‘Şifânın İzinde’ – Mısırlılarda, Mezopotamyalılarda ve Hindlilerde Tıb –

“Kim, üç bin yıllık vak’aları bilip incelemezse, o karanlıklar içerisine saplanır. Tecrübesiz olduğundan, hiç bir şeyden habersiz, gününü gün eder”.

 

Goethe

Dünya tıb tarihinin geçmişi, insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu sebeble “tıb tarihi”, “insanlık tarihidir” diyebiliriz. Bugün kullandığımız birçok ilâcın terkibi asırlar önce hazırlandı. Reçeteler binlerce yıl önce Nil nehrinin sularından, günümüze bırakıldı. Mezopotamya’nın esrarlı topraklarına atılan tohumlardan hâlâ şifâ damıtılmaktadır.

Fikir de, tıbbın gelişiminde yerini aldı. Filozof hekimler, tıbbı, fikirden ayrı tutmadılar; fikir geliştikçe, tıb da değerli keşifler yaptı. Hekimlik mesleği kutsaldı. Tabibler ahlâklı, doğru sözlü ve iyi niyetli olmalıydı. Bunun için yasalar düzenlendi. Hekimliği menfaatleri için kullananları, usullerden sapanları ölümle cezalandıracak kadar ileri gidildi.

İlk hastalıklar, zehirlenmeler ve yaralanmalarla ortaya çıktı. Farklı hastalıklara farklı bitkilerle tedavi uygulandı. İslâmî kaynaklara göre: insanoğlu vahiy, ilim ve akıl birlikteliği ile tabiat hakkında bilgi sahibiydi. Emir ve yasaklar çevresinde geliştirdiği tedavi usullerini, akıl ve yeteneğinin ışığında; deneme yanılma usulüyle keşfetti. Vahiy ve ilhâmı rehber edindi.

İlk çağlardan itibaren hekimler bilgi ve tecrübelerini, tabâbetler yoluyla nesilden nesile aktardılar. Şifânın izinde tıb tarihi, şübhe yok ki, bizleri ilk insanın ayak izlerine kadar götürüyor.

MISIRLILARDA TIB

İlginçtir ki dört bin yıllık Mısır tıbbı hakkında 1875 yılına kadar çok fazla bilgimiz mevcut değildi. Eski Mısırlıların tıbbî bilgilerini bize intikal ettirenler arasında en önemlisi Ebers Papirüsü ve Edwin Smith Papirüsleridir. Ebers Papirüsü 1875 yılında yayınlandı. Adını Alman egiptoloğu G. Ebers’den aldı. Orijinal belgenin tarihi M.Ö. 1500’lere kadar uzanır.

Bir nevi ilk tıb kitabı olan bu belge, 900 kadar reçete ihtiva etmektedir. Papirüslerde, Eski Mısır hekimlerinin kalb, damar, yaralar, mide ve göz hastalıkları, doğum hakkında da bilgi sahibi oldukları görülmektedir.

Ebers Papirüsünde, yaralanmalardan kadın hastalıklarına kadar yedi yüz çeşit hastalığın tedavisi anlatılmaktadır. Mısırlı hekimlerin “ilk teşhis, muayene, semptomlar, teşhis ve tedavi” başlığı altında düzenledikleri belgeler, vak’aların sistemli şekilde kayıtlarının tutulduğunu göstermektedir. Eski Mısır’da alkolün zararlarının anlatıldığı eserler de mevcuttur.

Ayrıca Mısır tıbbı döneminde, eczacılık alanı da altun çağını yaşamıştır. Şunu söyleyebiliriz ki günümüzde kullandığımız pek çok ilâcın muhtevası, kâğıttan bir gemiyle binlerce yıl önce Nil nehri kıyılarından günümüze bırakılmıştır. Malzeme açısından dönem dönem değişime uğrasa da, usul değişmemiştir.

Eski Mısır’da göze çarpan bir hâdise de, hekimlerin teşhis ve tedavilerde talim ve kaidelere uygun hareket etmeleri; bunun dışına çıktıklarında ise ölümle cezalandırılmalarıydı. (Bu katı kuralların, hekimlik anlayışı üzerinde etkisi olduğunu düşünmekteyiz.)

Cerrahî bilgilere dayanan Mısır tıbbında, sihir, efsun, üfürükçülük de önemli bir tedavi usulü olarak kullanıldı. Öyle ki çoğu zaman sihir, ampirik (deneye ve gözleme dayalı) tedaviden önce gelirdi. İlâçlar hastalık cinlerini uzaklaştırmak için verilirdi. Muska halk arasında çok yaygındı ve hastalar mutlaka üzerlerinde taşırdı. Yanık yarası için yapılan bir dua ise şöyleydi:

Oğlum Horus çöllük bir yaylada ateşler içinde bulunuyor.

Orada su yok, ben de orada değilim.

Ona yangını söndürecek su götürüyorum.

Bu ifâdeler, sihrin tedavi metodu olarak kullanıldığını göstermektedir.

Eski Mısır’da, çevredeki hâdiselerin insan üzerindeki etkisine inanılırdı. Hastalıkların sebeblerini bazen tanrıların öfkesine, bazen de sihre bağlarlardı. Tıb tanrıçası olarak kabul ettikleri Sekhmet adındaki öfkeli tanrıça hastalık getirir; Thot tanrısı da şifâ verirdi.

Eski Mısır’da, hastalıkların üç sınıf tarafından tedavi edildiğini söyleyebiliriz. Büyücüler (psikoterapistler), rahibler ve cerrahlar.

Mısır tıbbının mistik bir kültüre sahib olduğunu düşünürsek, tıbbın Peygamberlerden sonra da devam eden doktrinlerin etkisinde kaldığını söyleyebiliriz. Ne var ki, mumyalamada uzman olan Mısırlılar, insan anatomisi hakkında çok da fazla bilgiye sahib olamadılar.

MEZOPOTAMYALILARDA TIB

Mezopotamya, (Yunanca: iki nehir arası memleket) dünyanın en eski yerleşim yeridir. M.Ö. 3000 yıllarına uzanan tarihinde, Sümer, Akad ve Asur medeniyetlerini barındırmıştır. Arkeolojik kazılardan elde edilen verilere göre, Mısır tıbbından çok daha eski bilgilere sahibtirler. M.Ö. 7. yüzyılda hüküm süren hükümdar Asurbanipal’in (M.Ö. 668-627) dünyaca ünlü kütübhânesi, Mezopotamya topraklarındaki tıbbî bilgilere dair en eski bilgileri ihtiva eden kaynaklara sahibtir.

Edebiyata ve ilme meraklı olan hükümdar Asurbanipal’in, yazıcılarına tabletleri kopya ettirmesiyle meydana gelmiştir bu kütübhâne. Mezopotamya’da cerrahlıkla ilgili kanunlar, Babil kralı Hammurabi (M.Ö. 1728-1686) tarafından hazırlanmıştır. Bu kanunlarda hekimlerin alacakları ücretlere dair düzenlemeler de mevcuttu. O dönemde hekimlere ödenecek ücretlerin yasalarla teminat altına alınması, hekimliğin dönem dönem servet yapma yolu olarak görülebildiğini düşündürmektedir.

Ön Asya medeniyetlerinde (Eski Mısır’da olduğu gibi) tıbbî tedaviler üç ana başlık hâlindedir ve bu tedavi usulleri iç içe geçmiştir:

  1. Rahib sınıfının hâkim olduğu, tılsım, efsun ve büyüyle tedavi.
  2. Savaşçı toplumlarda bıçakla yapılan cerrahî tedaviler.
  3. Hekimlerce yapılan bitki esaslı tedavi.

Her ailenin, bugünkü aile hekimliğine benzer, koruyucu ilâhları vardı. İnanışa göre, bütün ilâhlar insanları korurdu ama bazıları tıbla yakından ilgiliydi. Bu inanışta Peygamberlerin öğrettiklerinin de etkisi olduğu bir gerçektir. “Ben hastalandığımda bana şifâ verecek olan O’dur” (Kur’an, eş-Şuara, 26/80) âyeti buna delil olarak gösterilebilir.

Mezopotamya halkı, ilâçla yahut cerrahî usullerden önce, hastalığın sebebi olan kötü ruhlardan, tanrılarına sığınarak korunmaya çalışırlardı. Tanrıya itaatsizlik ve günah işleme, sadece hastalıkların değil, tabiî felaketlerin de sebebi olarak görülürdü.

Hastalıkların tedavisinde, bitki, hayvan ve mineral kökenli ilâçlara da başvurulmuştur. Hardal, hurma, kenevir, hurma, zeytin gibi, bitki esaslı 250; ayrıca, hayvan esaslı 180; yine, kaya tuzu, potasyum, nitrat, balmumu gibi, mineral kaynaklı 120 ilâç görülmektedir. Merhemler de bu dönem kullanılan ilâçlar arasındadır.

Yunan tıbbının büyük hekimi Hipokrat (Hippokrates), Mezopotamyalı tabiblerin usullerine kitablarında bağımsız olarak yer vermiştir. Buradan şunu anlayabiliriz ki, binlerce yıllık tıb geleneği hâlâ devam etmektedir.

Mezopotamya tıbbının en dikkat çeken yönü, karaciğer ile ilgili önemli bilgilere sahib olmasıdır. Karaciğer, duygu ve heyecanı yönetir; ruhun barınağı olarak kabul edilir. Doğu halkı, hayatî bir organ olarak kabul ettiği karaciğer üzerinden atıflarda bulunmuştur. Japoncadaki cesur atak anlamında “karaciğeri kuvvetli olan” (kimo ga futo); Çincedeki merhametsiz ve kalbsiz anlamında “kalbi ve karaciğeri yoktur” (hsin-kan); Anadolu’da ise “ciğerimin köşesi”, “ciğerpârem”, “ciğersiz” ifâdelerinin, bu kültürün uzantısı olarak geldiği düşünülmektedir.

Mezopotamya kültüründe karaciğer, teşhis ve kehanet usulü olarak da kullanılmıştır. Karaciğer falı (hepatoskopi) ile, hastalığın neticesi hakkında tanrılardan bilgi almaya çalışılmıştır. İnanışa göre, semiz bir hayvan (koyun, kuzu) kurban edilir; çıkarılan ciğerin gözenek ve şekillerinden hastanın yaşayıp yaşamayacağı anlaşılırdı.

HİNDLİLERDE TIB

Yeryüzünün ileri medeniyetlerinden biri de, Orta Asya’nın güneyini kaplayan yarımadada ortaya çıkan Hind Medeniyetidir. Bu medeniyetin ilmî seviyesi, özellikle tıb ve matematik (ağırlık, ölçü birimleri) alanındaki gelişimleri dikkat çekicidir.

Hind tıbbını iki dönem şeklinde incelemek mümkündür:

Kutsal metinlerin etkisinde, büyü, tılsım gibi mistik anlayışla yürütülen Vedik Dönemi (M.Ö. 800 yıllarına kadar).

Hekimliğin ve ilmî tıb anlayışının hâkim olduğu Brahmanik Dönem. (M.Ö. 800 – M.S. 1000)

Vedik Dönem (M.Ö. 800)

Hind medeniyetinin en eski tıb metinleri arasında en çok kabul görenleri, Rig-Veda (M.Ö. 1500) ve Ayur-Veda (M.Ö. 700) tıb metinleridir.

Hind tıbbı; Hind felsefesi ve kozmoloji (kâinat bilimi) ile iç içedir. Buna göre, kâinatta varolan her şey, beş elementten meydana gelmiştir. Hayatın temel taşı olan bu elementler: toprak (priviti), su (apa), hava (vayu), ateş (agni) ve boşluk (akaşa)dır. Ayur-Veda (hayat bilgisi), bu beş elementle canlıların fizyolojisi arasında sıkı bir bağ olduğunu bildirmektedir.

Hind felsefesine göre hayat, uyum ve muvazene-dengedir. Hayat bilgisi (Ayur-Veda) “muvazene ve uyum” sanatıdır diyebiliriz. Ayur-Veda’ya göre her insanın bünyesinde farklı sıvı terkibi-bileşimi ve muvazenesi vardır.

İnsan, fizyolojisi çevresindeki değişimlerden sürekli etkilenmektedir. Böyle olunca, uyku, çalışma, mevsimlerin değişmesi, güneş ışınları, diğer insanlardan gelen menfi enerjiler (nazar), kişinin vücudundaki sıvıları etkileyerek muvazenesizliğe yol açar. Bu sıvı muvazenesinin bozulması, kişide hastalık olarak ortaya çıkar.

Ayur-Veda, ruhî muvazenenin bozulmasının hastalık ve yaşlanmaya sebeb olacağından, organizmanın bütünüyle sağlıklı olarak çalışabilmesi için her bir çarkın uyumla hareket etmesi gerektiğinden bahseder. Beden ile ruh arasındaki uyum (tridosha), mevsim faktörleriyle yahut beslenme alışkanlıklarıyla da bozulabilir. Bu muvazenenin yeniden sağlanması için, kusturucu, idrar, söktürücü, terletici maddeler ve maden esaslı ilâçlar kullanılır.

Hindlilerde, hastalıklar üç sebebe bağlanırdı: Abharaja (bulutlar ve nem), Vajata (rüzgâr) ve Susmaja (kötü faktörler; ki yukarıda bahsettik).

“Veda” kutsal metinlerinde, tümörlerden, romatizmal hastalıktan, felçlerden, kalb hastalıklarından ve cinsel hastalıklardan da bahsedilmektedir. Bu hastalıkların tedavisinde, bitki ve hayvanlardan elde edilen maddeler ile tecrübî-ampirik yolla yapılan ilâçlar ve tedavi usulleri de kullanılmaktadır. Bu ilâçlar faydalı bir tedavi usulüyle ancak şifâ verecektir.

Brahmatik Dönem (M.Ö. 800 – M.S. 1000)

Hind mitolojisine göre; yedi bilge, acı çeken insanların şifâ bulması için, Himalayalara, baştanrı Brahma’ya yalvarmaya gitmişler (Orta Asya’da, başarılı şifâcı hekimlere ilâhîlik atfedilirdi. Bu sebeble, Brahma’nın, halkı tarafından ilâhlaştırılan başarılı bir hekim de olabileceğini düşünüyoruz). Efsaneye göre; kutsal bilgin Dhanvantari, âb-ı hayat suyunu içerek ölümsüzleşmiş ve Brahma’nın izni ile hekimlerin hekimi olmuştur (Âb-ı hayat suyu, İslâm kaynaklarında Hızır Aleyhisselâm bahsinde geçmektedir).

Brahmatik Dönem, Hind tıb tarihinin iki büyük hekimi, Şaraka (Caraka) ve Susruta’nın eserlerinin hâkim olduğu dönemdir. Büyük hekim Şaraka, kişilerin kendi sağlıklarını koruyabilmeleri için, tedavi bilgisine sahib olmaları gerektiğinden bahseder (kişinin doktoru önce kendisidir). Şaraka, Şaraka-Samhita adlı eserinde, şeker, tüberküloz, sarılık, delilik ve kuduz hastalıklarından bahsetmekte; bu hastalıkların tedavisinde 600’den fazla bitki, maden ve hayvan esaslı ilâcı zikretmektedir. Çeşitli ameliyatlardan da bahsedilen kitabta, 121 farklı âletin tarifi yapılmaktadır.

Bu eserin İslâm dünyası ile tanışması, M.S. 8. ve 9. yüzyıla rastlar. Hindistan’la geliştirilen ticarî ilişkilerin yanında tıbbî bilgilerin de paylaşılması, bir çok ilâcın Bağdad’a getirilmesini sağlamıştır.

Arabça’ya çevrilen ilk tıb eserlerinden biridir Şaraka (Caraka). Hekimlerin diğer eserlerinin yine Hindli olan mütercim Manke tarafından Arabça’ya tercüme edilmesiyle, Hind ve İslâm tıbbı arasında köprü oluşmuştur. Tedavi usullerinin İslâm topraklarına akışı öyle tesirli olmuştur ki, Salih İbn Behle adındaki Hindli tabib, Abbasî prenslerinden İbrahim’i tedavi etmesiyle şöhret kazanmıştır.

Hind tıbbının 5. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen diğer büyük hekimi Susruta’nın tıb kitabı Susruta-Samhita ise, temel prensibler, belirtiler, anatomi, tedavi, zehirler ve prognozdan oluşmaktadır.

Susruta; sıtma, kan tükürme, öksürük, verem ve çiçek hastalıklardan bahsederken; terkiblerde sinameki, afyon, güzel avrat otu gibi 760 çeşit bitki yanında, antimon, boraks, cıva, gümüş, sodyum, karbonat ihtiva eden reçeteler de vermiştir. Bu bilgiler uzun yıllar kabul görmüştür.

*

Hind tıbbının, cerrahîde de ileri seviyede olduğunu belirtmiştik. Katarakt ameliyatları; urların, apselerin boşaltılması; yaraların dikilmesi; özellikle atardamarların bağlanarak kanın durdurulması gibi ameliyatların yapılması hayret vericidir. Teknolojik teçhizatın olmadığı, anatomik bilginin ise yetersiz olduğu bir dönemde, üstünlük arzeden bu beceriyi sergileyen cerrahların halk arasında saygın kişiler olmasına şaşırmamak gerekir.

Plastik cerrahî de kayda değer bir başarıya ulaşmıştır. Zina yapanların ceza olarak kesilen burunlarının, çeneden ve alından alınan parçalarla yeniden şekillendirildiği ameliyatlar; modern tıbbın plastik cerrahîdeki ilk öncüleri olmuştur.

Hindli cerrahlar, ameliyatlarda anestezi yerine alkol kullanırlardı. Talebelere eğitim, modeller üzerinden verilirdi. Hekimlerin ise ahlâklı, doğru sözlü olmasına, iyilik için çalışmasına, vak’aların öncesine ve sonrasına dair ileri görüşlü olmasına önem verilmiştir.

İlk hastahâne örneklerini de yine burada görmekteyiz. Köylere hekim tâyin edilmesinin yanında, doğumhâneler de halkın hizmetindeydi.

Hindliler halk sağlığı için hastahâneler açarken, Batının aynı dönemde (M.Ö. 226) tapınaklarda tanrılarından şifâ dilemesi ilginçtir.

M.Ö. 200 – M.S. 200 yıllarında geçerli olan Manu kanunları ve Zoroastre kanunları, hekimlik mesleği ile ilgili düzenlemeleri de ihtiva eder. Mesleğini kötüye kullanan hekimlerin cezalandırılmasından bahseder. Bu ceza, hekimlerden oluşan jüri tarafından belirlenir. Jüri, kötü niyet ve dikkatsizlik gibi konuları tesbit eder; önce para cezası, tekrarı hâlinde öldürülmesi dahi düşünülür. Kötü niyet ve dikkatsizliğin kusur kabul edilip cezaya bağlanması, ilk defa Hind medeniyetinde görülmüştür.

Modern çağa göre “karanlıkta” kalan bu üç eski medeniyetin; tıbbî usulleri, ilâçları ve hekim tecrübeleriyle, günümüz tıbbına ışık tuttuğu inkâr edilemez. Bizce eski medeniyetlerin göze çarpan özelliği; fikri, ilmin lokomotifi yapmalarıydı. İnsan anatomisi bir bütün olarak ele alındı ve çok kapsamlı gözlemler yapılarak, tedavi çeşitliliği binlerce yıl önce zirve yaptı.


KAYNAKLAR

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça, İSLAM TIP TARİHİ –İslam Öncesi Tıp Tarihine Bakış-, Çağdaş Basın Yayın, İstanbul 2004.

Prof. Dr. Ali Haydar Bayat, TIP TARİHİ, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Yay., İzmir 2003.

Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu, TIP TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ, 2. Basım, Diyarbakır Tıp Fakültesi Yay., Ankara 1975.

Dr. Feridun Nafiz Uzluk, GENEL TIP TARİHİ – I, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Yay., Ankara 1958.

Doç. Dr. Yusuf Zeynalov, İLAÇ BİTKİLER -Tarihî Gelişimi ve Kullanımları-, Aden Yay., İstanbul 2008.

William James Durant, “Mısırda Matematik, Astronomi-Takvim, Anatomi-Fizyoloji, Tıp”, http://www.dusuncetarihi.com/makale/misirda-matematik-astronomi-takvim-anatomi-fizyoloji-tip (15 Mart 2015).

1 Yorum

  1. Akademyanın yeni sayılarını bekliyoruz. Maddi sıkıntılar biraz gayretle aşılır. Böyle kaliteli bir yayın her ay çıkmalı.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir