Sezen Aksu, Türk pop müziğinin tartışmasız en büyük ismi. Bir diğer tabiriyle, pestpaye kültür dünyamızın kraliçesi… Hiçbir sanatçı, onun kadar çok beğenilen eserlere imzâ atmıyor, hiçbir sanatçı toplumda onun kadar çok tanınmıyor, hiçbir sanatçı onun kadar kazanmıyor.
Ama bu sözler onun için övgü mü, yergi mi, orasını siz takdir edin… Bunca tanınmak, bunca beğenilen şarkılar yapmak, bunca kazanmak, pestpaye kültür dünyamızın en yukarısında, bir pop kraliçesi olmak, acabâ iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi?
İsterseniz, bu ciddî suallerin şimdilik üzerinde durmayalım; sadece ortaya atıp kaçmış olalım… Sezen Aksu’yu mercek altına almamızda, bu mevzular da kendiliğinden görünsün…
Sezen Aksu, dıştan bakınca, şen şakrak, zıpır zıpır, ele avuca sığmaz bir tip olarak görünüyor. Böyle görünen kimselerin çoğunun iç dünyası bomboştur, onun için böyle görünürler. Fakat Sezen Aksu tuhaf, iç dünyasında da ele avuca sığmaz, yerinde durmaz, sürekli oradan oraya hareket hâlinde biri; sanat hayatından belli… Demek ki, içi dışına vurmuş diyemeyiz, hayır; dış yüzünün gerçek olmadığını, maske ve rol olduğunu, zorlama ve yapmacık olduğunu düşünebiliriz.
Bu bir ayniyet değil, bir “kriz” hâlidir; belki bir “isteri krizi”dir. Sezen Aksu, bu isteri krizi sayesinde, yıllar yılı hiç durmaksızın, ara vermeksizin eser vermekte, her eseri sanat gündeminin birinci sırasına oturmakta ve asla kendini tekrar etmeksizin o sürekli üretmekte, sanatçı yetiştirmekte, kendinden başka sanatçıları da doyuracak besteler yapabilmektedir. Adetâ Türk pop müziğinin tek başına her şeyi odur.
Bu nasıl bir kabiliyettir? “Faustian–şeytanî” bir kabiliyet mi? Ona şübhe yok. Çünkü rahmanî olamayacak kadar sığ bir sanat bu; nitekim, belki bu sanata bir hakaret olarak onu Loreena McKennitt ile karşılaştırınca, ne demek istediğimizi anlayacaksınız. Ancak şeytani bir isterinin elinde kıvrananlara, işkence çekenlere mahsus bir doğurganlık, bir çoğalma arzusu… Tıpkı doyumsuz bir fahişenin krizlerine benziyor; aranıyor, dolanıyor, bulduğu ânda sükûna eriyor, hemen ardından yeniden aranma ve dolanma ihtiyacı duyuyor.
Batı’da bu tarz sanatkârlığın timsâllerinden biri Madonna’dır. “İsteri krizi”nin en göz önünde sembolüdür o. Adetâ dünyanın bütün erkeklerini istermişçesine korkunç, mel’un bir ihtirasla kıvranır ve bu kıvranışı içinde sanatını gösterir. Madonna ile Sezen Aksu arasındaki fark şudur ki, birinde fahişe mizaç sanatın da önüne geçmişken, diğerinde sanat faaliyeti onu bastırmıştır. Belki ikisi de aynı işkencenin elinde kıvranır; ama Madonna’nın rastgele bir kabadayıyı boğarken bulduğu itminanı, Sezen Aksu rastgele bir melodiyi yakalarken, eserleştirirken bulur. Madonna Allah, ahlâk, vatan, millet her şeyle, her müsbet değerle savaş hâlindedir; Sezen Aksu sadece köhne gelenek ve cehaletle… Sanatın din ve ahlâktan arındırılınca neye benzediğini Madonna’da görebilirsiniz.
Fakat Loreena McKennitt’in sanatına bir göz atınca, her iki pop şarkıcısının da ne kadar sığ kaldığı anlaşılır. Her şeyden önce, tepeden tırnağa bir “kadın” görürsünüz onda; ki bu şarttır… Delidana hastalığına yakalanmışçasına oradan oraya saldırıcı bir melânet değil, sanat âleminin derinliklerine kucak açıcı, dünya irfan yemişlerini kucaklayıcı bir zarafet görürsünüz; ki bu da şarttır.
Loreena McKennitt’in çağdaş sanat dünyasında ortaya koyduğu seviye farkını daha iyi anlamak için, onun bir tek albümünde geçen parçaların isimlerine göz atmak yeter: “Dervişin Rüyası”, “İnayet Kuğuları”, “Ruhun Karanlık Gecesi”, “Marakeş’in Gece Bakkaliyesi”, “Tam Daire”, “İki Ağaç”… Bu da müziktir, ötekiler de; peki hangisi daha müzik? Ruhu kelebek gibi uçuran nağmeler eşliğinde, masallar âleminden süzülüp gelmişçesine bu mısrâlar mı, yoksa hay, huy, vay, may’lar arasında bir curcuna mı? Pop yıldızlarının erkek organlarında, uyuşturucu şırıngalarında bulduğu teselliyi, McKennitt deliler gibi kitab okuyarak, seyyah gibi dünyayı gezip her kültüre aid müzikleri inceleyerek buluyor. Bize, bizdeki sanatçı örneklerinin hiçbirinin yapamadığı veçhile, eski haşmetlerimizden Itrî’yi hatırlatıyor!
Halbuki Sezen Aksu’nun albümleri, çoğu zaman “fuhuş albümleri”ni andırır. Belki tek malzemesi “aşk”tır Sezen Aksu’nun; o da gerçek aşk değil, basit, şehvete dönük çeşitten bir “yanma”… Loreena McKennitt, “dervişin rüyası”nı tahayyül etmeğe çalışırken, Sezen Aksu, olanca cehdini, ev kızlarının magazin yıldızlarından öğrendiği hangi duyguların içinden geçirebileceğini kestirmeye vermiş gibidir.
Şimdi, başta sorduğumuz soruların cevablarını bulmayı sizlere bırakıyoruz…
AKADEMYA
(I. Dönem, Sayı 9, Nisan 1998)