Tarih Felsefesi Üzerine Bir Deneme

Tarih felsefesi etrafında çok çeşitli görüşlerin hüküm sürdüğü, ama çoğunlukla temelsiz bina inşâı gayretinin misallendirildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu görüşlerin faraziyelere dayalı olması en büyük handikap. Aslında bu, 20. asrın ilim ve fikir sahasına hâkim en öldürücü hastalığı. Her mevzuda bütün ve öz kaybedilmiş durumda, ve yapılan faaliyetler -tıpkı ilkçağ felsefecilerinin yaptığı gibi- sürekli eskiyi çürütme gayretinden ibaret. Genel hava, her zaman bir belirsizlikle karşı karşıya bırakıyor bizi. Batı’nın ve batılılık kompleksi altındaki Doğu’nun buhranının en büyük kaynaklarından biri bu, belki de birincisi.

İbda Mimarı’nın sürekli üzerinde durduğu çok önemli bir ölçüyü hatırlayalım: “Peşin fikirle hareket etme metodu”… Maalesef bunu, menfî anlamda “peşin fikirli” davranma zannedenler çoğunlukta. Halbuki “kablî” (yani doğruluğuna inanılıp tahkim ve ispatına girişilen) hükümlere dayanarak hareket etmek, pek çok ilim adamı tarafından kabul ve tavsiye edilen bir usûldür. Şurası inkâr edilemez ki, “bilinen ve bulunan aranır”, “ne aradığını bilmeyen ne bulduğunu da bilemez”. Aksi hâlde iş, horozun inci bulmasına benzer. Oysa ki, kuyumcudur incinin ne olduğunu ve ne kıymette olduğunu bilen.

Tarih de bir ilim dalı olarak, çağımızın hastalığına tutulmaya çok müsait bir bünyeye sahip. Çünkü, bizzat içinde yaşamadığımız için ne olup bittiğini olanca teferruatıyla bilemediğimiz geçmiş zamanlar hakkında bilgi edinmeye ve onları mânâlandırmaya çalışıyoruz. Yazılı kaynak açısından birkaç bin yıl öncesinden daha geriye gidemiyoruz. Üstelik çevremizde vukû bulan hadiseleri bile, içyüzüyle görme kabiliyetine sahip değiliz çoğu zaman. Eğer tarihi sırf, olup bitenlerin kronolojik sıralaması olarak görüyorsak bunun bir önemi yok. O zaman da tarih, bir ilim dalı olmaktan çıkar; takvimcilik, kâtiplik nevînden bir meslek dalı hâline gelir.

Ne olarak görmememiz gerektiğini işaretlediğimiz “tarih”i, ne olarak gördüğümüzü izah mahiyetinde kısa bir ilâve yaparak devam edelim:

Bizim gözümüzde tarih, başından sonuna, Allah Resulü’nün Fert Hakikati’nin tecellisi etrafında cereyan eden hadiseler yekûnudur.

Çok basit bir ifadeyle bu ölçüyü başa aldıktan sonra, bunun insan ve toplum hayatına, yani “tarih kültürü” ve “tarih terbiyesi”ne dönük yönüne bakalım. Olmuş olanı yorumlamak ve istikbâle dair “kaygı”lara sahip olmak insanda fıtrîdir. Bu duygu, insanoğlunun en iptidaî faaliyetlerinden, bir milletin dünya hakimiyeti kavgasına kadar -kaynağı ve ismi bilinsin yahut bilinmesin- hâkimdir. İşte burada, hayatın her sahasına hâkim bir dünya görüşünü kurma -ona nisbetle hareket etme ve düşünme- meselesi karşımıza çıkıyor ki, tarih şuuruyla içiçe görülmesi gereken bir dâvâ. Çünkü insan, kendini ve çevresini idrak edip bunlara dimağında bir mânâ ve sûret biçer. Nereden gelip nereye gittiğini düşünmek -varoluş sebebini ve memuriyetini idrak çilesi-, farkında olmasak bile bizi buna zorlayan tarih şuurunun eseridir. Tabiî ki varoluş sebebini idrak çilesi, dünya görüşü kurma yahut bir dünya görüşüne bağlanma mecburiyetini de beraberinde getirir. Ve yine dünya görüşü dediğimiz şey, sağlam bir tarih muhasebesi ve mâzi ve hâl tesbitini doğurur.

  •  

Şimdi asıl meselemize gelelim. Tarih felsefesi dedik, yani tarihî hadiseleri mânâlandırmak, içyüzlerini görmek, yalanla doğruyu birbirinden ayırmak, yapılacak “doğru” tarihî değerlendirmelere dayanarak, istikbâle dair “doğru” hüküm vermek vs…

Bugün hem Batı’da hem de İslâm âleminde büyük yanlışlarla karşı karşıyayız. Bu yanlışları iki madde hâlinde ortaya koyalım:

1) Tarihin karanlık devirleri hakkında doğruluğu ispatlanamayacak, yanlışlığı ise her ân ortaya çıkarılabilecek faraziyelerle hüküm vermeye kalkışmak…

2) Bilgi kaynaklarının sıhhatli olup olmadığını düşünmeden hareket etmek…

  •  

Birinci madde üzerinde duralım. Bugün Batı’da, hayatın başlangıcı ve ilk insanın yeryüzünde nasıl vücut bulduğuna dair bir sürü teori üretiliyor. Kimileri “tekâmül-evrim teorisini ortaya atıyor ve insanların hayvanlardan türediğini iddia ediyor. Hayvan yahut başka bir canlı, son noktada “ilk kim?” sorusunun, yaratılma mecburiyetinin ve yaratıcı şartının cevabı ve alternatifi yok. Öte yandan tekâmül teorisini çürütmeye çalışanlar da, yine kolayca yanlışlığı ispat edilebilecek bir yolla hareket ediyor. Tekâmülcüler 800.000 yaşında bir “fosil”i örnek verirken, evrim karşıtları, 1.200.000 yaşında bir fosilin bulunduğunu iddia ederek ortaya çıkıyor. (Rakamlar net değil, ama yanıltıcı da değil. Doğrusu, ikisi de 800.000-2.000.000 yıl arasında. Sayıların karşılıklı nisbetleri de doğru.) Halbuki dünyanın bilinmeyen bir köşesinde yukarıdakilerin her ikisini birden çürüğe çıkarabilecek bir fosilin bulunmadığını kim iddia edebilir!

Bugün bu teorilerin mesnedini teşkil eden arkeolojik kazıların sıhhatine dair pek çok şüphe var. Uzun yıllar boyunca kullanılan “karbon-14” metodunun ne derece güvenilir olduğu hususu, uzmanlar açısından kocaman bir istifham ifade ediyor bugün. Bahsi aydınlatıcı olması bakımından, Daniel J. Boorstin‘e kulak verelim:

“Bu buluş, II. Dünya Savaşı’ndaki atom bombası teknolojisinin şaşırtıcı yan ürünlerinden biriydi. 1945’te zeki bir atom fizikçisi olan Willard Frank Libby (d.1908) ve Chicago Üniversitesi’ndeki öğrencileri, arkeolojik kalıntılarda karbonun ender bulunan bir izotopunun (karbon-14) varlığının ölçülmesini önerdiler. Bu karbon türü atmosferde daima çok küçük oranlarda bulunmakta ve sabit bir hızla çözülmektedir. Organik maddeler büyümeyi durdurduklarında artık karbonu parçalayamazlar. Böylelikle, nesnenin içinde bulunan karbon-14 miktarını günümüzde atmosferde bulunanla karşılaştırarak bir organizma fosilinin ölüm yılı, ya da bir ağacın ne zaman kesildiği yaklaşık olarak belirlenebilir. Bu yöntem, elli bin yıla kadar yaşlı nesnelere tarih vermek için bulunan yöntemlerin en iyisi olmuştur. Bir başka teknik olan “dendrokronoloji” (eskiliği ölçmek için çok yaşlı ağaçların kullanılması) ile karşılaştırıldığında ise Libby‘nin uzak geçmişte atmosferde bulunan karbon-14 miktarı ile ilgili varsayımlarının pek doğru olmadığı anlaşılmıştır. Birkaç bin yıl yaşındaki ağaçların halkalarına uygulanan testler, MÖ 1000’den önceki radyokarbon düzeyinin şimdikinden çok daha yüksek olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu da eskiliği ölçmekte kullanılan ölçütü değiştirmiş ve örneklerin, Libby‘nin atmosferdeki düzenli karbon-14 üretimine dayanan sonuçlarından da daha eski oldukları anlaşılmıştır.” (1)

Problem, sadece bir fosile, kalıntıya tarih vermekten ibaret de değil. Yukarıda zikrettiğimiz ikinci maddeye dahil edilebilecek şekilde, ayrıca, yine bu arkeolojik kazılar sonucu elde edildiği iddia edilen materyallerin, gerçekten de bir kazı sonucu bulunduğunun veya böyle bile olsa, kimlere ait olduğunun kesinlik belirtmemesi meselesi vardır.

Üzerinde pekçok tartışmaların yaşandığını bildiğimiz bu şüphe doğurucu manzara yüzünden, tarihte hiç yaşamadığı iddia edilen kavimlerin, birileri tarafından uydurulduğu ve onların varlığını kabul ettirmek gayesiyle, “…’lar’dan kalan tarihî eserler” adı altında çuvallar dolusu vasıfsız kaya parçasının yutturulduğunun söylendiğine dahi şâhit olduk. Misal verecek olursak; “Sümerler“. Sümerler denen bir kavmin yaşadığına dair ilk iddialar bu yüzyılın başında ortaya atıldı. Onların varlığına dair bol miktarda tarihî eserin çoğu, hattâ tamamı, T.C. toprakları üzerinde bulundu. O eserleri bulup topladığını iddia edenler, o yıllarda yeni açılmış olan Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencileri ve onlara tarih dersi (!) veren Yahudi profesörlerdi. Tabiî ki burada öğrencileri kaale alacak değiliz, asıl mesele Yahudi profesörler! Türkiyeli Yahudilere ait “500. Yıl Vakfı” koordinatörlerinden Harry Ojalva ve Nedim Yahya’ya ait şu sözlere dikkat edelim:

Atatürk ağırlıklı kısmı 1933 senesinde olmak üzere toplam 200 profesörü, Türkiye’ye büyük fedakârlıklarla getirmiştir. O Yahudiler de büyük fedakârlıklar göstererek, o güne kadar yaptıkları katkıyı devam ettirmişler ve Türk üniversite reformunu hazırlamışlardır.” (2)

Bu “sefer”le tezimizi kuvvetlendiriyor olmakla beraber, şöyle bir suale de muhatap olabiliriz: “Yahudi olsalar bile ilim adamı olarak, tarihî bir hakikati ortaya çıkarmış olamazlar mı?” Evet, olabilir. Fakat burada bizim takip ettiğimiz asıl mevzu Sümerlerin varlığı değil, doğru olduğu iddia edilen bazı tarihî hadiseler etrafındaki şüphelerdir. Üstelik bizim de şunu sormaya hakkımız var: Asırlardan beri topraklarımız üzerinde hiç mi tarihçi yetişmedi de, Almanya’dan gelen ithal profesörler eliyle, birkaç yıl içinde bir milletin varlığı kolayca ispat ediliverdi? Diğer taraftan, siyonizm emeli peşinde koşan Yahudilerin, diğer milletlerin dil, kültür ve tarihleri üzerinde oyunlar oynayarak, ne derecede büyük tahribatlara sebep oldukarını da kimse inkâr edemez. Kendi inanışlarına uygun olması için, muharref Tevrat’ta anlatılana göre bir peygamberler ve insanlık tarihi icat ettikleri, yanlış ve fâhiş tarihlendirmelere yeltendikleri, titiz İslâm tarihçisi Ebül Fidâ (1273-1331) ve diğer araştırmacılar tarafından da etraflıca ortaya konmuştur.

Misalleri çoğaltmak mümkün. Bugün Kızılderililerin atalarının Türk olduğunu iddia edenler var. Birtakım kültürel unsurların benzerliğinden yola çıkarak bunu iddia edenlere karşı, birilerinin çıkıp aynı unsurları kullanarak Türklerin atalarının Kızılderililer olduğunu iddia etmesinin ne kadar kolay olduğu gayet açık görülebiliyor. Aynı şekilde, nasılsa benzerlikler fazla, aksini ispat da gayet zor diyerek, Moğolların Türk olduğunun iddia edilmesini de misal verebiliriz.

  •  

Yukarıda ikinci madde olarak bilgi kaynaklarının sıhhatinden bahsetmiştik. Kronoloji esasıyla 1000 yıl evvelki tarihi yazarken, kapısının önünde kopan kavgayı her şâhidin ayrı ve aykırı anlatışı karşısında, “ben 5 dakika öncesini tahkik edemezken bu eseri nasıl yazıyorum?” diyen Bizans tarihçisini (3) hatırlayalım. Onun bu hâli, bizi baştan sona bütün bir insanlık tarihi hakkında hayrete düşürecek derecede ibret vericidir. İnsanların hadiselere bakış açıları, taraf yahut aleyhtar olmaları, eksik müşahedelerini kesin gibi göstermeleri, kasıtlı olarak gerçekleri tersyüz edebilmeleri vs. gibi pekçok unsur burada devreye giriyor ve sağlıklı bir bilgi edinme imkânımız azalıyor.

Tarihî hadiseler hakkında sağlıklı bilgi edinemememizin en büyük sebebi, iktidar sahiplerinin kasıtlı olarak yaptıkları tahrifatlardır. Tarih boyunca bütün iktidar sahiplerinin -birkaçı müstesna- hep işleyegeldikleri bu cinayet hakkında Batılı fikir adamı Volter’in bir sözü var. Diyor ki: “Resmî tarih asla gerçek değildir. Zira gerçek tarihçinin velinimeti yönetenler değil, topyekûn millettir.” Maalesef genellikle resmî tarih, iktidarı ellerinde tutanların istediği şekilde yazılmıştır ve bugün siyasetine kötülerin hâkim olduğu bir dünyada hâlâ böyle devam ediyor. Bu konu etrafında inkârı kabil olmayan pek çok misal var. Amerika kıtasına çıkan Avrupalıların asırlar boyunca sürdürdükleri sistematik asimilasyon ve soykırım neticesinde yokolma noktasına getirilen Kızılderililerin dramı… Halbuki Batılılar bunu hep “medeniyet götürme mücadelesi” olarak gösterdiler. Yıllarca kötü Kızılderililerle iyi beyazların savaşını seyrettik.

Aynı şekilde II. Dünya Savaşı esnasında müttefik kuvvetlerinin Almanlar ve Japonları “insanlık düşmanı katiller” ve kendilerini “ezilen iyilerin koruyucusu” olarak tanıtmaları… Oysa, müttefik kuvvetlerinin yaptığı katliamlar yıllarca hep gizli kaldı. Toplama kamplarında öldürülen milyonlarca sivil Alman ve Japonun encâmını kimse bilmedi. Atom bombası marifetiyle doğrudan sivil halka yönelik muazzam bir katliam, iyilerin muhteşem zaferi olarak alkışlandı. 1944 yılında, “din adamlarının yasak demelerini bir kenara bırakın! Şu boğucu ve öldürücü gazlar üzerine eğilin! Almanların üzerine gaz atalım!” (4) diyen Winston Churchill, büyük bir kahraman olarak görüldü hep. Şu da inkâr edilemez bir süreçtir ki, bu savaşı müttefikler kaybetseydi, durum tam tersine dönecekti ve herkes galip Almanları alkışlayıp mağlup müttefiklere nefret duyacaktı.

Yine II. Dünya Savaşı esnasında yaşandığı iddia edilen Yahudi katliamı palavrası… Bugün artık herkes biliyor ki, Hitler’in 6 milyon Yahudiyi katlettiği iddiası baştan sona yalandır ve II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Filistin topraklarına çöreklenip büyük cürümler işleyecek Yahudi kavmini mazlum ve mâzur gösterme gayretinin ürünüdür.

50 Yıldan beri Filistin topraklarını işgal altında tutan İsrail’in, mazlum Filistin halkına uyguladığı terör, Batılılar tarafından görmezden geliniyor ve özgürlük mücadelesi veren Filistinliler suçlu görülüyor. Eğer kötüler kazanır ve “Filistin’e ne oldu?” diye bir soran çıkmazsa, bizden sonraki nesiller, Filistinliler’i de terörist olarak tanıyacak.

Tarih üzerinde işlenen cinayetlerin en büyüğü yakın tarihimiz etrafında cereyan etti. Tarihe damgasını vurmuş bir milletin tarihi, yeni baştan yazıldı. İşlenen emsalsiz zulüm ve cinayetler gizlendi ve apaçık İslâm düşmanlığı gayesiyle ikâme edilen devrimler haklı gösterildi. Maddede kurtulmuş Türk milletinin kendi öz ruhuna kasdedilerek, işgal kuvvetlerinin beceremeyeceği bir tahribatla, neredeyse bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yere serilip çiğnenişi, dünya çapında bir zafer ve ezilen halklara örnek olacak bir istiklâl mücadelesi olarak öğretildi. İşte bu devirde doğrular ve gerçekler öylesine şiddetli bir taarruza uğradı ki, Üstadımız’a şu sözleri söyletti:

“Bize kalan aziz borç asırlık zamanlardan;
Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan…” (5)

  •  

İki madde hâlinde gösterdiğimiz yanlışlarla ilgili mesned ve delillerimizi bu şekilde çerçeveledikten sonra kendi ölçülerimizi ortaya koyabiliriz.

En başta altını çizdiğimiz “peşin fikirle hareket etme” metodunu hatırlatarak devam edelim. Bununla paralel olarak İbda Mimarı’na ait, esas kabul edeceğimiz bir ölçü:

“… hakikatleri kendi dışımızda cereyan eden bir seyirmiş gibi görmek ve kavgasını yapmak yerine, doğrudan “hâlihazır”dan hareket etmek ve “hakikati bulma” ölçülerini tayin etmek en doğru usul…” (6)

Tarihin karanlıklarında neyin doğru neyin yanlış olduğunu el yordamıyla arayıp bulmaya çalışmak yerine, hâl muhasebesi ve kendini “idrak eden-muhasebeye çeken” şuurun, kendisini ve çevresini isimlendirmesiyle paralel olarak köklere doğru inişi en doğru metod. Çünkü başlangıcı bilmiyorum ve isimlendiremiyorum, ama kendimi biliyorum ve isimlendiriyorum. Artık bu ândan itibaren bir başlangıç noktam var demektir. Bu noktanın, başta yahut sonda olması önemli mi? Neticede doğruluğunu inkâr edemeyeceğim bir gerçeklikle karşı karşıyayım zaten. Buradan yola çıkarak bir yerlere ulaşma imkânım var, ama bilmediğim ve isimlendiremediğim bir yerlerde bir başlangıç noktası aramaya kalkışmam, tesadüflere terkedilmiş ve her zaman sonuçsuz kalmaya mahkûm bir gayrettir. Sözgelimi, yeryüzünde vücut bulan ilk insanın kim olduğu hep merak edilir. Bu adamın, dünyanın dört bir tarafını kazmakla bulunamayacağı meydanda. Belki de o insan, hiçbir iz bırakmadan yok olup gitti. Siz şimdi sonuçsuz bir gayretle bu arayışa devam eden insanların hâlini bir düşünün: Felâket!..

Oysa bizler, hâlihazırdaki şuurumuzla kendimizi müslüman olarak idrak ediyoruz, Kur’ân âyetlerinin, Peygamberimizin sünnetinin ve “Peygamber Vârisleri” olarak adlandırdığımız, Allah’ın kendilerine vehbî ilim bahşettiği velî ve mütefekkirlerin sözlerinin hak olduğuna iman ediyoruz. Bu üç kaynaktan gelen her hüküm, bizler için tartışma malzemesi değil, tam tersine ardındaki muradı kestirmemizi ve doğruluğunu ispat ve tahkim etmemizi bekleyen hakikatlerdir. Meselâ, yukarıda bahsettiğimiz, “insanoğlunun atasının kim olduğu” sorusu. Biz hiç şüphe etmeksizin “Hz. Adem” diyebiliyoruz. Şimdi birileri çıkıp “bunun doğru olduğu nereden belli?” diyebilir, haklı da olabilir. Ama burada asıl farkedilmesi gereken, doğruyu bulduracak usûlün doğru olup olmadığıdır. Zaten iş, ilk insandan onun nasıl var olduğu meselesine, oradan da yaratılmış olma şartına ve nihayet sonsuz kudret sahibi bir “yaratıcı”nın varlığına iman zaruretine gelip dayanıyor ki, bu da bizim tezimizi kuvvetlendiriyor.

Yine aynı şekilde tarih öncesinin karanlıklarında kalan pek çok hadise, meselâ Nuh Tufanı, bize bu üç kaynak vasıtasıyla apaçık bildiriliyor. İnsanlık tarihinin başlangıcı, kavimlerin ve dillerin ayrılıp şekillenmesine dair aydınlatıcı bilgilere de bu yolla sahip olabiliyoruz.

Diğer taraftan bizim bu görüşümüzü kabul etmeyenler, bizim tezimizi inkâr gayretiyle yola çıkıyor ve tersinden bizim hükmümüzü tasdik ediyor. Onlar da başlangıç olarak bizim ortaya koyduğumuz hükümlerin yanlış olduğu hükmüyle hareket ediyorlar. İnsanoğlunun atasının Hz. Adem olduğu hükmü üç semâvî dinin (Musevîlik, İsevîlik ve Müslümanlık) mensupları tarafından kabul ediliyor. Her biri diğerine düşman olan bu üç dinin kitapları ayrı devirlerde inmiş olduğu hâlde pek çok noktada olduğu gibi, bu noktada da birleşiyor. Bunu tesadüf kabul edelim. Tarih öncesinde yaşamış kavimlere ait tabletlerde Nuh Tufanı vs. gibi hadiselerin kaydedilmiş olmasına ne buyrulur? Üstelik o milletlerin hepsinin bir dine inanışları, karanlık devirlere ait çok önemli ipuçları veren efsanelerin, dinî motiflerle dolu oluşu da ayrı dâvâ. Tamamıyla tarihî eser ve belgelere tâbî olanların, bizim hükmümüze gelmeleri gerekmez mi? Birileri çıkıp arkeolojik kazılarla elde edilen bilgilerin sıhhatiyle ilgili sözlerimizi öne sürerek bize karşı durabilir. O durumda da kendi istinad noktaları yıkılır. Biz ise bu delillere ihtiyaç duymadan inanmaya devam ederiz. Diğer taraftan; baştan “şu, şudur” diye koyduğumuz bir hükmü destekleyici mahiyette gördüğümüz tarihî eser ve belgelerden nasıl faydalanacağımızı bu paragraf içinde, gayet güzel misâllendirdik.

İşi tarihin karanlık devirlerinden çıkarıp yazılı kaynakların bolluğu dolayısıyla güya aydınlık gözüken yakın tarihimize, hattâ günümüze getirelim. Biz hâlâ tezimizde ısrarlıyız ki, bunun temellendirmesini yaptık. Tarih üzerinde yapılmış kasıtlı tahrifatların en çok bu devirde görüldüğünü de söyledik. Ayrıca insanların olaylara bakış açıları, müdrikeleri (algılama güçleri) vs. faktörleri sıraladık. Şimdi de tezimizi kuvvetlendirmek için, bu tezi ilk olarak ortaya atan ve mükemmel şekilde tatbikini gösteren Büyük Doğu Mimarı’ndan misâller verelim:

İbda Mimarı’nın, “keramet çapında” (7) diye vasıflandırdığı “tarih muhasebesi” İdeolocya Örgüsü’nden bu faslı takip edenler, niçin “keramet çapında” dendiğini anlarlar.

Üstadımız tarih muhasebesini günümüzde İslâm’ın bozulmuş olduğu tesbitiyle başlatıyor ve başlangıçtan bugüne bu bozuluşun devrelerini fasıl fasıl çiziyor. Sonunda tekrar günümüze gelinen bu muhasebe neticesinde, bu hâlin sebebi olarak “mütefekkir” eksikliğinin işaretlendiğini, “500 yıldır beklenen bu adam”ın geleceği çağın bu çağ olduğunu, aksi hâlde topyekûn insanlık olarak yokoluşa gittiğimizin tesbit edildiğini görüyoruz. İşte bu muhasebenin neticesi olarak, BD-İBDA fikirler manzumesi vücut bulmuştur. Diğer taraftan da Üstad Necip Fazıl’ın, dünya çapında bir ideolocya manzumesini kuracak çapta kuvvetli bir tefekkür bünyesine sahip olması sayesinde, bu muazzam tarih muhasebesini yapmış olduğunu da belirtelim.

Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid Han’a bir zamanlar “Kızıl Sultan” yakıştırması yapıldığını biliyoruz ve biz onu “Ulu Hakan” olarak tanıyoruz. Ulu Hakan II. Abdülhamid Han’ı da bize hakikatiyle tanıtan yine Üstad olmuştur. Üstelik Üstadımız bu gerçeği meydan yerine diktiğinde, o devirde İslâmcı geçinenlerden bile kendisine karşı duranlar oldu. Bugün dost düşman herkesin, bu büyük Osmanlı Hakanı’nın hakkını teslim ediyor olmaları, Büyük Doğu Mimarı’nın ne derece büyük bir ferasete sahip olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda tarih üzerinde işlenen cinayetlerin bir delili de oluyor.

Burada İbda Mimarı’na âit şu ölçüyü dile getirmekte fayda var: “İhtimâller âleminin mihrak noktasını yakalamaya çalışmak” (8) Ferasetten bahsedince bunu da ifade etmek şart oldu. Çünkü onca teferruat arasında doğru iz sürmenin zorluğu meydanda. Bu ölçü istikbâle dair hesap ve karar noktasında olduğu kadar, hâlde ve geçmişte vukû bulan hadiselerin içyüzüne sarkabilmek için de gerekli ve faydalı. Bilinmeyenler hakkında rastgele ve basit teşhisler yapmak yerine, hâl muhasebesine dayanarak, hadiseye katkısı olmuş ve olabileceği düşünülen bütün ihtimâlleri ve teferruatları süzerek, sağlıklı bir hükme varmak en doğrusu. Tabiî ki her hâlükârda yanılma payı var, ama bu vesileyle yanılma payını mümkün olduğunca azaltmış olduğumuz da inkâr edilemez. Buna bir de hadiselere bakan gözün taşıdığı feraset unsurunu ilâve edelim. Zaten bütün mesele dönüp dolaşıp burada düğümleniyor.

  •  

Peki tarihî hadiselerin dosdoğru bir şekilde nakledilmesinin hiç mi imkânı yok? Var! Ancak ve ancak iktidardakilerin iyilerden müteşekkil olduğu, yahut iyilerin iktidarı elinde tuttuğu, İbda Mimarı’nın deyişiyle, kralların filozof, filozofların kral olduğu vakit!.. Peki böyle bir devir yaşandı mı tarihte? Evet! Allah Resulü’nün sahabîleri, tâbiîn ve onlara tâbî olanlar… (Onlar, kavramın ilk delâletiyle anlaşılacağı mânâda “filozof” değil, kavramın ve mânâsının gaye noktasında hikmet sahibi hükümdarlardır.)

Diğer semâvî dinlerin, mensupları tarafından ilâhî vahiy iddiasıyla öne sürülen mukaddes kitapları, falanca tarihte yaşadıklarını iddia ettikleri peygamberlerin vefatlarından asırlar sonra kaleme alınmıştır. Buna karşılık Kur’ân ayetleri, vahiyle beraber ânında kaydedilmiştir. Üstelik diğer semâvî dinlerin mensupları, aradaki nesil kopuntusunu hiç dikkate almamış; güvenilirliği tasdik edilmiş rivayetçiler arama ihtiyacı duymamıştır. Kur’ân’ın toplanması ve kaleme alınması ise, sahabîlerin toplanarak “bizim Allah Resulü’nden dinlediğimiz Kur’ân budur” hükmünde birleşmiştir. Ki her biri üstün vasıflarla mütemâyiz sahabîler kadrosunun, Allah Resulü‘yle, yani ilâhî kelâmı tebliğ eden zât’la aynı devirde yaşamış ve O zât’la sohbeti olmuş insanlar olduklarını da hesaba katarak, böyle bir topluluğun yekpâre olarak “doğrudur” dediği haberin bâtıl olamayacağını itirafa mecbur kalırız. Onların “doğru” dediğine değil de, günümüz şeytanî vesvesesine iman ederek “şüphe” ve “fesat” tohumları saçanlar ise, Allah Kelâmı’na inanmayan kâfirlerdir.

Bir de hadis-i şeriflerin rivayeti var ki, hakikat kaygısı adına insanın tüylerini ürperten bir manzara arzediyor. Hadis ilmiyle alâkalı kitapları şöyle bir incelersek görürüz ki, kendisinden bilgi alınan şahıslar öylesine şiddetli bir “cerh ve ta’dil” ameliyesine tâbî tutuluyor ki, o mekanizmadan yalan ve yanlış şeylerin çıkması imkânsız derecesine iniyor ve alınan bilgilerin doğruluğu âdeta labaratuvar katiyetiyle tesbit ediliyor. Bugün biz o şartları kendimize ve çevremize tatbik etsek, neredeyse duyduğumuz hiçbir şeye inanamaz hâle geliriz herhalde. Tarihte hiçbir hadise üzerinde bu derece ihtimam gösterildiğine şâhit değiliz.

  •  

Görülüyor ki, tarih boyunca olup bitenleri dosdoğru öğrenebilmek, hadiselerin perde arkasına sarkıp doğru mânâlandırma yapabilmek, doğruluğu tartışılmaz peşin kabullere dayanmaksızın mümkün olmuyor. Yapılması gereken; bulduktan sonra aramak, tâbî olduktan sonra tahkim etmek. “Hâlihazırdaki insan şuurundan hareket etmek”, bir şekilde bir dünya görüşüne bağlanıp (bağlanılan şey bir ideolocya çapında olmayabilir de), onun sağladığı bakış açısıyla eşya ve hadiseleri görmek demektir. Bizi menfî anlamda “peşin fikirli” olarak göreceklerin kendilerinin de, “peşin fikirli olmama peşin fikri” -yahut peşin kabûlü- ile hareket ettiği ve yine bizi haklı çıkardığı anlaşılıyor mu?..

Kaynaklar:

1) Daniel J. Boorstin, Yaratıcı Ruhun Evrimi, (çev: Gülden Şen), Sabah Kitapları, İstanbul 1994, s. 71
2) Akit Gazetesi, 17.12.96 tarihli nüshası, s. 8
3) SM, İbda Diyalektiği, İBDA Yay., 3 Basım, İstanbul 1995, s. 80
4) Akit Gazetesi 20.3.96 tarihli hüshası, s. 7
5) NFK, Çile, BD Yay., 11. Basım, İstanbul 1986, s. 443
6) SM, İbda Diyalektiği, s. 80
7) A.g.e. s. 81
8) SM, İdeolocya ve İhtilâl, İBDA Yay., 2 Basım, İstanbul 1993, s. 132

Kaynak: İ.T., Akademya I. Dönem Sayı 10, Ağustos 1998. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!