Simyacı’yı Okurken

(…)

Paulo Coelho Kimdir?..

“Paulo Coelho, Rio de Janeiro’da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı sözü yazarıydı. Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hıristiyanların, Batı Avrupa’da başlayıp İspanya’da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu yaptı; bu deneyimini 1987 yılında yayınladığı The Pilgrimage (Hac) adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınlanan ikinci kitabı Simyacı, Coelho’yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. Öteki kitapları: Brida, Valkürler ve son yazdığı Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’dır. Simyacı, 42 ülkede yayınlandı, 26 dile çevrildi. Bu kitap, Coelho’yu Gabriel Garcia Marquez’in arkasından en çok okunan Latin Amerikalı yazarlardan biri konumuna getirdi.”(18) Yayınevi yazarı böyle tanıtıyor.

Eski bir hippi… Şarkı sözü yazarı… Oyun yazarı, tiyatro yönetmeni… Brezilyalı…

Coelho’yu tam Simyacı’yı bitirdiğim sırada misafirliğe gelen, Avrupa’da yaşayan “asabî” bir dostuma sordum. Hemen celallendi bu “kitap kurdu” dostum:

-“Bırak şu üçkağıtçıyı ya… Bizimkilerden tırtıkladığı üç-beş tasavvufî hikmeti romanlaştırıp köşeyi döndü. Eski marksist, eski hippi, popçu… Yaramaz; geç geç…”

Öyle kolay kolay “geç”ip gitmeye niyetim yoktu, inadına dürttüm:

-“Sen öyle diyorsun ama 42 ülkede 26 dile çevrilmiş ve 7 milyondan fazla satmış. Avrupalının bu kitaba rağbetinin sebebi ne?”

İyice köpürdü:

-“Avrupa çökmüş kardeşim… Avrupalı diye bir şey yok… Kalmamış… Fal, büyü, uzakdoğu mistiği… Her türlü fikrî ve fiilî sapıklık gırla gidiyor… Avrupalı yeni birşeyler arıyor ve kendine “yeni” gelen herşeye saldırıyor…”

İşte iki ayrı gözlükten Coelho böyle görünüyordu.

Bana göre Coelho ise çok tanıdık çok bildik şeyleri, o bildik şeylerin aslî formlarında değil de Batılı bir form olan “roman” formunda anlatan enteresan bir adamdı…

Coelho enteresan bir adamdı… Çünkü “bildik şeyler” anlatıyordu ama kendisi “biz”den bir adam değildi… “Biz”den biri olmadığı halde “biz”e “bildik” gelen “şeyler”i farkedebilmişti; üstelik de “biz”e çok uzak bir diyardan, tâ Brezilya’dan yapıyordu bunu… Bu ülkede yaşayan; yani bize ait hazinelerin tam da üstünde oturan TC entelektüellerinin (liberal, marksist, İslâmcı, ıvır zıvır) fikir kelliklerini gördükten sonra, tâ Brezilya’dan buralara uzanıp bizim hazinelerimizden tırtıkladıklarını romanlaştırabilen bir adam, ne çaldığını ve çaldığının kıymetini bilen çok usta bir hırsız değil midir? Bir şeyin kıymetini anlayabilmesi bile bir insanın kıymetini ele vermez mi? Hz. Mevlâna “Çocuk incinin kıymetini ne bilir? Gider onu üç-beş parça şekerle değiştirir” demiyor mu? TC “entelektüel”leri de böyle hazinelerin üstünde “cep delik, cepken delik” kevgir gibi sürünüp durmuyor mu?

Coelho enteresan bir adamdı… Bizden “götürdüklerini”, bir Batılının anlayabileceği en uygun “form”a sokarak sunuyordu: Roman…

“Suretler olmasaydı, mânâlar ebediyyen dile gelmezdi” ya; mânâları suretleştirebilmek ayrı bir ustalık işiyken, suretlerin muhatap idraklere en uygununu bularak bu işi yapmak da ayrı bir sanat…

Söz buraya gelince hemen söylemek gerekir ki; bu topraklarda Tanzimat’tan bu yana “yerli roman” olarak piyasaya sürülen ne kadar kitap varsa üç-beş istisna dışında her biri ayrı bir edebiyat faciasıdır… Hele ki “İslâmî roman” yaftalıları facia içinde facia: Mânâ olmadan suret hiçbir şeydir… “Yerli roman” etiketiyle piyasaya sürülen edebiyat facialarına bir bakın; bu müptezelliklerden hangisi hangi derin, girift, değerli bir mânâya kalıp olma vasfındadır? Ağzımızı bozmamak için “İslâmî roman” faciasına hiç girmiyoruz… Bir Yaşar Kemal, bir Orhan Pamuk, bir Ahmet Altan hangi derin ve girift bir mânâya vukufiyet kesbetmiştir de, bu mânânın gafili ve cahili Anadolu halkına bu mânâyı roman formuyla suretleştirerek iletmeye çalışmaktadır? Laiki, İslâmîsi, liberali ve marksistiyle topu için söylenebilecek tek şey; ciltler dolusu “kelâm fuhşu” ve taklid… Bu mukallidler sürüsü içinde, Muhiddin-i Arabî gibi mânâ zirvesinin Endülüs’te doğup, Anadolu topraklarını şereflendirdiğini hangisi biliyor? Yazdıkları “roman”ların hangisinde Muhiddin-i Arabî’den bir iz, bir işaret, bir nişan, bir alâmet var? Halbuki bütün bu “roman”lar bu topraklarda geçiyor: Anadolu’da… Muhiddin-i Arabî gibi yüzlerce mânâ zirvesi ve mânâ zenginini tanıma şerefine nail olmuş bu topraklarda!..

Bir de Coelho’ya bakın… Adam Brezilyalı, Simyacı’nın kahramanı İspanyol bir çoban ve romandan bir cümle: “Herşey bir tek ve aynı şeydir” demişti yaşlı adam.(19)…

“Herşey bir tek ve aynı şeydir”… Bu söz buram buram Muhiddin-i Arabî kokmuyor mu? Muhiddin-i Arabî Hazretleri Endülüslü değil mi? Adam Brezilya’dan Endülüs’e bakıp O’nu görüyor da, bizim “romancı”larımız bu topraklara mânâsını veren gerçek mânâ kahramanlarından herhangi birinin ne ismini, ne cismini, ne de mânâsını bilmiyor; ama yine de “yerli roman” yazabiliyor!..

Roman Nedir?..

“Roman, icatçı bir hayat taklididir… Olurların, olabilirlerin, olamazların, olması özlenenlerin, hattâ olmuş olanların, mutlaka (dinamik) vakıalar zinciri içinde demeti, dizisi, sergisi roman…/ Böyle olunca, roman, aslî mahiyeti bakımından bir oldurma, oluşturma, biçimleme, yakıştırma, tasarlama işi hâlinde meydana çıkıyor ve insandaki eşya ve hadiseleri murakabe ve öteleri kovalayıcı hayal gücüne dayanıyor.”(20)

“Bütün nakiller ve anlatış şekillerinde romandan bir pay bulunsa da, bu payın en çok bulunabileceği, hatıra, menkıbe gibi neviler roman olmaktan çıkar, böyle olduğu nev’in adını alır, fakat zamanın “dinamik” hayata bağlı kuşatıcı mânâsı daima yerinde kalır. /Ve aslî mânâsıyla roman, hadiseleri fikirleştirme veya fikirleri hadiseleştirme sanatı üzerinde -biri fotoğrafçılık, öteki ressamlık işi- bayrağını dalgalandırır.”(21)

İştikaklar İçinde Roman…

“Roman: Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak… Hikâye, kıssa, efsâne… Başdan geçen bir olayı tekrarlama… Hesap defteri… Utanarak geri geri çekilme… Sanma, zan, tasavvur… Şüphelenme… Üzüm… Gözbebeği… Şaka, lâtife… İki parça… Yarım… Kesmek… Perde… Nehirler, ırmaklar, çaylar…”(22)

“Emsal: Romanlar, destanlar, masallar, hikâyeler, kıssalar, meseller… Emsal: Denk, benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. Katsayı… Emsel: Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan. İmtisale şayan olan… Emsile: Misâller. Örnekler. Arapça’da fiil tasrifini gösteren kitap.”(23)

Yerli Roman…

“Meselâ roman… Romanın kökü var bizde; halk masallarında vesairede… Ama roman millî bir kisve giyemiyor… Rus romanı gibi meselâ… Rus romanı garb romanını ezmiştir!”(24)

Romanın Kıymetine Mihenk…

“Romanda ana dayanak olan ‘idealizasyon’ feda edildikçe kıymetten düşer, kabak çekirdeğine kadar iner. Bu iş vâkıalarla karışık olarak ulvîlik şartını korudukça da pahası ‘radyum’ misâli değerlenir.”(25)

Roman Nedir? -II-

“Roman toprağa bağlı keyfiyetiyle ihtimâller âlemi boyunca ya tasavvurî bir icat, yahut muhaller dünyasında maveraî bir hayal veya olmuş ve olabilirlerin nakline mahsus, fakat hepsinde harekiyet ve seyyaliyet ve teessüriyet değerlerini şart koşucu bir vasıtadır. Romanın roman olabilmesi için bu üç kıymetin mutlaka posa vaka tasavvurlarından arındırılması ve maddeyi geride bırakıcı bir ruh seviyesine yükseltilmesi gerekir./ Toprağa bağlı süflî romanın ulvî tarafı budur (…)”(26)

“Roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvi ve münezzeh mânâya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mânânın yerde bırakılması şartiyle mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin (Ekritür-Destine), Müslümanların da (Alınyazısı-Kader) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süflî mânâsıyla roman değil, ulvî keyfiyetiyle İlâhî sanat çıkar ve roman dize gelir.”(27)

İktibaslar Boyunca Görünen…

Tilki Günlüğü çok yönlü ve çok fonksiyonlu bir eser, bu eser müessirinden ayrı ve müstakil olarak incelenirse eserin mânâsını doğru anlamak pek mümkün görünmüyor. Esere yaklaşanlar için bu birinci zorluk. İkinci zorluk ise Müessir’in kimliği eserde gizli: Eser’i anlamadan Müessir’i anlamak da pek mümkün görünmüyor…

Bu iki zorluğu aşmanın bir yolu, eseri okurken eserden müessire-müessirden esere doğru sürekli gidip gelmekten geçiyor: Eser’i anladıkça Müessir’i tanıyor, Müessir’i tanıdıkça eseri anlamaya başlıyorsunuz…

Bu sonsuz gidiş gelişlere katlanabilecek bir sabrınız varsa ve bu sabrınızı ısrarla muhafaza edebilirseniz Eser’le Müessir arasında seyahatlerinizde önce “Tilki Günlüğü nedir ve Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” sorularının cevabları idrak aynanızda belirmeye başlıyor. Elde ettiğiniz ilk flu görüntülerle yetinmez ve seyahatte ısrarlı olursanız Eser’in zenginliği ve Müessir’in kimliğinin enginliği bütün ihtişamıyla belirmeye başlıyor… “Birşeyin güzelliği teferruatında gizlidir” hikmetinin aydınlığıyla bu seyahatlerinizi sürdürürseniz “teferruat”taki güzellikleri keşfetmeye başlıyorsunuz: Eseri ilk elinize aldığınızda birbiriyle alâkasız ve birbirinden kopuk gibi görünen sayısız “teferruat”ın içinden asla çıkamayacağınız düşüncesi, yerini bunca “teferruat”ın az bile olduğu fikrine bırakıyor: Yine işin içinden asla tam olarak çıkamayacağınızı anlıyorsunuz ama bu anlayış işin başındaki “kötümser” anlayışla aynı değil; bu daha ziyade içine ufku yakalamak ateşi düşmüş bir hafiyenin çılgın ama heyecanlı, delice ama zevkli, zor ama asla vazgeçilemez bir arama iptilâsı, bir bulma ihtirası halinde bir anlayışa dönüşüyor.

Tilki Günlüğü’ndeki Hafiye’nin, Ufuk’a doğru belâlı, çileli, meşakkatli bir yolculuğu sabır, ısrar ve inatla sürdürmesi sonucunda, Ufuk’a kavuştuğunu eseri okuyanlar herhalde biliyordur… Bunu bilmek kolay… Peki Hafiye’nin Ufuk’u bulduktan sonra niye derin bir hayrete düştüğünü bilen var mı? Doğru mu anladım bilemem ama bana öyle geldi ki Hafiye, Ufuk’u bulduğunda aynadaki aksi gibi tanıdık bir görüntüyle karşılaştığı için derin bir hayrete düştü: Ufuk kendisiydi!..

Ufuk kendisi ise Hafiye kimdi?

Özetinin özetinin özetinin özetinin (…) özeti halinde ancak 6 cilde sığdırılabilmiş bu çileli arayış macerası neyin nesiydi?

Ufuk Hafiye’nin, Hafiye Ufuk’un kimliğinde birleşip her ikisi de “gaib” olduklarına göre, her ikisini “gaib” eden “sır” ne idi? Bu “gaybubet”in menbaı ve mansabı (çıkış ve varış yeri) olan bir üçüncü kişi veya kimlik, daha doğrusu bir üstkişi veya kimlik miydi bu “sır”rın sahibi? “Manzur-u nazar-ı piran-ı kiram-Keremli pirlerin nazarına görünen” üstkişi, “keremli pirlerin nazarına” Ufuk veya Hafiye kimliği’yle mi görünmeyi tercih etmişti? O zaman Ufuk ile Hafiye birer arızî kimlik miydi? “Aslın görünmesi için gerekli olan şey: Araz”… “Suretler olmasaydı mânâlar ebediyyen dile gelmezdi” hikmeti penceresinden bu mevzuya bakarsak Ufuk ve Hafiye aynı mânânın iki ayrı sureti mi oluyordu? Ancak keremli pirlerin nazarına görünen üstkişi Ufuk suretine girip Hafiye’yi kendi peşinden koşturarak bu çileli koşu sürecinde O’nun pişmesini sağlayarak “keremli pir” haline gelmesini mi sağlamıştı? Bu sorular zinciri gide gide “Hakikat-i Ferdiyye” bahsine çıkmıyor mu? Tek ferdin hakikati? Ve bütün bu olup bitenlerden tasavvuftaki “fenâfillâh” mertebesine ulaşmanın sözle ifadesi imkânsız çilesinden iz, eser, alâmet ve nişanı sezilmiyor mu? Mürşid kimdir? Mürid nasıl olunur anlaşılmıyor mu? Bir insanın macerası aslında bütün insanların macerası mıydı? Bir açıdan öyle ama o “bir insan”ın böyle bir macera yaşayabilmek için “pir insan” olması gerekiyordu galiba… İnsan “pir insan” oldu mu, bütün insanların “bir insan” olduğunu anlıyor olmalıydı… Ufuk ile Hafiye’nin ayrılığı “suret hikmeti”nde tecelli ediyor olmalıydı, yoksa Hafiye, Ufuk için “Biz bir ayniyetin iki ayrı kanadıyız” niye desindi? “Bir şey aynı olduğu şeyin gayrıdır” hikmeti Ufuk ile Hafiye’nin hem “aynı” ve hem de “gayrı”lığını çerçevelemiyor mu? Niçin aynı, neden gayrı, nerede aynı nerede gayrı?.. “O değildir ondandır; o yüzdendir ki odur” hikmeti ise Ufuk ile Hafiye’nin ayniyet ve gayriyetine ayrı bir pencere açarken, her ikisini birden hasrı içine alan “Keremli pirlerin nazarına görünen” sıfatlı üstkimlikle ayniyet ve gayriyetlerinin ince çizgisini de çizmiyor mu?

Söz çığırından çıktı; gitti gider… Aslında biz yukarıdaki bölümdeki iktibaslarda topladığımız “roman” bahsini değerlendirecek ve Tilki Günlüğü’nün “romanı öğreten roman” oluşundan yola çıkarak “kurucu roman”dan bir bahis açacaktık. Bu hususu unutmadan, sözün geldiği noktadan Simyacı’ya geçelim…

Herkes Kendi Menkıbesini Yaşamalıdır; Korkmadan, Yılmadan, Sonuna Kadar…

Salem Kralı, romanın kahramanı İspanyol Çoban’a böyle diyor: “Kendi şahsî menkıbesini gerçekleştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür.”(28)

Salem Kralı, sırlarla dolu bir insan-varlık… Görevi şahsî menkıbesini gerçekleştirmek isteyenlere yardım etmek. İspanyol Çoban’a da bunun için görünüyor ve niçin tam o anda ortaya çıktığını şöyle izah ediyor:

-“Çünkü sen, kendi şahsî menkıbeni yaşamaya çalışıyorsun. Ve bundan vazgeçmek üzeresin.”(29)

Her zaman bu surette mi ortaya çıkarmış Salem Kralı?

“Her zaman böyle değil” diyor, “Bazen, iyi bir fikir, bir çözüm yolu olarak göründüm. Kimi zaman, çok nazik bir anda, işleri kolaylaştıracak şekilde davrandım. Böyle şeyler işte, ama çoğu insan hiçbir şeyin farkına varmadı.”(30)

Meselâ?

-“Bir hafta önce, bir maden arayıcısına bir taş biçiminde görünmek zorunda kaldığını anlattı. Zümrüt aramak için herşeyini terketmişti bu adam. Beş yıl boyunca bir ırmağın kıyısında çalışmış, dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taş kırmıştı, bir zümrüt parçası ararken. İşte o anda vazgeçmeyi düşünmüş, oysa zümrüdünü bulması için bir taş, bir tek taş kalmıştı. Kişisel menkıbesi üzerine bahse girmiş bir insan olduğu için madenci, yaşlı adam işe karışmaya karar vermiş. Bir taşa dönüşüp madencinin ayaklarına yuvarlanmış. Başarısız geçen beş yıl yüzünden eziklik duyan madenci, taşı öfkeyle alıp uzaklara fırlatmış. Taşı öylesine hızlı fırlatmış ki, başka bir taşa çarpan taş parçalanmış ve ortaya dünyanın en güzel zümrüdü çıkmış.”(31)

Tam burada Tilki Günlüğü’ne dönelim:

-“Bana, 1982 yılının Kasım ayından başlayarak binbir defa “benim bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetin görünecek!” diyen o adam, perdenin ardına çekilirken beni bir malûmla başbaşa bıraktı: Hüviyetimi çerçeveleyen takdim yazısı… Ve bir meçhulle: Ne, nerede, hangisi?..”(32)

Hazine avcısının içine zümrüd bulma ateşi nereden düşmüş veya düşürülmüşse, Hafiye’nin içine de “takdim yazısı” oradan düşmüş veya düşürülmüştür: “Nerede bu zümrüt?” sorusuyla, Hafiye’nin takdim yazısı için kendisine sorduğu “Ne, nerede, hangisi?” sorusu aslında bir ve aynı sorudur. Zümrüt arayıcısının beş yıl boyunca herşeyi terkedip bir ırmağın kıyısında dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taşı kırarak hayalindeki zümrüdü aramasıyla, Hafiye’nin 10 yıl boyunca hadiseler, hayâller, hatıralar, rüyâlar ve lügâtlar boyunca “takdim yazısını” araması da bir ve aynı şey değil mi?

-“İnsan, aradığının ne olduğunu bilmeden, bulduğunun da ne olduğunu bilmez; bulunan aranır sırrı… Aramadan bulamazsın; aranan bulunur sırrı… Bu iki sırrı, İmam-ı Rabbânî Hazretlerine ait büyük bir ölçülendirmenin ışığında görmek gerek: “Gitmekle bulmak ve bulmakla gitmek aynı zamanda olmalıdır. Birinin öbüründen ayrı bulunması caiz değildir!”(33)

Zümrüt peşindeki hazine avcısı, zümrüdün ne olduğunu bilmek zorundadır ki bulduğunun zümrüt olup olmadığını anlayabilsin. Zümrüdün ne olduğunu bilmek onu bulmak demek değildir. Bulmak için ayrıca aramak da gerekli.

Bulmak için aramak da yetmiyor: Aramaktan bıkıp usanmamak, pes etmemek de lâzım..

-“İnsanlar yaşama nedenlerini (varlık sebeplerini) pek çabuk öğreniyorlar, dedi yaşlı adam, gözlerinde beliren acıyla. Belki de gene aynı sebeple hemen pes ediyorlar.”(34)

Zümrüt peşindeki hazine avcısı 5 yıl boyunca hiç pes etmeden tam dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taş kırdı ve tam da bulmaya bir tek taş kalmışken bu işten vazgeçiyordu ki, Salem Kralı imdada yetişti… Hafiye’nin işi ise çok daha zordu; o zümrüt gibi kolay tanınabilecek bir maddeyi aramıyordu… Ufuk’a ait bir söz, bir yazı, bir kelâm; bir meçhul… Bu “meçhul”ü “malűm” kılabilmek için bütün lűgatleri elden geçirmesi gerekiyordu… Kimbilir kaç kere pes etmenin eşiğine geldi? Bilmiyoruz… Ve belki de tam bulmak üzere olduğu anda, vazgeçmenin eşiğine gelmişken, hep gözünün önünde duranı buluverdi: “Dünya Çapında Bir Hadise-Kaptan Kusto Müslüman!..”

Simyacı’daki Salem Kralı, bizim “himmet” dediğimiz şeyin surete bürünmüş şekli olabilir mi?

“Kişinin Kendini Bilmesi Kadar Büyük İrfan Olmaz”…

Görme fiili bize içeriden dışarıya doğru gerçekleşen bir fiil gibi gelir: Bir şey içimizden gözlerimiz vasıtasiyle dışarıya doğru bakar ve gördüklerini bize söyler…

Halbuki, bizim diğerlerinden en farklı parçamız çehremizdir ve çehremizi doğrudan görmemizse mümkün değil… Bunun için aynanın yardımı gerektir. Biz çehremizi ancak ayna vasıtasıyla görebiliriz… Peki daha önce çehremizi hiç görmediğimize göre aynada gördüğümüz çehrenin “biz”e ait olduğunu nasıl biliriz? Bu ancak “ayna”ya inanmakla mümkün… Halbuki aynalar farklı farklı… Düz aynada farklı bir çehre, içbükey aynada farklı bir çehre, dışbükey aynada farklı bir çehre, hem içbükey hem dışbükey aynanın birlikte olduğu aynada daha farklı… Lunaparklardaki aynaları hatırlayın; aynaların yüzey yapısı boyunca kaç tane “biz” çıkıyor ortaya… Peki hangi ayna doğru söylüyor?

Ayna meselesini bir an unutsak bile, bir de çehremizin her an değişmesi gerçeği var… Çehremizde değişmeler boyunca değişmeyen şey nedir ki, çocukluğunuzu hiç görmemiş evladınız sizi ilkokul arkadaşlarınızla birlikte çektirdiğiniz fotoğrafın içinde tanıyabiliyor…

Bu spekülasyon uzar gider; sözü şuraya getireceğiz: Kişinin kendisini bilmesi, “Ben kimim?” sorusunun cevabını bulmasına bağlıdır…

Aynaların çoğu yalan söyler…

Mesele “Aynadaki yalan”ı aşabilmekte…

” ‘Ben kimim?’ diye sormak, ‘ölüm nedir?’ diye sormakla birdir… ‘Ben’… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!../’Ben kimim?’ ve “Ölüm nedir?’ sorusunun bitişikliği üzerinde, nevî şahsıma mahsus bir nefs murakabesi… Hayat ve ölüm… Alındığı yere nisbetle, meçhul bir malűm veya malűm bir meçhul… Bütün dava, hayatın gayesi, malűmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malűm kılmak!..”(35)

Hafiye, Tilki Günlüğü’nü ortaya çıkaran sebeplerden birini böyle ifade ediyor… Ve biz buradan hemen Simyacı’ya geçiyoruz. Eser Yunan Mitolojisi’ndeki Narkissos efsanesiyle başlıyor…

Yakışıklı Narkissos gölde kendi görüntüsünü görür ve bu görüntüye vurulur. Ondan sonra hergün o gölün kenarına gidip kendini seyretmeye başlar. Orman tanrıçaları Oreas’lar da Narkissos’a vurgundur ama o kendi güzelliğinin sarhoşluğu içinde onların farkında bile değildir. Ve günün birinde yine kendi görüntüsünü hayran hayran seyrederken göle düşüp boğulur… Onun göle düşüp boğulduğu yerde bir çiçek açar ve bu çiçeğe nergis adı verilir.

Nergis İçin Küçük Bir Not…

Nergis, Divan Edebiyatı’nda “sevgilinin mahmur gözleri”nin simgesi olarak kullanılır. Bu tedai de nereden çıktı? Aşağıdaki paragrafta göreceğiz.

“Sevgilinin Gözü”ndeki Cazibenin Sırrı Nedir?..

Herkesin bir çift gözü vardır; âmâlar hariç…

Herkeste olan birşey sevgili’de niçin bu kadar güzel görünür, neden bu kadar caziptir ve neden insanı hayran bırakıp sarhoş eder?

Simyacı’da Narkissos’un hikâyesinin sonunu, Oscar Wilde’ın biraz değiştirerek bir kitabına aldığından bahsediliyor. Wilde’ın bu zarif değişikliği şöyle:

“Tatlı su gölünün kıyısına gelen orman tanrıçaları Oreas’ların onu acı bir gözyaşı kavanozuna dönüşmüş olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde.

-Neden ağlıyorsun? diye sormuş Oreas’lar.

-Narkissos için ağlıyorum, diye cevap vermiş göl.

-Ne var bunda şaşılacak, demiş bunun üzerine orman tanrıçaları. Bizler ormanlarda boşu boşuna onun peşinden dolanır dururduk, ama onun güzelliğini yalnızca sen görebilirdin yakından.

-Narkissos yakışıklı bir genç miydi? diye sormuş göl.

-Bunu senden daha iyi kim bilebilir ki? diye karşılık vermiş iyice şaşıran Oreas’lar. O her gün senin kıyılarına gelip sularına bakıyordu!

Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş:

-Narkissos için ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç farketmemiştim ben. Narkissos için ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, GÖZLERİNİN DERİNLİKLERİNDE KENDİ GÜZELLİĞİMİN YANSIMASINI GÖREBİLİYORDUM.”(36)

Evet herkeste bir çift göz vardır ama sevgilinin gözleri bir başka gelir bize… Onları bir başka sever, bir başka hayran oluruz… Niçin? Onlarda kendimizi gördüğümüz için mi?

Peki “biz” kimiz?

Ne diyordu Sayın Mirzabeyoğlu: “Ben kimim?” diye sormak, “Ölüm nedir?” diye sormakla birdir…

O zaman soruyu “Ölüm nedir?” diye sormak da mümkün…

Cevabı da Hz. Mevlâna’da var: “Şeb-i aruz-Düğün günü”… Visâl zamanı…

“Mü’min mü’minin aynasıdır”dan, “Kendini bilen Rabbini bildi”ye uzanan çok zengin, çok derin tedailer zinciri kurulabilir bu babda…

Ama biz Simyacı’nın İspanyol çobanına dönelim…

Cânım Endülüs… Zarif Endülüs… Derin Endülüs…

Muhiddin-i Arabî gibi bir güneşi doğuran ve o güneşin aydınlığıyla fikir bahçeleri sayısız çiçeklerle dolan Endülüs…

“.. X. yy’da İspanyolların büyük bir çoğunluğu müslümanken, 1600’de, İspanya’nın nüfusunun sekiz milyon olduğu tarihte, hıristiyanlaştırmaya karşı direnen müslümanların yalnızca sekiz yüz bin dolayında olduğu sanılmaktadır. Bunlardan yaklaşık altı yüz bini Kuzey Afrika’ya gönderilmek üzere yurtlarından kovulacak, dört yüz elli bin kadarı kötü yolculuk koşullarında hayatını kaybedecekti. Castilla’nın, musevi yurttaşlardan sonra, müslüman yurttaşlardan da kurtulurken kazandığı, onların geride bıraktıkları zenginlikler olacaktır. Bunlara el konulmasını meşrulaştırmak için de, geleneksel ayırımcı mantıkla, müslümanların “doğruluğu tartışılamayacak hıristiyan ilkelere aykırı!” sefih bir hayat sürdükleri iddia edilecektir./ Ama o dönem İspanya’sının ekonomik ve askerî üstünlük yanında, göz kamaştırıcı bir fikrî üstünlük de sergilemesini sağlayan en önemli etkenlerden biri, acımasızca kovulan eski yurttaşların bıraktığı kültürel mirastı. X. yüzyılda dünyanın en ayrıcalıklı bölgesi olan Endülüs, örneği pek az görülmüş bir dinî ve fikrî hoşgörüyle, özgürlüğün merkezi olmuştu. Ramon Menéndez Pidal’e göre, IX. ve XII. yy’lar arasında, dünyanın en büyük uygarlığı olan Arap uygarlığının ve Latin kültürüne açıkça üstün olan Arap kültürünün ağırlıklı bir etkisi vardı. İspanya’nın güneyi ya da Endülüs, gelenekleri, sanatı ve ideolojisi açısından İspanyollaşmış bir İslâm dünyası olarak, Avrupa’dan kopuk bir Asya-Afrika kültürel alanının parçasıydı. Avrupa’ya daha yakın hıristiyan kuzey İspanya’ysa, güneyin kültürel etkisini taşıyor ve Batı’yla Doğu arasında bağlantıyı sağlayan önemli bir tarihî rol oynuyordu. İspanya durağan bir Avrupa’ya fikrî, edebî, ilmî ve teknik canlılık kazandıran ülkeydi. Bir iddiaya göre, X. yy’da yalnızca Cordoba’da yarım milyon insan yaşıyordu ve kentte iki yüz bin ev, altmış bin konak, altı yüz cami, yedi yüz hamam ve yetmiş kütüphane bulunuyordu. Müslümanlar, İspanya’ya her şeyden önce, yeni bir tarım tekniği kazandırarak, bu ülkeyi Avrupa’nın diğer ülkelerinin önüne geçirmişlerdi. Hayvancılık ve özellikle at yetiştiriciliği çok gelişmişti. Geleceğin şövalyelerinin binecekleri yarım kan arap atlarını, müslümanlar yetiştirmeye başlamışlardı. Cordoba’nın kalkanları, Toledo’nun kılıçları tüm dünyada ün salmıştı. Murcia, bakırcılık ve demircilikte en gözde kentti. Malaga, yakutlarıyla dillerdeydi. Yine Cordoba, dünyanın dericilik, halıcılık ve kumaşçılık alanındaki en üretken bölgelerinden biriydi. Ve Hollandalı bir bilginin aktardığı kadarıyla, o dönemde, Avrupa, kilise tekelinde, bilgi kırıntılarıyla gün geçirirken, Endülüs’te hemen herkes okuma ve yazma biliyordu. Bu dünyada, Renan’ın sözcükleriyle, ‘aynı dili konuşan, aynı şiirleri okuyan, aynı edebî ve bilimsel etkinliklere katılan müslümanlar, museviler ve hıristiyanlar, insanlar arasında varolabilecek tüm engelleri kaldırmışlar, ortak bir uygarlık adına, hep birlikte, gönülden çaba göstermişlerdi; binlerce öğrenciyi toplayan Cordoba camileri, etkin felsefî ve bilimsel çalışma merkezlerine dönüşmüşlerdi’. Değil yalnızca Avrupa’da, Arap dünyasında bile, Bağdad ve Kahire üniversitelerini aşarak, birinci sıraya geçen Cordoba üniversitesinde, felsefe, matematik, astronomi, simya ve tıp dallarında büyük bir etkinlik görülüyordu.”(37)

İşte Batı kaynaklarından derlenmiş kısa bir Endülüs tarihi…

Akademya’nın sinema etkinliklerinde gösterdiği Güvercin Gerdanlığı filmini seyredenler, Endülüs’ün ne kadar zengin, hummalı, derin ve zarif bir kültür iklimi kurduğunu daha rahat hayâl edebilirler…

Kimler Geldi Kimler Geçti Endülüs’ten…

Sayın Cemal Bâli Akal’ın “Modern Düşüncenin Doğuşu-İspanyol Altın Çağı” isimli nitelikli eserinden özetleyelim; ve hemen belirtelim ki burada isimleri zikredilenler Hıristiyanların baştanbaşa yakıp yıktığı ve yağma ve talan ettiği, büyük insan ve kültür kıyımına rağmen isimleri ve eserleri bugünlere gelmiş olanlardır. Daha kimbilir hangi kıymetli insanlar o vahşî kıyım içinde hem isimleri, hem cisimleri, hem de eserleriyle kaybolup gittiler… Endülüs’ün derin ve zarif müslümanlarını burada rahmetle anıyoruz:

El tasrif li-men acize an el telif isimli tıp ansiklopedisinin yazarı Ebülkasım el Zehravî (Albucasis) ki, atardamarları bağlamak gibi çarpıcı cerrahi yeniliklerin mucidiydi ve tüm Avrupa ameliyat olmak için onun çalıştığı üniversiteye akıyordu.

Toledolu İbn Vâfid…

Kitab ül-havâss ve Kitâb ul edviye’nin yazarı Sevillalı İbn Zühr (Abulelizor), onun oğlu olan ve perikardit iltihabıyla, mide kanserini ilk tanımlayan Kitâb üt-teysîr fi’l müdâvâti ve’t tedbir’in yazarı İbn Zühr (Avenzoar)…

Kitab ül-câmi’li müfredatül edviye ve’l-agziye’nin yazarı ve döneminin en büyük botanisti sayılan Malagalı İbn’ül Baytar…

Sevillalı İbn’ül Avvam tarım konusunda Ortaçağ’ın önemli eserlerinden Kitab’ül-Filaha’yı yazmıştı…

Seçkin gökbilimciler, tarihçiler, dilbilimciler, şairler… Bu erken İspanyol Altın Çağ’ında belirmişti…

Felsefe alanındaysa, bir çok büyük mütefekkir yetişmişti: Cordobalı İbn Meserre (883-931) felsefeyle tasavvufu bağdaştıran bir öğretiyi Batı düşüncesine taşıyan Endülüslü olmuştu… Cordobalı bir şair, tarihçi ve din bilgini İbn Hazm (994-1064)’ın dört yüzden fazla eseri olduğu rivayet ediliyor. İbn Hazm’ın Hıristiyanların “Kutsal Kitabı”nda ortaya çıkardığı çelişkilerin farkına Batı O’ndan beşyüzyıl sonra varacaktı.

Platon ve Farabî’den yola çıkarak yetkin yönetim ve erdemli davranışlar üstüne yazan Zaragozalı İbn Bacce (Avempace), İbn Tufeyl ve İbn Rüşd’ü etkilemişti…

Cadizli İbn Tufeyl (Abubacer) (1106-1185), Hayy bin Yekzan isimli kitabının 1671’de Latinceye çevrilmesiyle, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’suna ilham kaynağı olmuştu. Aynı kitap Baltasar Gracian gibi birçok Altın Çağ düşünürünü de yönlendirmiş olabilir.

Cordobalı İbn Rüşd (1126-1198) felsefeci olarak Batı düşüncesini derinden etkilemiş ve Batı düşüncesinin skolastik yapısının kırılarak rasyonalizme geçişini sağlamıştı.

Sevillalı İbn’ül Arabî de eserleriyle bugün bile dünyayı aydınlatmaya devam ediyor…

Budd-ül-ârif kitabıyla meşhur Murcialı İbn Sebin…

Ortaçağ’ın en büyük mütefekkirlerinden ve tarihçilerinden biri olan Granadalı İbn’ül Hatip (1313-1375), tıptan tarihe, şiirden felsefeye altmışı aşkın eser vermiş…(38)

Etkileriyle Endülüs…

Coelho’nun sözkonusu iki eseri de İspanya’da geçiyor ve bu eserlerden özellikle Simyacı’da İslâm tasavvuf ve tefekkürünün izleri açıkça görünüyor. Endülüs’ü tanımadan ne İspanya’yı ne Simyacı’yı ve ne de Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’daki derinliklerin kaynağını anlayabiliriz. O sebeple son defa yine Endülüs’e dönüyoruz:

“Bu (Endülüslü) müslüman ve musevi düşünürler, bilim adamları, sanatçılar Batı’yı Antik Çağ düşüncesiyle karşılaştırarak oluşturan öncülerdi. Onların saygınlığı, Cordoba (Kurtuba), Sevilla (İşbiliye), Toledo (Tuleytule), Zaragoza (Sarakusti), Granada (Gırnata), Cadiz (Kadis), Murcia (Munsiye)… gibi kentlerin görkemli eğitim kurumlarına, tüm hıristiyan Avrupa’nın laik ya da din adamı aydınları çekmişti. Ama aynı kurumlar, hıristiyan egemenliğine geçildikten sonra da, güçlü miraslarıyla, büyük düşünsel etkinlik odakları olarak varlıklarını sürdürmüş, Altın Çağ’a damgalarını vurmuşlardı… Bu gerçeğin somut kanıtı, “mozarap” diye adlandırılan katolik din adamlarının bıraktığı arapça yazılmış metinlerdir: MÜSLÜMAN İSPANYA’NIN HIRİSTİYAN AYDINLARI, YOĞUN BİR DÜŞÜNSEL VE KÜLTÜREL HAYATIN CAZİBESİNE KAPILMIŞLARDI. DİNÎ İŞLEVLERİNDE LATİNCEYİ KULLANMAK ZORUNDA OLSALAR DA, KÜLTÜR DİLLERİ ARAPÇAYDI. HENÜZ DİNÎ KİNLERİN YEŞERMEDİĞİ YARIMADA, ÇOK KÜLTÜRLÜ YAPISINI KUZEYDEKİ HIRİSTİYAN TOPRAKLARA TAŞIYOR, MOZARAPLAR BURADAKİ MANASTIRLARDA GÖREV ALIYORLARDI… BUNA KARŞILIK, HIRİSTİYAN KRALLAR DA, GELECEĞİN EGEMENLERİ OLACAK VELİAHTLARI, EĞİTİM YAPMAYA, MÜSLÜMAN ÜNİVERSİTELERİNE GÖNDERİYORLARDI… İŞTE KATOLİK EGEMENLİĞİNİ HER TÜRLÜ KAYGININ ÖNÜNE ÇIKARAN EMPERYALİST DÜŞÜNÜRLERİN GÖRMEZDEN GELMEYE ÇALIŞACAĞI ŞEY BU GELENEKTİR: Avrupa Ortaçağ’ının, müslüman ve musevî uygarlıklardan soyutlanamayacak bir dönem olması…(39)

Böylesine derin, böylesine zarif, böylesine güçlü, böylesine cazip, böylesine engin bir kültürel iklim kurmuş Endülüs müslümanları… Hem de nerede? Avrupa’nın güneybatı ucunda… Avrupa’nın içinde yani… Avrupa Ortaçağ karanlıkları içinde yaşarken üstelik…

İspanyolca, Arapça, Latince… Üç lisan da Endülüslüler tarafından bilinen ve kullanılan lisanlar… Arapça’dan İspanyolca’ya, Arapça’dan Latince’ye, Latince’den Arapça’ya, Latince’den İspanyolca ve Arapça’ya kolay ve doğru tercümelerin mümkün olduğu bir kültürel iklim… Bu iklim sayesinde hem İslâm kültürünün temel eserleri ve hem de eski Yunan kültürüyle yeniden tanışıyor Avrupa… Eski Yunan eserleriyle köklerini yeniden bulurken, İslâm kültürünün temel eserlerinden çoğu zaman referans göstermeden yaptığı iktibaslarla Rönesans ve Rönesans sonrası Batı düşüncesini inşa ediyor…

Etkileriyle Endülüs’ü tek cümleyle ifade etmek istersek, İbda Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun şu cümlesi “efradını câmi ve ağyarına mâni” bir şekilde meramımızı ifadeye kâfidir: “Şayet Batı’nın İslâm büyüklerinden çaldıklarını geri alırsak, Avrupalılara kupkuru bir mağara hayatı kalır.”

Coelho’nun iki romanı da bu münbit topraklarda geçiyor… Bu romanlardaki derinlik, incelik ve hikmet adına rastladığımız her ne varsa keramet Coelho’dan ziyade bu toprakların özünde aranmalı. Coelho’nun tâ Brezilya’dan gelerek bunun farkına varması ise başlıbaşına bir takdir ve hayret mevzuu: Hele dünyanın en büyük imparatorluklarından birini doğurmuş Anadolu toprakları üzerinde yaşayıp da bundan bîhaber olan romancı müsveddelerinin bolluğunu görünce, bu takdir ve hayretimiz daha da artıyor…

Simyacı’daki “İnce ve Derin İslâm”ın İzleri…

BD-İBDA Külliyatı’na âşina olanlar, tasavvufun İslâmın derinlik buudu olduğunu bilirler:

“İslâmın dışı Şeriat, içi Tasavvuf… O’nu, kâinatın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisini, üzerinde bütün hilkat mimârisinin ışıldadığı bir saray farzedecek olursanız, Şeriat o sarayın dışı, Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, varış ve erişler de içeride…/ İslâmın topyekûn ruhu, hikmeti, ahlâkı, edebi, eşya ve hâdiselere bakışı, bu dünya ve ötelerin dış ve iç nizam sırrı, var oluş sebebi, ölümsüzlük yolu, bütün illiyetler ve gâiyetler, her şey, her şey tasavvufta…”(40)

BD-İBDA Fikriyatı’nın bağlıları bunu bildikleri için; İslâmı bir materyalist, bir rasyonalist, bir pozitivist gibi yorumlayan sapık ekollerin tarihî köklerine de; o köklerin bugünkü uzantıları olan Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan kökenli tilmizleriyle, bu cücelerin TC’deki mukallidlerine karşı oldukları kadar, Tasavvufu şeklî bir taklid olarak yaşatmaya çalışan ve gerçeğinin yanında “mürid” bile olamayacak sahte şeyhlerle, bunlara körü körüne “bağlı” mürid taslaklarına da karşıdır. Büyük Doğu-İbda fikriyatının temeli olduğu kadar temel muharriki (dinamiği) de olan gerçek İslâm Tasavvufu ile onun herbiri birer yıldız gibi parlayan önderleri karşısında ise “Sonsuzluk kervanı peşinizde ben, üç ayakla seken topal köpeğim/ Bastığınız yerleri tek tek öpeyim” düsturuyla hareket ederler.

Tasavvuf konusunda müslümanlık iddiasında oldukları halde onu inkâr ve iptale çalışan mankafalarla, onu kendi düşünce kalıpları içinde fevkalade yanlış anlayan Batılıların aynı noktada nasıl birleştiklerini Merhum Üstadımızdan okuyalım:

“İslâm tasavvufu karşısında apışan ve gözleri kamaşan, Batılı, daima olduğu gibi, onu, dış ve aldatıcı çizgileri içinde heceleyip (Neo-Plâtonizm-Nev Eflâtuniye-Yeni Eflâtun’culuk) mektebine bağlamış, sonradan kurulma bu mektepten aparılma bir müessise diye göstermeye yeltenmiş ve İslâmı yalnız zâhir plânındaki dış mimarîsinden ibâret bırakmak istemiş; tasavvufun mutlak olarak Allah Resûlünden gelici ve O’nun kâinat özü mukaddes bâtınından fışkırıcı ebedî hayat mâdeni olduğunu anlayamamıştır./ İslâmdan sekiz asır sonra türeyen bazı maddeci mankafalar da, tasavvufu topyekûn inkâra varmışlar, böylece üç buudlu din hacmini derinlik buudundan ayırıp satıh haline getirmişler ve yine böylece, ister istemez batılı görüşle birleştiklerinin ve ona destek olduklarının farkına varamamışlardır.”(41)

Bu çerçevede Simyacı’ya bakalım:

-“Bir rüyâyı gerçekleştirme ihtimali hayatı ilginçleştiriyor…”

-“Rüyâlar Tanrının diliyle konuşurlar. Tanrı dünyanın diliyle konuşursa bunun yorumunu yapabilirim. Ama ruhun diliyle konuşursa bunu yalnızca sen anlayabilirsin.”(42)

-“Basit şeyler en olağanüstü şeylerdir ve yalnızca bilginler anlayabilirler bunları.”(43)

-“Ben yalnızca rüyaları yorumluyorum. Bunları gerçeğe dönüştürme gücüm yok benim.”(44)

-“Papaz okulunda olduğu gibi, insan her zaman aynı insanları görürse, bunları hayatının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu sebeple, hayatımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü efendim, herkes bizim nasıl yaşamamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır./ Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez. Tıpkı şu, rüyâları gerçeğe dönüştürmeyi beceremediği halde rüyâ yorumlayan cadı gibi.”(45)

-“Kim olursan ol, ne yaparsan yap, bütün yüreğinle gerçekten bir şey istediğin zaman, Evrenin Ruhu’nda bu istek oluşur. Bu senin yeryüzündeki özel görevindir./ (…) Dünyanın Ruhu insanların mutluluğuyla beslenir. Veya mutsuzluklarıyla, arzuyla, kıskançlıkla… Kendi Kişisel Menkıbesi’ni gerçekleştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar.”(46)

-“İnsan hayal ettiği şeyi gerçekleştirmesi için her zaman imkân bulunduğunu bir türlü anlamadı.”(47)

-“Hazineleri, seller toprağın altından çıkartırlar, gene seller toprağa gömerler…”(48)

-“Ama ne olursa olsun, hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu öğrenmek senin için iyi bir şey. Işığın Savaşçılarının öğretmeye çalıştıkları da budur zaten.”(49)

-” ‘Koyunlarımla hazine arasında kaldım’ diye düşündü. Karar vermek, alıştığı şey ile sahip olmayı çok istediği şey arasında bir seçim yapmak zorundaydı.”(50)

-“Rüzgârın özgürlüğünü kıskandı delikanlı ve onun gibi olabileceğini anladı. Kendisinden başka hiç bir şey engel değildi buna…/ Koyunlar, tüccarın kızı, Endülüs kırları onun Kişisel Menkıbesi’nin menzillerinden başka bir şey değillerdi.”(51)

-“Hazineye ulaşmak için işaretlere dikkat etmen gerekiyor. Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne çizmiştir, yazmıştır. Senin yapman gereken, senin için yazdıklarını okumak yalnızca.”(52)

-“Her şeyin bir ve tek şey olduğunu asla unutma. Simgelerin dilini unutma. Ve özellikle, Kişisel Menkıbe’nin sonuna kadar gitmeyi unutma.”(53)

-“Yaşlı kral ona simgelerden sözetmişti. Boğazı geçerken simgeleri düşünmüştü. Evet, onun nelerden söz ettiğini çok iyi biliyordu: Endülüs kırlarında geçirdiği zaman içinde, izlemesi gerekli yolla ilgili işaretleri yeryüzünde ve gökyüzünde okumaya alışmıştı. Falanca kuşun varlığı yakınlarda bir yılan bulunduğunun işaretiydi; filanca çalı ise çevrede su bulunduğunun belirtisiydi. Bunları öğrenmişti. Bunları koyunlar öğretmişti ona./ ‘Tanrı koyunları böylesine iyi güdüyorsa, bir insanı da güdecektir’ diye düşündü ve içinin rahatladığını hissetti.”(54)

-“Ben de herkes gibiyim: Dünya gerçeklerine olduğu gibi değil de olmalarını istediğim gibi bakıyorum.”(55)

-“Biraz uzaklaşmıştı ki, barakayı iki kişinin kurduğu aklına geldi, bunlardan biri Arapça, öteki İspanyolca konuşuyordu. Yine de pek güzel anlaşmıştı ikisi./ ‘Kelimelerin ötesinde bir dil var’ diye düşündü. (…) ‘Kelimelere ihtiyaç duymayan bu dili öğrenmeyi başarırsam, dünyayı kavramayı başaracağım.’ “(56)

-” ‘İnsanlar durmadan işaretlerden söz ediyorlar’ diye düşündü çoban. ‘Ama tam olarak neden söz ettiklerini bilmiyorlar. Tıpkı, yıllardır benim koyunlarımla kelimesiz bir dille konuşmuş olduğumu fark etmemiş olmam gibi.’ “(57)

-“Sadece Piramitleri görmek için çölü geçmek isteyen birini tanımıyorum buralarda, dedi Tüccar. Bir taş yığınından başka bir şey değiller. Kendi bahçene kendi piramitini dikebilirsin.”(58)

-“Herkes kendi düşlerini aynı şekilde görmez; kendince görür.”(59)

-“Hayallerinden asla vazgeçme, demişti yaşlı kral. Simgelere dikkat et.”(60)

-“Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır ve kendisi, dükkânı geliştirirken bu dilden yararlanmıştır. Bu, coşkunun dilidir, arzu edilen veya inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dilidir.”(61)

-“Hayatta, her şey işarettir, dedi İngiliz, okumakta olduğu dergiyi kapatarak. Evren, herkesin anlayacağı bir dilde varolmuştur, ama insanlar unutmuştur bu dili. Bir çok şeyle birlikte bu Evrensel Dil’i bilen birini bulmam gerekiyor. Bir Simyacı.”(62)

-” ‘Rastlantı yoktur’, dedi İngiliz, (…) Delikanlı neyin söz konusu olduğunu çok iyi biliyordu: Bir şeyi bir başka şeye bağlayan, kendisini çoban olmaya yönlendiren, aynı rüyâyı bir kaç kez görmesine, Afrika’ya yakın bir kente gelmesine, bir alanda bir krala rastlamasına, bir hırsız tarafından soyulmasına ve bunun sonucu olarak da bir billûriye tüccarıyla tanışmasına, vb… yol açan gizemli bir zincir, sırrî bir bağ.”(63)

-“Kendisi de, kimbilir bütün insanların geçmişine ve şimdisine tanıklık eden şu ünlü Evrensel Dil’i öğrenmekteydi belki? ‘Önseziler’ derdi annesi sık sık. Önsezilerin, içinde bütün insan hayatlarının bir bütün oluşturacak şekilde birbirine bağlandığı hayat ırmağının evrensel akışına ruhun yaptığı âni dalışlar olduğunu anlamaya başlamıştı: Öyle ki, her şey yazılı olduğu için, her şeyi bilebilirdik.”(64)

-“Kimse bilinmezden korkmamalı, çünkü herkes istediği ve ihtiyaç duyduğu şeyi ele geçirebilir./ İster hayatımız, ister ekin tarlalarımız olsun, sahip olduğumuz şeyleri yitirmekten korkarız. Ama hayat hikâyemiz ile dünya tarihinin eynı EL tarafından yazılmış olduğunu anladığımız zaman, bunu anlar anlamaz, bu korku uçup gider.”(65)

Sözün burasında Hz. Ömer’in “Ben iki şeyden korkmam: Bir, olmuş olandan, iki, olacak olandan. Zira olmuş olan olmuştur, olacak olan da olacaktır.” dediğini hatırlayıp, Simyacı’nın kader sırrı, simgelerin dili, insanın sırrı, kainatın sırrı hakkında İslâm Tasavvufu merdivenlerini kullanarak oldukça derinlere indiğini görüyoruz. Özellikle İbda Fikriyatı’na âşina olanlar için çok zengin tedailerle yüklü bu eseri okurken Hakikat-i Ferdiyye, “Geist-malûm”, “Ruhun birliği”, “Üst dil, üst mânâ”, “Lisan sırrı”, “Sır idrakı” gibi bir çok önemli kavram ve bahisleri hatırlamamaları mümkün değil. Sadece hatırlamak değil, onları yerli yerine oturtmaya da çok yardımcı olabilecek bir eser. Böyle olduğu için de bir makale çerçevesi içinde bütün herşeyi ifade etmemiz mümkün değil. Sözü uzatmamak için “Simgelerin dili” ve “Evrensel dil” bahsi çerçevesinde Erich Fromm’a kısaca bir gözattıktan sonra Tilki Günlüğü’ne yeniden geleceğiz.

“Rüyalar, Masallar, Mitoslar”: Üzerimizden Rasyonalizm ve Pozitivizm Silindiri Geçtiği İçin Unuttuğumuz Evrensel Dil…

“Bu eser, sembol dilini anlayabilmek için yazılmış bir ‘giriş’tir. Bu sebepten dolayı, sembol dili alanındaki bir çok karmaşık meseleleri irdelemedim. (…) Şunu bir kez daha vurgulamak isterim. Bu kitap, unutulmuş bir dili yeniden anlamamıza yardımcı olabilmek için yazılmıştır. (…) Eğer sembol dili, iddia edildiği gibi başlı başına bir dil ise ve gerçekten de insanlığın geliştirilebildiği tek evrensel dil olma özelliğini taşıyorsa, amacımız onu yorumlamak değil, onu bütünüyle anlamak olmalıdır. Çünkü ortada suni olarak üretilmiş gizli bir kod yoktur. Öyleyse yorum yapmaya da gerek kalmamaktadır. (…) Bence bu yüzden yüksekokul ve üniversitelerimizde ‘yabancı dil’ derslerinin yanında ‘sembol dili’ dersleri de verilmelidir.”(66)

“Çevremizin bize zorla giydirdiği kıyafeti uykumuzda üstümüzden çekip atarız. Böylece (ve ancak o zaman) bize belki de ürkütücü gibi gelebilecek bir özgürlüğün farkına varırız. Rüyâsal gerçeklik içinde artık her arzumuz gerçek olabilir. Usta bir insan, kendisini anlayabilmek için, rüyâlarını anlamaya çalışır./ Ama bu, ayrıntılara takılmış bir çaba olmaktan çok, kişiliğin genel kalitesini anlamaya yöneliktir.”(67)

“Hepimiz rüyâ görürüz. Onları anlamayız, ama yine de uyurken sanki böyle birşey olmuyormuş gibi davranırız. (…) Uyumadığımız zaman ne yapıyoruz, onu bir düşünelim. Aktif, akılcı, istediği şeyi elde etmek için yılmadan uğraşan ve kendini saldırılara karşı koruyan varlıklar gibi davranıyoruz. Uyanık ve gözlemci bir biçimde çevremizi algılıyoruz, belki de, aslında göründüklerinden çok farklı olan bazı görüntüleri ‘gerçek’ diye kabul ediyoruz. (…) Biz insanların çalışkan oldukları söylenebilir, ama ne yazık ki, hayâl gücümüz eksiktir. Günboyu gördüklerimize ‘gerçek’ diyoruz ve sahip olduğumuz bu gerçekliği, ‘tek gerçek biçimi’ olarak algılıyoruz.”(68)

“Rüyâlarımızın çoğu, ortak bir özelliğe sahiptirler; uyanık halimizin en büyük özelliği olan mantık kurallarına uymazlar. Orada mekân ve zaman kategorileri de artık geçersizdir. (…) Uykumuzda zamana olduğu kadar, mekânın kurallarına da uymayız. Uzak bir yere bir anda gitmek, iki farklı yerde aynı anda bulunmak, iki değişik insanı bir tek insan olarak görmek veya bir insanı ansızın başka bir insana dönüştürmek, bizim için hiç de zor değildir. Kısaca; bedenimizin faaliyetine sınırlar koyan zaman ve mekânın kaybolduğu bir dünyayı, rüyâlarımızda yaratmak pek kolaydır. (…) Rüyâ görürken, uyanık durumda hiç farketmediğimiz bir kaynağı kullanırız. Bu kaynak, adına bilinçaltı (veya bilinç dışı) dediğimiz, geçmiş hatıra ve tecrübelerden oluşan bir depodur.”(69)

“Rüyâların tüm bu ilginç özelliklerine rağmen, şunu belirtmemiz de gereklidir. Eğer rüyâ görüyorsak, bu rüyâ yüzde yüz ‘gerçek’tir ve uyanık halimizin gerçekleri gibi tam olarak geçerlidir. Rüyâda ‘sanki, imiş’ gibi durumlar yoktur. Rüyâ, gerçek bir yaşayıştır. Bir adım daha ileri giderek şunu da sorabiliriz: ‘Gerçek nedir?’ Rüyâda gördüklerimizin değil de, uyanık iken gördüklerimizin gerçek olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Bu sorunu bir Çin şairi şöyle açıklamıştır: ‘Geçen gece rüyâmda kelebek olduğumu gördüm. Ama şimdi, bir kelebek olduğunu düşünen bir insan mı yoksa insan olduğunu düşünen bir kelebek mi olduğumu kestiremiyorum.’ “(70)

“Şimdi gelelim en şaşırtıcı noktaya: Uyku anındaki yaratıcılığımız ile ortaya çıkan rüyâlar, insanlığın en eski eserlerinden olan mitoslara çok benzemektedirler. (…) Tüm farklılıklarına rağmen, bütün mitos ve rüyâların ortak bir yanı vardır. Hepsinin anlatımı aynıdır, sembolik bir dil ile yazılmışlardır./ Babil, Hint, Mısır, İbranî ve Grek mitosları gibi Ashanti ve Irokes mitosları da ortak bir dile sahiptirler. Bir New Yorklunun veya bir Parislinin bugün gördüğü bir rüyâ ile bir kaç bin yıl önce Atina’da veya Kudüs’te yaşamış olan bir insanın gördüğü rüyâ, birbirine çok benzer. Buna ek olarak, antik ve modern insanların rüyâlarındaki anlatım tarzı ile insanlık tarihi başlarında yaratılmış olan mitosların anlatım tarzı aynıdır.”(71)

“(…) Sembol dili, gün boyu kullandığımız konuşma dilinden çok farklı bir mantığa sahiptir. Bu dilin mantığında önemli olan zaman ve mekân değil, yoğunluk, anlam ve çağrışımdır. Sembol dili, insanlığın geliştirdiği tek evrensel dildir ve tarihin akışı içinde oluşan bütün kültürler için aynıdır. Kendine has bir dilbilgisi ve cümle yapısı olan mitosların, masalların dilini anlayabilmek için, ilk önce bu sembol dilinin özelliklerini çözmemiz gerekecektir./ Çağımızın insanı, uyumadığı zamanlarda sembol dilini unutmuş gibi görünmektedir. Ayrıca, uyanık halimizdeyken bu dili anlamamız pek de öyle gerekli değilmiş gibi gelir./ Geçmişte Doğu’nun ve Batı’nın büyük kültürlerinde yaşamış olan insanlar için mitoslar ve rüyâlar, ruhun kendisini ortaya koyduğu en anlamlı ve en güzel anlatım biçimi idi. O çağda, mitos ve rüyaları anlamamak, okuma-yazma bilmemek gibi olurdu herhalde. Son birkaç yüzyılda ise Batı kültüründe bir değişim yaşandı ve artık rüyâlar ve mitoslara verilen önem giderek azalmaya başladı. Sözgelimi, mitoslara, bilim öncesi aklın basit ürünleri olarak bakılır oldu. (…)/ Modern aydınlanma çağının rüyâlar hakkındaki görüşü ise daha olumsuzdu. O zamanlarda rüyâların saçma olduğuna ve yetişkin insanların bunlara önem vermemesi gerektiğine inanılıyordu. Bu insanlar kendilerine ‘realist’ diyorlardı, çünkü onlar sahip olunacak ve kullanılacak eşyaların realitesinden başka hiç bir realiteyi bilmiyor veya bilmek istemiyorlardı. Bu insanlar öylesine realistlerdi ki, her otomobil için özgün bir isim bulmakta zorluk çekmezler, ama çok değişik his ve duygulara sebep olan ‘sevgi’yi ancak bir tek kelime ile açıklayabilirlerdi. Çünkü duygusal konulardaki yaratıcılıkları, yalnızca o tek kelime ile sınırlı idi.”(72)

“… Sembol dilinin, herkes tarafından öğrenilmesi gereken tek yabancı dil olduğu inancındayım. Eğer bu dili anlayabilirsek, mitosları da anlayabiliriz. Bence mitoslar, bilgeliğin en önemli kaynaklarından biridir. Ayrıca benliğimizin derinliğine inmemize ve gizli yönlerimizi anlamamıza yardımcı olduğu da bir gerçektir./ Talmud (Berachot 55a) Şöyle der: ‘Yorumlanmamış bir rüya, okunmamış bir mektuba benzer.’ Gerçekten de mitos ve rüyâlar, kendi kendimize gönderdiğimiz mesajlar gibidirler. Eğer bu dili anlayamazsak, insanlığın daha doğaya hükmedemediği çağlardan bize aktarılan önemli bilgileri kavrayamaz ve kendi öz benliğimize giden o sırlarla dolu yolu keşfedemeyiz.”(73)

“… Tekniğin en son harikası olan karmaşık bir makinayı tarif etmek, çoğumuz için zor değildir. Ancak çok basit bir tad alma duygusunu anlatmak için, gerekli kelimeleri bulmakta epey güçlük çekeriz./ Genelde bütün duygular için aynı problem geçerlidir. (…) Bir arkadaşımıza bu ruh halimizi anlatmak istersek, herhalde kelimelerimiz çabucak tükenecektir. Belki ona birtakım şeyler anlatacağız. Ama sonunda, söylediklerimizin, ruhumuzun o farklı renklerini tam olarak yansıtmadığını göreceğiz. (…) Oysa gördüğümüz bu rüyâ, ruh halimizi çok güzel bir şekilde tanımlamıştır. (…) Bu kısacık rüyâ yardımı ile sözlerle yaptığımızdan çok daha başarılı bir anlatımda bulunmuş olduk. Rüyâmızda gördüğümüz bu sahne, bir duygumuzun sembolü idi. İşte rüyâlarda çok yalın bir sembolle, çok karmaşık bir ruh halini, böylece anlatabilme imkânı buluyoruz./ (…) Bir sembolü ‘başka bir şeyin yerine geçen, onun yerini alan, onu temsil eden’ olarak tanımlarsak, önemli bir soruyu da hemen bunun peşinden sormamız doğru olur. ‘Acaba sembolün kendisi ile sembolize ettiği şey arasında ne gibi bir ilişki vardır?’ Bu soruyu cevaplayabilmek için, sembollerin üç türe ayrıldıklarını bilmemiz gerekmektedir. Bunlar sırasıyla; geleneksel, tesadüfî ve evrensel sembollerdir. Son iki tür, iç dünyamızı ve hislerimizi sanki algılarımızmış gibi açıklayabilen sembollerdir. Ve yine bu iki sembol türü, sembol dilinin tipik özelliklerine sahiptirler.”(74)

İnsan… Lisan… Sembol dili… Üst dil-üst mânâ… Hayat… Rüyâ… Hayâl… Hakikat… Tefsir… Tabir… “Ben kimim?”… “Gerçek ne?”… Ve Tilki Günlüğü…

Tilki Günlüğü’nü Düşünürken…

Simyacı’yı okurken ister istemez Tilki Günlüğü’nü düşünüyorsunuz…

Simyacı zatiyle önemli bir eser değil, Tilki Günlüğü ile kıyaslanması da mümkün değil… Tilki Günlüğü’nde ancak bir “varidat” olabilecek bir eser.

Simyacı’nın önemi, Tilki Günlüğü bilmecesini çözmeye çalışanlar için zengin bir tedailer zinciri oluşturarak, bu bilmeceyi çözmede yardımcı olmasında…

Tek başına “simya ilmi” ve “simyacı” kavramları bile bu bilmecenin çözümünde ne zengin tedailer oluşturuyor…

Bu makalenin bu kadar uzamasının ve o mevzudan bu mevzuya insicamsız olarak sıçramalarının sebebi de bu tedai zenginliğinden…

Tilki Günlüğü gerçekten “benzersiz” ve “muhteşem” bir eser… Çok yönlü, çok fonksiyonlu, çok zengin bir eser… Mânâsı kavrandıkça hakkında kütüphaneleri dolduracak kadar çok inceleme, araştırma, tabir ve tefsir yazılacak bir eser… Sayın Gürsel Avcı’nın Akademya’da yayınlanan “Ulysses ve Tilki Günlüğü” isimli konferansını dikkatle okursanız (75), bu tezimizdeki haklılığı hemen farkedebilirsiniz…

Tilki Günlüğü’nün çok önemli bir özelliği ve fonksiyonu da, Fromm’un tabiriyle “Tek Evrensel Dil Olan” ve modern zamanların rasyonalist ve pozitivist saldırılarıyla pestile dönmüş “realist” insanının unuttuğu, unuttuğu için de “kim”liğini kaybettiği bu”üst dil”i yeniden ihyâ ve bütün insanlığa iade edici oluşudur…

Gerek Simyacı’da ve gerekse Fromm’un yukarıda iktibaslar yaptığımız eserinde bahsolunan ama doğru olarak tarif edilmeyen bu evrensel dil, bizim kültürümüzde “havas lisânı-seçkinlerin lisânı” olarak bilinen ve ancak “velî”ler ile velîlerin dilinden anlayabilecek irfan erginliğine ermiş büyük fikir ve ilim adamlarınca, çok dar ve çok seçkin bir çerçevede konuşulup anlaşılan ve oradan “avam-sıradan insanlara” doğru, derece derece ve “akıl ve anlayışları” nisbetince perdelenerek, şifrelenerek indirilen ama, ruh taşıdığı için her insanın da ilhâm ve rüyalar yoluyla nasibince hissedar olduğu çok özel bir dildir. Bu dil Hazret-i Adem’den bu yana bütün insanî verimleri (Bilgi-hikmet-tecrübe) kuşaktan kuşağa, halklardan halklara taşıma fonksiyonunu da haizdir. “Aydınlanma Çağı” insanı bu lisanı unuttuğu için sudan çıkmış balığa dönmüştür.

“İnsanlık” kavramının omurgası mahiyetinde olan bu “unutulmuş-unutturulmuş” evrensel tek lisân şimdi Tilki Günlüğü eliyle yeniden “ihyâ” edilmektedir. Tilki Günlüğü’nün başkaca hiçbir fonksiyonu nazara alınmasa bile, sadece bu özelliği bütün insanlık için kurtarıcı bir nimettir ve herhalde “küfran-ı nimet”in vebalini bilen bütün irfan ehlince anlaşıldıkça, gerekli alâka ve saygıyı görmesi tabiîdir…

Bu kadar kıymetli ve mühim bir eserin müsveddeleri TC’de “siyasî polis” tarafından “örgütsel döküman” olarak nitelenmiş, televizyonda suç aleti olarak teşhir edilmiş ve DGM savcılarının iddianamesine suç delili olarak girmiştir… TC’nin hiçbir ayıp ve günahı olmasa bile sadece bu ayıp O’nun kıyamete kadar yuhalanmasına kâfidir. Dünya tarihi; yasaklanan, yakılan kitaplarla, cezalandırılan pek çok yazar görmüştür. Ama bir “roman”ın “örgütsel döküman” olarak takdim ve kabul edilmesi vahşet ve kazmalığını ilk defa yaşamaktadır. Halen de bu vahşet, kazmalık sürmektedir: TEM’nin “İslâmla Mücadele” timlerinde “görevli” olan ve hayatlarında “kitab”ı ancak “suç aleti” olarak tanımış ve bu sebeple de asla yanına yaklaşmamış “polis” memurları, ellerinde Tilki Günlüğü; oraya getirilen TC vatandaşlarına Tilki Günlüğü ve O’nun müellifi hakkında kendi akıllarınca “kara propaganda” yapmaya çalışmaktadır: Ellerindeki kitabın hem kendileri, hem de bütün insanlık için paha biçilemeyecek kıymette bir hazine olduğunu asla anlamadan…

“Dünya dönüyor” dediği için yargılanan bilim adamı için asırlardır yas tutan ve günah çıkaran insanoğlu, Tilki Günlüğü ve müellifinin maruz kaldığı bu vahşet karşısında bakalım neler diyecek? Ömrü olan görür, ama bu denilecek olanların, bu eser ve müellifine böyle bir vahşeti reva görenlerin yedi sülalesinin yüzünü utançtan kızartacak şeyler olacağını bilmek için, herhalde ârifler zümresinden olma gereği yok…

Bu yüzden de “Piedra Irmağının Kıyısında” oturup ne kadar ağlasak az gelir…

“Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım”…

“Piedra Irmağının kıyısında… …Oturdum ve ağladım. Efsaneye göre, bu ırmağın sularına düşen her şey, yapraklar, böcekler, kuş tüyleri, bunların hepsi ırmağın yatağında taşa dönüşürmüş. Ah! Yüreğimi bağrımdan söküp, akıp giden sulara atabilmek için neler vermezdim… Hiç acım kalmazdı o zaman, hiç pişmanlık kalmazdı içimde, anılarım olmazdı hiç./ Piedra Irmağının kıyısında oturdum ve ağladım. Kışın soğuğu, yüzümdeki yaşları hissettirdi bana ve bu yaşlar, önümden akıp giden donmuş sulara karıştı. Bu ırmak bir yerlerde bir başka ırmağa kavuşuyor, sonra bir başkasına ve bütün bu sular, gözlerimden ve gönlümden çok uzaklarda, sonunda denize kavuşuncaya kadar böylece akıp gidiyor./ Gözyaşlarım böylece çok uzaklara akıp gitsin ve aşkım, bir gün onun için ağladığımı hiç bilmesin. Çok uzaklara aksın gözyaşlarım ve ben, ırmağı, manastırı, Pirenelerdeki kiliseyi, birlikte yürüdüğümüz yolları unutayım./ Yolları unutacağım, dağları ve düşlerimin tarlalarını, o düşler ki benim düşlerimdi ve ben bunun bilincinde değildim.”(76)

Coelho, kadın kahramanın ağzından böyle başlatıyor romanını.

Statükocu, konformist, sıradan bir genç kadın, kendisi gibi biriyle sıradan bir evlilik hayâlleri kurarken, bir gün çocukluğunun hatıraları içinden çıkıp gelen bir hıristiyan vaiz herşeyi altüst ediyor ve kadın o güne kadar kendisine çılgınca gelebilecek bir maceranın kucağında buluveriyor kendini: Âşık oluyor…

Bu adama âşık olmakla bütün hayatının altüst olacağını, büyük acılar çekeceğini hissediyor ama çaresiz teslim oluyor aşka…

Romanın erkek kahramanı ise “ilahî aşkı” arayan ve kendini hıristiyanlığa adamış bir vaiz… “Tanrı” ile bu kadın arasına sıkışıp kalıyor: Şimdi ne yapmalı?..

Bu yönüylü basit, sıradan ama zarif bir aşk hikâyesi…

Zaman zaman derinliklere iner gibi oluyorsa da Coelho, Simyacı’daki gibi kalemini serbest bırakmıyor: Çünkü o derinliklere bir indi mi karşısına İslâm tasavvufunun çıktığını Simyacı’da gördü…

Piedra Irmağı’nda Coelho sanki Simyacı için tüm hıristiyan ve yahudilerden özür diliyor. “Derinliklerin sırrı”nı muharref-tahrif olunmuş Tevrat ve İncil’e bağlamayı deniyor… Romanın erkek kahramanı zaman zaman kilise doktrinine çok aykırı gelecek şeyler söylüyor olsa da, bunu inanmış bir hıristiyan olarak yapmaya devam ediyor. Bir nevi Mesih rolü yüklüyor Coelho bu erkek kahramana ama, bu çok beceriksiz bir teşebbüs olarak kalıyor… Keşke Coelho bu romanı yazmadan önce Nietzsche’nin “Antichrist-Deccal”(77) isimli eserini okumuş olsaydı diye düşünüyor insan… O zaman böyle bir zorlamaya girmeye asla teşebbüs etmezdi…

Neticede ortaya zevkle okunan ama çok sathî bir aşk romanı çıkıyor. Ve okuyana “yahu Simyacı’dan sonra böyle bir roman yazılır mı Coelho” dedirtiyor: Yer yer şiir tadı veren satırlara rağmen bu hüküm değişmiyor…

Bize de Piedra Irmağı’nın kıyısına oturup Coelho için ağlamak kalıyor.

Dipnotlar:

(…)

18- Simyacı, Paulo Coelho, (Tercüme: Özdemir İnce), Can Yayınları, 15. Basım, s. 4, 1996, İstanbul.
19- A.g.e. s. 55.
20- Tilki Günlüğü, 2. Cilt, s. 296.
21- A.g.e., 3. Cilt, s. 199.
22- A.g.e., s. 198.
23- A.g.e., 5. Cilt, s. 569.
24- A.g.e., 3. Cilt, s. 287.
25- A.g.e., s. 220.
26- A.g.e., 4. Cilt, s. 103.
27- A.g.e., 5. Cilt, s. 568-569.
28- Simyacı, s. 34.
29- A.g.e., s. 35.
30- A.g.e., s. 35.
31- A.g.e., s. 36.
32- Tilki Günlüğü, 1. Cilt, s. 19.
33- A.g.e., s. 19.
34- Simyacı, s. 36.
35- Tilki Günlüğü, 1. Cilt, s. 18-19.
36- Simyacı, s. 11-12.
37- Modern Düşüncenin Doğuşu -İspanyol Altın Çağı-, Cemal Bâli Akal, Kesit Yayıncılık, 1995, İstanbul, s. 43-45.
38- B.k.z. A.g.e., s. 45-47.
39- A.g.e., s. 47.
40- İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları, 4. Basım, 1976, İstanbul, s. 126-127.
41- A.g.e., s. 127.
42- Simyacı, s. 24/26.
43- A.g.e., s. 27.
44- A.g.e., s. 28.
45- A.g.e., s. 29.
46- A.g.e., s. 34.
47- A.g.e., s. 35.
48- A.g.e., s. 36.
49- A.g.e., s. 36.
50- A.g.e., s. 39.
51- A.g.e., s. 40.
52- A.g.e., s. 42.
53- A.g.e., s. 42.
54- A.g.e., s. 48.
55- A.g.e., s. 53.
56- A.g.e., s. 55.
57- A.g.e., s. 59.
58- A.g.e., s. 64.
59- A.g.e., s. 66.
60- A.g.e., s. 73.
61- A.g.e., s. 73.
62- A.g.e., s. 80.
63- A.g.e., s. 83.
64- A.g.e., s. 84.
65- A.g.e., s. 86.
66- Rüyalar Masallar Mitoslar, Erich Fromm, (Tercüme: Aydın Arıtan), Arıtan Yayınevi, 2. Basım, 1992, İstanbul, s. 10-11.
67- A.g.e., s. 13. Emerson’dan naklen.
68- A.g.e., s. 14.
69- A.g.e., s. 15.
70- A.g.e., s. 15
71- A.g.e., s. 16-17.
72- A.g.e., s. 18-19.
73- A.g.e., s. 21.
74- A.g.e., s. 23-25.
75- B.k.z. Akademya sayı 7, s. 19-23. Ayrıca aynı konuda Akademya’nın 6. sayısında yayınlanan Sn. Feyyaz Aksakal’ın “Ulysses mi Tilki Günlüğü mü?” başlıklı makalesi.
76- Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım, Paulo Coelho, (Tercüme: Aykut Derman), Can Yayınları, 5. Basım, 1997, İstanbul, s. 76.
77- Deccal-Der Antichrist, Friedrich Nietzsche, (Tercüme: Oruç Aruoba), Hil Yayınları, 1986, İstanbul.

Kaynak: Akademya I. Dönem, Sayı 8, Ocak 1998 (Makalenin girişinde yer alan ve makale konusundan bağımsız olarak başka bir mevzuya temas eden ilk kısım konulmamıştır.)

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR