Taş Lûgatı

Takdim

Sayı nedir? sorusu, insanı aptallaştıracak bir takım cevaplara götürebilir. Bu çalışma işte böyle bir aptallaşmanın neticesinde doğdu. Sayı nedir sorusu, bir çok kısma ayrılabilir; sayı bir varlık mıdır? Varlık ise hangi kategoriye aittir? Sayı ile diğer varlıklar arasında nasıl bir münasebet vardır? Sayı bir bilgi midir yoksa bir varlık mıdır? Sayı ile rakam aynı şey midir, değil ise rakam nedir? Sayılar arasındaki münasebet mi sayıyı doğurur, yoksa münasebetler mi sayıları doğurur? Sayı ile zaman arasında nasıl bir ilgi vardır? Sayı ile mekân arasında nasıl bir ilgi vardır? Sayı tarihin belli bir dilimde mi keşfedilmiştir yoksa başlangıcı insanın başlangıcına mı dayanır? Sayı keşfedilmiş midir yoksa icad mı edilmiş midir? Doğrusu bu alanda doğru soru sorabilmek bile mesele.

Arapça’da hesap, Latin kökenli dillerde calculus ve Türkçe’de sayı kelimesinin taş ile iştikak ve anlam birlikteliği, taşın ne olduğunu ve sayıya, hesaba niçin ad olarak seçildiği sorularına götürür. Efendim, hesap kadim zamanlarda taş ile yapılan bir ameliyeydi ve bu yüzden bu ad kullanılageldi cevabı da bir cevaptır ama bu cevabın da bir soru olarak karşımızda durduğu da gözden kaçmıyor: İsim bir yakıştırma mıdır yoksa özün açığa çıkmasına bir vasıta mıdır?

Biz taşın, günlük dildeki kullanımda ve ötesinde ne gibi mânâlara geldiğini araştırmayı uygun bulduk ve ortaya bu çalışma çıktı. Taşın, “ben” mânâsına toslamamız ve Freud tarafından kavramlaştırılan “id” kelimesinin “ben” mânâsı, bize taşın sayıya isim olmasının bir yakıştırma değil, özün açığa çıkmasını sağlayan bir varlık türü olduğunu benimsetti. Bilindiği gibi Arapça id, sayı demek.

“Sonra, bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı. Şimdi o, taş gibi, yahut daha katı. Çünkü taşın öylesi vardır ki ondan ırmaklar kaynar, öylesi vardır ki yarılıp ondan su fışkırır, öylesi de vardır ki Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer (yüksekten aşağı yuvarlanır.) Allah ne yaparsanız (hiç birinden) gafil değildir.” (Bakara sûresi, âyet 74)

Üstad’dan:

“Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Muhammed Pârisa’ya hitapları:

— Sana, sende bâtınî bir mânanın zuhurunu vâdetmiştik. O mâna zuhur edecektir. Amma yol üzerinde bir kara taş var; hele o kalksın… Bu mânanın zuhuru, bizim âhiret yolculuğuna çıkıp unsurû vücüdumuzun ortadan kalmasına bağlı…

Tefsirci:

— Büyük velilerin bâtınî tasarrufları, zâhirî saltanata benzer. Hakikat noktası olan kâmil insanın beşerî vücudü, mirasın hemen mânevi oğullarına geçmesine engeldir. Tıpkı sultanla, bir gün sultan olacak şehzade gibi… Sultan ortadan çekilmeli ki, şehzade sultan olsun!..” (Velîler Ordusundan 333, s.310)

İbda Mimarı’ndan:

“Ayrılırken Seyyid Muhammed Salih Hazretlerine uğradık. O da, Seyyid Abdullah gibi, Seyyid Tâhâ ile baş halifesi Seyyid Fehim arasında ayrı bir çizgi ve ana yolun yan lâhikası mevkiinde… Efendimin şeyhi Seyyid Tâhâ’dan alırken, Seyyid Muhammed Salih’den de gelen bir pay var kendilerinde…

Ayak uçlarında, ayak taşından kopma, lâhid çıkıntısı üstünde, sanki beni bekleyen yumruk kadar bir parça gördüm.

Sarımtrak pembeye kaçan bir zemin üzerinde kırmızımtrak ve mavimtrak hâreli bir taş… Taşı aldım, öptüm, yüzüme ve bağrıma sürdüm ve cebime yerleştirdim.” (Kökler, Dedi ki (II) Vatanımı Buldum, s.296)

Tablo: Taşlamak, Taş Atmak

  • Kabre taştan nişan dikmek… Şâhid olmak… Şehid olmak… Asil… Sevgili… Sövmek… İlham… Tardetmek, kovmak… Terketmek… Zan ve kıyas etmek… Lânetlenmiş… Kerre, defa… Tekrarlamak… Işık… (Tilki Günlüğü, 28 Ağustos, Hece Taşında Sükût, 1.cilt, s.106)

Ufuk: Mezar Taşı

  • «Oku-yaz!» çığırım Büyük Babamın ellerinde açılır. Bana okuma ve yazma öğrenmeyi beş yaşında başlatan odur.

Neleri Öğrenecektim?.. Yunus’un mezar taşlarına yakıştırdığı tabirle «hece taşları» üstündeki ses kargacık-burgacıklarını…

Yunus, mezar taşına «hece taşı» demekle ne kadar derinlere inmiştir. Evet, hayat tek bir heceden ibarettir ve onun ismi «ân»dır. Tek bir ân yaşıyor, sonra hakikatte kopuk bu «ân»ları birleştirerek ahmak bir kemmiyet oyununa girişiyor, 3, 5, 90, 100, yaşadığımızı sanıyoruz.

«2 kere 2 ne eder?» sualine «4 eder!» cevabını veren bir adamın bedahet güveniyle ve 2 kere 2’nin 4 etmediği, ne ederse 4’ün o olduğu sezişiyle söylüyorum ki, hayat, bu tek tek ânların yapıştırma çizgisinden ibaret, girişi ve çıkışı azap iki nokta arası bir tüneldir; ve ne mutlu onun çıkış noktasından güneşi batmaz aydınlığa geçebilenlere!..

Ve işte şimdi, yaşım 7-8, ileride başıma kartal gibi binecek bu hikmetlerin nota (solfej)ini öğrenmeye bakıyorum. (Tilki Günlüğü, 28 Ağustos, Hece Taşında Sükût, 1.cilt, s.106)

Tablo: Mezar Taşı

  • Kadın şâhid… Bilen, tanıyan… Senet yerine geçecek kadar mâkul ve muteber sayılan… Gören… Hazır… Veled yatağı denilen ve çocuk ile birlikte çıkan deri… Şehit… Bal… İslâm… Güzel, ibda… Sevgili… Günlük hadiseleri kaydetmeye yarayan defter… Eğri boyunlu… Taklitçi, vârî… Gün… Devre… Asır… Balık… Hafiye… Nesl… Aşiret… Konuşulan kimse… Yaralı… Bir efsaneyi rivayet eden… Şahid… Menî… «Ben», nokta… Ölüm… Düşvar… Bitişik… Komşu… Ayağı kayan… Hayvanın ayağı arasına konulan köstek… Dolunay… Çocuk… Cuma günü… Güzel, dilber… (Tilki Günlüğü, 29 Ağustos, Şahidim Mezar Taşı, 1.cilt, s.116)

Tablo: Büyük Kaya Parçası

  • Serkeş adam veya at… Kabile, kavim, topluluk…Remz… Davarın çok yorulup zayıflaması… Arslan kükremesi… Devenin, ağzını açmadan boğazından çıkan ses… Gök gürlemesi… Cem’etmek, toplamak… Akmak, seyelân… Cenk, muharebe, çarpışma, savaş… Ressam… Sabır… Nakkaş… (Tilki Günlüğü, 4 Ekim, Nakşî Sırrıdır Kavgam, 1.cilt, s.419)

Tablo: Taşla Atışmak

  • Tercümeler… Tercüme edilmiş olanlar… Tercüman… Bir dilden başka bir dile çeviren… Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan… Bir lûgatı, diğer bilinen lûgata çevirerek anlatma… Taşlama… Doğmak… Rücû etmek, geri dönmek… (Tilki Günlüğü, 9 Aralık, Tercüman Yüce Emin, 2.cilt, s.431)

Tefe’ül: Beyaz Taş

  • Ak nesne… Kalın, büyük nesne… Bükmek… Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan… Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan… Su üzerindeki kabarcık… Su ile ilgili sûreler… Sivilce… Çıban… Develer… Dağ kili… Ağırlık… Ağaç yaprağı dökülmek… Yassı ve enli yaprak… Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz veya siyah renkli olur… Taşlık dağ… Sulu, su dolu şeyler… Cıva… Tâne, az şey… Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi… Ekmek parçası… Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk… Lâzım olmak… Yapışmak… Zahmet… (Tilki Günlüğü, 27 Nisan, “12 Sığır Yavrusu”, 5.cilt, s.108)

Muhiddin-i Arabî Hazretlerinden:

  • “İmdi biz havâss-ı ahcâr-ı insâniyyeyi zikr edelim. Hacer-i beht bu cinstendir; ve o azîz bir taştır ve onda esmerlik vardır. Ve mahalli bahr-i zulumâttır. Ve onun esrâr-ı acîbesi vardır. Ve o kalbde bir nükte-i zâtiyyedir. Gözde bebek gibidir ki, o mahalli-i rü’yettir. Cum’ada bir sâat gibidir. Nitekim (aleyhi ve âlihi’s-selâm) buyurdu. Ve ona cum’a bir mir’ât olarak temsil olundu ki,onda bir siyah nokta var idi. Ve ihbar buyurdu ki, o cum’ada olan bir sâattir. İmdi kalb üzerinde örtü bulunduğu vakit, bu taşın vücûdu zâhir olmaz. Ve insanda akıldan ve onun gayrinden olan cemi’-i ervâh, ancak bu noktanın müşahedesine müterakkıbdır.[bekleyendir] Eğer kalb murâkabe ve zikir ve tilâvet ile insıkâl ederse [cilâlanırsa] bu nokta zâhir olur. Ve zâhir olduğu vakit, ona zât-ı Hakk’ın gayri tekâbül eden bir şey yoktur. Binâenaleyh bu taştan bir nûr intişâr eder, cismin zâviyelerine sârî olur. Akıl ve onun gayri hayrette kalır. Bu taştan çıkan nûr-i azîm ve vâsi’ ve onun şa’şaânîsi onları medhûş kılar. Böyle olunca onlar için ne zâhir ve ne de bâtın tasrîf ve hareket zâhir olmaz. Ve işte bunun için “hacer-i beht” tesmiye olundu. İmdi Allah Teâlâ bu abdin bakâsını murâd eylediği vakit kalb üzerine bir sehâb-pâreyi irsâl eder ki, bu nükteden çıkan nûr-i münfehık ile kalb arasında hâil olur. Nûr ona mün’akis olarak müstemir olur. Ve ervâh ve cevârih serbest olur. Ve bu ancak tesbittir. Bu takdîrce abd resmin bakâsı için, bu sehâbenin arkasından müşâhid olarak bâkî kalır. Ve tecelli dahi dâimâ baki olur bu hacerde ebeden zâil olmaz. Ve işte bunun için çokları der ki, muhakkak Hak asla bir şeye tecelli etmedi, bundan sonra ondan inhicâb eyledi. Velâkin sıfât muhtelif olur. Ve bu ma’nâda bizim beyitlerimiz vardır:

Vaktâki bâbullâhı çalmağa devâm ettim, lâhî [oyuncu] değil murâkıb idim; Tâ ki “ayn”e onun sübha-i vechi zâhir oldu, git gidebildiğin kadar, ancak O’dur.

Ve Allah Teâlâ’nın kalbine îmân yazdığı kimse de böyledir. Zîrâ onu ebeden mahv etmez. Ve bunun için “İşte kalblerine îmân yazdığı kimseler onlardır.” (Mücadele/22) buyurdu. İşte bu hacer-i nâfi’ matlûbdur ki, seni müşâhede-i mahbûba muttali’ kılar. İmdi bunu bil! Ve Kur’ân’dan bu sırrın âyeti “[Allah’ın] huzurunda şefaat da fayda vermez; ancak izin verdiği kimseninki müstesna! Nihayet kalblerinde dehşet giderildiği zaman ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ derler. ‘Hakkı’ derler. O öyle yüksek, öyle büyük!” (Sebe’ Sûresi, 23.âyet) dir. Ve hacerin hâssıyeti budur ki, her hangi bir vakitte abd ile kâim oldukda, ona taaruz eden her bir şeyi min-gayri-iltifât ve lâ-ma’rifet kahr eder.”

[İmdi âlem-i kebîrde mevcûd olan zî-kıymet ahcâra mukâbil, vücûd-i insânîdeki ahcârın havâssını zikr edelim: Âlem-i kebîrde bazı suver aks etmiş olmasından dolayı hayret-âver ve esmer renklibir takım ahcâr-ı kıymetdâr olduğu gibi, insanda da buna mümâsil bir “hacer-i beht” vardır. Ve o taş azîz bir taştır. Onda esmerlik vardır. Ve onun mahalli bahr-i zulumâttır. “Bahr-i zulumât”tan murâd dest-gâh-ı tabîatta anâsır-ı kesîfeden mensûc olan “kabd”dir. Zirâ âlem-i anâsır “bahr-ı zulumât”tır. Ve “hacer-i beht”ten murâd kalb-i unsurîde vâkı’ olan “süveydâ”dır ki, bu süveydâda sırr-ı mestûr vardır. Yani ma’nâ sûrete taaluk etmiştir. San’atın ele ve gamzenin göze taaluku gibi. Binâenaleyh bu ma’nâ o sûretin ne dâhilinde ve ne de hâricindedir. Niteliksiz ve ta’rifi gayr-i kâbil olmak üzere taalluk etmiştir. Ve buna “latîfe-i ahfâ” taalluk eder. Ve latîfe-i ahfânın rengi ba’zı muhakkıkîne göre siyahdır.]

(Beht: Yalan söylemek. Ansızın bir şeyi almak. Tembellik galebe etmek. Şaşkınlık. Hayranlık. Bahet: Adam güldüren taş.

  • “Ve hacer-i zümrüd bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “Her halde Allah’tan korkanlar, kendilerine Şeytan’dan bir tayf iliştiği zaman bir tezekkür ederler derhal basiretlerine sahip olurlar” (A’raf sûresi, 201. âyet) dir. İmdi kuvve-i müzekkirenin hâssiyeti İblis’i fi’l hâl keydini mülâhazadan a’mâ etmek ve onu tedhîş eylemektir. Binâenaleyh lâhık olmaz, basarı ona rücû’ eder. Şu kadar ki, mü’min iki hâlin biri üzerinedir: Ya gaflettedir; böyle olunca merreten-uhrâ ona karîb olur. Veyâ huzûrdadır; böyle olunca eğer yaklaşırsa ondan yanar. La’anehullâh kendisinde ârif-i billah olan hâneye duhûle cür’et edemez; ârif uyusun uyanık olsun, müsâvîdir.”

[Ya’nî âlem-i kebîrde mevcûd hacer-i zümrüde mukâbil insanda dahi bir sır ve latife vardır. Âlem-i kebirde mevcûd olup yeşil bir taştan ibâret olan hacer-i zümrüdün havâssındandır ki, buna hâmil olan kimse perîşân rüyâlar görmez; ve kalbinde kuvvet olur, ve sar’a isâbet etmez. Ve ehl-i tecrübe diğer havâsından dahi bahs ederler. İnsanda buna mukâbil olan latîfe dahi “kuvve-i müzekkire”dir. Ve kuvve-i müzekkire “latîfe-i sırr”a taalluk eder. Ve latîfe-i sırrın rengi muhakkıklardan bazılarının kavline göre yeşildir. (…) Ve zümrüd taşının havâssından biri de ef’înin gözünü kör etmektir. Nitekim bu mânâya işâreten cenâb-ı Mevlânâ (ra) bir beyt-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

Tercüme: “Eğer yolda ejderhâ var ise, aşk zümrüd taşı gibidir. O aşk zümrüdünün berkından ejderhâyı def’ et!”]

  • “Ve yâkût-i ahmer de bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâ’ından onun âyeti “O’nun misli gibi bir misil yoktur” (Şûrâ sûresi, 11. âyet) dir. Ve onun hâssıyeti, insan rûh-i kudsî cihetinden ona müşahid olduğu vakit, o zât-ı Hakk’a müteallık olan ulûmu bilir ki, gayrin ona muttali’ olmadığı şeydir. İmdi eğer nefs-i gazabiyyesi cihetinden ona müşâhid olur ve cebâbireden bir cebbâra müsâdif bulunursa, muhakkak o, onu izlâl eder.Ve nefsinde taazzumdan onun için bulduğu şeye hâzı’ kılar. Ve eğer ona serzeniş eder ve tahvîf eylerse onu afv eder.”

[Yâkutun havâssı şunlardır: Hâmil olan kimse taûndan emîn olur. Ve eğer ağzında tutarsa kalbine kuvvet verir. Ve gam ve kederi izâle eder. Ve susuzluğu teskîn eder. Ve onu hâmil olan kimse insanların nazarında azîz ve muhterem olur. Ve ondan yaptıkları bir nevi’ ma’cûn vücûda çok kuvvet verir; ve kanı tasfiye eder.

İmdi âlemde mevcûd olan kırmızı yâkuta mukâbil olarak Âdem’de dahi yâkût-i ahmer mesâbesinde bir sır ve latîfe vardır. Ve bu sır “latîfe-i rûh”dur. Ve latîfe-i rûh’un rengi muhakkıkîn bazılarına göre kırmızıdır.]

  • “Ve mâvî yâkût taşı da bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “O’nun hükmünü redd eder yoktur” (Ra’d sûresi 41.âyet) dir. [Âyet’in tamamı: Ya görmüyorlar mı da biz o arz’ı etrafından eksiltip duruyoruz? Ve Allah öyle hükm ü hükümet eder ki hükmünü takip edecek yoktur, hem O çok serî hesaplıdır!] O öyle bir şeydir ki, ashâb-ı ahvâle ve halka mahsus olarak insana rabbâniyyet verir.”

[Âfâk-ı âlemde mâvî yâkût taşı olduğu gibi, nefs-i insâniyyede buna mukâbil ve muzâhî olarak mâvî yâkût taşı vardır. Ve mâvî yâkût taşını hâmil olan kimsenin sözü beyne’n nâs nâfiz olduğu ve kendisi nâs indinde muhterem ve azîz bulunduğu gibi, bu taşa mukâbil olan sır ve latîfe kendisine münkeşif olan kimsede, gerek ashâb-ı ahvâl olan sâlikleri ve gerek sâlik olmayıp ashâb-ı muâmelâttan bulunan kimseleri terbiye hâssası hâsıl olur. (…) Ve bu sır, rûhun “latîfe-i hafî” mertebesidir ki, nefsin “râziyye” mertebesine muhâzîdir. Ve “latîfe-i hafî”nin rengi bazı mukakkıkîne göre nîlgûn , yani mâvîdir. Rûh, burada hilâfetinden maksûd olan mertebeyi ihrâz etmiş olduğundan ulûhiyyetin rabbâniyyeti ile de muttasıf olur. Ve bu sıfatla muttasıf olunca gerek sâliklere ve gerek halka karşı olan akvâl-ı mürşidânesiredde cür’et-yâb olan bulunmaz. Şekâvet-i ezeliye ashâbı üzerinde bile ûmûr-i dünyeviyyede tasarrufa kâdir olur. Bu fenâ-i tevhid sırrıdır.]

  • “Sarı yâkût taşı: Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “Allah Teâlâ siz ve amellerinizi halk eyledi” (Sâffât sûresi, âyet 96) dır. Ashâb-ı makâmâta mahsûstur. Onun hâssası ubûdiyet ve zillet ve iftikârdır. Kendisine hâsıl olanla hâlini câhil olanın makâm-ı müşterekidir.”

[Âfâk-ı âlemdeki sarı yâkût taşına mukâbil olarak insanda dahi sarı yâkût taşı vardır. Ve bu sır “nefs-i marzıyye” makâmında bulunan kimseye münkeşif olduğu cihetle nefsin merâtibini kat’ ve ikmâl eden zevâta mahsûstur. Ve “latîfe-i nefs”in nûru muhakkıklerden bir kısmının indinde sarıdır.]

  • “Hacer-i mükerrem: Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “Biz her şeyin hayâtını sudan kıldık.” (Enbiyâ sûresi, âyet 30) ‘dir. Felek-i hayât onunla devr eder. Her bir mevcûda ve her bir şeyde bulunur. Ve onun hâssıyeti kalb-i a’yândır. Tedbîr ve ihkâm olunup istediğin şey üzerine ondan az bir şey ilkâ eylediğin vakit, bu şeyin hakîkatinin verdiği şeyden nâşî onun “ayn”i değişir. Ehl-i kîmyâ indinde “iksîr” gibidir ki, sen onu alıp kazdîr ve hadîd üzerine izâfe edersen onları gümüşe kalb edersin. Ve nuhâs ve rasâs üzerine izâfe edip onları altına kalb eylersin. Halbuki o birdir. İhtilâf-ı tabâyi’den nâşî kabûl muhtelif olur. Bu hakîkat de böyledir. Onu âsîye ilkâ edersen tâi’ olur; ve kâfire ilkâ edersen mü’min olur. Ve bu, vücûdu azîz olan olan o kibrît-iahmerdir ki, Allah Teâlâ onu esirgediği şeylerden kıldı. Ve onu hazînelerinin en yükseğine tevdî’ etti. Ona vâsıl olan kimse, onun üzerinde, onun eserini göremez. Zirâ onun üzerindeki hâsıl, onunla zanîndir.”

[Âfâk-ı âlemde ehl-i kîmyâ indinde “iksîr” tabîr olunan “hacer-i mükerrem” olduğu gibi, buna mukâbil olarak vücûd-i insânîde dahi böyle bir hacer-i mükerrem vardır. Ve bu hacer, “nefs-i sâfiye” erbâbından, haklarında inâyet-i ezeliye-i ilâhiyye şeref-sâdır olanlara münkeşif olur. ]

Ve bizim için bu ma’nâda ebyât vardır:

Sebebsiz san’at müddeîsi yalan sözde ve da’vada ve kizibler içinde yaşadı.

Lehcesi sâdık, talebi mahfûz olan muhibb-i nâsıhın sözünü dinle!

Neyyir eflâkinden nüzûl etti. Terkîb-i nisebin tahsiline sa’y et!

Civayı ma’deninden al, ondan firâr-ı müktebi çek!

İmdi sen onu râm ettiğin vakit, onun zâtı kendisinde olan terkîbi ve resebi hâmil olur.

Fâzıl, lehebde neyyirâtın imtizacı sebebiyle suûd etti. Onun hâline nazar et!

İmdi onu ifnâ ettiği vakit sebeb bâkî kalır. Senin kalayını (=kurşununu) aynda altına kalb eder.

Zıllın izâlesi ve tasrîrin kat’ı:

Allah Teâlâ “Ba’dehû biz onu kabz-ı yesîr ile kendimize kabz ederiz” buyurdu. [Âyetin tamamı: “Rabbini görmez misin? Zıllı nasıl temdîd eyledi. Ve eğer dilese idi onu sâkin kılardı. Ba’dehû biz onun üzerine şemsi delîl yaptık. Ondan sonra onu kabz-ı yesîr ile, yani birden bire değil, tedrîc ile, kendimize kabz ettik yani izâle ettik”] (Furkân sûresi, âyet 46). Ve zıll ancak san’attaki “sebeb”den nâşî bâkî kalır. İmdi zıll dâim oldukça emrde tedlîs vardır; ve onda tasarruf ve izâlesi memnû’dur. Eğer senin indinde hacer-i mükerrem mevcûd değilse ve netîce-i hakâyık yok ise, sana bir imâm talebi lâzımdır. Eğer bulamaz isen odanı cemî’-i eşyâdan hâlî kıl ve halvet ittihâz eyle! VE zikrin “Allah, Allah” olsun, başkası değil! Bundan evvel isti’dâdına göre yiyecek ve içecek hemminden teferruğ et! Müstenedini bu “Onun misli bir şey yoktur” (Şûrâ sûresi, âyet 11) âyeti kıl! İmdi muhakkak en yakın yedi günde ve en uzak kırk günde zıllin zevâli lâ-büddür. Ve tasrîre gelince, onun sebebi nefsin âlem-i melekût ile şehâdet arasında sıkışmasıdır. Ve o bâb-ı ahvâldir. Onu Hak Teâlâ’nın “Zikrullâh ile kalbler mutmain olur ve sükûn bulur.” (Ra’d sûresi, âyet 28) kavlini haml eyle! Muhakkak onun tasrîri inşâallâhü Teâlâ munkatı’ olur.” (1) [Tedlîs: Sattığı şeyin ayıbını müşteriden gizlemek. Fık: Hadisi ilk nakledenin ismini gizlemek. Hadisi başkasına isnâd eylemek. Tedlis: Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak. İnciyi şeffaf etmek.]

Castenada’dan:

“Neden ürkütüyor seni, Gonda?”

“Oaxaca’daki Monte Ablan Kalıntıları’nda başıma bir şey geldi,” diye cevapladı sorumu. “Nagual Juan Matus bana oralara adımımı atmamamı öğütlemiş olduğu hâlde, kalıntılardan ayrılamazdım. Nedendir bilmem, orayı çok sever Oaxaca’ya her gidişimde, harabeyi de görmeden edemezdim. Bir kadın için yalnız gezmek tehlikeli olduğu için yanıma Pablito’yu alırdım. Ancak bir keresinde Nestor’la gittim. Nestor yerde bir parıltı gördü. Toprağı biraz eşeleyice, avucuma sığacak büyüklükte tuhaf bir kaya parçası bulduk; içine doğru düzgünce bir delik oyulmuştu. Parmağımı bu delikten içeri sokmak istedim ama Nestor beni engelledi. Pürüzsüz bir satha sahip bu kaya parçası adetâ elimi yakıyordu. Onunla ne halt edeceğimizi bilemedik. Nestor onu şapkasının içine koydu ve canlı bir hayvanmış gibi taşıdık.

Herkes gülmeye başladı. Sanki la Gorda’nın anlattıklarında gizli bir alay vardı.

“Taşı nereye götürdünüz?” diye sordum.

“Buraya, bu eve getirdik” diye cevapladı ve onun bu sözleri öbürlerinde engel olamadıkları bir kahkaha nöbetine yol açtı. Kasıklarını tuta tuta gülüyorlardı.

“La Gorda’ya gülüyorlar” diye açıkladı Nestor. “Anlamış olmalısın, ondaki katır inadı hiçbirimizde yok. Nagual ona çevredeki taş, kemik parçalarını veya toprağa gömülü olarak bulabileceği şeyleri kurcalamamasını söylemişti. Ama o, hiç söz dinlemez, bulduğu her tür ıvır zıvırı gizlice alırdı.

“O gün de Oaxaca’da Allah’ın cezası şeyi taşımakta diretti. O kaya parçasıyla otobüse bindik ve onu tâ buralara, bu odaya kadar getirdik.”

“Nagual ve Genaro yolculuğa çıkmışlardı,” dedi la Gorda. “Cesaretimi toplayarak parmağımı deliğe soktum ve kaya parçasının elde taşınacak biçimde oyulmuş olduğunu fark ettim. O ân, o kaya parçasını daha önce tutan her kim idiyse onun hissetiklerini duyumsadım. O bir güç taşıydı. Ruh hâlim değişiverdi birden. Korkmuştum. Karanlıkta korkunç bir şey sinsi sinsi dolaşıyordu, biçimsiz, renksiz bir şey. Yalnız kalmaktan korkar oldum. Uykumun orta yerinde çığlık çığlığa uyanıyordum, kısa süre sonra da gözümü kırpmaz hâle geldim. Gece gündüz, nöbetleşe başımda durarak bana göz kulak olmak zorunda kalmışlardı.”

“Nagual ve Genaro geri döndüğünde,” diyerek bu kez Nestor sürdürdü konuşmayı: “Nagual, Genaro’yla beni kaya parçasını daha önce gömülü olduğu yere geri koymaya gönderdi. Genaro o noktayı bulabilmek için üç gün uğraştı. Üç günde anca buldu.”

“O olaydan sonra sana ne oldu Gorda?” diye sordum.

“Nagual beni gömdü,” dedi. “Dokuz gün, çamurdan bir tabutun içinde çırılçıplak yattım.”

Bir kahkaha fırtınası daha patladı aralarında.

“Nagual ona tabutun içinden çıkamayacağını söyledi,” diye açıkladı Nestor. Zavallı Gorda tabutun içine işemek ve s..mak zorundaydı. Nagula onu, dallardan ve çamurdan yaptığı bir kutunun içine tıktı. Kutuda, yemek ve su vermeye yarayan küçük bir delik vardı sadece, diğer bölümleriyse mühürlenmişti.”

“Neden gömdü onu?” diye sordum.

“Birini korumanın tek yolu budur,” dedi Nestor. “Toprağa gömülmesi gerekiyordu ki, toprak onu sağaltsın. Topraktan daha iyi sağaltıcı yoktur; ayrıca, Nagual kaya parçasının la Gorda üzerinde odakladığı duyguyu kovmak zorundaydı. Çamur, bir paravan gibi, bir şeyin iki tarafa da geçmesini engeller. Nagual onun gömülü kalarak iyileşebileceğini biliyordu. Nitekim öyle oldu.”

“Öyle gömülü kalmak nasıl bir duyguydu, Gorda?” diye sordum.

“Çıldırmak üzereydim,” dedi. “Ama kendi düşen ağlamaz. Nagual beni gömmeseydi ölebilirdim. Taşta bulunan güç benim için çok fazlaydı anlaşılan; asıl sahibi iriyarı bir adammış. Eli benimkinin iki katı olsa gerek. Bu taşı tatlı canını korumak için taşıyormuş, ama sonunda biri öldürmüş onu. Duyduğu korku beni dehşete düşürdü. Bana doğru, etimi yemek üzere bir şeyin geldiğini hissettim. Bu, adamın korkusuydu. Güç sahibi bir adammış, ama ondan daha güçlü biri onu yenmiş.”

“Nagual’ın anlattığına göre, insan bir kez böyle bir nesneye sahip olunca felaketler peşini bırakmazmış, çünkü sahip olduğu güç aynı türden başkalarıyla çatışır ve gücün sahibi ya avcı olurmuş veya kurban. Nagual savaşın bu tür şeylerin doğasında var olduğunu söyler, çünkü dikkatimizin güç kazandırmak üzere onların üzerinde yoğunlaşan bölümü, çok tehlikeli, saldırgan bir bölümmüş.”

“La Gorda çok açgözlü,” dedi Pablito. “Eğer bir güç nesnesi bulabilirse, bugünlerde kimse güce meydan okumak istemediği için, kârlı çıkacağını sanıyordu.”

La Gorda söylenenleri onaylar biçimde başını salladı.

“Kişiye nesnelerde bulunan gücün yanı sıra başka şeylerin de bulaşabileceğini bilmiyordum,” dedi. “Parmağımı delikten içeri sokup taş parçasını tuttuğum ân elim ateşler içinde kaldı ve koluma bir titreşim yayıldı. Kendimi gerçekten güçlü ve ipiri hissediyordum. Sinsice hareket ettiğimden, taşı elime aldığımı hiç kimse anlamadı. Ama asıl felaket birkaç gün sonra başladı. Birinin taşın sahibi peşinde olduğunu duyumsuyordum. Taşın sahibinin korkusunu ben de yaşıyordum. Kuşkusuz, çok güçlü bir büyücüymüş ve peşindeki de onu öldürmekle kalmayıp, onu diri diri yemek istiyormuş. Bu da benim ödümü koparıyordu. Taşı o ân fırlatıp atmalıydım ama bana verdiği duygu benim için öylesine farklıydı ki onu delicesine, sıkı sıkıya kavramıştım. Sonunda onu attığımdaysa artık iş işten geçmişti. İçime bir şeyler saplanmıştı. Tuhaf giysiler içinde bir takım adamların üzerime doğru geldiği bir birsamdı bu. Beni ısırdıklarını, küçük keskin bıçaklarla ve dişleriyle bacaklarımdan etler koparttıklarını hissediyordum. Dehşete düşmüştüm!”

“Bu birsamları don juan nasıl açıklıyordu?” diye sordum.

“Savunma gücünü tümüyle yitirmiş olduğunu söyledi,” dedi Nestor. “Bu yüzden de adamın kaya parçasına yönelttiği sabitlenmeyi, onun ikinci dikkatini kapmış. Adam öldürülürken yoğunlaşabilmek için kaya parçasına tutunmuş. Nagual, adamın gücünün bedeninden taşa geçtiğini söylemişti; gücünün onu parçalayıp yiyecek olan düşmanlarına geçmesini istemediği için böyle yapmış. Nagual, onu öldürenlerin de bunun farkında olduklarını, bu nedenle de gücünden geride kalanları elde edebilmek için onu diri diri yediklerini söyledi. Ve la Gorda’yla ben, iki budala, taşı bulduk ve gömülü olduğu yerden çıkarttık.” (2)

A

A’BEL: Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz ve siyah renkli olur. (102-103)

ABLA’: Ak nesne. Beyaz taş. (101-102)

A’DAD: Pazular. Kollar. Havuzun çevre kenarına konan taş. (875-876)

ACEME: Çekirdek. Çekirdekten biten hurma ağacı. Sert ve sağlam taş. (118)

AHSA: Çok kumlu, taşlı yer. (70)

AHŞEB: Sert taşlı büyük dağ. Haşin ve yoğun olan. (903-904)

AKİK: Yolunu arayan gür su. Meşhur ve kıymetli, ekseriya kırmızı renkte olan ve yüzük gibi şeylere takılan taş. Hicaz vilayetinde bir vadi. (280)

B

BAHET: Adam güldüren taş. (208)

BASRA: Yumuşak küfki taş. Bu sebepten Basra şehri “Basra” diye isimlendirilmiştir. (297)

BATHA: Çakıllı, taşlı büyük dere. Kamışlık ve sazlık yer. Dağ arasındaki dere. Mekke’nin eski bir ismi. (19-20)

BELAT: Döşenmiş taş. Düz yer. Köy adı. (42)

BELHEC: Kalye taşı. (635)

BERD: Çekil, yol ver, savul. Taş. Bilmece. Götürmek. (206)

BERKA: Yüksek yer. Taşlı balçık. (303-304)

BERTİL: Uzun taş. Uzun, sağlam demir. (251)

BETİHA: Ufak taşlı büyük dere. Kamışlık ve sazlık yer. (34)

BETU: f. Huni. Baston, kamçı topuzu. Havan eli. Yağ bal kabı. Ecza ezdikleri taş. (408)

BEYREM: Marangoz rendesi. Uzun ve sert taş. Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti. (252)

BEZADÎ: Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut. (24)

BİCAD(E): Kıymeti yakuttan daha aşağı olan bir taş. Yakut gibi kırmızı bir taş. Mercan. Kırmızı dudak. (20)

BİDVEND: f. Şadane, kan taşı. (76)

BİHRÛZ: f. Piruze renginde kıymetli bir nevi taş. Mes’ud. (223)

BİLLUR: Şeffaf, elmas gibi kıymetli parlak taş. Cam gibi parıldayan. (238)

BİRUZ: Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş. (225)

BİSTAM: Kıymetli bir cins taş olan mercan. (503)

BİZDAĞ: f. Cila taşı. (1014)

BUNDUK: Yuvarlak küçük taşlar. Yuvarlak küçük kurşun. Fındık. (156)

BÜRME: Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş. Çömlek. Başörtüsü. (247)

BÜSSED: Mercan taşı. (66)

BÜYSA: Aktarların üzerinde ıtır ezdikleri taş. (79)

C

CASİYE: Diz çökmüş. Topluluk, cemaat. Yığın, taş yığını. (519)

CASS: Alçı taşı. Kireç. (93)

CELMED: Kaya. Taş. (77)

CELS: Büyük kaya. (93)

CEM’ARE: Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar. Kabile ismi. Küçük kuş. (318)

CEMEST: Kırmızıya çalar gök renkli kıymetsiz bir taş. (503)

CEMR: İnsanların bir araya toplanması. Atın sıçrayarak yürümesi. Ateş ve küçük taş vermek. Bir kimseyi def etmek, kovmak. (243)

CENEDİL: Taşlı yer. Yuvarlak taş. (87)

CENDEL: Nehirlerde bulunan ve büyükçe olan kaya. (87)

CEREC: Yüzüğün parmağa geniş olması. Taşlı, sert yer. Muztarib. Istırab ve acı çeken. (206)

CERVEL: Taş. (239)

CEVHER: Bir şeyin özü, esası. Kıymetli taş. Çelik üzerindeki nakış. Noktalı harf. Yalnız noktalı harflerin Ebcedîsî hesap edilerek yazılan manzum tarih. Harflerin noktası. (214)

CEZ’(A): Damarlı akik. Göz boncuğu adı verilen, kara alaca ve kıymetli bir süs taşıdır. (80)

CİBS: Kansız, hissiz. Hayırsız, alçak kimse. Alçı taşı, kireç. (65)

CİMSE: Rengi gökrek kızıllığa yakın kıymetli bir taş. (108)

CÜLAZÎ: Sert ve kalın. Taş Rahip. Kilise hizmetçisi. (744)

CÜLMÜD: Kaya. (83)

CÜMAME: Yuvarlak inci. Kıymetli taş. Gümüşlü boncuk. Büyük inci tanesi. Gümüşten yapılıp dizilen inci gibi toplar. (89)

CÜMD: Taş. (47)

CÜSVE: Bir yere biriktirilmiş taş. (514)

D

DALDAL(E): Taşlı, sert yer. (1660)

DEHNEC: Zümrüt gibi kıymetli taş. (63)

DEVVAR: Haremden alınıp beraber tavaf edilen taş. (211)

DUMLUC: Pazubent. Düz taş. Kolçak. (77)

DURUS: Kuyu örülen taş. (1066)

DÜMLUK: Yassı, yuvarlak taş. (100)

E

EFSAN: f. Bileği taşı. (192)

EKEME: Bayır, yüksekte olan taşlık tepe. (66)

EMERE: Çöllerde taştan belirlemek için yapılan alâmetler. (246)

EM’AZ: Sert, sağlam, taşlı yer. (118)

EMYUS: Anason dedikleri ot. Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki Türkçe ona “tuz taşı” derler. (117)

EPSAN: f. Bileği taşı. (114)

ERŞED: Ruşina taşı, göz taşı, hacerünnur. (505)

ESAMM: Kulağı sağır olan. Katı taş. (131)

ESİNNE: Kılıçlar, seyfler, süngüler. Bileği taşları. (116)

EŞHAR: Kalye taşı denilen radyom hamızı. Nişadır. (1102)

ETAN: Dişi eşek. Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya.; yosunlu taş. Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş. (452)

F

FASS: Yüzük taşı. Kemiğin oynak yeri. Meyve içi. Kitabın bab ve mebhası. Mektub ve emsalinin mührünü açmak. Gözbebeği. (170)

FEDRUNEK: Düşman kale dibine geldiği zaman kaleden atılan ufak taşlar. (360)

FENHAR: Büyük taş. (930)

FERFÛS: f. Bir nevi kırmızı taş ki ezilmişi yaralara fayda verirmiş.

FESÂN: f. Bileği taşı. Efsane, masal. (191)

FETTANE: Mehenk taşı. Altun ve gümüşü muayeneye yarayan taş. (536)

FEYRUZEC: Piruze dedikleri kıymetli taş. (306)

FİHR: Destesenk dedikleri taş. (285)

FİNEK: f. Seng-i hazefi denilen bir nevi taş. (160)

FİRUZE: Nişabur’da çıkan açık mavi renkli ve kıymetli bir taş. (308)

FİRZ: (Ferzih) Sulu yerlerde bitip daima taze duran çayır ve çimen. Satrançta vezir makamında itibar olunan taş. Çimen. Limon. Çokluk. (287)

G

GAVİZEN: f. Öküz ödü. Öküzün ödündeki taş. (84)

GAZBE: Sağlam, sert taş. (1807)

GEBER: Bir direkli kubbe çadır. Kase ve tabak yaptıkları bir nevi taş. Kabil ve Hindistan arasında bir şehir. Zencefile benzer bir bitki kökü. (222)

GELTEBÂN: f. Damları topraktan olan yeni binaların üzerindeki çamur sıvayı pekiştirmek için kolaylıkla yuvarlanan uzunca ve değirmi taş. Loğ taşı. (503)

GEN: Yağcı okunun üzerine ağır basmak için konulan taş. (GENC). Erkek eşek. Yüksek ses. (1050)

GÜLEK: Sapan taşı. Kumbara. (1056)

GÜREK: Çamaşırcıların çamaşır temizlemek içi kullandıkları taş. (246)

H

HACER: Taş, kaya. İsmail Peygamber’in annesinin ismi. (211)

HACER-ÜL ESVED: (El-Hacer-ül Esved) Kâbe’de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan “Esved” denmektedir. (İslam Ansiklopedisi’ne göre: Kâbe’nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir halka ile çevrili ve bir adı da El-Ruh-ul Esved denilen taştır.) Rivayetlere göre bu semavi bir taş olup Hz.İbrahim Aleyhisselâm’a Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirildi. Daha evvel Ebu Kubeys Dağları’nda muhafaza ediliyordu. Sahih-i Buhari TEcrid-i Sarih Tercemesine göre; Kâbe’nin şark köşesinde ve yine yerden bir buçuk metre yüksekte diğer bir taş (El-Hacer-ül Es’ad (Mes’ud) vardır ki; tavaf esnasında buna yalnız el ile temas edilir. (312-313-343)

HADİ: f. Taşıyanı köpek dalamayan bir nevi taş. (23)

HADİYE: Değnek, asa, sopa. Su içinde sivrilerek yükselen kaya. (25)

HAKEK: Yumuşak beyaz taş. (45)

HARE: Kaya, sert taş. Bir cins dalgalı kumaş. (806)

HASA: Saymak. Taş atıp vurmak. Suya kanmak ve kandırmak. Dolmak. Doymak. Ufak taş. (108)

HASÂT: Küçük taş parçası, Çakıl. Sidik yolunda taş peyda olmak. (499)

HAŞREM: Kireç taşı. Alçak dağ. Arı. (1140)

HAŞEFE: Sünnet mevziine varıncaya kadar olan zeker başı. Yaşlanmış kuru kadın. Kuru hamur. Yumuşak taş. (393)

HAVREM: Ayak oyup kir gidermekte kullanılan kırmızı renkli delikli taş. (251)

HÂZ: f. Kir, pas. Bir nevi keten kumaş. Ayak taşı. Ayağı temizlemek için sürttükleri taş. (608)

HAZF: Parmağıyla taş atma. (1380)

HERSENG: Yol üzerinde gelip geçmeye engel olan yonulmamış biçimsiz büyük taş. İki dost arasında engel olan kişi, rakip. (930)

HEYR: Rüzgâr adı. Sağlam ve sert taş. (215)

HIMARE: Ayak üstü. Havuzun etrafına koydukları taş. Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar. (254)

HIRŞEMM: Yumuşak taş. (1140)

HİBS: Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş. (67)

HUBAR: Taşlı, yumuşak yer. (803)

HUDIY: Dağ eteğinde olan taş. (818)

HUMAHİM: Yüzük yapılan bir cins siyah taş. (699)

I,İ

IRMİS: Büyük taş. Kuvvetli ve dayanıklı deve. (370)

İCANE: Hamam taşı. İçinde bez ve kaftan yıkanan kap. (63)

İSMİD: Sürme taşı. Cenab-ı Peygamberin kullandığı ve tavsiye ettiği bir cins kırmızı sürme. (545)

K

KADDAHE: Çakmak taşı. (118)

KADH: Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıp ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. Men’etmek, engel olmak. Çakmak taşını çakmak. Bir kimsenin işine halel vermek. (112)

KAHKAR: Taş. (406)

KÂLÂR: Sel suyunun yardığı yer. Su yolu ve kuyu üstüne örtülen ince yassı taş, kapak. (251)

KANTARA: Taştan yapılan, kemerli büyük köprü. (364)

KAR: Zift, kara boya. Deve. Dağ keçisi. Ses çıkmasın diye ayağı kenarıyla yürümek. Kara taşlı yer. Kara büyük taş. (301)

KARAVANA: Bakırdan yayvan yemek kabı. Kışla, okul, hastane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kab. İnce ve yassı elmas. Atışta hedefi vuramama. (364)

KASR: Kısa olmak. Kısa kesmek. Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. Akşamlamak. Habseylemek. Yekpare taş. Beyazlatmak. Gevşetmek. Noksanlaştırmak. (390)

KAZİZ: Ufak taşlar, taş parçaları. Topluluk, cemaat. (1710)

KEHRÜBA: f. Saman kapan. Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman hafif şeyleri kendine çeke bergamî taş. (Türkçede tahrif edilerek “kehribar” denir.) (288)

KELA: f. Kurbağa. Kalye taşı. (50)

KELÂŞÎRE: Kalye taşı. (545)

KELLİT: (Kilit) Sırtlanların yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş. (460)

KEMEST: Rengi kırmızıya çalar, gök renkli, kıymetsiz bir taş. (520)

KERKEND: Yakuta benzer kırmızı bir taş. (294)

KERKUZ: f. Delil ve alâmet. Yollara mesafe tayini için kullanılan ve çok defa taştan yapılan nişan. (247)

KERV: Top oynamak. Kapı içini taş ile örmek. (226)

KEYFER: f. Ceza. Mükafat. Yoğurt kabı. Kale burçlarından düşmana atılmak için hazırlanan taş. Pişmanlık. Renç ve meşakkat. Çay, ırmak. (310)

KEZAN: Küfeki taşı. (771)

KIZZE: Ufak taş. Taşlı çukur yer. Kızlık dedikleri halet. (908)

KİDAMİ: Deniz kıyılarında bulunan bir cins koyu renkli taş. (75)

KİLS: Kireç taşı, kireç. (110)

KİLYÂ: Kalye taşı, eşhar. (91)

KİRPİK: f. Göz kapağının kenarındaki kıllar. Bir nevi taş. Hayvan ve nebatların beden yapısındaki bazı küçük ve ince uzantılar. (262)

KİSKİS: Taşın ve toprağın ufağı. (1040)

KİTABE: Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. Mezar taşı yazısı. (428)

KİTLE: Kütle. Yığın. Küme. Maden, taş gibi şeylerden toplu şey. (455)

KÛBÎN: f. Yağhane zembili. Yağhane okuna asılan denk taşı. Çamaşırcı tokmağı. (88)

KULAA: Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. Büyük taş. (205)

KUNZUA: Çakıl taşı. Traş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç. (232)

KÛSYÂD: f. Suya atıldığı vakit üzerine balıklar üşüşen bir nevi siyah renkli katı taş. (101)

L

LACVERD: Lacivert. Koyu mavi renkte değerli bir süs taşı. (243)

LA’L: Kırmızı. Al renk. Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taş. (60)

LEDM: Taşı taşla vurmak. Yere düşen taştan çıkan ses. Kaftana yama vurmak. Def’ etmek, kovmak. (74)

LEHÇ: Kalye taşı. (41)

LEHÇEK: f. Un ile pişirilen bir nevi yemek. Tepeden aşağıya doğru kaydıkları taş yahut tahta kızak ve düz yerde tutan buzdur ki çocuklar bir surette ayaklarını vurur her yere kayarak giderler.

LEHENC: f. Çırpıcı taş. Bileği taşı. (88)

LEHNE: f. Ahmak, şaşkın. Taş. (90)

LEVBAN: Siyah taşlı yer. (89)

LİHAF: Yumuşak beyaz taşlar. Yufka kaymak. (711)

LÜVBE: Kara taşlı yer. (43)

M

MAHAKK: Mehenk. Ayar taşı. (68)

MÂHÂNİ: f. Sekte ve basur hastalıklarını tedavide kullanılan, Horasanâ mahsus sarı ve beyaz renkli bir taş. (106)

MARIN: Çekiçle dövülerek açılmaya müsait olan. Kireç taşı. Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak. (291)

MÂRÛN: f. Sürmesi gözdeki aklığı gideren taş. (297)

MAS: f. Elmas. (101)

MASDA’: Taşlık yerden giden düz yol. (204)

MAVİYE: Billur taşı. (62)

MEDAK: Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş. (144)

MEDER: Tezek, toprak tezeği. Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. Köy, mahalle. (244)

MEHAT: Billur taşı. Güneş. Dağ sığırı. Tazelik. Güzellik. (446)

MEHENK: Ölçü, miyar. Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş. (115)

MEHVER: f. Ay köpüğü denilen bir ak taş. (251)

MERDAS: Kuyuda su olup olmadığını anlamak için atılan taş. (305)

MESHA’: İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Ufak taşlı, otsuz düz yer. Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürtüşen zayıf kadın. Uylukları ince ve zayıf olan kadın. (109-110)

MESUS: Yavan su. Panzehir taşı. (166)

MEZBUR(E): Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. Taş ile örülmüş kuyu. (258)

MİBVEL: Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk. (78)

MİDRES: Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş. (304)

MİDVEK: Bir şey ezmekte kullanılan taş. (70)

MİHİ: Büyüklük, ululuk. Billur gibi bir taş. Fakir hırkası. (65)

MİHR: f. Muhabbet, şefkat, merhamet. Güneş. Eylül ayı. Her şemsi ayın 16. günü ve bu günü idareye mahsus melek. Elmas nevinden kırmızı bir taş. (245)

MİHRAS: Dibek taşı. (309)

MİLÇEH: f. Sapan taşı. (646)

MİLDEM: Çekirdek dövdükleri taş. Ahmak ve iri cüsseli kimse. (114)

MİLDES: Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş. (134)

MİMLAKA: Yer düzeltecek taş. (215)

MİNCERE: Soğuk suya hararet veren kızışmış taş. O suya “necire” denir. (298)

MİNKAA: Küçük taş çömlek. (265)

MİNKAR: Yırtıcı kuşların gagası. Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem. (Minser) (391)

MİRADE: Mancınık taşı. (250)

MİRADES: Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. (305)

MİRZAH: Çekirdek ve benzeri şeyleri dövüp ezdikleri taş. (1641)

MİSENN: Bileği taşı. (150)

MİSHANE: Taş parçaladıkları nesne. (163)

MİSRED: Büyük taş çanak. (744)

MİŞHAZ: Bileği taşı. (1048)

MİTİN: Taşları, kayaları parçalamakta kullanılan büyük çekiç. (Mi’vel) (510)

Mİ’ZA: Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer. (118-119)

MÜDHEN: Yağ koyacak kab. Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur suyu birikir.) (99)

MÜKLE: Gözün karası. Gözbebeği. Göz. Su taksimi için kullanılan taş. (175)

MÜLEMLE: Bazısı bazısına yapışıp toplanmış şeyler. Sağlam ve sert yuvarlak taş. (145)

N

NAKAL: Bir yerde naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar. Devenin tabanına ârız olan bir hastalık. (180)

NAKR: Oymak, kazmak. Taş oymak. Kuşun yem toplaması. Vurmak. Sıklık vermek. Ağaç üstüne nakşetmek. Tanbur çalmak. Üflemek. Dille ıslık çalmak. Parmak çıtlatmak. (350)

NÂRE: Çeki taşı. Kalın urgan. Nale, feryat. (256)

NASİBE: Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş. (157)

NECİRE: Bulamaç aşı. Kızgın taş ile kızdırılmış su. Kargir duvar. Tahtadan veya ağaçtan olan sofa. Çulhaların beze sürdükleri haşil. (268)

NEREK: (Hacerrünemir) denilen bir nevi taş. (270)

NEŞEFE: Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş. (435)

NİŞAN(E): İz. Nişan. Alâmet. İşaret. Yara izi. Hedef. Vurulması istenen nokta. Hatıra için dikilen taş. Taltif için verilen madalya. Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. Tuğra. Ferman. (401)

NUHRUB: Kaya yarığı. Arı kovanı. Arı sesi. (858)

NÜBELE: İstinca taşı. Kesek parçası. (87)

NÜVRE: Alçı taşı. Kireçten yapılan. (261)

P

PARSENG: Terazinin gözlerini denkleştirmek için hafif tarafına ilave edilen taş. (333)

PEHLE: Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen ad. (43)

PERNİH: İnce düz taş. Mermer levha gibi düz ve muntazam taş. (852)

PIRLANTA: Çok traş edilmiş, foyasız parlak elmas. Taşı pırlanta olan. (296)

PİRÛZE: Yüzük ve küpe gibi süslere konulan kıymetli mavi bir taş. (230)

R

RADAF: Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları taş. (1081)

RADME: Büyük taş. (1045)

RADHE: Taşlı yer, taşlık arazi. Büyük taşlarda olan çukur yer. (214)

RASAF: Kaldırım. Kaldırım taşları. (370)

RASİF: Dayanıklı, sağlam, muhkem. Taş temel, rıhtım. Denizin yüzüne çıkmış kayalar. (380)

RASUHT: Rastık taşı. (1271)

RAUFE: Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş. Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş. (362)

RAZRAZ: İri vücutlu kimse. Dökülmüş ve ufanmış taş. (2001)

RECM: Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek. Atılan taş. Kabre taştan nişan dikmek. Şeytan üzerine atılan nücum. Tardetmek, kovmak, sövmek. terk etmek. Zan ve kıyas etmek. (243)

REDE: Sıra. Bir duvardaki tuğla veya taş sırası. (209)

REMZA’: Güneşin tesiriyle kızmış taş. (1041)

RESS: Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu. Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı. Maden. Dere. İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek. (260)

RETEH: Bunduk-i Hindi denilen yuvarlak taş. (805)

RIZAM: Büyük kaya parçası. (1041)

RİDAS: Taş atmak. (265)

RÎLÛ: Kalye taşı. Eşek marulu. (246)

RUHAM: Mermer. (841)

RÜCEME: Büyük taş. (248)

RÜMMANE: Kapan taşı. Kırk bayır. (296)

RÜZAZ: Ufalanmış taş. (1801)

RÜCEME: Büyük taş.

RÜŞNA: Göz taşı. Parıltı. (557)

S

SAFA: Yüzü beyaz olan düz taş. (171)

SAFFAT: Düz kaygan taş. (571)

SAHR: Kaya. Büyük taş. Maden kütlesi. Hz. Süleyman’ın (A.S) mührünü çalan ifrit. (890)

SALAET: Ezme işinde kullanılan yassı düz taş. (520-521)

SALD: Kaypak taş. Taş gibi dayanıklı şey. Dağa çıkmak. Şiddetle ellerini yere vurmak. (124)

SALT: Bileği taşı. Kişinin kendi öz kızı. Erkek ismi. Geniş alın. Vurmak mânâsına mastar. (520)

SÂMÂN: Devlet, servet, kuvvet, kudret. Tertip, intizam. Şehir, kasaba. Karar, âram. İffet, nezahet. Tarla etrafına çevrilen sınır. Bileği taşı. (152)

SAMMÂ: Katı taş. Sağlam ve sert yer. Belâ. Zahmet, meşakkat. (131)

SAMİZ: Bileği taşı. (118)

SÂN: f. Usul. Adet.Tarz. Üslûp. Törpü, sühan. Bileği taşı, fesan. Gibi, benzer. İnsan ve ata mahsus savaş silahı. Parça. Saman ve intizam. (111)

SANCE: Terazi. Taş. (148)

SAVVANE: Bir cins çakmak taşı. (152)

SAYE: Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığılıp höyük yapılan taş. (516)

SEBHA: Ot yetişmeyen yer. Şap taşının çıktığı yer. Tuzla. (667)

SEFT: Kabir üstüne koyulan taş. Tabut. (149)

SEKİ: Direğin altına koyulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafına yapılan set ve peyke, odaların zemininden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir. Atın ayağındaki beyaz nişan. (170)

SELİS: Suya batmaz denilen içerisi delik delik bir taş ki onunla ayak oyup temizlerler. (150)

SELMET: (Silmet) Taş. (530)

SENCE: Çeki taşı. (118)

SENG: Taş. Tartı. Ağırlık. Vakar, temkin. (130)

Seng-i ab: Sucularda ve camilerde su doldurulan büyük taş küp.

Seng-i ateş: Çakmak taşı.

Seng-i ahen keş: Mıknatıstan bozma mıhladız denilen taş.

Seng-i ehmer: Elmas nevinden mercan renginde bir taş.

Seng-i ispend: Sünger taşı.

Seng-i iskaf: Pabuçcuların bıçak biledikleri kösele taşı.

Seng-i bergân: Şişecilerin şişe temizledikleri çok yumuşak bir taş.

Seng-i pâ: Ayak temizledikleri taş.

Seng-i pirustû: Kırlangıç taşı. Sarılık taşı.

Seng-i Pelite: Döğülünce pamuk gibi yumuşayan ve elde fitil yapılarak azıcık yağda iki-üç ay kadar yanan bir taş.

Seng-i cirahet: Ezilip melhem yapılıp yaraları kurutmakta kullanılan yumuşak beyaz taş.

Seng-i cehennem: Çürük etleri yakmakta kullanılan pek yakıcı kimyevi bir madde.

Seng- hezefi: Suya batmaz denilen sünger gibi bir taş.

Seng-i zûr: idman taşı.

Seng-i sev: Sanatkarların âletlerini biledikleri taş.

Seng-i şir: Süt taşı. Siyaha çalar kül renkli bir taş.

Seng-i fal: fal taşı.

Seng-i kıbti: Siyaha çalar yeşil renkli, suda çabuk eriyen bir taş. Çamaşırcılar bezi onunla ağartırlar.

Seng-i kemer: Ay köpüğü taşı. Ayın parlaklığını arttırdığı gecelerde bulunurmuş.

Seng-i mahi: Balığın başında bulunan beyaz, katı bir nevi taş.

Seng-i meğni: seng-i bergân.

Seng-i nesû: mermer taşı.

Seng-i yasem: Sarıya çalar yeşil ve zebercede benzer bir taş.

Seng-i yede: Sihir kabilinden yağmur celbeden bir taş. Yeşim taşıdır. Eskiden Türkler ondan put yaparlar ve yağmur için üzerine afsun edip suya atarlar.

SEY: Taş. (70)

SIYDANE: Taş çömlek. (160)

SİCCİL: Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküp ve tahaccür etmiş taş. Ateşte pişirilerek taş gibi olmuş tuğla. (103)

SİLAM: Hamd. Şükür. Taş. Su. (130)

SUBADE: Bileği taşı. Zımpara. (72)

SUBARE: Taş. (298)

SUMMAKİ: Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş. (211)

SUNBADE: Zımpara taşı. (122)

SUT: Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş. (496)

SUVA’: Sa’ denilen ve ahkam-ı İslamiyede muteber olan ölçek. Su içmek için kullanılan taş. Maşraba. (137)

SÜLTAH: Düz kaypak taş. (107)

Ş

ŞADANE: Kan taşı. (360)

ŞAHİDE: Kadın şahid. Mezar taşı. Mezara dikilen ve üzerine yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. Dilber, güzel. (315)

ŞEBB: Meşhur taş. Ateş yakmak. Cenk koparmak. Kavga çıkarmak. (302)

ŞEHAR: Kalye taşı. (1101)

ŞIKB: Mağara ve kaya yarığı. Çukur yer. (402)

ŞİHAB: Parlak yıldız. Kıvılcım. Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı. (308)

ŞİKAB: İki dağ arası. İki kaya arası. (403)

T

TÂŞ: f. İnsanın yüzünde, bedeninde peyda olan karaca beneklerdir ki sis ve çığıt denir. Türkçe birlik mânâsını ifade eder; daş, deş mevkiinde kullanılır. (Belki Türkçe’den alınmıştır.) (701)

TECMİR: Buhur etmek. Taş atmak. Hapsetmek. Aşağı sarkıtmamak. Kadının saçını toplayıp bağlaması. (653)

TEŞÎRE: Çocukların oynadıkları renkli, ufacık, yuvarlak taşlar, zıpzıp. (915)

TIRBAL: Büyük taş. (242)

TÛTİYÂ: Toz hakline getirilen sürme taşı. (817)

TÜRSUK: Nehrin içinde ve kıyılarda taş kırıntılarının çamurla birleşmesinden hasıl olan çok katı taşlardır ki çelik külünkle kırarlar. Bazen bu taştan değirmen taşı yaparlar. (680)

U,Ü

UDİ: İnce taştan kapak. (84)

UKABEYN: İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. Kovayı muhafaza etmek için kuyunun içinde olan yumru taş. Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası. Havuz içinde akan suyun yolu. Büyük ilim. (233)

UKNE: Taş oda veya kulübe, kümes. (156)

ULAT: Demir örs. Üstünde keş kurutulan taş. (501)

UTUM: Taş duvar. Taş yapı. Köşk, kasr. (50)

UZLUFE: Kayalık. Yalçın kaya. (1022)

ÜCÜMM: Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. Sığınacak yer. Damlı dört köşeli ev. (44)

ÜFHUS: Kayalarda olan kuş yuvası. (185)

ÜSFİYYE: Üzerine tencere koyup yemek pişirilecek ocak taşı. (596)

V

VAKA’: Yufka bulut. Taş. Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. Cefa, eza, vurma, darb. (176)

VA’N: Sığınacak yer, melce’. Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi. (126)

VATÎS: Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş. (85)

Y

YAKUT: Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı. (517)

YASIB: Yeşim taşı. (102) (Yasıf) (180)

YENHİR: Katı ve sert taş. 8225)

YERMA’: Alçı taşı. (320)

YEŞB: Yeşim denilen taş. (Yeşf, yeşm) (312)

Z

ZARİB: Bir ucu keskin yerli taş. Küçük tepe. (1102)

ZARİS: Taşla yapılmış kuyu. (1170)

ZEBERCED: Zümrüt cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş. Kuvvet ve kudret sahibi. (216)

ZEND: Kolun bilekte olan mafsalı. Çakmak taşı ve demir. (61)

ZURAR: Keskin bir taş. (1300)

ZÜMRÜD: Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı. (251)

ZÜNBÜR: Eşek arısı. Ufak taş parçası. (273)

Arapça’dan

AHLÂK: Düz ve yalçın taş. Fakir. Ferci bitişik kadın. Daha uygun, daha layık. (731)

BELEK: Karışık renklilik. Renkte beyazlık, siyahlık olma. Mermer. Ahmaklık. Çadır. (132)

BUSAKA: Parlayan saf beyaz taş. (168)

CELH: Bileği taşı. (633)

CEMA’: Çıkık taş. Bedende memeye benzer şişlik.

CEŞER: Sahildeki çakıl taşı. (503)

CÛL: Rüzgârın sürüklediği toz. At, deve sürüsü. Büyük hayvan sürüsü. Hâl. Kuyu dibindeki taş. Akıl.

EVKEH: Sert yer. Taş. Toprak. (35)

EYHEM: Akılsız fikirsiz adam. Dayanacak düz ve yalçın taş. Sarp dağ. Çöl. Sağır adam. Yıldızı olmayan gece. Yiğit adam. (56)

GADER: Geçilmesi çok zor, taşlık, yarık, çatlak vs. yerler. Nehrin çekilmesi sonucu kalan cıvık çamur. Taşlar. (1204)

GAŞİM: Tecrübesiz. Ham. Nadan. Ahmak. İşlenmemiş taş. Mahir olmayan. (1350)

HAVALİD: Dağlar. Kayalar. Sacayakları denilen taşlar. (641)

HIDAMM: (Hızamm) Büyük deniz. Çok topluluk. Efendi. Keskin kılıç. İnce bileği taşı. Büyük at. (1440)

LÜKAS: Bir çeşit ak taş. Mika taşı. (551)

MELAK: Muhabbet, lütuf. Düz ve yumuşak yer. Yürük atın sesi ve rahat koşması. Dua. Yumuşak söz, yumuşak kaya. (170)

MENKEL: Ceza. İşkence. Kaya. (140)

MENZEA(T): Düşmanlık, husumet. Çekme ve sökme yeri. Kirişi enli yay. Görüş ve fikir kuvveti. Kuyu kenarında basılan büyük taş. Himmet. (167-567)

MEVCEL: Yumuşak düz taş. (79)

MİZAB: Bir tarafı pek keskin yuvarlak çakmak taşı. (952)

MÜTERAHİSE: Sabit kayalar. (741)

NEBALE: Büyük taş veya istinca taşı. Şeref ve haseb yönünden üstün kişi.

NESFE: Hamamda ayaktaşı denilen kir taşı. (190)

NEŞEFE: Ayaktaşı. (435)

NEŞİE: Filiz, fidan. Havuzun dibine konan taş. Yeni yapılmış havuz. (351)

NEUR: Töhmetten uzak duran kadın. Çivit. İçyağı isi. Sürme taşına benzer bir taş.

NEVUS: Hıristiyanların içine ölü koydukları taş tabut. (123)

NUKBE: Buğday harmanı. Taş yığını. (72)

NUMMİ(Y): Hıyanet. Ayıp. Düşmanlık. İnsan tabiatı. Çeki taşı. Bakır, vs. para. (100)

NÜHA: Mermerden daha hafif bir çeşit taş. Su mermeri. (56)

RAKİDE: Üzerine kazan, vs. konan taş. Durgun. (225)

REŞADE: Kaya. Avucu dolduran taş. (510)

REÛSE: Kuyuların ağzındaki büyük taş.

RİŞE: Demir uçlu kalem. Tüy kalem. Kuş yeleği. Neşter. Küçük taş.Ud teline vurulan. (515)

TURKA: Karanlık. Hırs. Tamah. Ahmak. Yol. Mezhep. Adet. Birbiri üzerine yığılmış taşlar. Birbirine kat kat yığılmış eşyada olan yol. (314)

ÜRREM: Azı dişleri. Taşlar. Çakıl taşları. Parmak uçları. (241)

VAKAL: Taşlar. Dal kesildikçe budak yerinde kalan kütük. (136)

VESÎME: Taş. Çakmak taşı. Ot vs. yığını. (561)

VECM: Çolpa ve kötü adam. Kaya. Ad kavminden kalan oyuklar. (49)

VECİN: Derenin kıyısı. Taş. Taşlık yüksekçe sırt yer. (69)

VEHFE: Ses. Siyah kaya. (99)

VEKÎZE: Döşenmiş kaldırım taşı. (821)

YERMA’: Çocukların kaytan tokası. Topaç da denir. Bir çeşit yumuşak taş veya çakıl. (320)

YEŞB: Kan taşı. (312)

ZEBR: Şiddetli, kavi. Taş. Akıl. Görüş. Söz. Abide. (209)

ZILLE: Taşlar. Kaygan taş.

İngilizce’den

ABLATION: Bedende (ur, uzuv) olma. (Taşların) zamanla aşınması. Sürtünme ısısının zarar vermeden dağıtılması.

ADAMANT: Hoşgörüsüz, çok sert. Çok sert efsanevî bir taş.

AGATE: Akik taşı. Bilye. 5,5 puntoluk harf.

ALABASTER: Su mermeri, kaymak taşı.

ASBESTOS: Amyant., asbest, yanmaz taş. Dağ keteni, taş keten. Yeşil taş pamuğu.

ASHLAR: İnşaatlarda kullanılan kesme veya yontma kare taş. Böyle taşlarla yapılmış veya kaplanmış yapı.

BASALT: Bazalt, volkanik kara taş. Siyah mermer.

BEZOAR: Geviş getiren hayvanların mide ve bağırsaklarında peyda olan ve eskiden panzehir olarak kullanılan taş. Panzehir.

BLUESTONE: Göz taşı. Yapı veya döşeme işlerinde kullanılan bir çeşit taş.

BOLIDE: Parlak büyük gök taşı, bilhassa patlayıcı gök taşı.

BORACITE: Borasit, Bandırma taşı.

BRASH: Ufalanmış kaya parçaları. Dalgaların sahile getirdiği buz parçacıkları. Hastalık krizi. Sağanak.

BRECCIA: Breş, brike, birbirine yapışık köşeli parçalardan meydana gelmiş kaya.

BRICK: Tuğla, tuğla biçiminde şey. Mert ve iyi kimse. Tuğla döşemek. Tuğla ile örtmek veya kaplamak. Tuğla parçası, fırlatılan herhangi bir şey. Hoşa gitmeyen söz veya tenkit, taş.

BOHR: Bir cins değirmen taşı.

CAIRN: Taş yığını halinde abide, mezar veya işaret noktası.

CALAMINE: Tutya taşı.

CALCIFY: Kireç haline koymak. Kireçlenmek. Kalsiyum tuzları ile sertleştirmek. Taş hâline getirmek. Taşlaşmak.

CALCULOUS: Böbrek taşı cinsinden.

CAMEO: Kabartma hakkedilmiş kıymetli taş. İşlemeli akik.

CARBUNCLE: Çıban, şirpençe. Burun sivilcesi. Lal taşı, yakut. Yakut kırmızısı, kahverengimsi kırmızı renk.

CELT: Eski devirlere ait taş veya madeni balta.

CHALCEDONY: Kalseduan. Kadıköy taşı.

CHERT: Bir çeşit kuvarslı kaya.

CHIP: Yonga, çentik. İnce dilim halinde kesilmiş yiyecek. Patates kızartması. Fiş. Küçük kıymetli taş parçası. Önemsiz bir şey. Lezzetsiz kuru yiyecek. Kurumuş tezek parçası. Sepet örücülüğünde kullanılan hasır.

CIST: Tarih öncesi devirlere ait taş veya ağaç lahit. Kutsal araçlara mahsus sandık.

CLIFF: Uçurum, sarp kayalık.

COBBLE: Kaldırım taşı. Kaldırım taşı döşemek. Ayakkabı tamir etmek, pençe vurmak.

CRAG: Sarp ve kayalık uçurum, kayalık.

CURB: Sokak kaldırımın kenar taşı. Fren, mani, engel. Kuyu ağzı bileziği. Atta suluk zinciri. Tutmak, mani olmak, hakim olmak, yenmek, durdurmak.

DADO: Bir sütun için kürsü taşı. Oda duvarının süslü alt kısmı, süpürgelik. Bir tahtayı ikinci bir tahtanın kenarına tutturmak için oyulan oyuk.

DIORITE: Diyorit. Yeşil taş.

DOLERITE: Dolerit, dolan taşı, koyu renk birkaç çeşit volkanik taş.

DRAG: Sürüklemek, sürmek, çekmek. Taramak. Taş yontmak.

ERRATIC: Kararsız, sebatsız. Düzensiz, intizamsız. Seyyar buzul veya akıntı gibi şeyler dolayısıyla asıl yerinden başka yerlere naklonulan taşa veya çakıl taşına ait.

ESKAR: Buzulların bıraktığı kum veya çakıldan ibaret yığın veya sırt halinde küme.

FACET: Kıymetli taşların sathı, faseta. Bileşik gözü teşkil eden ufak gözlerden her biri.

FETTLE: Demir işlenmesinde ocağa serilen taş kırıntıları. Bu taş kırıntılarını sermek.

FLAG: Büyük ve yassı kaldırım taşı. Bu taşlarla döşemek. Zambak, süsen.

FLINT: Çakmak taşı.

FLUORSPAR: Mermer gibi güzel bir çeşit taş.

GARNET: Greno, kıymetli bir kırmızı taş, lal taşı, lal taşı rengi.

GEM: Kıymetli taş, cevher. Cevher gibi kıymetli ve güzel şey. Hafif bir çeşit pasta. Kıymetli taşlarla süslemek, tezyin etmek.

GEODE: İçi billur değirmice taş. Böyle bir taşın içindeki oyuk.

GEOGNOSY: Kayalar bilgisi. Kayaların madeni oluşumlarından, sınıflarından ve bulundukları yerlerden bahseden ilim.

GESSO: Alçı taşı.

GIRANDOLE: Kolu şamdan, fıskiye. Ufak taşlı bir çeşit küpe. Çarkı felek fişeği.

GIRASOL(E): Çok parlak bir çeşit aynüşşems taşı. Opal, yer elması.

GIZZARD: Taşlık, mide.

GLYPTIC: Bilhassa kıymetli taş oymacılığı.

GNEISS: Granit cinsinden bir çeşit metamorfik kaya.

GORGET: Boğaz zırhı, zırhlı yakalık. Adi yakalık, kadın yakası. Gerdanlık. Bazen kuş boğazında bulunan ayırt edici renkli benek. Taş çıkarmaya mahsus cerrah âleti.

GRANITE: Granit, pek sert bir çeşit kaya.

GRAVEL: Çakıl. Kum. Kum hastalığı. İdrar taşı. Çakıl döşemek. Şaşırmak. Kızdırmak.

GRIT: İri taneli kum. Kum taşı, kefeki taşı. Öğütme hassası olan taş. Metanet, cesaret, yiğitlik. Gıcırdamak, diş gıcırdamak.

GYPSUM: Alçı taşı.

HOLYSTONE: Malta taşı, bir çeşit yumuşak kum taşı. Bu taşla temizlemek (gemi güvertesi).

IGNEOUS: Ateş ısısıyla meydana gelmiş (kaya). Volkanik. Ateşe ait. Ateş gibi, ateşli.

IMPOST: Vergi, gümrük resmi. Üzengi taşı. Engelli koşuda ata yüklenen ağırlık.

JARGON: Zirkonyum taşının renksiz veya sarı bir çeşidi.

JASPER: Yeşime benzer bir taş.

JEER: Alay etmek, eğlenmek. İstihza etmek, taş atmak. İstihza, alay, alaylı söz, taş.

JET: Siyah kehribar, kara kehribar. Kara amber. Erzurum taşı. Simsiyah renk.

JEWEL: Kıymetli taş, cevher, mücevher. Cep saatlerinin içindeki taş. Değerli şahıs veya şey. Kıymetli taşlarla süslemek.

KERB: Yaya kaldırımın kenar taşı.

LAPIDATE: Taşlayıp öldürmek, taşa tutmak, taşlamak.

LAPIS: Taş.

LAZULITE: Gök mavisi renginde bir taş, lacivert taşı.

LEDGER: Ana hesap defteri, defter-i kebir. Mezarın kapak taşı.

LITHIC: Taşa ait. Mesane taşına ait.

LIVE: Asıl yerinde duran (kaya). Canlı, diri. Yaşamak.

LODESTONE: Mıknatıs taşı.

MAGNET: Mıknatıs. Manisa’nın eski ismi.

MALACHITE: Bakır taşı, moleküt.

MARBLE: Mermer.

MASON: Duvarcı. Taşçı. Mason, farmason.

MEERSCHAUM: Eskişehir taşı, lüle taşı.

MENHIR: Yekpare taştan yapılmış abide.

TRETEUR: Akan yıldız, meteor taşı. Şahab, göktaşı, ağan, ağma.

MONUMENT: Abide, anıt. Mezar taşı. Eser. Sınır taşı. Tarihi yapı.

NEEDLE: Ucu sivri dikili taş veya kaya.

OBELISK: Dikili taş, dört köşeli sütun. Başvurma işareti.

OBSIDIAN: Yanardağdan çıkan koyu renkli cama benzer çok sert bir taş. (Eskiden bu taşla ok başı ve bir çok şey yaparlardı.)

OILSTONE: Bileği taşı.

ONYX: Damarlı akik.

OOLITE: Balık yumurtası gibi taneli bir çeşit kireç taşı.

OPAL: Opal, panzehir taşı.

PAVE: Kaldırım. Kıymetli taşları yüzük üzerinde yan yana kakma.

PEBBLE: Çakıl taşı, ufak yuvarlak taş. Gözlük yapımında kullanılan bir çeşit necef taşı. Pürtüklü deri. Deriyi pürtüklü hale getirmek.

PELT: Taşlamak. Atmak. Topa tutmak. Koşmak. Seğirtmek.

PERPEND: Duvarın iki yanından görünen taş.

PETROLOGY: Kaya ilmi.

PLUG: Tıkaç, tampon. Volkan ağzını kapatan sert kaya.

PLUTONIC: Isı etkisiyle oluşmuş (taş).

POTASH: Postas, Kalye taşı.

PRECIPICE: Uçurum, sarp kayalık.

PSAMMITE: Kum taşı.

PUMICE: Sünger taşı. Bu taş ile temizlemek veya parlatmak.

PYROPE: Bir nevi grena taşı.

QUARRY: Taş ocağı. Taş ocağından kazıp çıkarmak. Taş ocağı açmak.

RAG: Bir çeşit kefeki taşı. Kabaca yontmak. Çeşitli büyüklükte kırmak (maden filizi).

REEF: Resif, döküntü. Kayalık, deniz sathı ile beraber veya sathın hemen altında bulunan kayalar.

RIFLE: Akıntıya mani olan su altındaki kumluk veya kaya.

ROCK: Kaya, kaya parçası. Kaya gibi kuvvetli şey. Büyük mücevher, elmas. Akide şekeri. Felakete sebep olan şey.

RUBASSE: Süs taşı olarak kullanılan parlak kırmızı bir kuvars.

RUBY: Yakut, lal.

SARDONYX: Bir çeşit tabakalı akik taşı, alt tabakası kırmızı Süleymanî taş.

SCALE: Balık pulu. Herhangi bir şeyin pul gibi kabaran parçası, pul. Kazanda tutan kefeki taşı. Pul pul olmak. Su yüzünde sektirmek (taş, vs).

SCAR: Çıplak kaya.

SCHIST: Şist. Tabaka halinde kaya.

SCREE: Dağ eteğindeki taş yığını.

SELENITE: Şeffaf alçı taşı, selenit.

SHINGLE: İri ve yuvarlak çakıl. Çakıllı sahil.

SLATE: Kaygan taş, kara kayağan, arduvaz, taş tahta. Koyu maviye çalar kurşun rengi.

SOLITAIRE: Tek taşlı mücevher.

SPALL: Ufak taş parçası. Kıymık. Parçalamak, kıymak.

STONE: Taş. Haya, husye. Meyve çekirdeği.

SYNCLINE: Taş tabakalarının “v” şeklinde olduğu yer.

TABLE: Tablet, yazılı taş. Masa, sofra. Sofraya konulan yemek. Özet, hülasa, tablo, cetvel.

TALUS: Aşık kemiği. Tepe veya uçurum dibinde biriken kaya parçaları. Meyil.

TELAMON: Erkek heykeli şeklinde taş sütun.

TELFORD: Kırık taşla çakıl veya kumdan yapılmış (yol).

TEPHIRITE: Bir çeşit gri volkanik taş.

TOR: Kayalık yüksek tepe, kayalık burun.

TOURMAZINE: Kıymetli taş gibi kullanılan ve bir çok renkleri bulunan şeffaf bir taş.

TRAP: bir çeşit volkanik kara taş.

TRASS: Hidrolik çimento yapımında kullanılan bir çeşit volkanik sünger taşı.

TRAVERTINE: Pamuk taş.

TUFA: Sünger taşı. Irmak veya kaynaklarda oluşan bir çeşit kireç taşı.

Almanca’dan

ALABASTER: Su mermeri, beyaz mermer, kaymak taşı.

BERYLL: Gök zümrüt, laciverd taşı.

BEZOAR: Geviş getiren hayvanların bağırsaklarında hâsıl olan taşlık, panzehir taşı.

DUCKSTEIN: Beyaz ve yumuşak volkanik sünger taşı. Ayaktaşı, tüf.

ERRATISCH: Sapkın kayalar, (avara kayalar).

FAUSTEL: Taşçı çekici. İki tarafı bir madenci çekici.

FELS: Yüksek, sarp, sivri kaya. Sahra. Büyük ve münferit kaya.

FLINT: Çakmak taşı.

FLOCKE: Kuşbaşı (kar). Tutam. Gevşek taşlar arasında daha sert taş. İşaret.

FLUH: Yalçın kaya. Uçurum.

GALMEL: Tutya taşı, çinko cevheri.

GEMME: Traş edilmiş kıymetli taş. Üzeri hakkolunmuş sedef, akik, vs.

GEOGNOSIE: Kayalar bilgisi. Arz kışrının bugünkü halinden bahseden bilgi.

GESCHIEBE: Mütemadiyen itme (kakma, sürtme, dürtme). Yassı çakıl.

GESTEIN: Büyük taş kütlesi, kütle, sahra. Mücevherler. Kıymetli taşlar.

GOSSE: Bulaşık oluğu, delikli taş. Yağmur sularına mahsus oluk, hark.

GRANAT: Süleyman taşı.

GRAU: Eşek, merkep. Kum taşı.

GRIESS: Kalın taneli kum. Ufak parçalı maden kömürü. Mesane (böbrek) taşı. İrmik, bulgur.

HALDE: İniş, meyil, saht-ı mail. Tepe, bayır. Kömür, demir, cüruf ve taş yığını.

HAUSTEIN: Yontulmuş taş. Söke taşı.

KAMEE: Üzerinde kabartma resimler hakkedilmiş taş veya sedef.

KIES: İri taneli (arpa büyüklüğünde) kum, çakıl. İçinde cevherinden ziyade yabancı maddelerin bulunduğu maden; pirit. Para, mangır. Çakılla karışık kum (veya pirit) damarı.

KNAOVER: Çok sert kayalık.

MAL: Leke. Bere, çimdik yeri. İşaret, marka, hudut (mezar) taşı. Kazık.

NABEL: Göbek. Meyvelerin baş tarafındaki ekseriya tüylü çukurluk ve oyukluk. Kubbenin (kemerin) anahtar taşı.

OBELISK: Dört köşeli ve sütun şeklinde dikili taş.

OPAL: Ayneşşems denilen kıymetli taş. Süt renginde.

PLATTE: Çıplak arazi. Safha, levha, teneke, saç. Cam. Plak. Döşeme (malta) taşı. Tepsi.

QUADER: Yontma taş, söke taşı. Altı adet dik açı ile çevrilmiş cisim.

RIFF: Denizde su seviyesine kadar yükselen sığ kayalar silsilesi.

RUBIN: Yakut taşı.

SCHIEFER: Karataş, arduvaz. Düz levhalar halinde tabaka tabaka ayrılan madde; şist.

SCHMIRGEL: Zımpara taşı.

SERPENTIN: Serpantin. Yılan taşı.

SMARAGO: Zümrüt.

SPINELL: Halis lal taşı.

STEIN: Taş. Böbrek (mesane) taşı. Kaya. Maden filizi. Çekirdek. Der stein weisen: Madenleri altına tahvil edici sihire malik olan taş. Stein fucha: mavi tilki.

STELE: Dikili taş. Mezar (nişan) taşı.

STOCK: Değnek, sopa. Üzüm kütüğü. Muazzam kaya kütlesi. Bina katı.

STUFEN: Taşlara işaret vurmak.

TERMINUS: Hudutları koruyan tanrıça Terme. Roma Devleti’nin sınır taşları. Son durak.

TÜRKIS: Firuze taşı.

Fransızca’dan

AGATE: Akik.

AGRAFE: Kopça. Kenet. (Mimarlıkta) kemerlerde kilit taşı.

AIMANT: Mıknatıs. Sevgi dolu, seven.

ALABANDINE: Koyu kırmızı renkte Süleyman taşı.

ALBATRE: Kaymak taşı, albatr. Duru, ak, kaymak gibi.

AMÉTHYSTE: Ametist. Mor renkli değerli bir taş.

AMANTE: Taş pamuğu, yanmaz taş. Amyant.

APPAREILLEUR: Yontulacak taşların ölçüsünü belirten usta, taşçı ustası. (Dokumacılıkta) yün, ipek karışımını düzenleyen usta.

ARDOISE: Kayağan taş, arduvaz. Taş tahta. Veresiye hesabı, borç.

ASSISE: Oturmuş, yerleşmiş. (Duvarcılıkta) taş dizisi.

AVENTURINE: Yıldız taşı.

BAZÉVRE: Alt dudak. Dudaklar, kocaman dudaklar. Çapak, tırnak. Bir duvarda bir taşın öbür taş üzerine taşan parçası.

BALLAST: Balaşt. Kırma taş. Denizaltının dalış sırasında su doldurulan deposu. Elektrikte, devrede akımı düzenleyen direnç.

BÉRYL: Zümrüt kökenli türlü taşların genel adı.

BETYLE: Eskiden tanrı evi gözüyle bakıp bir put gibi taptıkları kutsal taş.

BEZOARD: Bazı hayvanların midesinden çıkan ve panzehir taşı denilen taş.

BOLIDE: Göktaşı. Çok hızlı giden vasıta.

BORNE: Sınır taşı, sınır işareti. Koruma taşı. Elektrik akımını sağlayan bağ. Sınır.

BOUTEROUE: Yapı ve kapı köşelerini tekerleklerden korumak için konulan taş, koruma taşı.

BOUTISSE: Duvarcılıkta bağlama taşı, kısa bağ taşı.

BRISANT: Kör kaya. Dalgaların çarpıp kırıldığı kaya.

CABOCHON: Façetasız değerli taş. Damla taş. Süs kabarası.

CAILLASE: Taş ocaklarında bulunan çakıllı marn katmanı. Çakıl, taş, toprak.

CALAMINE: Tutya taşı, tabii çinko silikatı.

CALCAIRE: Kireçli, kireç taşı.

CALCEDOINE: Bir tür akik, Kadıköy taşı.

CAMÉE: İşlemeli akik, oyma akik, işlemeli süs taşı.

CARRIERE: Taş ocağı. Koşu yeri, arena. Hayat, ömür. Meslek. Hariciyecilik.

CIPOLIN: Ak damarlı yeşil mermer.

CLAPIER: Tavşan kafesi. Küçük, daracık pis ev. Kaya yığını. Kayaların üstüste yığılması.

CLAVEAU: Mimarlıkta kemer taşı. Koyunlarda çiçek hastalığı sivilcelerinden akan kan.

CLIVER: Taşı iliği doğrultusundan yaprak yaprak ayırmak.

COLONNE: Sütun, direk. Dikili taş. Dayanak. Sorguç. Matematikte hane. Sıra, dizi.

CONCRETION: Düzensiz toprak biçimindeki taşlar, kireç taşı yumruları, çakmak taşı yumrusu. Taş. Koyulaşma, yoğunlaşma.

CORBEAU: Karga. Papaz, keşiş. Şüpheli adam. Düşman gemilerine rampa etmek için kullanılan kanca. Yapıcılıkta taş destek, bindirmelik.

CORNALINE: Kırmızı akik.

CRAIE: Tebeşir. Yumuşak ve beyaz kireç taşı.

CROMLECH: Büyük bir taşın çevresinde dizilmiş daha küçük taşlardan oluşan eski bir tür abide.

DALLE: Döşeme taşı, kapak taşı, kapaklık. Boğaz.

DOLMEN: Dolmen. İki tanesi dikili, üçüncüsü de bunların üzerine kapak gibi yatırılmış üç kocaman taştan oluşan taş çağı mezarı.

ECUEIL: (Denizde) su sathına yakın gizli kayalık, kör kayalar. Engel, tehlike. Sakınca.

ÉCUME: Köpük. Salya. Ter. Lüle taşı. Tartı.

ÉMERAUDE: Zümrüt. Zümrüt yeşilliği.

FOSSILE: Mütehase, taş gibi.

GALET: Yassı çakıl, kaydırak taşı. Masa veya karyola ayaklarına takılan tekerlik.

GANGUE: Maden cevheri etrafındaki madde. Temizlenip ayıklanmış değerli taş. Zarf, kılıf, örtü.

GEMME: Değerli taş. Mücevher. Tomurcuk. Çam sakızı.

GEODE: İçi billurlu yumru, içinden güzel billurların çıktığı bir yumru taş.

GRAVIER: İri kum, çakıllı kum. Küçük çakıl. Böbrek taşı.

GRENAT: Süleyman taşı, grena. Nar çiçeği rengi.

GRÉS: Kum taşı, küçük çakıl taşı.

HYACINTHE: Kırmızımtrak sarı renkli değerli bir taş. Yemen taşı. Sümbül.

INTAILLE: Kazma taş, taş kazısı.

JADE: Yeşim taşı. Yeşim taşından yapılan süs eşyası.

JAIS: Siyah kehribar.

JALET: Sapan taşı.

JARGON: Bozuk dil. Anlaşılmayan yabancı dil. Dar bir çerçeveye mahsus dil, argo. Sarı renkli bir tür elma. Yemen taşına benzeyen küçük kırmızı bir değerli taş.

JASPE: Alacalı donuk akik.

JAYET: Kara kehribar.

LAMBOURDE: Taban kirişi. Bir çeşit yumuşak kalker taşı. Ucunda meyve tomurcukları bulunana küçük dal.

LAPIDATION: Taşa tutma, recm. Çok sert eleştirme.

LAZULITE: Lacivert taşı.

LIBAGE: Yontulmamış taş, kaba taş.

MAGNESITE: Manyezit. Lüle taşı. Eskişehir taşı.

MARBRE: Mermer. Üzerinde boya veya ilaç ezilen taş.

MARGELLE: Kuyu bileziği. Bilezik taşı.

MARGUERITE: Papatya, koyungözü. İnci, değerli taş. Bir sepici âleti.

MENHIR: Taş abide.

MEULE: Değirmen taşı. Bileği taşı. (Peynir, vb) teker, tekerlek. Saman yığını, tahıl yığını. Kömürlük odun yığını.

MIGNONETTE: Bir çeşit ince dantela. İri dövülmüş karabiber. Bir çeşit küçük karanfil çiçeği. İnce çakıl.

MOELION: Moloz taşı.

MONTOOIE: Yol işareti veya abide olarak konmuş taş yığını.

MONTOIR: Binek taşı.

MURAINE: Buzul taş.

MOSAIQUE: Mozaik. Silmetaş. Çeşitli konu ve parçalardan oluşmuş eser. Bitkilerde maviküf hastalığı. Musa Peygamberden gelen.

ONYX: Alaca somaki, balgam taşı, Hacıbektaş taşı.

OPALE: Değerli bir taş, panzehir taşı, opal. Opal rengi.

OPHITE: Yeşil somaki, damarlı yeşil mermer.

OUTREMER: Lacivert taşı. Koyu mavi.

PARANGON: Örnek. Kusursuz inci veya elmas. Afişlerde kullanılan iri harf. Siyah mermer. Mihenk taşı, denek taşı. Karşılaştırma.

PAREMENT: Kiliselerde işlemeli mihrap örtüsü. Yaka veya kollara geçirilen işlemeli kapak. Kesme kaplama taşı. Kaldırım kenar taşı.

PAVÉ: Kaldırım taşı. Döşeme. Kaldırım. Yol, sokak. Çok uzun ve ağır makale.

PERIGUEUX: Camcı ve minecilerin parlatma işlerinde kullandıkları çok sert ve kara bir taş.

PETRE: Taşlı, taşlık.

PHYLLADE: Yapraktaş.

PIERRÉ: Taş. Kaya. Çakıl, ufak taş. Böbrek, mesane taşı. Meyvelerde çekirdek.

PIGEON: Güvercin. Enayi, kaz. Sevgi terimi, tonton, yavru, güvercin. Alçı. Kireçte çıkan taş parçası.

PLUTON: Plüton, Güneşe en uzak gezegen. Püskürük kayaya dönüşmüş derin mağma yığını.

POIDS: Ağırlık. Yük. Vücut ağırlığı. Sıklet. Gülle. Kantar topu, terazi taşı. Azap. Vicdan azabı. Önem. Etki, nüfuz.

PONCE: Sünger taşı. Renkli toz kesesi, silkme kesesi. Yağlı is mürekkebi.

PORTOR: Sarı damarlı siyah mermer.

PRIME: Mal almaya özendirmek için alıcılara verilen armağan. Prim. Ham halde değerli taş.

RECIF: Sığ kayalık, pusu kaya.

ROC: Kaya.

RUBIS: Yakut. Saatlerde (taş). Yakut renginde, parlak kırmızı.

RUPESTRE: Kayalarda yaşayan, kayalarda biten. Kayalardan yapılmış veya kaya içine oyulmuş.

SERPENTINE: Yılan taşı.

SIDERITE: Demirli gök taşı. Mıknatıs.

SILÉX: Çakmak taşı.

STELE: Dike taş. Mezar taşı. Sin taşı.

STEREOTOMIE: Taşçılık. Yontup, kesme.

STRASS: Sahte değerli taş. Aldatıcı parlaklığı olan.

STUC: Yalancı mermer.

SULFATE: Sülfat, göz taşı.

TOMBE: Mezar, sin. Mezar taşı.

TOPAZE: Sarı yakut.

TOUCHE: Tuş, diş. Fırça vuruşu. Balığın oltaya vuruşu. Bir yazarın biçimi. Karşıtlık. Denektaşına vurma.

TRAVERTIN: Pamuk taşı.

TUF: Yumuşak delik delik taş. Öz, temel eleman.

TUMULUS: Taş yığını. Höyük.

VIGIE: Gemilerde direk üstü gözcü noktası. Gözcülük. Bir çeşit şamandıra. Denizde suyun üzerine vuran kayalık.

VOUSSEAU: Kemer taşı.

Latince’den

ALTARIA: Kurbanlar. Kurban taşları.

BERYLLUS: Gök zümrüt.

CAEMENTUM: Yontulmamış duvar taşı, moloz.

CALCULUS: Küçük taş, çakıl. (Dama, vs) taş. Pul. Hesap etmede kullanılan taş. Hesap. Hesaplama.

CAL/X /CIS: Küçük taş. Kireç taşı. Kireçle çizilen çizgi. Bitirme çizgisi. Topuk, ökçe.

CARBUNCULUS: Küçük kömür. Kızıl yakut. Kum taşı.

CAUTOS: Sivri kaya.

CHRYSOLITH: Sarı yakut. Zebercet veya topaz.

CIPPUS: Mezar taşı. Kazıklarla yapılan engel, şarampol.

COS, COTIS: Bileği taşı. Çakmak taşı.

CRYSTALLUM: Kristal. Necef taşı. Billurdan yapılmış.

DERUPTUS: Dik, uçurum, sarp kayalık.

FAX FACIS: Meşale, evlilik merasimi meşalesi, cenaze merasimi meşalesi. Evlilik. Ölüm. Gök taşı. Ateş, alev. Kışkırtıcı kimse. Kılavuz, rehber.

FOCUS: Fırın, ocak. Ölüleri yakmaya mahsus odun yığını. Kurban ateşi. Yurt, ev.

GEMMA: Tomurcuk, gonca. Değerli taş, mücevher. Göze benzeyen şey. Mücevher süslü kaşe, mühür.

GLAREA: Çakıl.

GLESUM: Kehribar.

GORGONIS. İnsanları taşa çeviren efsanevi canavar. Medusa.

GYPSUM: Alçı. Kabartma.

HARRENA: Kum. Kumsal. Kumlu meydan, arena.

INDEX: İşaret parmağı. Gösteren, belirten kimse. Kaşif. Yönetmen. Rehber. Haberci. Şahit. Muhbir, ele veren kimse, casus. (Kitap, vs) başlık. Denek taşı Belirti, işaret. Katalog, liste, özet.

LAPIS: Taş. Sınır taşı, mezar taşı. Değerli taş. Mermer. Mezatçının durduğu yer.

MARMOR: Mermer. İşlenmiş mermer parçası. Mermer kaldırım. Taş. Denizin düz ve parlak sathı.

MEDUSA: Baktığı her şeyi taşa çeviren bir Gorgon.

META: Sirk pistinde son noktalarına konan taş sütun, dönüm noktası. Hedef, bitim, sınır.

MOLA: Değirmen taşı. Değirmen. Kaplıca buğday taneleri.

OFFENSO: Sendeleme. Sürtme taşı. Günah ve hataya düşüren sebep. İncitme, gücendirme. Tasvip etmeyiş. Nefret, iğrenme, beğenmeme. Kaza. Kötü talih. Bitme, tükenme.

ONYX: Oniks, damarlı akik.

PAROS: Beyaz mermeriyle ünlü Ege adası.

PULVIS: Toz, pudra, kum. Çaba, gayret.

PUMEX: Sünger taşı. Kaya.

RUDUS: Moloz taşı, moloz, çerçöp, süprüntü. Bakır parçası.

RUPES: Kaya. Uçurum.

SABURRA: Kum, safra.

SARDONYX: Akik taşı.

SAXEVS: Kayalık, kaya, kayaya ait olan.

SCOPULUS: Kaya, sarp ve kayalık uçurum, dağlık burun. Tehlike.

SCRUPUS: Keskin taş. Huzursuzluk, rahatsızlık.

SILEX: Çakmak taşı. Kaya.

SUCINUM: Kehribar.

TOFUS: Sünger taşı.

UMBILICUS: Göbek. Merkez, orta yer. (Deniz) tarak, çakıl taşı.

Yunanca’dan

ABAKIOS: Taş, plaka.

AKONI: Bileği taşı.

AGKONARI: Köşe taşı.

ADAMAS: Elmas.

AMMOS: Kum.

ANTHRAZ: Kömür.

APOLITHOMA: Taş kesilme.

ARBESTOPETRA: Kireç taşı.

ARIMOPETRA: Mihenk taşı.

BRAHOS: Kaya.

GRANITIS: Granit taşı.

DIAMANTI: Elmas.

ELEKTRON: Kehribar.

KARBUNON: Kömür.

KORALLI: Mercan.

LATOMEION: Taş ocağı.

LEFKOTHOS: Beyaz taş, mermer.

LITHARAKI: Küçük taş, çakıl.

LITHOS: Taş, mücevher.

NEFRITIS: Böbrek taşı.

PEZOLI: Büyük taş. Binek taşı.

PETRA: Taş, kaya.

PLAKA: Döşemelik, kaba düz taş.

PURITIS: Barnt, çekmek taşı.

PUROS: Kum taşı.

RUBINI: Yakut.

SKOPELOS: Kaya, sahra.

SMARAGDI: Zümrüt.

TUMBOS: Mezar, mezar taşı.

HALIKI: Çakıl.

 

Dipnotlar:

  1. Muhiddin-i Arabî, Tedbîrât-ı İlâhiyye, Şerh ve tercüme: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Doç.Dr. Mustafa Tahralı, İz Yayıncılık, İstanbul, 1992, 17. Bâb, s.384-399.
  2. Carlos Castenada, Kartal’ın Armağanı, Türkçesi: Nuri Plümer, Söz Yayınları, 1. Basım, İstanbul , Ekim 1996, s.16-19.

Kaynak: M.E.D. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005. (Arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!