Sosyal Güvenlik Kavramına Bakış ve Başyücelik Devleti’nde Sosyal Güvenlik Meselesi

Şehîd Hasan Meriç

(Bandırma Cezaevi, 7 Ocak 2000)

 

“Paran yoksa öl!” Bu haber, “Türkiye’nin, sağlık hizmetleri gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında ortaya çıkan derin fark, Türk insanına verilen değeri de gözler önüne seriyor” alt başlığıyla, 19 Nisan 1999 tarihli Akit Gazetesinde yayınlandı. Mevzuya bu haber başlığıyla girmemizin sebebi, ileride tarifini yapmaya çalışacağımız “Sosyal Güvenlik” kavramının, haber muhtevâsında geçen “insana verilen değer” ile çok yakından ilgili olmasındandır. Her devlet, hangi rejimle yönetilirse yönetilsin, her vatandaşının sosyal ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir. Gazetelerinde, her gün parasızlıktan dolayı tedavi olamayıp hayatlarını kaybeden insanların haberleri çıkan bu devlet, acaba devlet olma iddiasında ne kadar ciddidir? Yahut “vatandaşım” dediği halk kitlesine “devlet”liğini nasıl izâh edecektir? Tabiî ki izâh edemeyecektir ve edememektedir de… Sosyal güvenlik, “devlet” denen müessesenin önünde hâlledilmesi gereken ciddî bir meseledir. Bu meselenin hâlledilmemesi hâlinde devletin ciddiyeti sarsılacak, devlet iktidarına karşı hoşnutsuzluklar artacak ve sonuçta karışıklık ve kaos ortamı rejim değişikliğine kadar varacaktır. Kısaca devletin meşrûiyeti ortadan kalkacaktır. Bu iddiamız da yersiz değildir. Külliyatımızdan gösterelim: “İnce ruh ihtiyaçlarını anlamayan çoktur ama, kaba madde isteklerini anlamayan yoktur. İnsan ve hayvan bu anlayışta eşit… Aç kalınca ikisi de tepinir. Ve bütün ihtilâller ve onları besleyen fikirler açlıkta beslenir. Aç adamdan korkmak lâzımdır. (1)

Yazımızda Sosyal Güvenlik’in tarifi, tarihçesi, müesseseleri hakkında bilgi verip, herşeyin hakikatinin İslâm’da olması ölçüsüyle, bu mevzuun aslının da bizde olduğuna dair misâller getireceğiz.

Ama önce yazının başında vurguladığımız “insan değeri”nin dünya görüşümüzde ne olduğuna, cemiyetin temel taşı olan ferde hangi gözle bakıldığına, çok yakında kurulacağı müjdelenmiş Başyücelik Devleti’nde insan ihtiyaçlarının karşılanmasının hangi gâye ile yapılacağına bakalım:

İnsan olduğu için İslâm oldu; ve İslâm olduğu için insan var. (2)

İnsan, İslâm’dan başka her görüş sisteminde lâğım faresinden daha aşağı, İslâmdaysa, sonsuzluk şevkinin pırıldattığı nur yüziyle, en büyük kahraman. (3)

Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi olduğu hakikati İslâmındır. (4)

İslâmda cemiyet, ferdi, yüzüğün taşını tutması gibi her köşesinden sımsıkı kavrar ve onunla kıymetlenir. (5)

İslâm’da fertle cemiyet arasındaki unsur ve terkip düğümü, milyonluk kitlede bir kişinin diş ağrısını aynı diş üzerinde herkesin duyacağı nisbette mefkûrevî bir sarmaşdolaş belirtir. (6)

Ruhun tecelli zemini olarak maddenin ehemmiyeti azîm bir değer belirttiği için, daima bu ölçünün ışığı altında madde sahasına verilecek emek bakımından, İslâm İnkılâbı, insânî sıhhat ve güzellik cehd ve tedbirlerini başa almaktadır. (7)

Ruhumuzun sağlamlık, gerçeklik ve güzelliğine en canlı misâl, maddemiz olacaktır. Bu ölçüyle, ruhumuz adına maddemize cilâ üstüne cilâ çekmek ve revnak üstüne revnak püskürtmekle mükellef olacağız. (8)

Ve İdeolocya Örgüsü’nden alacağımız son hüküm:

İslâm İnkılâbı’nın sıhhat ve güzellik bahsindeki fikir ve iş plânı, en başta ruhları imâr davasının ruha yataklık edici en haysiyetli madde olan insan uzviyetini imâr şeklinde tezahür etmiş bir şubesidir; ve bu şubenin kadrolaştırdığı cehd ve tedbirler manzumesi, topyekûn insanlığa en yeni ufuklardan birini açmaya namzettir. (9)

Böyle bir anlayışın hâkim olduğu cemiyette, sokaklarda donarak, hastahânelerde parasızlıktan, evinde bakımsızlıktan ölen tek bir ferd olamaz ve olmayacaktır İnşaallah!

SOSYAL GÜVENLİK

Sosyal güvenlik kavramı, sosyal devlet ilkesinin gereğidir. Sosyal devlet ilkesi, devleti, sosyal bakımdan zayıf kimseleri korumakla mükellef kılar. Devlet bu görevi, Sosyal sigortalar ve öteki sosyal yardım müesseseleri aracılığıyla yerine getirir. Sosyal güvenlik, toplumdaki tüm ferdleri kapsar. Bu faaliyet tüm vatandaşların bütün ihtiyaçlarının devlet eliyle bedava karşılanması değil, aksine ferdin şahsî ihtiyaçlarını kendi çabasıyla bizzat elde edebilecek duruma getirilmesidir.

Sosyal güvenlik kavramının tarihçesine de kısaca bir bakalım. İnsan doğuşundan itibaren sosyal bir varlık olarak toplumda yerini almış ve içinde bulunduğu çevre tarafından ihtiyaçları karşılanmıştır. Bu faaliyet sistematik değil, teamülî bir şekilde olmuş; aile, klan, aşiret, kabile iç ilişkileriyle insanın barınma, beslenme, tedavi, ısınma gibi sosyal ihtiyaçları giderilmiştir. Bu şekilde süregelen ilişkiler, insan ve toplumların düşünce ve yönetim şekillerinde büyük depremlere yol açan 19 ve 20. milâdî asırda düzene, sistematiğe oturtulmak zorunda kalmıştır. Bu asırlarda devlet-insan ilişkileri değişmiş, krallıklar ve imparatorluklar devrindeki üstünlük devletten ferde geçmiş, sanayi devrimiyle ekonomik faaliyetlerin şekli değişmiş, yeni sosyal sınıflar doğmuş, devletler kanunlarla yönetilmeye başlanmış ve rejimleri ne olursa olsun, devletler kendilerini sosyal devlet olarak tanımlamışlardır. Bu tarif, devletin istisnasız bütün vatandaşlarının sosyal ihtiyaçlarını karşılamak mükellefiyetini taahhüd etmektedir. İnsanların İslâm dışı toplumlarda, “Benim ihtiyaçlarımı karşılamak zorundasın. Bu benim hakkım!” diyebilmesi ve bunu devlete kabul ettirebilmesi o kadar kolay olmamış, milyonlarca cana mâlolmuştur. Örnek olarak Fransız İhtilâli’ni verebiliriz. Burada insana verilen değerin hakikatinin İslâm’da olduğuna dair Hz. Ömer devrine âit bir levha ile bugün sosyal güvenlikte en başarılı ülkelerden biri olan Almanya’da bu hakkın nasıl kazanıldığına dair bir örnek vererek karşılaştırma yapalım. Önce Hz. Ömer devrindeki levha:

Hazret-i Ömer, Medine’ye birkaç mil mesafede bir yere gidiyor. Uzaklarda, hüngür hüngür ağlayan üç çocukla çevrili bir kadın görüyor. Kadın, bir tencereyi karıştırmakta, bir şeyler pişirmektedir. İnsanların, hakkında söyledikleri «Büyük» tabirinden çok daha büyük olan Hazret-i Ömer, kadına çocukların niçin ağladığını soruyor… Çünkü anaları onlara iki gündür yemek verememiştir; çaresi kalmayınca da, tencereye su koyarak un kaynatıyormuş gibi taklit yapmaktan ve böylece çocukları oyalamaktan gayri elinden birşey gelmez olmuştur.

Hazret-i Ömer, hemen Medine’ye gidiyor; taşıyabileceği kadar un, yağ, hurma alarak bunları sırtına vuruyor ve aynı yere dönüyor. Halifeyi arkasından takib eden kölesi yalvarmaktadır:

«Müsade et de ben taşıyayım!»

«Hayır! Kıyamet günü benim yüküme ortak olacak değilsin!»

Hazret-i Ömer, kadının yanına geliyor ve gıdaları teslim ediyor. Kadının neş’e ve saadetten uçuşunu mahzun gözlerle setrediyor. Ateşin yakılmasını bizzat üzerine alıyor; yemek bittikten ve çocuklar artık gözleri kuru oynamaya başladıktan sonra, anaları ellerini açıp da gönlünün içinden şu çığlığı koparıyor:

«Allah sana mükâfatını versin! Ömer’in oturduğu makama sen lâyıksın, o değil!..»

Ve Hazret-i Ömer, Ömer’in kendisi olduğunu söylemeden, inci gibi gözyaşlariyle süslü gözler ve gözlerinde gölge gölge düşüncelerle Medine’ye dönüyor. (10)

Şimdi de bizzat Alman resmî makamlarının anlatımıyla işçilere sosyal hakların veriliş hikâyesi:

19. yy’ın sonunda endüstride işçi sayısının artmasıyla işçilerin sosyal hakları çeşitli sorunlara yol açmıştı. Bu sosyal problem Alman iç politikasını harekete geçirdi. Zamanın başbakanı Bismarck, sosyal yasama hazırlığı başlattı. Bu girişim biraz da sosyal sebeblere dayanıyor, giderek güçlenen işçi hareketinin kozunu elinden alma gâyesini güdüyordu. (11)

Son cümle dünya görüşümüzle dışımızdakiler arasındaki farkın çarpıcı ifâdesidir. Bir yanda bizzat kendi elleriyle ihtiyaç sahibinin ihtiyacını giderirken mesuliyetten ağlayan devlet başkanı, diğer tarafta kendi iktidarını sürdürme gayesiyle insanların hakkı olanı ancak sıkıştığında veren anlayış.

SOSYAL GÜVENLİK MÜESSESELERİ

Bu bölümde, sosyal güvenliği sağlamakta başvurulan en önemli araçlardan olan sosyal sigorta müesseselerini anlatacağız. Sosyal sigorta sistemi devlet bazında bütün vatandaşlarını kapsıyorsa da bu mesele daha çok kamu ve özel sektör çalışanlarını ilgilendirmektedir. Şahsî sigortalarda pek yaşanmayan problemler kamu ve özel müesseselerde çalışanların baş ağrısıdır. Devlet bu noktada devreye girerek çeşitli düzenleme ve denetim mekanizmaları kurar. Sosyal sigorta belirli bir statü içinde olan kişiler (memur, işçi, esnaf) için yasayla zorunlu olarak kurulur ve yasayla belirlenen durumları (yaşlılık, hastalık v.b.) gözönünde bulundurur. Çalışanların sosyal güvenliği herşeyden önce sosyal yardım ve “ödenek”leriyle (emekli aylığı v.b.) sağlanır. Sosyal sigortadan sağlanan yardımla ödenen primler arasında tam bir denklik aranmaz çünkü sosyal sigortanın temel fonksiyonu, sosyal güvenliktir. Meselâ; 1 günlük işçi hiçbir hizmet üretmese dahi, hastalansa tedavi masrafları ne kadar olursa olsun masraf bağlı bulunduğu sosyal sigorta tarafından hiçbir hak kaybına uğramaksızın ödenir.

Şimdi, işlemedikleri malum olan, Türkiye’deki “sosyal sigorta” müesseselerine kısaca bakalım:

Emekli Sandığı: Bu sandık, statüsü ve müessesesi ne olursa olsun, Devlet memuru olanların meslek hayatından sonra sıkıntıya düşmeyip uygun bir hayat düzeyinde kalabilmeleri için emekli aylığı, hastalık masraflarının karşılanması gibi sosyal güvenlik hizmetleri verir.

BAĞ-KUR: Bu kuruluş serbest meslek sahiblerinden belirli bir süreyle belli miktarlarda prim toplayıp, topladığı prime devlet garantisi vererek emekli aylığı, hastalık masraflarının karşılanması gibi hizmetler verir. İsteğe bağlı bir sigortadır.

SSK: Bu müessese özel sektörde çalışanların haklarını korumak gâyesiyle kurulmuştur. Özel sektörde işveren, çalıştırdığı işçilerin primlerini ödemek zorundadır. Yine devlet çeşitli kanunlar çıkararak kendi belirlediği bir çalışma ve yaş süresinden sonra işverenin işçilerine emekli aylığını ödemesini sağlar. İşveren iflas etse de, emekli aylığı kaybolmaz. Devlet, işverenden topladığı primlerle oluşturduğu özel bir fondan çalışanın aylığını öder.

Kaza Sigortası: İş kazalarında çeşitli tazminat ve malul aylıklarıyla, çalışanın mağduriyeti ödenir.

Sosyal Tazminat: Bu tazminat, savaşta zarar görenlere, sakatlananlara, dul veya yetim kalanlara hiç değilse malî tazminat ödenmesidir.

Ayrıca tabiî âfetlerde zarar görenlere, kimsesiz, fakir, bakıma muhtaç kişilere, öğrencilere de çeşitli yardım, indirim ve kolaylıklarla sosyal güvenlik kapsamında sosyal yardımlar yapılır. Meselâ; üniversite öğrencilerine ücretsiz sağlık hizmetleri, fakir kağıdı olanlara odun-kömür yardımları, 60 yaşın üzerindeki insanlara, ücretsiz ulaşım imkânlarının sağlanması gibi…

SOSYAL GÜVENLİĞİN FİNANSI

Türkiye’de sosyal güvenliğin finansı, çıkarılan kanunlarla belirlenir. Finans, çalıştıranların ve işverenlerin belli nisbette katkılarıyla prim toplanarak karşılanır. Bu prim memurlarda, brüt maaşın % 25-30’una, özel sektörde işçi katkısı biraz daha artmış olarak brüt maaşın % 25-30’una tekabül eder. Serbest çalışanlar ise, devlet tarafından belirlenmiş bir miktarı aylık dilimlerle ödeyerek sosyal güvenlik finansını oluştururlar. Sosyal güvenlik müesseselerinin fonksiyonlarını sağlıklı olarak yerine getirebilmeleri, bu primlerin düzenli olarak toplanmasına bağlıdır. Toplama işindeki kısa veya uzun süreli devam eden sıkıntılar hak sahiblerine verilecek hizmetlerin aksamasına yol açacaktır. Bu aksaklık sosyal güvenliğin en önemli şubesi olan sağlık sektörünü vurduğu zaman, yazının başında belirttiğimiz “Paran yoksa öl!” manşetine uygun mevzu bulmayı kolaylaştıracaktır. Sosyal güvenliğin finansında yaşanan sıkıntı sadece prim toplama sahasında değildir. Buna, sosyal güvenlik müesseselerinin kötü yönetilmesi, gelirlerin çarçur edilmesi, israf, yolsuzluk gibi çöküşü hızlandıran faktörler de eklenince, durum bu mevzuda da içinden çıkılmaz bir manzarayı gösterecektir. Yaşanan sıkıntıları resmî ağızlardan aktaralım: “Memur kesiminde bu sıkıntı en az seviyededir, çünkü Emekli Sandığı’nın açıkları devlet tarafından kapanıyor. Borcu veya alacağı yönünden bir endişesi yok. İşçi kesiminde ise durum çok farklı, zira cezalar ne kadar ağır olursa olsun, işverenin inisiyatifine bırakılan işçilerin sosyal güvenliği, bir çıkmaz sokak ve darboğazla karşı karşıya… Öyleki; SSK’nın 1977 yılı istatistik rakamlarına nazaran 5 milyon zorunlu sigortalıya karşı, 4,5 milyon işçi ve tahminen 18 milyon aile efradı (nüfusun % 25’i) sigorta haklarından mahrum bırakılmakta.

Bağ-Kur’daki vaziyet de şöyle: Türkiye’de 3 milyon Bağ-Kur sigortalısı var. Bunlardan % 27’si müesseseye hiç ödeme yapmamış, % 67’si arasıra ödeme yapmıştır. Bağ-Kur’a düzenli ödeme yapanların nisbeti sadece % 5. Türkiye genelinde Bağ-Kur’dan 1.100.000 kişi aylık alıyor. Bağ-Kur prim ödemelerinin düzenli olmaması sebebiyle ortaya çıkan gelir-gider farkını Hazine yardımı ile kapatıyor. Müessese, prim ödemelerinin yapılmasını sağlamak gâyesiyle getirdiği kolaylıklardan da beklediği ölçüde sonuç alamıyor.” (27 Nisan 1999, Akit Gazetesi)

Peki her insanın tabiatında bulunan, ileride hiç hesabsız başına gelebilecek sıkıntılarda tutunabileceği bir garanti olan sigorta müesseselerine insanlar niçin para yatırmazlar? Hem de bu paraya devlet garantisi verilmişken? Bu sorunun cevabını külliyatımızdan vererek hâdiseyi mânâlandıralım:

Günümüzün siyasî, idarî, içtimaî, ahlâkî, çevresini tayinde ve (kompleks) ukde belirtici hadiseleri tahlilde iktisadî ölçü ve kültürün ne büyük rol oynadığını bilenler hemen kestirir ki, iktisatta, her sahada olduğu gibi ruhî faktör baş âmildir.” “…muvazenenin baş faktörü olan temel ruh şartı, cemiyet desteklerine güven duygusu, birdenbire ve tâ kökünden incinmiştir. (12)

Cemiyet desteklerini düzenleyen ve sağlamlaştıran müessese devlettir ve bu müesseseye tam güvenenlerin nisbetini istatistik söylesin: Sadece % 5.

BAŞYÜCELİK DEVLETİ’NDE SOSYAL GÜVENLİK

Başyücelik Devleti müslim veya gayri müslim, bütün tebaasının refahını, yâni sosyal güvenliğini sağlamayı taahhüd eder. Daha önce sosyal güvenliğin tarifini yaparken, “Vatandaşların bütün ihtiyaçlarının devlet eliyle bedava karşılanması değil, aksine ferdin şahsî ihtiyaçlarını kendi çabalarıyla bizzat elde edebilecek duruma getirilmesidir” demiştik. Bu da herkese iş vermekle mümkündür. Bu noktada sözü, Üstad Necib Fazıl’a bırakıyoruz (bu hükümlerin ruhuna sadık kalmak üzere; İBDA’nın kuracağı devlette şekil, kalıb ve teferruat belirten unsurların ne kadarıyla ve nasıl uygulanacağının takdiri İBDA Mimarı‘na âittir ki, Üstad Necib Fazıl da, ortaya koyduğu projenin kuru bir şablonmuşcasına anlaşılmaması gereğini aynı eserde vurgulamaktadır):

«Başyücelik Devleti»nde ana prensip, ferdin, devlet murakabesi altında, ister hükümet ve ister cemiyete mesul bir ifadeyle, bellibaşlı bir verim ve işe memur bulunmasıdır. Bu millî ve umumî memuriyet, sadece bellibaşlı yaş hadleri ve bellibaşlı sağlık şartlarıyla sınırlıdır. (13)

Tufeylî olmaya doğru giden verimsiz şahıs, ya iş bulamadığı, ya iş görebilmek şartlarına malik olmadığı, yahut iş görmek istemediği için bu vaziyete sürükleneceğine göre, birinci halde işi Düzenleme Vekâleti yoliyle devletten isteyecek, ikinci halde ve aile himayesinden mahrum kalmış olmak şartiyle Devlet Bakım Evlerinde yaşayacak, üçüncü halde de kafasına vurula vurula iş sahalarına sürülecektir. İş ve meslek sahibi olma çağındaki Başyücenin oğlu bile aynı ölçünün en aciz mahkûmu ve takip hedefidir. Başyücelik Devletinde babaya ve mirasa dayanma yoktur. Mutlaka iş ve emek… (14)

Başyücelik’te iş ölçüsü ve iş dağıtımına memur hükümet organizması, açık ve tabiî yollardan bir mesleğe ulaşamayan ve bir meslekte tutunamayan ferdi, maddî ve manevî en sıkı ve doğru muayeneden geçirip, rençberlikten ameleliğe veya talebelikten herhangi bir memurluğa kadar lâyık olduğu verim toprağına dikmek, orada tutturmak ve geliştirmekle mükelleftir. Böylece içtimaî müspet sınıflar dışı bir iş kaçağından, bir gün Başyüce meydana gelmesi ihtimalinin yolu açıktır. (15)

Bakımından mesul olacak hiçbir yakını veya isteklisi bulunmayan maddî veya manevî sakat ferd, illetinin iyileşme veya iyileşmesine bağlı imkân kadrosu içinde, şifasına veya ölümüne kadar devlet hastahanelerinin, devlet ıslahhânelerinin ve Devlet Bakım Evlerinin en en has ve en kıymetli konuğudur. Buralarda cemiyetin çürük ve tortu kısmı, şefkatli gizlenme ve bakılma örtüsü altında sokaklardan ve meydanlardan nihândır. Her türlü yakınlık ve gelirden ve tam mânâsıyla iş iktidarından mahrum ileri ihtiyarlarında yeri, Devlet Bakım Evlerinin hususî şubeleridir. (16)

Devlet, çocuklara masal anlatmak kabiliyetindeki bir ihtiyardan, parmak uçlarına inen temas dehâsiyle bir hasır iskemle örecek körlere kadar herkesi en rahat iktidarı içinde verimlendirmekle mükellef olduğuna göre, Devlet Bakım Evlerinin topyekûn verimsiz konukları, topyekûn iktidarsızdırlar. Bu bakımdan devlet, bir tataftan kendi girift ve muhteşem teşkilâtı, öbür taraftan da irade mihrakını teşkil ettiği cemiyette aile ocaklarıyla sıkı ve uyanık bağlantıya sahiptir. (17)

Başyücelik Devleti’nde sosyal güvenlik kurumlarının kuruluşunu Düzenleme Vekâleti’nin Teşkilat ve Tekaüt ve Sigorta Sandığı müsteşarlıkları tesis edecektir. (18)

Başyücelik Devleti’nde sosyal güvenliğin finansı devlet hazinesi yâni Beytülmal’ın üç şubesinden biri olan Beytülmal-i el müslimin tarafından karşılanacaktır. Beytülmal-i el müslimin ikinci kamu hazinesi, bütün müslümanların hazinesidir, fakat yalnız müslümanlar için değildir. Onun görevi İslâm Devleti’nin bütün tebaasının refahının sağlanmasıdır. Yolların, köprülerin, camilerin ve dinî teşkilatların yapılması, fakirlerin ihtiyaçlarının giderilmesi, refahın sağlanması gibi kamu hizmetleri de Beytülmal’ın görevleri arasındadır. Şu gelirler Beytülmal’de toplanır:

Sadaka ve zekat gelirleri… Savaş ganimetleri… Haraç ve cizyeler. (19)

Denetim mekanizması ise Mâliye Vakâleti’nin Bütçe ve Umumî Muvazene ve Vergiler ve Resimler müsteşarlıkları eliyle sağlanacaktır. (20)

NETİCE

Sosyal güvenlik müesseselerinin son derece nizâmlı ve tıkır tıkır işlediği Batı’da bu sistemin devletler eliyle verilmesi, içtimaî dayanışmanın yokluğunun getirdiği zorunluluktan doğmuştur. Ferd hürriyeti adına içtimaî dinamikler kıyıma uğramış, toplumun ahlâkî müeyyide uygulamaları bir kenara atılmış, aile bağları zayıflamış, her yönüyle bencilliği teşvik eden durumun karşısında bunu horgören ve dışlayan bir ahlâkî yapının olmayışı, sosyal yardım kavramını bir zorunluluk olarak devletin sırtına yüklemiştir. Dünyanın en zengin mahallelerinin arka sokaklarında sefillik içinde yaşayan onbinlerce kişilik gettolar oluşmuştur ve bunların yüzüne kimse bakmamaktadır. İslâm toplumundaki “Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi” olduğu hakikati yerine İslâm dışı toplumlarda “Dumanım tütsün dünya yansın” Neron zihniyeti, yanıbaşında sefillik içinde yaşayanlara yardım edilmesini engellemektedir. İnsan olmanın gereği olan yardımlaşmanın neredeyse yok denecek kadar az olması sebebiyle ortaya çıkan boşluk Batı’da kuvvetli bir sosyal güvenlik zincirinin doğmasına neden olmuştur.

Bu safhada İBDA’nın “İslâm tasavvufu önünde Batı’yı hesaba çekerek, herşeyin hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterme memuriyeti” çerçevesinde sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşmanın aslını ve bu işin nasıl hâlledileceğinin “çözüm çekirdekleri”ni külliyatımızdan gösterelim:

Yapı ve müesseselerin münasebetlerle belirlendiğini ve ilişkilerin belirleyici olduğunu söylediğimiz zaman, bu teşhis iyi ve kötü ayırımında yerini bulan ahlâk anlayışının da insan ve düzen tesiri ile şekillendiği gerçeğini ortaya koyar. Kısaca, şuura bağlı hareketlerin insan kapasitesi ve çevre şartları tesirinde kendini göstermesi, şuura bağlı hareketlerle de yapı ve müesseselerin değişmesi şeklinde karşılıklı etkileşimle sosyal ilişkilerde kendisine uyulan ahlâkın belirmesi. (21) Bu öyle bir ahlâk ki:

«Sağında ve solundaki evlerde aç insanlar varken, sofralarına oturanlar bizden değildir!» hadisinin ışıldattığı ahlâk (…);

Evinin kapısından kendisinden Allah için birşey isteyen fakire, «bu evcikten başka birşeyim yok; al anahtarı, gir içeriye ve otur, senin olsun!» mukabelesinde bulunan Şeyh-i Ekber’in derecesine dek uzanır. (22)

Bu ahlâkın hakim olduğu bir toplumda eşref-i mahlukat vasfıyla nitelenmiş hangi Ademoğlu aç, bi-ilaç ve sefil kalabilir?

Şimdi İBDA Mimarı‘nın sosyal güvenlik konusunda yazmış olduğu bir levhayı ve mânâlandırmasını okuyalım:

Hz. Ömer, annesinin kucağında ağlayan bir çocuk gördü… Anneye çocuğunu oyalamasını söyledi ve uzaklaştı… Biraz sonra aynı yere döndüğü zaman çocuğun yine ağladığına şahit oldu:

«Çocuğunuza acımıyor musunuz? Niçin onu susturmuyorsunuz?»

«Hakikati bilseydiniz beni suçlandırmazdınız. Ömer, emzikli çocuklara tahsilat verilmesini yasak etti; bu yüzden çocuğumu doyuramıyorum.»

Hazret-i Ömer, gözleri yerde geriye dönerken, kendi kendine hitab etti:

«Ömer, kimbilir senin bu hareketin yüzünden kaç çocuk öldü?»

Ve çocuklara ait tahsilatın hemen verilmesini emretti.

Yine… Gözlerini kaybettiği için vazifesine gelemeyen ve sağ elini Mûte cenginde feda ettiği için işini başaramayan iki sahabî’ye, devlet hazinesinden maaşlı birer yardımcı tayin etti.

Onun zamanında, müslümanların, müslüman olmayan tebaaya tatbik ettikleri ölçüyü, bir şehrin fethinde imzalanan anlaşmanın bir maddesinden gösterelim:

«İhtiyarlar çalışamayacak hâle gelir, bir kazaya uğrar, yahut mallarını kaybederler de yardıma muhtaç vaziyete düşerlerse, cizyeden affedilirler; ve müslümanların memleketlerinde kaldıkları kadar onların yardımı altına girerler. Fakat başka bir memlekete hicret edecek olurlarsa, müslümanlardan yardım borcu kalkar…»

Tekrar… Birgün, sadaka isteyen bir ihtiyara rastladı; bir zemmî, müslümanların idaresi altında müslümanlık dışı bir tebaa…

Sordu:

«Niçin dileniyorsun?» Cevap aldı:

«Cizye verdim, bütün malım mülküm gitti… Cizye verecek hiçbir kazanca malik değilim.»

Hazret-i Ömer, ihtiyarı peşine taktı, Beytülmal’e götürdü, ona bir tahsisat bağladı, sonra etrafına dönüp hitap etti:

«Genç, verimli ve kuvvetliyken bunların çalışmalarından faydalanıp, ihtiyarladıkları zaman onları sokağa atmak hakkına malik değiliz!»

Batı’da ancak 19-20. yüzyılda sözkonusu olan «sosyal güvenlik» davasının İslâm’ın tabiî yapısında bulunuşu da, temas etmekte olduğumuz örnek ümmet modeli içinde görünmektedir… Aynı şekilde, Batı için pek körpe bir mesele olan «sosyal devlet» ilkesi, fert adına «toplum» ve toplum adına «ferdi» ezici tercihler içinde bir ara çözüm bekler ve «denkleştirici adalet» prensibiyle bir çeşit devlet müdahalesi meşrulaştırılmaya çalışılırken, bu mevzuun hukuki mantığı «kitabına uydurularak» halledilmekte, neticede de «keyfilik» doğmaktadır. Oysa, fert teşebbüsü ve devlet müdahaleciliği, İslâm’ın tabiî yapısında bulunan bir kıvamdır.(23)

Son olarak, “Sosyal Güvenlik” mevzuunun “İslâm’ın tabiî yapısında” varolduğunu işaretleyen İBDA Mimarı’nın bu tesbitinden sonra, Üstad’ın dilinden meydan okuyabiliriz:

– “Bize dünyanın en kokmuş, çürümüş cemiyetini teslim ediniz, taahhüt ediyoruz ki, o cemiyette İslâm ideolocyasının sonsuz ruhu sindirilinceye kadar, sadece İslâm adaletinin kışrındaki ölçüler tatbik edilmekle, göz açıp kapayıncaya kadar kurtuluş, dış yapıda gerçekleşecektir. (24)

Bu meydan okuma ve taahhüd, 1999 yılının “kurtuluş” mânâsı ile birlikte bugün daha da mânidar değil mi?

Kaynaklar:

1) Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk -İktisada Giriş-, İBDA Yay., İstanbul, s. 250

2) Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., 6. Basım, İstanbul 1991, s. 114

3) A.g.e., s. 114

4) A.g.e., s. 114

5) A.g.e., s. 119

6) A.g.e., s. 118

7) A.g.e., s. 265

8) A.g.e., s. 265

9) A.g.e., s. 267

10) Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı -Nizam ve İdare Ruhu-, İBDA Yay., İstanbul 1989, s. 132

11) İşte Almanya, Alman Büyükelçilik Yayını, s. 397

12) Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk, s. 251

13) Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s. 310

14) A.g.e., s. 311

15) A.g.e., s. 311

16) A.g.e., s. 312

17) A.g.e., s. 312

18) A.g.e., s. 298

19) Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı, s. 153-154

20) Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s. 297

21) Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği -İktidar, Siyaset, Eylem-, İBDA Yay., 2 Basım, İstanbul 1990, s. 43

22) Necib Fazıl, İman ve İslâm Atlası, Büyük Doğu Yay., 2. Basım, İstanbul 1985, s. 163

23) Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı, s. 155-157

24) Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s. 128

Kaynak: Hasan Meriç, Akademya I. Dönem Sayı 12, Ağustos 1999.

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!