Şifanın İzinde: Çinlilerde ve Japonlarda Tıb

Tıb, sağlığı korumak ve hastalık durumunda tedavi etmek için sağlıklı ve sağlıksız hâldeki insan vücudunun şartlarını kendisi vasıtasıyla öğrendiğimiz bir ilimdir.”

 

İbn-i Sina

Doğuda, “soru, ilmin yarısıdır” demişler. Bilen sorabildiğine göre, öncelikle birçok bilgiye sahib olmak, araştırmak, keşif yapmak, metod öğrenmek ve neticelerden mânâ çıkarabilmek gerekiyor. Kur’ân’da, mealen, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyruluyor. (Zümer Sûresi, 9)

Pastör: “Müşahede alanlarında tesadüf, ancak hazırlanmış fikirlere kolaylık gösterir. (Mutlaka fikir)

Goethe: “Her şeyden en güç olan nedir bilir misin? Senin çok kolay zannettiğin şey. Gözünün önünde duranı, gözle görebilmen yok mu? İşte o.” (İyi bir müşahede lüzumu.)

O hâlde, en başa dönerek, “soru, ilmin yarısıdır” ifâdesine ilave olarak, “tıb ilmi, ilmin yarısıdır” noktasından da hareket edelim. Diğer tüm ilimleri (fen, matematik, astronomi, felsefe, vesaire) kucaklayan, hâkim ilim olan tıb ilminin tarihine giriş yapalım.

ÇİNLİLERDE TIB

Çin tıbbının, dünya medeniyetleri arasında azımsanmayacak bir yeri vardır. Geçmişi, M.Ö. 5000’li yıllara dayanan Çin tıbbı, tarihi içinde kendine has metodlarla dikkat çekmiştir. Buna sebeb olarak; Batı ve Ortadoğu dünyasından uzak, kapalı bir toplum hayatı yaşamaları gösterilir.

“Ekoloji-çevrebilim”in yakın tarihlerde tesbit ettiği âlemşümûl kanunların binlerce yıl önce bilinmesi hayret uyandırmaktadır. Çin tıbbının âlemşümûl teorileri bugün hâlâ sırrını korumaktadır.

Çin tıbbının kurucusu, “Tababetin Piri” olarak gösterilen ve M.Ö. 3000’de yaşadığı tahmin edilen imparator Shen Nung’tur. Eserinin adı, Büyük Tıb Nebatları Mecmuası anlamında “Pen Tsao”dur. (Diğer eski medeniyetlerde rastladığımız gibi hükümdarların tıb ile yâkînen ilgilenmeleri ve tıbbî eserler bırakacak kadar derinleşmeleri, bizce üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzudur.)

Batı medeniyetinin Çin tıbbı ile tanışması yakın tarihlere rastlar. “Pen Tsao” adlı eser, 1911 yılında nihayet Çin Seddi’ni aşarak Batıya ulaşmış ve İngilizce olarak yayınlanmıştır. Burada verilen bilgiler güncelliğini kaybetmiş olsa da, bu eserde geçen arsenik ve kükürt gibi inorganik maddeler önemini korumaktadır.

M.S. III. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen büyük tabiblerden biri de, Chang-Chung-King adındaki tabibtir. Hummalı hastalıklar için yazılan “Hummalar” adlı eser, Çin edebiyatı klasikleri arasındadır. Ateşli hastalıkları su ile tedavi eden ilk hekim olarak bilinir.

Dinî kaideler olarak kabul gören Konfüçyüs doktrinlerinin de Çin tıbbı üzerindeki etkisi inkâr edilemez. Konfüçyanizm gereği teşrih yasaklanmış, Çinliler insan anatomisi hakkında fazla bilgiye sahib olamamışlardır. Buna mukabil, Çin tababetinde, tıbbî bitkiler ve nabız muayenesi hakkında bilgiler mevcut olup, 200 çeşit nabızdan bahsedilmektedir. Hastalıkların nabızla ve dil muayenesi ile teşhis edildiği bilinmektedir.

Beş bin yıllık Çin tıbbında üç büyük kanundan bahsetmek mümkündür:

– İnsan bir bütün olarak incelenir. (“Küllî-bütüncül” metod.)

– Kâinatın parçası olan insan, kâinat kanunlarıyla uyum içinde olmalıdır. Yin-Yang (zıtların muvazenesi) kavramı.

– İnsan, “Beş Unsur-Element Kanunu” etkisi altında yaşar.

Küllî Metod

Doğu medeniyetlerinde görüldüğü gibi, Çin tıbbında da tıb ve felsefeye dayanan küllî anlayış göze çarpmaktadır. İnsan, ruhî ve fizikî olarak, psikofizyolojik bütünlüğüyle değerlendirilir. Küllî metodda, çevre ve tabiatın insan üzerindeki tesiri de göz önünde bulundurulur. Öyle ki, güneş sistemi, gezegenler ve yıldızlar da bu etkileşime dâhildir. Bu anlayışa göre, hâdiseler ve nesneler bütünü içinde bir değerlendirme yapılır.

Çin tıbbında, organlar tek başına fonksiyonel de değildir. İnsan vücudundaki her bir parça birbiriyle münasebet hâlindedir; organlar arasında uyum ve muvazene mevcuddur. Bugünkü tıb anlayışında olduğu gibi, hastalıklı organa müdahale etmek, kesip çıkarmak yoktur. Organlar kayba uğratılmaz.

Kâinatın bir yansıması olan insan bedeninde muvazene ve uyum sağlığı ifâde ederken, bu muvazenenin bozulması hastalıklara sebebiyet verir. Tedavi ise bu muvazene ve uyumun yeniden sağlanmasıyla gerçekleşir.

Yin-Yang Teorisi:

Çin felsefesi ve dinî sistemi Taoizme (yol ve yön) göre kâinat, zıtların hükmü altında hareket etmektedir. Yin ve Yang (zıtların muvazenesi) prensibine göre, kâinat bu iki kuvvetin tesiri altındadır.

Yin-Yang: Eksi ile Artı, Medle Cezir, Ay ile Güneş, Toprakla Gök, Soğukla Sıcak, Dişi ile Erkek, Karanlıkla Aydınlık, Yumuşak ile Sert, Alçaklık ile Yükseklik, Ağırlıkla Hafiflik, Sükûnet ile Hareketlilik, Zaafla Kuvvet gibi nitelikler taşır. Bu kuvvetler, zıddıyla ifâde edilir. Soğuk olmadan sıcak, sıcak olmadan soğuk açıklanamaz. Dişi olmadan erkek, erkek olmadan dişi açıklanamaz. Ayrıca, her erkekte dişilik, her dişilikte erkeklik vardır.

Birbirinden ayrı düşünülemeyen bu zıtlar, iç içe sarmal bir “dairevîlik-döngüsellik” gösterir. Hiçbir şey tümüyle Yin olmadığı gibi, tümüyle Yang da değildir. Öte yandan bu zıt kutubların peşpeşeliği ve bütünleyiciliği; gün ve gece ışığı gibi, birinin azalırken diğerinin çoğalıp örtmesi şeklindedir.

Besinler, vücud fonksiyonları, fizyolojik mekanizmalar, kimyevî reaksiyonlar da bu iki zıt gücün tesirindedir.

Kâinatta bulunan bu kuvvetlerin muvazenede olması da mühimdir. Bu mânâda, sıcağın soğuk ile, oksijenin hidrojen ile belli oranda kavuşumundan hayatî sahanın tezahür etmesi, bu muvazenenin sonucudur.

Yin ve Yang teorisinin pratikte uygulamasını ise hastalıklar üzerinde görmekteyiz. Çin tıbbında hastalığa sebeb olan şey zıddıyla muvazenelenerek ortadan kaldırılır. Yin niteliği taşıyan bir ağrının tedavisi, Yang karşılığı iledir. Örneğin; soğuk (Yin) özelliği olan hastalığa sıcağın (Yang) iyi gelmesi gibi. Bunun gibi, Yang ağrısı şiddetlidir, sıcakla artar, soğukla sakinler. Burada, hastaların şikâyetleri göz önünde tutularak tedavi uygulanmaktadır. Yine bu teoriye göre insan vücudunda, Yang esas, Yin yardımcı organları ifade eder.

Çin tıbbına göre, kâinatta canlı cansız her şeyde “Qi” (hayat enerjisi) bulunur. Yerde ve gökte bulunan her cismin hareketi, kâinatın döngüsü (bitkilerin yeşermesi, yağmurun yağması vs.), işte bu ilahî enerji ile mümkündür.

Beş Unsur Teorisi

Çin felsefesine göre, tabiatta beş unsur mevcuddur. Toprak, ateş, odun, maden ve sudan oluşan bu beşli faz, kâinatın yapı taşıdır ve onu her yerde görebiliriz. Diğer bazı medeniyetlerde bilinen dört unsura mukabil Çin düşüncesindeki bu beşli sihirli tasnife organlarda, yıldızlarda, renklerde, müzik notalarında dahi rastlanır.

İnsanda doğum, çocukluk, ergenlik, olgunluk ve ölüm; organlarda akciğer, kalb, karaciğer, dalak ve böbrektir.

Çin tıbbına göre, yukarıda saydığımız unsurların beş unsur ile uyuşma ve uyuşmama durumu vardır. Beş unsurun her biri, bir organı ifade eder. Su, böbreği; ateş, kalbi sembolize eder. Su ile ateşin tezatlığı, organlarda böbrek ile kalbin zıtlığına tekabül eder.

Akupunktur:

M.Ö. 2000’li yıllara kadar uzanan Akupunktur, Çin tıbbı ile aynîleşmiştir. Pek bilinmese de, aslında koruyucu tıb uygulamasıdır. Batı tıbbından farklı olarak, hastalanmadan önce mevcud sağlığı korumak maksadı ile yılın belirli dönemlerinde (ilkbahar, sonbahar) bedendeki enerjiyi muvazenelemeye ve sağlığı korumaya yönelik uygulanırdı.

Çince adı “cincou”, Lâtince “acur”; iğne, “punctura”; batırma, parmakla basarak (akupres) mânâlarına gelir. (Uzakdoğu kültürünün tedavi sanatı olan Akupunkturun, Latince bir terimle literatüre geçmesi dikkat çekici olmakla birlikte, Avrupa’nın tıb sahasındaki misyonerlik çalışmalarının önemli örneklerindendir.)

Akupunkturun temelini tıb ve felsefe oluşturur. Organik bir sebebe bağlı olmayan hastalıklarda, vücudun muhtelif yerlerine ve belli noktalarına iğneler batırılarak yapılan tedavi metodudur. Buradaki amaç, bozulan Yin Yang muvazenesini yeniden sağlamaktır.

Çin tıbbının günümüze kazandırdığı Akupunktur, Asya kıtasında, Kore ve Japonya’yı aşıp Amerika’ya kadar uzanan bir başarı hikâyesine sahibtir. Akupunktur, meridyenler teorisi ile izâh edilmektedir.

Meridyenler, tüm bedeni saran ama görünmeyen kanallardır. Meridyenler üzerinde gözleme delikleri bulunur ve iğneyle uygulama bu özel noktalara yapılır. Bu hatlar içerisinde hayat enerjisi (Qi) hareket etmektedir.

Bu teoriye göre, organlardan çıkan sinir ucunun bir ucu beyne, diğer ucu akupunktur noktasına bağlıdır. Deri üzerindeki Akupunktur noktaları iğneler batırılarak uyarıldığında, organlarla bağlantı kurulur.

Bu teknik, bazen ağrının dindirilmesi, bazen de farklı hastalıklar (alerjik hastalıklar, astım, kabızlık, stresler, anestezi, farenjit, vesaire) tedavisi için kullanılır.

Akupunktur noktaları ile ilgili önemli bir bilgi olarak, eski bir eser olan “Ling-Şu”da geçtiği gibi; “Kulak, bütün kanalların buluştuğu yerdir”. Tüm organların meridyen hatlarının bulunduğu 138 akupunktur noktasına sahib olan kulak üzerinden, bugün sıkça tedavi uygulandığını görmekteyiz.

Yine, kültürfizik, masaj, hidroterapi ve nefes alma teknikleri, Çin tıbbının günümüze kazandırdığı tekniklerdir.

Başlangıçta anlaşılamayan bu tedavi metodları “silâhlı psikoterapi” olarak nitelendirilmiş; akupunkturun daha ziyade ruhî tesiri olduğu düşünülmüştür.

İngiliz nörolog Henry Head’ın 1893 yılındaki tesbiti ile hastalıklı organa uzak bir noktadan tedavinin uygulanabilir olması, bu tedavi metoduna ilmî bir açıklama getirebilmiştir. Alman hekim Huneke’nin de belirli noktalara ilaç sevkiyle ağrıların geçtiğini tesbit etmesi, akupunktur gerçeğini doğrulamıştır.

Akupunktur, anestezi alanında da uygulama sahası bulmuştur. Malzeme gerektirmemesi, alerjiye yol açmaması, savaş gibi mahrumiyet durumlarında kolay uygulanır olması, önemini artırmıştır.

Çin tıbbı ile Müslümanların tanışması ise, Hicri I. yüzyılda ticaret yolu ile olmuştur. Orta Asya ve Çin’le yapılan ticarî alışverişler, beraberinde ilim ve kültür akışını da sağlamıştır. Hazret-i Peygamber dönemine rastlayan, Ch’ao Yuan Fang (550-630) önemli tabiblerden olup, bir tıb ansiklopedisi yazmıştır.

JAPONLARDA TIB

Son yüzyıla kadar Çin tıbbının tesirinde kalmışlardır. Japon tababeti son yıllarda Almanya’nın tesiri altında bulunmakla birlikte, ilim ve fen sahasındaki başarıyı yakın tarihlerde tıb alanında da göstermişlerdir. Japonlar, medeniyet tarihindeki yükselişlerini devam ettirirken, geleneklerine ve dillerine bağlılıklarını sürdürmüşler, önemli tabibler yetiştirmişlerdir.

Japon hekim Noguchi, Sarı Humma hastalığı üzerinde çalışmalarını sürdürürken, bu uğurda ölmüştür. Kitazato, Veba “Peste” basilini bulduğunda, Fransız hekim Yersen’in (1863-1943) buluşundan habersizdi. Veba mikrobuna “Kitazato–Yersin” basili denmesi buradan gelmektedir.

Uzakdoğu Tıbbı, V. ve VI. yüzyılda, sonraki yıllarda daha iyi anlaşılacak olan metodlarla önemli bir safhaya gelmişse de, binlerce yıllık tıb tarihi, büyük bir dehayı, efsane bir hekimi beklemektedir.

Çok değil birkaç yüzyıl sonra, Batı ve İslâm dünyası, “Hekimlerin Lideri, Büyük Üstâd, Batı’da Avicenna (Latince), Filozofların Prensi, Hakim-i Tıb” gibi isimlerle anılacak ve buluşlarıyla özellikle Batıda deprem etkisi yapacak olan, tam adı, Ebû Alî el-Hüseyin b. Abdullah b. Ali b. Sînâ ile tanışacaktır.

KAYNAKLAR

Prof. Ahmet Ağırakça, İSLÂM TIP TARİHİ – İslâm Öncesi Tıp Tarihine Bakış, Çağdaş Basın Yayın, İstanbul 2004.

Prof. Dr. Ali Haydar Bayat, TIP TARİHİ, Ege Ün. Tıp Fak. Yayınları, İzmir 2003.

Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu, TIP TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ, 2. Basım, Diyarbakır Tıp Fak. Yayınları, Ankara 1975.

Dr. Feridun Nafiz Uzluk, GENEL TIP TARİHİ 1, Ankara Ün. Tıp Fak. Yayınları, Ankara 1958.

Doç. Dr. Ömer Mahir Alper, İBN SÎNÂ, Temel Kültür Dizisi 9, Diyanet Vakfı TDY Yayınları, No: 393, İstanbul 2008.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!