Tabutlanması Kolay Olmayan Bir Yahudi: Antid Oto

Evet, birçok kişi bu ismi ilk defa işittiğini söyleyebilir belki, ancak onu çok iyi tanıdıklarını, en azından ismini birkaç kez bir yerlerde görüp işittiklerini hatırlayacaklardır. Biz Antid Oto‘dan devam edelim. Bu imzayla yazılan birçok yazı, Ekim 1917 Sovyet Devrimi öncesinde hattâ sırasında Narodnikler’in gazetelerinde yayınlandı. Antid Oto ismi tek başına bir anlam taşımaz, fakat onunla dans etmeye başlarsanız kendi kimliğini size açıklayacaktır. “Anti” ilk dörtlüsünün ödünç aldığı eşdeyişle, onların yanında iğreti duran “D“yi, arkadaki üçlünün önüne getirirseniz şöyle bir terkib elde edersiniz: Anti Doto. Peki bu tamlamanın bir anlamı var mı? Kuşkusuz var: Anti-doto veya Anti-Dote, Tıp terminolojisinde kullanılan ve “panzehir” anlamına gelen bir kelime. Bu müstear ismin sahibi, başka imzalarla da birçok yazı kaleme aldı. Bu imzalara örnek olarak, PeroPetr Petrovitch isimleri gösterilebilir. En son ve kalıcı olarak aldığı müstear isim ise korumalarından birinin ismiydi ve bu isim onu dünya tarihinin en mühim şahsiyetlerinden biri hâline getirecek ve kimse onun gerçek ismini merak etmeyecekti. Evet, korumasının -ve daha sonraları kendisinin- ismi Trotsky‘ydi! Çok az kimse tarafından telaffuz edilen gerçek ismi ise Leon Davidovitch Bronstein‘dir. 26 Ekim 1879 tarihinde Ukraine’nin güneyinde dünyaya gelen Trotsky, zengin bir yahudi çiftçi ailesinin çocuğudur. Bronstein ailesi.

Biz burada Trotsky‘nin “curriculum vitae“sinden ziyade bazı dönemlerine ve öldürülüşüne değineceğiz. Onu çok kısaca tanıtmaya çalışacağız ama, daha ötesi gelişmeleri farklı ideolojik-politik arka plânlara taşımaya çalışacağız. Sosyalistlerin ve burjuva demokratların tezlerinden farklı değerlendirmelerimiz olacak.

Öncelikle Trotskizm’in ne olduğunu bizzat kendi ağzından çıkan birkaç cümleyle ifâde edelim:

“Trotskistler, Tarih’in ritmini (ahengini) öğrendiler. Kendi şahsî damak tadlarını Tarih’in kanunlarıyla entegre ettiler.”

“Bu dünya üzerinde, kanunlara bağlı olarak değil ve fakat yasaların bir istisnası olarak varolduğumu söyleyebilirim.”

“Hayatın derin bağlantıları arasında bir ironi (mizâh) mevcuttur. Bu (ironi); Tarih’i derinliklerden satha çıkarma sanatını yürüten tarihçilerin nöbetidir.”

“Kesindir ki, insanlığı ileriye doğru taşıyan, kurbanlardır.”

Şüphesiz bütün bu sözlerden, Trotsky‘nin ne olduğu, neler teklif ettiği, nasıl yaşanması gerektiği konusunda topyekûn bir netice çıkarmak kolay ve mümkün değildir, ancak bazı vurguların Trotsky‘yi en kaba hatlarla tanımladığı da tartışma götürmez. Meselâ Tarih, Tarih birikimi, bilgisi ve onu ideolojik bir kategori olarak anlamak, onun kurbanları, ahenk ve İroni, Trotsky‘yi sarıp sarmalayan ve onun hayatında bağlayıcı olan birkaç, ama belli başlı kavramlardır.

Hayatı boyunca Ütopya’sıyla yaşadığı İşçi Devleti için şöyle diyordu: “Proletarya (Emekçi) iktidarı, olması gereken değil ve fakat olandır.” Evet, Trotsky Proleterya Diktatörlüğü’nün özlenen değil fakat neredeyse mutlaklaşması gereken bir süreç olduğunu iddia eder ve bu Ütopya’sını sürekli canlı tutar. Onun çıkış noktalarından biridir bu. Belki de bu yüzden 2. Dünya Savaşı’nı pek onaylamaz ve bu işin içinde birden fazla bit yeniği olduğu kuşkusunu taşır. Şöyle der: “Savaşılacak bir taraf görmüyorum!” Yine Trotsky‘ye göre Komünist Devrim sürecinin, Marks‘ın öngördüğü vetîre (= süreç)den geçtiği tartışmalıydı, hattâ öyle değildi. Zirâ Marks şöyle diyordu: “… Fakat Tarih paradoxlarla doludur. Ukalâlar, diyalektiğin, zihnin aylak bir oyunu olduğunu düşünürler. Gerçekte, çelişkiler yoluyla Evrim sürecini üreten yalnızca odur (diyalektiktir).” Evet, hakikaten de Tarih paradokslarla doluydu, hiç beklenmeyen yerlerde, hiç beklenmeyen şeyler oluyordu. Bu, öylesine böyleydi ki, neredeyse istisna değil kural olarak düşünülebilirdi ve Tarih’in doğruya yakın ve sağlıklı tanımının yapılarak bir istinad ve referans oluşturulması Trotsky‘yi had safhada alâkadar ediyordu.

Trotsky, materyalizmi şöyle ele alıyordu: “Mantıklı argümanlarla anlaşılabilir olma ifâdesi“. O, bilgiçlik taslamak gerektiğinde, Diyalektik Materyalizm kavramı yerine “Bilimsel” kavramını tercih ediyordu. Diyalektik kavramını kullandığında ise, onu en derin anlamıyla ele almaya çalışıyordu. Eşya’yı “Relativite” dahilinde ele alıyordu. Zıtları ve çelişkileri anlamak için, “Kinizm”e (Alaycılığa, hor görücülüğe) yer vermiyordu. İçtimaî gelenekleri ve değer yargılarını hayli dikkate alıyordu. Şöyle diyordu: “İnsan, paradoksları anlamak istiyorsa, şahsında içsel bir geriye yolculuk yapmalıdır. Ancak böyle yaptığı takdirde gelişim süreçlerini tanımlayabilir. Stalinin yaptığı ise bu değil, şiddetin basitliğidir.

Trotsky‘nin en önemli yanlarından biri de sanıyorum üslûbudur. Onun üslûbu hiçbir zaman -kullandığı kavramlar itibariyle- insanlığın bütün niyet ve çabalarının ötesinde bir vurdumduymazlık ve üstten bakıcılık gölgesi taşımıyordu. İçinde taşıdığı çelişkilere karşı duyarsız bir tavır içine girdiğini söylemek de oldukça zordur. Şiddetle ve tekrar tekrar, insanlığın gayretlerini dikkate alarak süreçleri geliştirmeye çalışıyordu. Retoriği bir lise öğrencisi seviyesinde olduğu zamanlar bile bu böyleydi. Dogmatik Marksizm’in katı kaidelerinden ziyade, beşerî gelişmelere dikkat ediyordu. İşte, belki de hayatını adadığı bu hümanizma en nihayetinde onun katlini de beraberinde getirdi. Tutkulu bir Marksist’ten hiçbir zaman daha aşağı değildi, aksine onlardan daha yukarıdaydı. İhtiraslı olduğunu kabul etmek gerekir. Ona göre fikirleri, şu yahut bu biçimde mutlaka zafere ulaşmalıydı. Bu tutum yanlış sayılabilir mi bilemiyorum, ancak birçok liderde bu hasletin belirgin olduğunu da kabul etmek gerekir.

Ona göre, Sosyalist program her ne kadar, Totaliter Bürokratik Sistem’in kölelerini savunmak (korumak) objektifini de içeriyorsa da, onun temel referans noktası, Kapitalist toplumun iç çelişkileriydi ve bu Ütopya’nın peşinden koşuyordu. Birincisi bu yaklaşımın gerçekten ve samimî olarak Trotsky‘yi yansıtıp yansıtmadığı tartışma götürür ve didiklenmeye değer. Ama kesin olan birşey var ki, Trotsky, İşçi Devleti ve yoksul ve imtiyazsız insanların menfaatleri için tutkulu bir teorik-pratik mücadele yürütmüştür. Aynı zamanda tüm insanlığın da yaşadığı şu yakıcı çelişkiyi ömrü boyunca şuurunda taşıdı: Bir imtiyazsızın fayda elde etmesi, bir diğerininkinin bedeli sonucudur! Herşeye rağmen asık suratlı bir ciddiyet yerine, mizâhın hoşluğunu ve gerekliliğini her fırsatta vurgulamaktan geri durmadı. Zira hayat süreçleri gelişmeyi ve değişmeyi ister istemez getiriyordu. O, diğer acı bakışlı Kızıl Ordu komutanlarından farklı biriydi. Belki de ilk ve son güler yüzlü Kızıl Ordu komutanıydı.

StalinTrotsky çelişkisi şöyle formüle edilebilir belki: Bir inanç uğruna savaş veren eylem ve fikir adamları, kendi imânlarının alternatifini temsil eden silahlı münekkidler tarafından protesto edilmeye (tasfiye edilmeye) aday olduklarını bilirler. Ama bunu bile bile de imânlarından taviz vermezler, onları lider ve farklı kılan yanları da budur. Manipülatörün ellerindeki güç, “Ölüm“dür. Buna mukabil diyalektisyen tarzı ise, “Hayat“tır ve böylece ötekinin tabiî düşmanı hâline gelir. Bu yüzdendir ki, Trotsky kendi katlini çok önceleri farkedebilmiştir. Bu bir kehânet değil, bir basirettir.

Trotsky, Londra’ya gittiğinde büyük bir fikrî sıkıntı yaşar ve bu hâlini, “Topoğrafik Cüceleşme” olarak tanımlar. Londra, Sovyet devriminin beyinlerini ağırlıyordu o dönemler: Lenin, eşi KrupskayaMartovPlekhanovVera Zasulitch ve Trotsky. Bu grup hem Rusya’ya “Iskra” (Kıvılcım) vasıtasıyla şifreli mesajlar ulaştırıyor, hem de kendi aralarında çok yoğun münakaşalar geliştiriyorlardı. Aslında bu tartışmaların temelinde, sosyalist örgütlenme modelleri, ama daha derinde iktidar mücadelelerinin ilk nüveleri yatıyordu. Özellikle Lenin bu mânâda çok dikkat çekiyordu. Bu tartışmalar bazen çok sertleşiyor ve insanlar birbirlerini suçlayabiliyordu. Meselâ PlekhanovMartov‘u ve Trotsky‘yi pek sevmiyordu. Bütün sert tartışmalar, tumturaklı bir jargonla yürütülüyordu. Bu kurala uymayan ve farklı bir üslûbu tercih eden tek kişi Trotsky idi. O, “Ev lisânı”nı kullanmakta ısrarlıydı ve bu durum Lenin‘i çok kızdırıyordu. Buna karşın TrotskyLenin‘i “Savcı Tenkilciliği” ve “Moral Tahakkümcülük“le suçluyordu.

Trotsky, Menşevikler’in (Azınlıktakiler) lideri konumunda olmasına rağmen sürekli geniş komitelerin argümanlarına ve bunun gücüne inandı. Lenin ise Erk’in belirleyici olduğunu kabul ettiğinden, Bolşeviklerin (Çoğunluktakiler) liderliğini yürütüyordu. Bu iki grup arasındaki mücadelenin korkunçluğunu ifâde etme temelinde Lenin şöyle söyleyebiliyordu: “Sıklıkla irritation doğuran (tahriş edici) davranışlar ve eylemler içine girdiğimin şuurundayım.

Menşevikler’le bir yere varamayacağı kanaatine varan Trotsky, yaşadığı çelişkilerin neticesinde Parti’de yalnızlaştı ve 1905 “Abortif-Ölü Doğan Devrimi” için St. Petersbourg’a geldi ve St. Petersbourg-Soviet’in başına geçti. Lenin ve diğer komünist liderler ise devrim girişiminin sonunda St. Petersbourg’a geldiler. Lenin, hayatı boyunca Trotsky‘ye karşı gizli bir gıbta ve kıskançlığın içinde kaldı ve onu bir “Günâh Keçisi” olarak idrak etmekten haz duydu.

Trotsky, 1905 fiyaskosunu hiç önemsemedi ve devrimin bir dahaki sefere kesinlikle gerçekleşeceğini her fırsatta yazdı, söyledi. Devrim, olgunlaşan bir “Kızıl Elma” gibi Proletarya’nın ağzına düşecekti.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması Trotsky açısından son derece şanssız bir gelişmedir. Savaş öncesi ve sırası patırtıları Trotsky’nin şiarını yoketmiş ve onu dilsizleştirmiştir. Stalin bu fırsatı çok iyi kullanmış ve onu Hitler ve ABD ile ilişki içinde göstermeye dikkat etmiştir. Bu propaganda kısa bir dönem için tutmuş, fakat daha sonra birçok gerçek su yüzüne çıkmış, Stalin‘in taktığı kalitesiz maskeler bir bir düşmüştür. Gerçekte Hitler’le anlaşma içinde olan ve onunla pakt imzalayan Stalin‘in ta kendisidir. Sosyalist ideoloji “bilimselliği” öne koyuyordu ama Stalin bu “bilimsellik”ten pek nasibini almamıştı. Bütün Menşevikler ve hattâ Bolşevik şeflerin hemen hepsi tasfiye edildiği ve Trotsky Sovyetler’den binlerce km. uzak ve çok zor bir mevkîde olduğu hâlde StalinTrotsky‘nin, Sovyetler’deki Tren ulaşımını endüstriyalizasyonu sabote ettiğini, çiftliklerdeki domuzları enfekte ettirdiğini ve ülkeyi batırmak için adamlarını harekete geçirdiğini iddia edebilmiştir. Peki nerededir bu hayâlî Trotskist kadrolar?; bunun cevabı yoktur. Biz başka cevablar verelim. Stalin, beyin kapasitesi ve teori itibariyle o kadar olgun ve dirayetli olmadığı hâlde neden bu kadar rahat at oynatıyordu ve istihbaratı nasıl bu kadar gelişebilmişti, bu kadar çok propagandisti nereden bulmuştu? Ve nasıl bu kadar rahat nefes alabiliyordu? İşte burada bazı teferruatlara girmek gerekir. Birincisi müstakbel İsrail Devleti, Status Quo’ların değişimine bağlıydı ve bu değişimlerin gerçekleşebilmesi için gereken itici ve belirleyici güç de “SAVAŞ”tı. Bu yüzden savaş oyunu çok önceden teorize edildi ve oldukça gerçekçi olması gerektiğine karar verildi. Bu gerçekçi sahnelerde rol alan aktörlerin de diktatoryal figürler olması gerekliydi. Bu aktörlerden biri Hitler‘di –ki o da tescilli bir Yahudidir- diğer tarafta ise bir başka Yahudi vardı: İosip Tchougashvili Stalin (gerçek ismi ise Iosef Ignatashvili‘dir) yâni bir Gürcü Yahudisi! Bütün bu gelişmelerin nüvesini eken LeninTrotskyBukharin de diğer Yahudiler’dir. Onlardan kimileri öldükleri, kimileri de zayıfladıkları için sahnenin arkasına itilirken bazıları da Anarşizm’e eklemlendirilerek sürecin karmaşıklaştırılması ve profesyonelleştirilmesi sağlanmış, arkaplânlar gözden kaçmıştır. Kaçması da anormal sayılamaz zira oyunda gerçek silahlar ve gerçek kan kullanılmıştır. Oyun hem Avrupa’da, hem Sovyetler’de, hem Uzakdoğu ve Asya’da, hem Afrika’da, hem de Amerika kıtasında çok güzel hazırlanmış ve kotarılmış, soykırım rolünün yoruculuğu altında kalan Nazi şefleri için Arjantin, Brezilya, Şili, Peru, Uruguay, Venezuela ve Meksika arka sahneleri hazırlanmış ve yine yeri geldiğinde onlar da sürüden ayrılmak zorunda bırakılmışlardır. “Yahudi Güç” (Judaic Power) herkese rolünü en doğru şekilde biçmiş ve onları olağanüstü oynatmıştır. Kimler yoktur bu Yahudiler arasında: Almanya’da kurulan “Ticarî amaçlı! TULİ adlı organizasyon. 15 kişi ve ne hikmetse hepsi de Yahudi. Görevleri ajanlık! Francesko Franco (İspanyol Diktatör), İspanyol Anarşistleri’nin liderlerinden ikisi, masum ve tırnakları sökülmüş TrotskyAdolf HitlerStalinM. Kemal (Hırvat Yahudisi ve Rakotsi ve Vedetta büyük Mason Locaları’nın en önemli üyelerinden), Lazar Moiseyewich Kaganovich (Stalin’in Anti-Hıristiyan propagandisti), Leiba Lazarevich Feldbin (Alexandr Orlov-Sovyet Gizli Polis şeflerinden, İspanya iç savaşında Sovyet istihbarî misyon şefi), Yevgeny KhaldeiMark Osipovich ReizenLev Leopold Trepper (Kızıl Orkestra adlı Yahudi istihbarat örgütünün şefi, Hitler‘in en yakınındaki adamlardan ve Stalin‘le bağlantısını sağlayanlardan biri), Zakharovich MekhlisHoward FastDavid DubinskyVictor Rotschild ve hattâ Rosenberg‘ler, daha bir sürü aktör.

İspanyol Anarşistleri’nin 1937-40 yılları arasında yoğun bir biçimde Meksika, Arjantin ve Şili’ye göç etmeleri ve bunların lider kadroları arasında mebzul miktarda da Yahudi bulunması hayli manidardır. Bir diğer garib üçlü ilişki de dikkat çekicidir: Nazi Gestapo-Stalin‘in gizli siyasî polisi G.P.U ve A.B.D istihbaratı: Breh, breh, breh…

Nitekim, 2.Dünya Savaşı’nın sona ermesinden iki buçuk yıl sonra İsrail Devleti resmen ilân edilmiştir. Artık Stalin temel rolünü oynamış ve Moskova önlerinde âbideleştirilmiştir.

24 Mayıs 1940 tarihinde Trotsky‘ye karşı yürütülen 1.Tasfiye Operasyonu’nun başında da bir Yahudi bulunuyordu: David Alfaro Siquieros. O, Meksika’nın ileri gelen ressamlarından biriydi. Ressamlar, estetik ibdâcılığın, siyasî tutkudan ayrılamayacağına inanırlar. Sanat, toplumun hem yansımasını hem de değişim-dönüşümünü ifâde eder. Ressamlar birer sanatçı oldukları kadar birer savaşçıdırlar da! Siquieros aynı zamanda Meksika Maden İşçileri Birliği’nin de lideridir ve İspanyol Savaşı’nda Cumhuriyet’in Albayı’dır. Siquieros önceleri Trotskysttir ama sonraları Anti-Trotskyst ve Stalinist cebhede yerini alır ve Meksika Elektrikçiler Birliği’nin binasının duvarına “Burjuvazinin Portresi“ni çizer. Artık sıra eylemlerini tatlandırmaya gelmiştir. “İhanetçi Trotsky” bu “kutsal komünist topraklar”da lânetin ve şeytanın temsilcisidir ve tasfiye edilmesi gerekmektedir. Vakit “İcra-i Sanat” vaktidir. Bu eyleme giderken David‘in taktığı sunî “Hitler Bıyığı” ise oldukça traji-komik bir davranıştır. Şaka yaptığım sanılmasın, David gerçekten de “Hitler Bıyığı” takarak Trotsky‘nin evine varır. Yanında Felipe adlı G.P.U ajanıyla birlikte, Pajol kod adlı bir ressam, emekli subaylar, maden işçileri, sanatçılar ve işsizler de vardır. Şu tesadüfe bakın ki, Felipe isimli ajan da aslında bir Yahudi’dir: Leonid Eitigon! Bu operasyon başarısız oldu. Bu arada Trotsky‘nin korumalarından olan Sheldon Hurte‘in de Stalin’in ajanlarından biri olduğu ortaya çıktı. Bu koruma çatışmada öldürüldü.

21 Ağustos 1940: 2. Tasfiye Operasyonu, ve bu kez başarılı. Trotsky‘nin bedeni bir buz baltasıyla parçalandı. Cinayeti işleyenin kim olduğu hâlâ tartışmalı olduğu için, hiçbir zanlının ismini burada zikretmiyorum. Ve Trotsky‘nin filmini yapmak da yine başka bir Yahudi’ye nasib oldu: Joseph Losey!

Son tahlilde, Trotsky diyalektiğini, Yahudi Güç’ün diyalektiğinin dışında görmenin mümkün olmadığını, bunu sırf bir reformizm-Ortodoxi yahut StalinTrotsky veya sınıfların mücadelesi olarak görmeye çalışmanın asıl vizyonu buharlandıracağını ve bize asla tam ve yeterli bir tarihî perspektif veremeyeceğini düşünüyorum.

Kaynak: H.A. Akademya Dergisi, I. Dönem, Sayı 12, Ağustos 1999 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!