Sartre’da Varoluşçu Felsefe ve ‘Bulantı’ Üzerine

Ebru Çerkez

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Yüksek Lisans Öğrencisi.

***

Varoluş metafiziksel bir anlayıştır ve temelinde “bilinç sahibi insan” yer almaktadır. Yani zihin ve beden olarak ikiye ayrılan insan, bir bilinç varlığı olarak değerlendirilmiştir. Bu yazıda Sartre ve onun varoluşçuluğunu ele alırken, varoluşçuluk felsefesinin de temel prensibi olan “varoluş özden önce gelir” anlayışı ile hareket edeceğim. Aynı zamanda yine Sartre’ın, kendi felsefesinde merkeze oturttuğu ‘bulantı’ kavramını, “Bulantı” adlı eseri ile ilişkilendirerek çözümlemeye çalışacağım.

“Varoluş özden önce gelir” ilkesini ele alarak başlayalım. Varoluş özden önce gelir, çünkü önce insan vardır ve özünü kendi yaratır. [1] İnsan, varolmakta olan varlıktır ve bilinci sayesinde oluşunu yani varoluşunu gerçekleştirir. Çünkü varoluşu ile problem yaşayan, varlığı problem edinen ve bunun peşine düşen yegane varlık insandır. Dolayısıyla varlık tanımı da arayış içinde olan insandan hareketle tanımlanacaktır. Varlık “kendi kendisini tanımlayabilen insan”a göre tanımlanan bir şey olarak görülür. [2] Bir bakıma insan denen varlık bunu yapmak yükümlülüğü duyar, çünkü ‘fırlatılıp atılmışlığı’, dünyadaki yalnızlığı ve bu anlamsız dünyadaki tek başınalığı, onu bu arayışa sürüklemiştir. Ayrıca varoluş felsefesinde tanrı anlayışı reddedildiğinden, varlığı öze kavuşturacak tek güç insanın kendisidir. Burada insanın ‘tanrılaşma’ istenci mi söz konusudur diye bir soru akla gelebilir. Öyle ki Tanrı kavramı, tüm varlıkları ve onların bilincini aşan üst bir bilince sahip olmayı da içinde taşıdığından, reddedilen bir tanrı veya yaratma durumu karşısında bu görev insana yüklenmiş görünmektedir.

Varoluş ve öz ilişkisine devam edelim, “var-olmak” fiilinin Latincede “dışına çıkmak” anlamına geldiğini göz önünde bulundurursak, insan salt var olan olarak kalmak yerine özünü de kendi oluşturarak o var olanın dışına çıkmış oluyor; öyle ki tek başına varlığı aşmış oluyor. Böylece önceden belirlenmiş bir doğanın içersine hapsolmuşluğundan kendini kurtarıyor. Buradan bakıldığında, varlığına öz oluşturarak, kendi varoluşunu gerçekleştirmekte olan insan, özgürlüğünü de kendi eline almış oluyor. Buradan varoluşçu ahlaka da vurgu yapmakla beraber, varoluş sürecindeki insanın özgür olma zorunluluğu da karşımıza çıkmaktadır. Sartre bu problemi kendi eserinde şöyle dile getirir: ‘Varoluşu özden önce gelen bir varlık vardır. Bu varlık, bir kavrama göre tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık insandır. Heidegger’in değişi ile ‘insan gerçeği’dir. Varoluş özden önce gelir. İyi ama ne demektir bu? Şu demektir’ diye devam ediyor: ‘ilkin insan vardır, yani önce insan dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır… İnsan kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir tanrı olmayınca, insan doğası diye bir şey de olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de.’ [3] Görüldüğü gibi, insanın, kendini anlamanın yanında olmak istediği gibi bir oluş süreci yaşaması -yukarıda bahsettiğim gibi- kendi dışına çıkma durumuna işaret ediyor. Öz kavramını bilinç olarak ele alırsak, varoluşunu kendi öz anlayışı ile tamamlayan insan, kendinden üst bir varlıktan bağımsızdır ve kendi bilincine ancak kendi karar verir. Kendinden üst bir iradeyi yani tanrıyı mutlak bir reddediş var burada. Dolayısıyla önceden insan doğasını tasarlayacak bir tanrının da yokluğuna vurgu yaparak, hem insanın varoluş iradesine sahip olduğuna hem de özün varoluştan önce gelemeyeceğine kesin vurgu yapmış oluyor.

Yine Sartre, “Varoluşçuluk” eserinde, insanın geleceğe doğru atılan ve bu atılışın bilincine varan bir varlık olduğunu söylerken, öznel olarak kendini yaşayan, nasıl olmayı tasarladıysa öyle olacak olan insanı kastediyor. Burada ‘tasarı’ kelimesinin üzerinde durma gereği duyuyorum. Varoluş sürecinin veya insanın özüne kavuşma sürecinin doğal bir eğilim veya bilinç dışı bir istenç değil, tam tersi bilinçli bir karar olduğunu söylüyor. Bu yüzden tasarlamak kelimesini kullanmış olabilir. Böylece öz oluşturma sürecine aynı zamanda sorumluluk da atfettiğinden yola çıkarak, sorumluluktan bağımsız bir bilincin, bilinçten de bağımsız bir tasarının olamayacağı sonucuna varabiliriz. Buradan sorumluluğa giriş yapmışken; yine eserinde, bireysel edimlerin bütün insanları bağladığını, kendini seçmekle bütün insanları da seçtiğine değinir. Sartre, seçim ile yalnızca kendi adına karar vermekle kalınmayacağını, seçimlerin tüm insanlığı bağladığını söyler. Yani insan, varoluşu ile yalnızca kendini değil, tüm insanlığı temsil etmektedir. Dolayısıyla seçimleriyle de tüm insanlığa karşı aynı oranda sorumludur. “… demek ki yalnızca kendimden değil, tüm insanlardan da sorumluyum. Kendime karşı sorumlu olunca herkese karşı da sorumlu oluyorum. Seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte insanı seçmiş oluyorum.” [4]

Nitekim insanın önceden belirlenmiş bir özü olmadığını öne süren Sartre, onun önceden belirlenmiş bir öze göre yaşamak yerine, eylemde bulundukça özünü kendisinin yarattığını söyler. Özgür ve sorumlu olan insan, dahası kendisiyle şeyler arasındaki karşıtlığın, başka insanlarla olan ilişkilerinin, seçme ve olduğundan başka türlü olabilme gücünün bilincindedir. [5] Bu bahsedilen olgular Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik” eserinde detaylıca ele alınmıştır.

Sartre’ın varoluşçuluk anlayışına bakacak olursak, onun varoluşçuluğundan öznel bir varoluşu anlıyoruz. Onun sorguladığı varoluş, insanın varoluşu olduğundan, öznel olduğunu görüyoruz. İnsana göre “benim varoluşum” vardır ve insan dışındakiler “diğerleri”dir. Diğerleri denilenler de bir varlığa sahiptir, fakat bu varlık onlarda zaten mevcut olan bir var olmadır; onlar bunun dışına çıkma çabası içine girmezler. Yani bir öz arayışı içinde değillerdir. Varlıklarıyla birlikte bulunan kendi doğaları içindedirler. Sartre bu tür varlıkları maddi dünya görür ki buna insan bedenini de dahil eder, bilinçten yoksun ve bilinç dışında bulunan, farklılaşmayan ve hiçbir özelliği olmayan varlıklar olarak görür ve onlara bir varlık statüsü tanır. Bu türden varlıklara tanıdığı statü ‘kendinde varlık’ statüsüdür. İlerleyen kısımlarda bu anlayışı tekrar ele almak üzere öznel varoluş olgusunu anlamaya çalışalım.

Sartre’a göre insanoğlu giderek nedensiz, sorunsuz, anlamsız bir varlık, geçmişsiz, desteksiz ve yapayalnız bir varlık, “tarih denen arabaya hayvanca koşulmuş savaşı bekleyen” bir varlık haline gelmiştir. [6] Varoluşçuluk, adı geçen durumu yerine göre hem yansıtan hem de ona tepki gösteren bir felsefedir. Kişinin kendini tanıması, özünü yaratması, benliğini kazanması, baskıdan kurtulması beklenirken, insanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar; gerekirse başkaldırır. Bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe önem verir. [7]

BULANTI

Bulantı kavramı, Sartre’ın varoluş felsefesinin odağıdır. Bulantı kavramını ne kadar iyi çözümlersek, onun varoluş anlayışını da o derece anlayabiliriz. Yani bir bakıma Sartre’ın varoluşçuluğundan ne anladığımız, ‘bulantı’ kavramından ne anladığımızla ilişkilidir.

Bulantı, psikolojik bir durum olarak korku, tedirginlik, kaygı, kimi zaman tiksinme, kimi zaman ise ümitsizlik gibi birbirini çağrıştıran birçok hissi içinde barındırır. ‘… Cumartesi günü çocuklar denizde taş kaydırıyorlardı. Ben de onlar gibi bir çakıl taşı alıp kaydırmaya kalktım ve hemen işte o anda durup taşı elimden bırakmamla oradan uzaklaşmam bir oldu… İçimde olup bitenler hiçbir belli iz bırakmadılar geride. Bir şey vardı gördüğüm tiksindiğim.’ [8] Eserin başında, (tarihsiz yapraktan sonraki notta) kahramanın bu duygu ile tanışması yer almaktadır. Bunu anlamaya çalışalım: kahramanın (Antoine Roquentin) sadece ve sadece diğer çocuklar gibi denizde kaydırmak için eline bir taşı alması ve onu bir anda bırakarak bulunduğu yerden uzaklaşması, bize bulantı ile ilgili ne anlatabilir? Kahraman o taşı eline aldığında hissettiği şey neydi? Eserin bütünlüğünü göz önüne alarak, taş nesnesinde ve kahramanın taşı eline alma hareketinin arkasında bir düşünce yer almaktadır. En başlarda kahramanın kendisi de bunu tanımlamakta hatta kabullenmekte zorlansa da, ilerleyen kısımlarda bunun bir bulantı olduğunu itiraf edecektir. Çünkü bu yerdeki herhangi bir taşı eline alma eylemi gibi çok çok basit bir eylem olsa dahi, kahraman bu eyleminde bir ‘seçim’ yapmıştır; ‘karar vermiş’tir. Yani Roquentin o taşı almayı seçmiştir. Bununla ilgili olarak Sartre “Varoluşçuluk” eserinde şunu dile getirir: ‘… Bundan ötürü kararı verirken (insan) ister istemez bir bulantıya, bir iç sıkıntıya kapılır… Ama bu yine de hareketlerine engel olmaz onların. Tam tersine eylemlerinin baş koşulu (şartı) olur.’ [9] Buradan bulantının bir hareketsizlik ya da bir karamsarlık hali değil, (sorumluluk duygusuyla) o an yaşanan kararsızlığın insana yaşattığı ağır bir his olduğunu anlayabiliriz. Bulantı işte insanın varlığın anlamsızlığı, dünyanın boşunalığı karşısında duyduğu irkilme veya tiksinme hissi veya tanımlanması zor bir histir.

Kahramanın güncesinde ilerleyen kısımlarda (29 Ocak 1932, Pazartesi tarihli sayfada) ‘… pipomu, çatalımı tutuşumda bir başkalık var…’ demesi, aynı zamanda her sabah merhabalaştığı Kitap Kurdu’nun (Ogier P., katip) ona sanki hiç tanımadığı bir yüzmüş gibi görünmesi ve o an büyük bir panik ile tokalaştığı elini bırakması ile, bulantının kısmen derinleşmeye başladığını görüyoruz. Zaten günce tutmaya karar verişi de kaçıp kurtulamadığı o düşüncenin bir ürünüdür.

‘Nesneler dokunamazlar insana, canlı değiller çünkü. Yararlanırız onlardan ve yerlerine koruz. Nesnelerin arasında yaşarız. .. Oysa benim durumum? Dokunuyorlar bu nesneler bana, duyuyorum, dayanamıyorum. Canlı hayvanlarmış gibi onlara dokunmaktan korkuyorum. Şimdi daha iyi anlıyorum bu gerçeği.  Geçen gün deniz kıyısında o kaydırak taşını tuttuğumda duyduğum duyguyu daha iyi hatırlıyorum. Bir tür mide bulantısı, tatlımsı bir bulantıydı. Ne acayip bir şeydi. Ve eminim çakıl taşından, o kaydırak taşına dokunmaktan geliyordu bu duygu, taştan elime geçmişti. Evet evet, başka bir şey olamaz, bir tür bulantıydı ellerimdeki.’ [10] Nihayet bu paragrafta kahraman hissettiği duyguyu tanımlayabilmiş, hatta kabullenerek itiraf edebilmiştir. Yine eserden bir alıntı ile devam edelim: ‘… kendi bedenime kapanıp kalmışım, kendi bedenime ve bedenimde tomur tomur kabarcıklaşan sudan düşüncelere! İçinde yaşadığım andan yararlanarak anılarımı yeniden kurmaya çalışıyorum. İçinde yaşadığım şu anın içine atılıp bırakılmışım. Boş yere geçmişle birleşmeye uğraşıyorum: ama kendi bedenime kapanıp kalmaktan kurtulamıyorum.’ [11] Bu paragrafta varoluş-öz ilişkisi karşımıza çıkmaktadır. Sartre bedeni, yani organizmayı da dünyadaki diğer şeyler arasında sayar. Yani mevcut varlık yapılarının dışına çıkma çabası olmayan, farklılaşmayan şeyler arasında. Paragrafta kahramanın –bedenime kapanıp kalmışım- sözü ile aslında mevcut varlığının dışına çıkmak isteyen, varlığını aşıp öz ile kavuşturmak isteyen fakat bir yandan içine kapanıp kalınmışlık hissinin rahatsızlığını duyan insanın bulantısından bahseder. O halde varoluş öz ilişkisinden doğan insanın özünü yaratma durumu, öz arayışı bir bulantıdır. Anın içine atılıp bırakılmış insanın varlığının dışına çıkma çabası bir bulantıdır ve bulantı sancılı bir süreçtir, diyebiliriz. Kahramanımız Roquentin, varoluşun o yalın fakat bir o kadar da ürkütücü tavrıyla karşılaşmıştır.

Sartre’ın varoluşçuluğunun öznel bir varoluşçuluk olduğundan yukarıda bahsetmiştim. Ona gore insan kendi varoluş sürecini yaşar ve kendi dışındakiler diğerleri konumundadır. Bu bağlamda roman üzerinden kısa bir kişi tahlili yapacak olursak, baş kahraman Roquentin’dir ve onun dışındakiler diğerleridir. Çünkü bulantı Roquentin’in bulantısıdır. Fakat diğerleri arasında sık sık karşımıza çıkan birkaç isim dikkat çeker. Bunlardan Anny, kahramanın gözlemleri ve düşünceleri sırasında sıklıkla hatırladığı bir karakterdir (ilginç bir düşünce veya olay karşısında ‘bunu Anny’ye anlatmalıyım’ veya ‘Anny bunu duysa ne derdi’ gibi anımsamalar göze çarpıyor). Ayrıca katip yani Kitap Kurdu ve Erna da eserde kahramana yakından eşlik eden karakterler arasında. Romanda olay tahlili için, aslında sıradan bir hayatı olan yalnız bir tarihçi, Antoine Roquentin’in yine oldukça sıradan olan gözlemlerini görüyoruz. Fakat bunca sıradanlık arasında sıradan olmayan bir şey vardır ki o da onun düşünceleri ve yaşadığı bulantı. Kahraman, bulantının, su yüzünde taş kaydırmak istediği o kötü günde başladığını, sonra başka bulantıların onu izlediğini söylüyor (s. 197) Bulantı, romanın ilerleyen kısımlarında kahramanın tüm benliğine derinlemesine işliyor ve nihayetinde bulantıların aslında benliğine ulaşma, özüne ulaşma sancıları olduğunu keşfediyor. Hatta bulantı ile kendisinin ve dünyanın varlığını kavrıyor. Romanın genelinde ise dokunma hissi önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü bir çok dokunma hissinde bulantıyı yaşamıştır. (suda taş kaydırmak için yerden aldığı taştan eline geçen bulantı hissi, çatal, pipo, kapı kolu vs. tutarken yaşadığı bulantı hissi, katip ile tokalaşırken yaşadığı bulantı hissi gibi). O halde romanın asıl hadisesi ‘bulantı’dır, diyebiliriz.

Romanda zaman, ilk olarak kahramanın günlük tutmak istemesi ile başlar. Olayları daha belirgin kavrayabilmek için, önemsiz gibi görünseler de en ince detayları anlatabilmek için yazmaya karar verdiği gün, maalesef tarihsiz bir sayfadır. Fakat ne zaman başladığını bilemesek de devam eden günlerin tarihleri atılmıştır. İlerleyen kısımlarda tarih değişime uğrayarak günün belli bölümleriyle, vakitlerle ve saatlerle anlatılmıştır. Sartre bu şekilde zamanı daraltarak kahramanı ve okuyucuyu ‘an’lara odaklamak istemiş olabilir. Çünkü romanda zaman kavramı da bulantıyla açıklanabilmektedir. Öyle ki sıradan ve çok çok kısa görünen olaylara dahi anlatımda kimi zaman oldukça uzun zaman ayrılması, genelde bulantının hissedildiği anlara denk gelir. Toplamda ise yaklaşık üç ay gibi bir süreden bahsedildiğini görüyoruz. 

Mekan tahlili için ise, mekan genelde dağınık ve kahramanın düşüncelerinden oluşuyor. Yani kahraman bazen anlatılan yerin de dışına çıkabiliyor ve yaşanmış gibi gerçeklik hissine kapılabiliyor. Örneğin Anny ile birlikte olduğunu, onunla sohbet ettiğini uzun uzun anlatırken, kendinin gerçekte bir kahvenin içerisini gözlediğini farkedebiliyor. Dolayısıyla gerçek zaman ile düşsel veya kahramanın içinde bulunduğu zaman iç içe geçmiş olabiliyor. Zaten bulantı ile mekan bütünleşmiş olduğundan, romanda mekan olgusunu da bulantı ile açıklamak mümkün. Bulantı ilerledikçe mekan da değişime uğruyor.

Sonuç olarak Sartre’ın varoluş felsefesi, varlık-öz ilişkisinden yola çıksa da, bulantı kavramını temele alır. Bu yazıda onun varoluş felsefesini ve bulantı kavramını kendi eserlerinden alıntılarla anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Yazıda ilk olarak kısaca Sartre’ın varoluş felsefesinden bahsetmekle başladım ve bulantı kavramını ayrı bir alt başlıkta, aynı adlı eseriyle ilişkiler kurarak, öncelikle eserden alıntılarla birkaç çözümleme, sonrasında kişiler, zaman, mekan ve olay tahlili ile vermeye çalıştım.


1  J. P. Sartre, Varoluşçuluk, (Çev. A. Bezirci), Say Yayınları, İstanbul 1985, s. 8.

2  A. Cevizci, Felsefe, Sentez Yayınları, İstanbul 2007, s. 238.

3  J. P. Sartre, Varoluşçuluk, s. 63.

4  J. P. Sartre, Varoluşçuluk, s. 66.

5  A. Cevizci, Varoluşçuluk, s. 242.

6  J. P. Sartre, Varoluşçuluk, s. 10.

7  J. P. Sartre, Varoluşçuluk, s. 11.

8  J. P. Sartre, Bulantı, (Çev. E. Alkan), Oda Yayınları, İstanbul, s. 11.

9  J. P. Sartre, Varoluşçuluk, s. 69.

10  J. P. Sartre, Bulantı, s. 25.

11  J. P. Sartre, Bulantı, s. 61.

AKADEMYA DERGİSİ, II. DÖNEM, 6. SAYISI

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!