoğu zaman katılmıyorum. Bu çok tabiî bir şey zira, ben bir tek ideolojinin yani kendi ideolojimin en doğru-tek doğru, diğer ideolojilerin ise, benim ideolojime nazaran-rölatif ve tedricî olarak-yanlış ve / veya eksik olduğuna kânîyim. Bunun ‘mutlak’ hakikate doğru yürümede ‘Fırka-ı Nâciyye’ olduğu konusunda zerre kadar şübhem yok.
Bu tesbitleri böylece yaptıktan sonra, gelelim Sandal-forum’la alâkalı bazı tesbitlere;
Evvelâ bu ‘Sandal’ kelimesinden huylanıyorum. Belki de tamâmen bir ‘vehim’dir amma yine de bu vehmimi adlandırarak rahatlamak istiyorum. Bu kelime yani Sandal, bizim bildiğimiz klasik Sandal mı acep yoksa başka bir ‘Sandal’la irtibâtı olabilir mi? Meselâ mı?
Sandalfon!
Sandalfon en mühim Arş Melekleri’nden (Archangles) biri olarak tanımlanıyor. Öğretmenliğin-Bilgeliğin timsâli. Sefer Sefirot’un onuncusu ve İlâh’ın ‘dişi-yarısı’ olarak kabul edilen ‘Malkhut’un ruhu (eşdeyişle Şekinah’ın ruhu). Eğer böyleyse çok rafine bir ‘onoma’. Öğretmenlik ve bilgelik misyonuna soyunuyor, iddialıca ve aydınlatmak istiyor toplumu.
Sandale: Frank lisânında Sandar veya Sandol; 1225 senesinde Lâtince’ye ‘Sandalium’ olarak giriyor. Mânâsı ‘Din Adamı ayakkabısı’. Oradan Fransızca’ya ‘Sandale’ biçiminde ve ‘meşinden yapılmış yazlık ayakkabı’ mânâsıyla giriyor. Kelimenin aslı Yunanca ‘Σανδαλιον’ (Sandalion). Modern Yunanca’da ‘Σαντάλι’ (Sandâli) veya ‘Σανδάλι’ (Sandâli) biçiminde ve aynı mânâda kullanılıyor. Onun da atası ‘Eol’ diyalektinde ‘Σάμβαλον’ (Sâmvalon). Μβ / Νδ replasmanıyla Sa-nd-al biçimine dönüşüyor.
Σάνδαλον (Sândalon) kelimesinin Yunanca bir diğer mânâsı ise ‘Matro’ adı da verilen yassı bir balık türü.
Σανδαλίς (Sandalîs) kelimesi ise –Plinius’a göre– bir çeşit hurmayı anlatıyor.
Yunan etimologlar kelimenin Şark kökenli olduğu noktasında hemfikirler. Fars lisânında aynı mânâya gelen kelime ‘Şandal’ şeklinde yazılıyor. Yani ‘sigma’ (Σ) ile ش (Şın) yer değiştirmiş.
Türkçe de dahil birçok dile ‘Sandal’ veya ‘Sandalet’ olarak girmiş ve ‘yazlık açık meşin-deri ayakkabı’ mânâsıyla yerleşmiş.
Belki-ve muhtemelen-başka mânâları da var. Araştırmacıların konuyu zenginleştireceklerini umuyorum.
Yukarıda verdiğim misâllerle Sandal-forum’un ismi arasında bir ilişki var mı yok mu bilmiyorum, olmayabilir de. Belki sayın Gökyüzü bizi bu konuda aydınlatır.
Son günlerde bu forumda Üstad Necib Fazıl ‘günleri’ yaşanıyor. Necib Fazıl’ın sabbataycılığı, tutarsızlığı, Amerikancılığı, riyâkârlığı, hayalî İslâmcılığı vs. herşey ‘iddia’ olarak ortaya atılıyor. Evvelâ bir metod problemi olduğunu belirtmek lâzım; Sandal-forum ‘ilmî tahlillerin, metodolojik ve bilim felsefesinin ilkelerine uygun bir biçimde yapılabileceği ve doğru dürüst mes’ele konuşulup üzerinde üstâz (uzman) seviyesinde münâkaşaların ve münâzaraların yürütüleceği, derin ve mütekâbil istidlâllerin en ileri düzeyde kıran kırana birbirine gireceği, hülâsa, hakikî mânâda ilmî bir forum değil, aynı diğer ‘siyâsî’ olduğu varsayılan forum ve platformların olmadığı gibi. Araştırmacılıkla üstadlık arasındaki farkı, (Teşbihte hata olmaz) Araştırma görevlisi sıfatını / titrini taşıyan adamla Ordinaryus profesör unvânını taşıyan adam arasında bilgi, görgü, tecrübe ve kalite farkına benzetebiliriz. Bu bağlamda, Sandal-forum belki araştırma görevlisi seviyesindedir. Araştırma görevlisinden ordinaryus profesör mârifeti ve mahâreti beklemek abesle iştigâldir.
Burada kasdettiğimiz bilim adamı, tahmin edileceği üzere ve meselâ Türkiye’deki ‘devlet memuru’ nev’înden ‘bilim memuru’ değildir. Hele ki, İslâm gibi dev-i âlâ bir mevzu üzerinde kalem oynatıp da, ‘dır, dir’ ahlâksızlıklarında boğulan muhtelif ‘bilimsel etiketli’ zevâtın yazıp çizdiğinden yola çıkıp da, ‘Bak falanca Bilim adamı öyle diyor’ sıpalığının başını alıp gittiği bir iklimde mes’ele konuşmanın ne kadar zor olduğunu ifâde etmek mecburiyeti vardır.
İki de bir, badem bıyıklı, genelde miyop, matruş suratlı ‘standart Türkiye Müslümanı’ delikanlıların, hocaefendilerinden bahisle, ‘Şöyle buyurdu, böyle dedi vs.’ tarzındaki geyiklerinin ‘bilim’ olduğu bir ortamda biz herkese tepeden bakma hakkına sahibiz. Sahibiz çünkü, ‘emek’ denen varlıktan haberimiz var, çünkü kan ve ter dökerek bu işin kahrını çektik / çekiyoruz, çünkü bu olup bitenlerin arkasında imzaları olan ‘memur’lar müesses orospu düzenini daim kılmak adına her türlü alçaklığa tevessül ediyorlar. ‘Sol’ adı verilen cenahta da durum pek farklı değil. Orada da ‘bilimsel’ denen şeyin aslında ‘kültür’den gayrı bir şey olmadığı apaçık. Pozitivizm’in nasslarından bir adım ileri gidilmiyor ve tıkanılan her yerde sarılacak birkaç beylik kültürel değer var ve onlara sarılınıyor. ‘Bilimsel Sosyalizm’ naraları atan nice adam Kapital’den, Komünist Manifesto’dan, Anti-Duhring’den, Gota Programı’ndan bi-hâber. En basit felsefî bilgilerden yoksun. Hegel’den nefret eden bütün sosyalistler’e sorun kaç tanesi ‘Tin’in Görüngübilimi’ni okumuştur, kaçı Hegel’in ‘Ruhçuluk’ anlayışını iki cümleyle tarif edebilir? Alman İdeolojisi’ne saldıranların kaç tanesi Fichte’nin sayfalarını karıştırmıştır? Madde üzerine vaaz veren ulemâdan kaçının anti-madde’den ve onun felsefî veya fizikî açılımlarından haberi vardır? Anarşizm’i beğenmeyen solculardan yüzde kaçı ‘Proudhon’u, Bakhunin’i veya Zahariadis’in kapağını aralamıştır? Leninistler’den kaç tanesi ‘Felsefe Defterleri’ne göz atmıştır?
Evet %90’ından fazlası bu anlamda malûldür. Amma, hoş okumaya yeltense de bunun altından çıkacağı şübhelidir zira bunun için altyapıları yoktur, dilleri fakirdir, tahsilleri de kötüdür. Hâl böyle olunca, bağlı olduğun ideolojiyi veya felsefeyi yalap şap anlatmaktan ileri gidemezsin ve kendi kendini dahi iknâ edemezsin.
Müslümanlar açısından durum daha da vahimdir. Marks’ı anlamayan adam İmam-ı Âzam’ı nasıl anlasın, Fıqh’ı nasıl anlasın. Anlamadığı vechile şu hocaya bu hocaya, oraya buraya koşuyor. Sözde, bu ‘mürtecî’lere karşı olan ‘Bilim Memurları!’ da (meselâ YNÖ, meselâ modern Ofli Hoca Bayraktar, meselâ İsmail Nacar, meselâ Beyaz Zekeriyya) kimi zaman ‘çok bilimsel!’ tezlerle dolu tefsirler yazıp meselâ Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı dünyaya getirmesini Tabâbet biliminin verileriyle izâha kalkışıyor, kimi zaman ise ‘kaynaktancılığı!’ teşvik ediyor; Kimsenin Kur’an’ı anlamak için mürşide ihtiyacı yokmuş, ‘al oku’ tamam, herşey halloldu. Şimdi şöyle mi diyelim: ‘Ulan sığır, iyi o zaman al anatomi, fizyoloji, histoloji, cerrahî, dahiliye kitablarını oku, yarın hekim ol! Tıbbiye’ye hiç lüzûm yok. Aç oku Zemin Mekaniği’ni İnşaat Mühendisi ol, oku hukuk kitablarını evde avukat, savcı, hâkim ol!’…Oh ne âlâ. ‘En iyi Arabça’yı ben bilirim, İslâm’ı en iyi ben bilirim, iyi İngilizce bilirim, Dabbet-ul Arz şudur, Mehdî budur, Deccal filancadır, ben çıplak uyarıcıyım vs.’ diye heryerde ahkâm kesen Abdurrahman Çelebîler’in, bilim adamlığıyla ne alâkası olabilir.
Üstad’ı ve Mütefekkir’i ayrıcalıklı çok üstün kılan hususiyetler nelerdir?
50 senedir ‘Üst Dil’ den bahsediyor bu iki insan. ‘Üst Dil’ çok mühim, mes’ele konuşabilmenin ‘platin âleti’ bu ‘Üst Dil’. Ef’âl Âlemi’nin yani içinde yaşadığımız ‘Maddî-Kaskatı’ âlemin yani ‘Fiiller Âlemi’nin fevkinde bir mes’eleyi ele alacaksak ki, İslâm’ı konuşurken bu şarttır, bir ‘Üst Dil’imiz olacak. ‘Ben anlamam, ağdalı, zor geliyor, işin içinden çıkamıyorum’ diyen adam sahtekârın ve riyâkârın tâ kendisidir. Bunu diyen ‘rudimanter mahlûq’ bulvar gazetesini bile okuyamayacak, okusa da oradan anlam çıkaramayacak kadar lümpendir aslında. Tek bildiği şey 51 oynamak, kârhânelerde sermâye seyretmek ve avantacılıktır, lüpçülüktür. ‘Bu dilinizi yumuşatın’ diyen yumuşaklara, ‘Sen biraz sertleşebilsen nasıl olur’ demek tabiî ki pek anlamlı olmuyor. Bilmiyor ki, dilini değiştirdiğin zaman kişiliğini de değiştiriyorsun, dilini yumuşattığın zaman değerlerin de yumuşuyor, ideolojin ve inançların aşınıyor, karaktersizleşiyorsun ve nihâyet yabancılaşıp hiçleşiyorsun, için boşalıyor. Sistemin de istediği bu zâten, içini boşaltalım! Ecevit’e, Baykal’a, Perinçek’e solcu diyen medya sonunda halka kendi dilini dayatmış ve öğretmiş oluyor. Sokaktaki adam da, üniversitedeki ortalama öğrenci de, ‘Bilim memuru’ da, bürokrat da artık yukarıda mezkûr şahısları ‘solcu’ diye biliyor. İçini boşalttığı veya zehirlediği mefhumu kendi ‘dil’iyle yani ideolojisinin ‘kötü ve fakir’ diliyle ikâme ediyor.
Dili (Mes’ele konuşabilecek dili) olmayan adam, beyinciği olmayan güvercinle aynı, hattâ daha beter bir durumdadır. Sağa sola yalpalanıp durur, doğru bir hat üzerinde yürüyemez, ceset olarak yaşar ama büyük ideallerin adamı olma planında ölüdür, bitiktir. O nedenle, Müslüman yığınlara ‘Üst Dil’in hayatî ehemmiyetini anlatmak için 50 senedir yırtınan, ömrünü çürüten iki adam var Türkiye’de; biri Üstad Necib Fazıl (Rh.A), diğeri Mütefekkir Salih Mirzâbeyoğlu.
Bir başka mevzu ise, ‘Jargon’. Jargon’un mânâları şunlar: 1-Böcek vızıldaması (gazouillement ve ‘gosier’) ve onomatopedir (tabiî seslerden devşirme), 2-Deforme olmuş (edilmiş) lisân ki, buna ‘Babelizm’ adı da verilir (Babel’den mülhem olub, farklı lisânlara aid kelimelerden oluşmuş bir diskurun karakterini ifâde eder, Fransız lisânına 1866 senesinde dahil olmuştur), 3-Anlaşılmaz lisân (bu mânâdaki jargonun fransızca’daki sinonimleri; baragouin, charabia, galimatias ve sabir’dir), 4-Belli başlı kelimelerin etkisi ve hasebiyle, komplike olmakla karakterize ve bir gruba mahsus lisân, meselâ ‘Skolastik Jargon’ veya ‘Mistik Jargon’, 5-Bir mesleğe, bir aktiviteye özgü, sıradan adamın anlamakta zorlandığı, ifâde biçimi, örn. Tabâbet jargonu, protest tiyatro jargonu, 6-Eski Argo’da, ‘Argo’ (dil) mânâsına, örn. François Villon’un baladlarındaki ‘Argo’ nitelikli jargon, 7-Yakut’a benzer küçük kırmızı bir taş ki, Lâtince ‘Yakut’ mânâsına gelen ‘Hyacinthus’ kelimesinin bozunarak, evvelâ ‘Jacunce’ (Jaküns), bilâhare ‘Jargunce’ (Jargüns) ve nihâyet ‘Jargon’ olarak ortaya çıkmıştır, 8-Sarımtırak bir Zirkon çeşidi.
Kimi zaman şuurlu olarak fakat umumîyyetle cehâletten mütevellid, Jargon’la ‘Üst Dil’ karıştırılagelmiştir. Bu hataya, bizzat ilgili ideolojinin içinde bulunanlar da sıklıkla düşmekte ve ‘Bizim jargonumuz…’ diyebilmektedirler. Üstad’ın ve Mütefekkir’in üzerinde önemle durduğu ‘Üst Dil’, Batılı’nın tanımladığı / tanımlayabildiği ‘Jargon’ değildir. ‘Üst Dil’ ne ‘charabia’dır, ne ‘Babelizm’ ne de ‘Neolojizm’. İşte, referansımız sâdece ve mutlak bir biçimde Batı olduğunda içine yuvarlanılması muhtemel hendekler bizi ‘Üst Dil’den uzaklaştırıyor. Batı’nın hafsalası o kadar, sen de ona öykündüğün müddetçe en fazla onun taklidi olabilirsin ki, ‘Üst Dil’ bunun panzehiridir. ‘Üst Dil’ o kadar mühimdir ki, Mütefekkir bunu bir kitabla izâh etmiştir ve diyalektik olarak da daimdir. Ben, bu nedenle kendimi ‘sair’ Müslümanlar’dan daha şanslı görme ve bununla iftihar etme hakkını kendimde bulurum. İçimin boşalmasına mânî olan derman bu ‘Üst Dil’. Ancak ve ne yazık ki, hasta ‘Müslüman’ şifâyı reddediyor-çünkü acıdır-ve ruhunun ısdırabını dindirmek adına ‘kaynaktan’ zehirlere sarılıyor. Yalnızca Müslüman’ı kasdetmeksizin, herkese teşmil ederek bir teşhis ve tesbit yapmanın zamanı geldi; evet, ‘Üst Dil’i geçtim ‘Jargon’u da eline yüzüne bulaştıran yurdum insanının koşa koşa ulaştığı hâl’in adını verelim: ‘Jargonafazi’ (Jargonaphasie). ‘Αφασία’ (Âfasîa) Yunanca ‘Söz Yitimi’ mânâsına. ‘Jargonafazi’ bir hastalık, bir ‘Sensoriyel Afazi’ türü. Parafaziler (hecelerin veya fonemlerin yerini değiştirmek veya birbirine yakın kelimeleri yanlış yerde kullanmak-konjonktür yerine konjektür gibi) ve Neolojizmler’le (yeni, uydurma ve mânâsız kelimeler üretme) karakterize bir hastalık.
Sözü de gitmiş, jargonu da uçmuş, parafazik, Neolojist yani Jargonafazik bir toplum. Buyurun! Batı’nın bile kabul edemeyeceği düşüklükte ve düşkünlükte bir toplum ki, nerede kaldı ‘Üst Dil’e sıçrayacak. Müslüman’ıyla, sosyalistiyle, Kürt’üyle, Türk’üyle, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla ‘Dil’siz (Üst Dil’siz) bir cemiyet. Böyle bir cemiyetin çürük meyveleri olarak (hepimiz dahil) sen kalk Necib Fazıl üzerine ‘monoliz’ yap. Tabiî, isteyen, İBDA’cı arkadaşlar da dahil, Necib Fazıl’ı tenkid edebilirler! Ama, evvelâ buna mezun olsunlar, ‘Üst Dil’e vâkıf olsunlar, ben de onların ayaklarını yıkayayım. ‘Bir mısraının ağırlığı’nın, TC devleti tarafından bile, takdiri meydandayken parafaziklerin ve (mes’ele) konuşma özürlülerin Necib Fazıl hakkında bitevviye daha ileriye doğru işeme çabalarının ‘olimpik’ bir kıymeti olabilir lâkin ben rektal bir kahkaha atabilirim bu tenkidlere!
İkinci bir mevzu, ‘Üst Dil’le direkt alâkalı ve onun bir tacı olan ‘Üst Mânâ’ mevzuudur ki, bu da, ‘Ef’al’den’ mânâya yani esmâ’ya yani bir üst buuda sıçramayı ifâde eder. YNÖ’ye bakarsak bütün bu mefhum ve mahluq varlıkları ‘kaynaktan’ ve mürşidsiz öğrenebilir ve tatbik sahasına geçirebiliriz. Tabiî, kolaydır; alırsın bir Arabça veyâ Osmanlıca lugât, açıp karşılığına bakarsın ve öğrenirsin. Tamam, oldu. ‘Üst Mânâ’ ehli olup çıktın. Daha Batılı kanadın palazlanmamışken sen şimdi Şark’ı da yalayıp yuttun. Daha da ötesi, İslâm’ı, Sünnet’i, Rasûl’ü, Evliya’yı, Enbiya’yı, İnsan’ı, Allah’ı velhâsıl ‘kaynaktan’ öğrendin. Ama, mes’ele konuşamıyorsun veya ‘leksikoncu mâlûmatfuruş’ olub tutî kuşuna benziyorsun.
Üçüncüsü, diğer ikisiyle kopmaz bir rabıtaya sahib olan ‘Üst Şuur’ buududur ki bu, ‘bacakları toprakta olan adamın beyninin Arş-ı Âlâ’da olması hâlidir.
Bu sacayağı beyinlerde ve ruhlarda saplı bir biçimde ve dimdik ayakta durmadıkça, Necib Fazıl’ın da Mütefekkir’in de değerlendirilmesi muhaldir. Zâten, o seviyeye uluaşıldığında kazanılacak ‘Edeb’, böyle birşeye müsâade etmez. ‘Sükût’ ve ‘Hürmet’in üzerindeki örtü kalkar, aşikâr olurlar. Bu planın haricindeki her türlü objektif veya sübjektif ‘tenkid’, bizim açımızdan mahalle karısı can-can’ı kategorisine girer ki, her kim yapıyorsa cehenneme direk olsun.
Eğer aksi olsaydı; meselâ bu nev’î dedikodular, şahsî nefretler, kıskançlıklar, edebsizlikler, ‘geyikler’, anhedonik muhabbetler, lümpenlikler, basmakalıp lafazanlıklar, yatak odası teorileri gerçekten ‘bilimsel tezler’ olsaydı, şimdiye dek Türkiye’de ya sosyalist, ya İslâmî ya da en azından burjuva demokratik 1000! tâne inqılab olması gerekirdi. Ama olmadı, bu toplum ‘Üst Dil’siz, ‘Üst Mânâsız’ ve ‘Üst Şuur’suz olduğu için ve dahi kendisini bu hayatî hasletlere dâvet edenleri-en yakınındakiler de dahil olmak kaydiyle-ya zindana tıktırdı, ya işkenceden geçirtti, ya da TENKİD ETTİ! Tenkid ettiklerinizden biri Haqq’a yürümüş cennetmekân, diğeri idamla şereflenmiş bir Dev Adam! Evet, dışarıda kalıp da ‘bilimsel tezler’ yazan, ‘kaynaktan’ okuyan, ‘çok bilen’, ‘Afazik’ entellektüeller, bilim memurları, teorisyenler, mühim adamlar, şimdi mârifetinizi gösterip başınıza geçirilen çuvalları çıkarın! Her gün bir yenisi geçirilecek çuvallardan kurtulmanın tezlerini yazın. Oluşturun ortak jagonunuzu!
Son tecridde; İBDA fikriyatına sempati duyan, gönülden bağlanan veya bizzat merkezinde yer alan gönüldaşları ve gönüldaş adaylarını da ikâz ediyorum: Necib Fazıl (Rh.A) da, Mütefekkir de bizim idealize ettiğimiz en yüce değerlerden ikisidir. Onlar hakkında, dahilde veya hariçte-hâlis niyetle bile olsa-tenkid adı altında, kelâm etmek ve hele haddi aşmak, bırakın hata olmayı, ‘SUÇ’ pratiği teşkil eder. Necib Fazıl’ı veya Mütefekkir’i tenkid bizlerin haddi değildir. Bizler, onların izinin tozu durumundayız, hayata bağlanma sebebimiz onlar. Bize düşen tek şey onlara lâyık olmak ve hazinelerine sahib çıkmaktır, başka bir şey değil. Hz. İsâ (AS)’a atfedilen bir kelâm vardır: ‘Dil, Gönül’ün taşmasından söyler’. Unutmayınız ki, Dilinizden çıkanlar gönlünüzden taşanlardır. Dilinizi değil ‘Üst Dil’inizi geliştiriniz ve ölçüyü ‘Üst Dil’ seviyesinde tesbit ediniz. Dikkat ediniz ki, o dil, iki cihanda ateş olup gırtlağınızı yakmasın.
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)