Bugün kendini “sivil toplumcu, müslüman demokrat” olarak ifâdelendirenlerin kullandıkları en önemli fikrî mesnedlerden birisidir, meşhur “Tarihsellik” kavramı… Bu kavram, onların ne kadar kaba ve anlayışsız olduklarını ortaya koymak için birebir!
Şu ânda, Fethullah’ın “ruhanî lideri” olduğu ve işgâl edilmiş Kudüs’te merkezi bulunan, ismini Camp David Antlaşmasının tarafları Menahem BEgin ile Enver SEdat’ın isimlerinin ilk iki harfinin birleştirilmesinden alan (E. Sedat‘ın Lâtin harflerle Anwar Sadat şeklindeki yazılışı esas alınarak) ve “hedef” olarak kendilerine, onların yaptıkları anlaşmayı yaymak ve kezâ kendilerini de yâdetmeyi belirleyen Siyonist “BE-SA Vakfı” ile yakın ilişkileri bulunan “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı”nın başını çektiği bir dizi toplantı ve panel gerçekleştiriliyor. İslâm’ın ve müslümanların “meseleleri” (!) konuşuluyor; birtakım “sonuç bildirgeleri” yayınlanıyor. Herkesçe tanınmışların yanında ismini ilk defa duyduğumuz, isminin başında “prof. veya dr.” ünvanları bulunan zevât, günler ve gecelerce “meselelerimizi halledebilmek” (!) maksadıyla harıl harıl çalışıyor. Peki çıkan netice?! Şu:
“İslâm dogmatik değildir; içtihad kapısının açılması zarûridir; lâiklik, İslâm ile kavgalı değildir, en iyi lâiklik esasında İslâm’dadır; hâkimiyet, ‘Yaratıcı’ olması hasebiyle Allah’ındır fakat ‘siyasî’ olarak milletindir ve bu böyle anlaşılmalıdır; demokrasiyi savunmak bu açıdan İslâm’a zıt değildir vesaire vesaire…”
Bütün bu toplantıların ve neticelerin fikrî olarak üzerinde temellendirildiği kavram ise, bahsettiğimiz “tarihsellik”… Nedir bu “meselelerimizi” bir ânda “halledebilen” (!) sihirli kavram?..
“Tarihsellik”e göre: “Kur’ân, Arap yarımadasının şartları içinde, o ‘format’ta inmiş ve o gün için kullanılabilir hükümler içerir. Bu, ‘Vahiy alanı’nın ‘sabiteler’ ve ‘değişkenler’ olarak ikiye ayrılmasını, itikad ile alakalı (sabiteler) bilgilerin her çağa baktığını, ancak ibadet, ukubat, muamelat gibi (değişkenler) bilgilerin ise çağa ve coğrafyaya nazaran dikkate alınması gerektiğini, dolayısıyla da değişebileceğini içerir.”
Bu “tanım”, bize pek yabancı değil! Sıradan bir lâikin veya “sekülarist”in İslâm hakkındaki “temennileri”nden başka nedir? Onlara da sorsanız ya hacı veya hoca çocuğu olarak, “İslam mükemmel bir din. Ancak Şeriat, İslam’a Arap’ın kattıklarından başka nedir? Türk müslümanlığında bu yoktur ve din safiyetine kavuşmuştur.” diyerek bunu söylemezler mi? İşte “tarihsellik” dediklerinin içyüzü ve mânâsı bu. Güyâ onlarca, İslâmın bu şekilde “okunmasından” başka bir kurtuluş yolu yok!!! Oysa ki, “İslâm’a Muhatap Anlayış Dâvâsı” denilen meseleyi anlasalar, kurtuluşun nasılını da kavrayabilirlerdi. Benzerlik sadece “lâfızda” olmakla birlikte, bu “lâikleşmiş semavîler” in (yani Putperestlerin) yapmak istedikleri de bir mânâda bu; fakat niyetleri, başta da belirttiğimiz gibi “rahatlarının bozulmaması” olduğundan, yani temelleri böyle atıldığından, bu, bizim onların çalışmalarına verdiğimiz zoraki bir mânâlandırmadan başka birşey değildir elbette. Çünkü, insan düşmanında bile, sallapati ve haysiyetsiz bir duruş beklemez.
Bu anlayışın yerleşmesinde en mühim şahsiyet olan Fazlur Rahman’ın meselemizle alâkalı (vurguları bize, ibareleri kendisine ait) birkaç cümlesini yorumsuz olarak iktibas etmek, demek istediklerimizi vuzuha kavuşturacaktır:
“- … Elbetteki o, (Hazret-i Peygamber, Kur’ân’ın vahiy olduğu hususunda) doğruyu söylüyordu. Çünkü KENDİSİNİN DOĞRUDAN DOĞRUYA HİSSEDEREK DİNÎ BİR YAŞANTISI NETİCESİNDE BU HİKAYELER VAHYE DÖNÜŞMÜŞTÜR ve böylece masal olmaktan çıkmıştır.” (1)
“- Müslümanlar için mutlak kuramsal olması açısından Kur’ân, Allah’ın tarih içinde cereyan eden durumlara PEYGAMBERİN ZİHNİ vasıtasıyla verdiği cevablar olduğu için bu zorunluluk daha da güçlenmektedir.” (2)
“- Kur’ân’ın bazı âyetleri (…) Peygamberin benliğinin genişleyip topyekûn gerçeklikle birleştiği, bir seri ruhanî deneyimden bahseder. İslam geleneği, bütün bunları önemli bir deneyimde, PEYGAMBERİN GÖĞE YÜKSELMESİ TECRÜBESİNDE birleştirmiştir ki; büyük ihtimalle bu, İSA’NIN GÖĞE YÜKSELİŞİNE OLAN HIRİSTİYAN İNANCI İLE REKABETTEN dolayıdır.” (3)
“- İSLÂMÎ ÇAĞDAŞÇILIĞIN BİR ANLAMI VARSA, O DA KESİNLİKLE ŞERİATIN MUHTEVASININ DEĞİŞİME, BÜYÜK ÖLÇÜDE VE ÇOK YÖNLÜ BİR DEĞİŞİME TABİ TUTULMASI GEREKTİĞİDİR. (…) DEĞİŞİM İLKESİ KABUL EDİLİRSE BU FAALİYET HİÇBİR ŞEYLE SINIRLANDIRILAMAZ; HATTA KUR’ÂN’IN KANUN KOYAN ÂYETLERİ DAHİ BU YENİ YORUMUN KAPSAMI DIŞINA İTİLEMEZ. BU İLKENİN TEK SINIRI VE GEREKLİ ÇERÇEVESİ, KUR’ÂN’IN SOSYAL GAYELERİ, TEMEL MANEVÎ VE AHLÂKÎ İLKELERİDİR.” (4)
“- Ayrıca Kur’ân’da az sayıdaki ‘YASAMA İLE İLGİLİ ÂYETLER’ DE ARAP TOPLUMUNUN ÖRFÜ VE TATBİKATA ilişkin kuralları ile bağlantısı içinde doğmuştu.” (5)
“- İLÂHÎ EMİR, YEDİNCİ YÜZYIL ARABİSTANININ GERÇEK ÇEVRESEL (EKOLOJİK) DURUMU İLE EBEDÎ KELÂM ARASINDAKİ İLİŞKİDİR. ÇEVRESEL (EKOLOJİK) DURUMUN DEĞİŞMEYE MARUZ OLDUĞU BESBELLİDİR. BAZEN HZ. PEYGAMBERİN MEŞHUR ASHABI TARAFINDAN ŞİDDETLE KARŞI KONULMASINA RAĞMEN ÖMER İBN AL-HATTAB’IN BAZI İÇTİMAÎ KANUNLARDA KÖKLÜ DEĞİŞİKLİKLER YAPTIĞINI BİLİYORUZ.” (6)
Yaptığımız iktibaslarda verilmek istenen “mesajı” anlamışsınızdır: İlk önce “Vahyin”, Allah’ın kelâmı olduğu hakikati, “Peygamberin zihnine indirilen hikayeler” ifâdesiyle silinmeye çalışılıyor; çünkü böylece, “gelen-vahy” in “kendisine gelen-Allah Resûlü” ne göre “şekillendiği-yorumlandığı” ortalığa salınıverilecektir. Nitekim, “Arap toplumunun örf ve tatbikatı” ve “çevresel (ekolojik)” ifâdeleri ile Vahyin, “zaman ve mekâna göre değişebileceğini” hemen ifâde etmektedir mezkûr şahıs. Elbette bu kabul edilirse, “sınırlama” imkânsız oluyor ve “gelen” yani “H. Peygamberin de müdahil (!) olduğu İlâhî Emir” in, -geçmişte Ortaokullarda okutulan- “Din ve Ahlak Bilgisi” kitablarından farklı birşey olmadığının üstüne basa basa belirtilmesinin yanında, İslâm’ın “sadece kültürel zenginlik” hâlinde kabul edilmesi “söylemi” de iyice yerleştirilmeye çalışılacaktır… İki Ramazandır yapılan “dinî tartışmalar-din’i tartışmalar” ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Fazlur Rahman Deneyimi” isimli sempozyumda İlahiyatçı Prof. Mehmet Aydın tarafından söylenen “Mesele, Fazlur Rahman’ı değil, onun üzerinden İslâm’ı tartışmak” cümlesinin ne mânâya geldiği ve nerelerden köklendirildiği açıktır zannederiz.
BD-İBDA’nın ve bağlılarının niçin “mezhepsizlere ve bâtıllara” karşı BÜYÜK BİR ÖFKE duyduğu, bütün bu yazdıklarımız neticesinde daha da bir anlaşılsa gerektir. Çünkü bunların “duruşları” hem fertler nazarında İslâm’ı bulandırmakta hem de Oryantalist ve Lâiklerin kontrolündeki “Şeriatsız-Devletsiz İslâm” imajını kuvvetlendirmektedir. İşte bugün dillenen “müslüman demokrat”, “İslam, bir sivil/sınıfsız toplumdur” vs. ifâdeleri, “dinî delilleri” ni İslâm’ın “düşük çocuğu” diyebileceğimiz bu bâtıl anlayışlarda bulmaktadır.
Her devrin kendine has, kendini doğuran “tecdid-ihyâ-ibdâ” anlayışı vardır. Bu devrin İhyâ-İbdâ anlayışı, İslâm’a karşı yönelen, kökü Lâisizm’e dayanan fakat, görüntüsü “sivil toplum” imajında canlanan “Devlet’sizlik” veya, Efendi Hazretleri‘nin “en büyük fitne” olarak işaretleyerek buyurduğu “cihad kaçkınlığı” nın müsebbib ve faillerinin ortaya koydukları “Şeriatsız İslam” anlayışına ve böylece “72 Fırka” olarak işaretlenen bâtılların hakimiyet kurmasına karşı yapılıyor. (Buna, yani “fitne”ye çok kısa bir süre önce “Hilafet”in yıkılması ile başlanmıştı.) İbdâ faaliyeti gerçekleştirilirken elbette, İslâma muhatap anlayış topyekûn bir “yenilenme” içine giriyor; güneşi gördürecek GÖZ, güneş kadar kuvvetli bir şekilde pırıldıyor.
Bu “fitne”, yani “İSLÂMÎ MODERNİZM”, TARİHİMİZİN BUGÜNE KADAR GÖRDÜĞÜ EN BÜYÜK FİTNELERDEN BİRİSİDİR; tarihte bugüne kadar ortaya çıkmış olan “fitnelerin” HİÇBİRİ DEVLET’E, “ŞERİATSIZLIĞA” UZANAMAMIŞTI; “fitneler”, İslâm içinde, itikadî birtakım hurâfelerle ve sınırlı mensublarıyla kayıtlı kalmıştı. Bu ise, bütün hurâfelerin-bâtılların üzerinde, “Devletsiz” olmamızın dezavantajını da kullanarak, arkasına aldığı Lâik Devlet’in gücüyle yükleniyor. “İSLÂMÎ MODERNİZM”İ SADECE İTİKADÎ BİR SAPIKLIK OLARAK ELE ALMANIN SİYASÎ BİR HATA OLDUĞU DA AÇIKTIR; çünkü bu temeller üzerinde, bahsettiğimiz gibi “Şeriatsız-Devletsiz İslâm” imajı geliştirilmeye çalışılıyor. Eğer sadece “dinî” yönden ele alınır ve değerlendirmeler onunla tahdit edilirse, yapılanların hiçbir siyasî kazancı olmaz, tıpkı Hilmi Işık-“Türkiye” taifesinin yaptığı gibi kuru kuruya bilgiler nakletmeye, hatta sömürülmeye ve tabiî “bulunabilecek” (!) deliller ile mânâsız bir münâzaranın davetine de yolaçılabilir.
Fakat, “Hak geldi bâtıl zâil oldu”. İsmiyle müsemma İBDA ve bağlıları olarak biz, fikrimiz ve bileğimizle bunun da hakkından geleceğiz. Geleceğiz; çünkü, bunların mevcut düzen tarafından ortalığa bu kadar başıboş ve serbest olarak salıverilmesi, ASL’ın gelişinin, yani İBDA’nın sirâyetinin neticesidir.
Dipnotlar:
1) Fazlur Rahman, “Ana Konularıyla Kur’an”, s. 273
2) Fazlur Rahman. “İslam ve Çağdaşlık”, s. 78. Burada geçen “Peygamberin zihni” meselesi, “Sünnet ve Cemaat Yolu” itikadının Vahy hakkındaki hükmüne zıttır. Vahy, Allah Resûlü’nün “zihni”ne değil, KALBİNE indirilmiştir. Büyük âlimlerimiz, böylece sanki asırlar önce “tarihselci sefillerin” çıkacağını görmüş ve en küçük teferruatına kadar Din’i açıklamışlar. Çünkü, “zihin” dendiği ân “müdahil” olmak, “indirilene” şekil vermek vardır. Oysa Kalb, gelen ne ise onu öylece alır.
3) Fazlur Rahman, “Allah’ın Elçisi ve Mesajı (Makaleler-1)”, s. 42
4) Fazlur Rahman, “İslam”, s. 71-72
5) Fazlur Rahman, a.g.e. s. 99
6) Fazlur Rahman, “İslamî Çağdaşlaşma”, s. 319. (Akt. ‘İslâmî Araştırmalar’ dergisi, Ekim 1990)
Kaynak: Akademya I. Dönem, Sayı 10, Ağustos 1998.