Tasavvuf İkilemi: Mücâhid Sûfîler mi Pasif Dervişler mi?

Muhammed Yüsrî Ebû Hudûr
İslâm Tarihi Felsefesi ve Siyasî ve Politik Faaliyetler Doktorası Sahibi Araştırmacı
 
Arabça’dan Tercüme:
Ayşenur Çinüçen

 

Son zamanlarda, sûfî düşüncesinde cihad kavramı hakkında bir tartışma başladı. Tasavvuf karşıtları sûfî düşüncesinin bu konuda bir yanılgı içinde olduğunu ve mutlak teslimiyete teşvik eden pek çok olumsuz ahlakî değerin yayılmasından sorumlu olduğunu ileri sürerken, tasavvufu destekleyenler ise bu görüşü reddetti. Ve bunu pek çok tarihî hâdiselerle delillendirdiler. Bu hâdiseler de, büyük mutasavvıf şeyhlerin cihad bayrağını kaldırmaları ve savaş meydanlarında düşman karşısındaki mücadeleleridir.

Sûfî düşüncesinde cihad kavramını ve tasavvuf tarihiyle bağlantısını anlamak için, fikirle hakikati ve pratikle teoriyi bir araya getiren sosyolojik bir yaklaşımla yeni bir okuma yapmak gerekir. Ve bu aynı zamanda, dogmatik siyasî menfaatin mezhebçilikle karıştığı medyatik atışmalardan uzak, daha tarafsız ve objektif bir görüşün ortaya çıkmasına yönelik bir teşebbüs olacaktır.

SÛFÎ ANLAYIŞINDA CİHAD KAVRAMI

Cihad kavramı, genel olarak, sûfî atmosferinde özel bir anlam kazanır. Bu anlam, sûfî düşüncesindeki temel sınırlarla ve kapsamlı usullerle uyumlu bir anlamdır ki bu usuller; şeriattaki batınî kavramlara hürmeti esas tutmak, fert için ruhî terbiyeye önem vermek, zühd ve çileyi benimseyip lüks ve dünya zevklerinden uzak durarak nefsi terbiye etmeye ve temizlemeye çalışmaktır.

Bu bağlamda cihad, tasavvufta -öncelikle- nefsin isteklerini dizginlemek amacıyla süregelen bir mücadele olarak özel bir önem arz eder. Bunu isbat etmek için, Rasûlullah zamanında vuku bulan bir hâdise delil gösterilmiştir. Müslümanlar bir savaştan döndükleri sırada Hazret-i Peygamber onlara şöyle der: “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” Küçük cihadla, savaşta kafirlerle olan cihadı; büyük cihadla da nefisle olan cihadı kasteder.

Düşmanla cihad karşısında nefisle cihadı yücelten bu hâdise, tasavvuf tarafından büyük bir kabul gördü. Bu kabul görmenin örneklerinden biri, hicrî 638 yılında vefat eden büyük şeyh Muhyiddîn İbn Arabî’nin el-Vesâyâ kitabında müridlerine şöyle bir nasihat vermesidir:

“Sana düşen büyük cihaddır, o da gelip geçici arzularınla savaşmandır. Bu cihadda, nefsinle savaşırsan, düşmanlarla olan diğer savaşta ihlası kazanırsın. Ki o savaşta eğer öldürülürsen, Rablerinin katında rızıklandırılan şehidlerden olursun.”

Yine bu kabul, Doğudan Batıya tasavvufî eserlerin çoğunda tekrar edilegelmiştir. Hattâ Üstad Ebu’l-Alâ Afîfî de bunu et-Tasavvuf es-Sevretü’r-ruhiyye fi’l-İslâm kitabında tasavvuf aleminde ittifak edilen bir görüş olarak yinelemiş ve şöyle demiştir: “Tasavvuf nazarında Allah yolunda nefisle mücadele, Allah’ın yardımı olan diğer cihaddan daha tehlikeli ve daha kıymetlidir.”

Buna mukabil, bu görüş -nefisle olan savaşın düşmanla yapılan savaştan daha yüksek mertebede olduğu-, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat addedilen bazı tasavvuf karşıtları tarafından kabul edilmedi. Hâdisenin asılsız olduğunu söylediler ve senedinde şübheye düştüler.  Meselâ onlardan, hicrî 728 yılında vefat eden Şeyhülislâm İbn Teymiye, Mecmû’ul-Fetâvâ’da şöyle demiştir: “Bazılarının rivayet ettiği şu hadîs ki Rasûlullah Tebük Gazvesinde şöyle demiştir: ‘Küçük cihaddan büyük cihada döndük.’ Oysa bu hadîsin aslı yoktur, hadîs ehlinden kimse onu Hazret-i Peygamberin sözleri olarak rivayet etmemiştir. Kâfirlerle savaş en büyük amellerdendir. Üstelik insanın gönüllü olarak yaptığı en faziletli şeydir.”

NECMEDDÎN, ŞÂZELÎ VE MUHTÂR: MÜCAHİD SÛFÎLER

Büyük cihad/nefisle mücadele fikri, genel olarak sûfî atmosferinde merkezde olmasına rağmen, küçük cihad/düşmanla mücadele fikri de kabul görerek kendine bir yer edindi. Ve bu, şartlara ve farklı tarihî seyirlere göre arttı yahud azaldı. Asırlar boyunca Doğuda ve Batıda tasavvufla beraber yaşadı. Gayrimüslim düşmana karşı mukaddes cihad bayrağının kaldırıldığı dönemler boyunca, tasavvuf şeyhleri uzak bölgelerde İslâm’ın yayılmasında hatırı sayılır bir rol oynadılar. Kavimlerin İslâm’a girmesi, onların bu yardımına nisbet edilir.

Pek çok büyük tasavvuf şeyhi, çağdaşları olan hükümdarlara ve yöneticilere düşmanla mücadelede gayretli olmaları için mektublar yolladılar. Meselâ, hicrî 505’de vefat eden Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid el-Gazâlî et-Tûsî, Emîrü’l-Müslimîn Yûsuf b. Tâşfîn’e -Mağrib ve Endülüs’te Murâbıt (*) hükümdarı- mektub gönderip İberya yarımadasında Hristiyan devletlerin tuzak kurduğu Müslümanlara yardım için yola çıkmasını istemiştir. Ve ona şöyle demiştir: “Ya Allah yolunda kılıcını kuşanıp Endülüs’deki kardeşlerine yardım edersin yahud senden başkası haklarını savunana kadar Müslümanların emirliğini terk edersin.”

Büyük şeyh Muhyiddîn b. Arabî de bu görevi üstlendi. Eyyûbîlerin Haçlılarla savaşırken zayıf düştüğünü ve El-Meliku’l-Kâmil el-Eyyûb’un, Kutsal Roma İmparatoru II. Friedrich karşısında Beytü’l-Makdis’ten geri çekildiğini öğrenince ona uyarı niteliğinde şu mesajı göndermiştir: “Gayretin ne kadar da az! İslâm senin gibisini görmedi. Şimdi savaşa hazırlan, yoksa onlarla savaştığımız gibi seninle de savaşırız.”

Yine bu çerçevede, hicrî dokuzuncu asırda Osmanlı Devleti’nin Avrupa ve Asya’da gerçekleştirdiği büyük fetihler, tasavvuf boyasıyla boyanmıştır. Bektâşî tarikatı şeyhlerinin, Osmanlı sultanlarının vurucu gücünü temsil eden Yeniçeri asker taburlarını hazırlamada ve göndermede etkili olduğu bilinmektedir.

İstanbul’un fethi -Bizans İmparatorluğunun eski başkenti- sûfîlerin sürekli olarak Ortodoks Hristiyanlarına karşı savaşmaya teşvikinin bir meyvesiydi. Osmanlı kaynaklarının çoğuna göre, Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un fethine, iki sûfî şeyhi Ahmed Gürânî ve Akşemseddin’in ciddi teşviklerinden sonra karar vermiştir.

Sûfîlerin çabaları, yalnızca yöneticilere nasihat vermekle ve onları düşmanla savaşmaya teşvik etmekle kalmamış, bununla beraber mücâhidlerin saflarına dahil olup savaş meydanlarına bizzat katılmaya kadar varmıştır.

Meselâ, tasavvuf şeyleri, hicrî yedinci asırda Orta Asya’da Moğollara karşı savaşta önemli bir rol oynadı. O şeyhlerin en önemlilerinden biri, Necmeddîn-i Kübrâ lakabıyla bilinen Ebü’l-Cennâb Ahmed b. Ömer b. Muhammed el-Hârizmî el-Hîvekî idi. Aynı zamanda, ondan zühd ve tasavvuf usullerini öğrenen çok mürîdi olduğu için “Sâniu’l-evliyâ” lakabıyla da tanınıyordu. Hicrî 748’de vefat eden tarihçi Şemseddîn ez-Zehebî, Necmeddîn’i  Siyeru Aʿlâmi’n-Nübelâ kitabında şöyle tavsif ediyordu: “Hadîs ve Sünnet ehliydi, gariblerin sığınağıydı, makamı büyüktü, Allah için yaptığı şeyde kınanmaktan korkmazdı.”

Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ, Moğolların Hârizm’i istilâ edeceğini anlamıştı. Mürîdlerine İran’ın her yerine ulaşmalarını emretti ve farklı şehirlerdeki putperest halkı İslâm’a davet etmeleri konusunda teşvik etti. Sonra da âlimler ve mutasavvıflarla beraber yola çıkıp 618 yılında çatışmalardan birinde şehîd oluncaya kadar Moğolların karşısında cesurca direndi.

Tarihî kaynaklar, bize, aynı yüzyılda büyük sûfî Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî’nin de Haçlılara karşı verdiği mücadeleyi nakletmiştir. Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî’nin asıl adı Alî b. Abdillâh b. Abdilcebbâr eş-Şâzelî el-Mağribî’dir. Kuzey Afrika’da Gumâre kabilesinde doğdu. Eyyûbî döneminin sonunda İskenderiye’ye yerleşmeden önce tasavvuf eğitimini bizzat büyük sûfî Abdüsselâm b. Meşîş’den aldı. Böylece mürîdleri ve tâbileri onun etrafında toplandı, tarikatı en önemli ve en meşhur tarikatlardan biri oldu.

Hicrî 774’de vefat eden İbn Kesîr ed-Dimeşkî’nin el-Bidâye ve’n-nihâye eserinde yer aldığına göre; Fransa kralı 9. Louis, hicrî 647 yılında, Mısır seferi için ordusuna komutanlık yapıyordu. Delta bölgesindeki gizli Mansûre şehrine kadar Mısır topraklarına girmeyi başarmıştı. O zamanlar Mısır hükümdarı olan el-Melikü’s-Sâlih Necmüddîn Eyyûb, -büyük bölümünün Memlüklerden (**) oluştuğu- ordusunu topladı. Hemen ardından Fransa kralıyla karşılaşmak için yola çıktı, ne var ki çok geçmeden ordusunu bu zorlu şartlarda bırakıp vefat etti.

Tarihî kaynaklar, Memlük emirlerinin bu savaşta önemli bir rol oynadığı konusunda hemfikirdir. Mansûre Savaşında askerî birlikleri toplayıp Fransa ordusuna karşı onları büyük bir yenilgiye uğratana kadar direndiler. Ki hemen ardından Fransa kralı esir alınıp, fidyesi ödeninceye kadar İbn Lokman’ın evinde hapsedildi.

Tasavvuf kaynaklarının birçoğunda, meselâ bunlardan biri olan İbnü’s-Sabbâğ’ın Dürretü’l-esrâr ve tuhfetü’l-ebrâr kitabında, Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî’nin bu savaşta önemli bir rol oynadığından bahseder. Aynı şekilde, Şâzelî’ye, 7. Haçlı Seferinin Dimyat’a yapıldığı haberi ulaşınca, kendisine tâbî olanlara savaş için hazırlanmalarını emretti. Kendisi altmışına dayanmış âmâ bir şeyh olmasına rağmen, savaş meydanında onlara liderlik etti.

Şeyh Abdülhalîm Mahmûd, Kaziyyetü’t-Tasavvuf kitabında, Şâzelî ve tâbîlerinin, bu savaşta savaşanların manevîyatlarını yükseltmedeki rolünü şöyle anlatmıştır:

“Caddelerde ve sokaklarda zaferi yahud cenneti hatırlatarak, gayretleri canlı tutarak, imânları sağlamlaştırarak ve İslâmî cihâd yolunu destekleyerek yapılan şahsî yürüyüşler oluyordu. Daha sonra bu seçkin şahsiyetler karargâh çadırlarından birinde toplandılar, namaz ve duayla Allah’a yönelip O’ndan yardım istediler.”

Ve yine bu savaşta vukû bulan şöyle bir hâdise anlatılır. Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî, Müslümanların hezimete uğramasından korkarak sıkıntı ve endişe hissediyordu. Uyuduğunda rüyasında Allah’ın Rasûlü’nü ve ashâbından birkaç kişiyi gördü. Rasûlullah ona zaferi müjdeleyerek şöyle dedi: “Düşmanın saldırabileceğinden dolayı hissettiğin bu endişelere ehemmiyet verme. Sana düşen yöneticilere nasihat etmektir.” Şazelî uyanır uyanmaz insanlara müjdeyi verdi ve Memlük emirlerini cihada teşvik etti. Mürîdlerini de zafer kazanıncaya kadar savaşa katılmak husûsunda cesaretlendirdi.

Cihad emrini yerine getirmek ve savaş meydanlarına cesaretle girmek husûsundaki sûfî gayretleri, mevcut modern asırda da devam etmiştir. Meselâ, Şeyh Ömer el-Muhtâr -Senûsiyye tarikatı mensublarından biridir- Libya’da işgalci İtalya’ya karşı verdiği kahramanca mücadelesiyle bilinir. Bu mücadele Muhtâr’ın yakalanıp 1931 yılında idam edilmesine kadar devam etmiştir. Cezayir’de sûfî emir Abdulkâdir el-Cezâirî, yakalanıp 1883’de vefat ettiği yer olan Şam’a sürülünceye kadar, Cezayir’in Fransız sömürgeciliğine karşı direnişine uzun bir süre liderlik etmiştir. Mağrib’de ise tasavvuf, Mağribli sûfî lider Emir Abdulkerîm el-Hattâbî liderliğinde cihad ve direniş hareketinde önemli bir rol oynamıştır. Kendisi 1963’te vefat edene kadar Fransız ve İspanyollara karşı mücadele hareketini organize etmiştir.

Doğuda ve özellikle Afganistan’da 20. yüzyılın seksenlerinde tasavvuf, Sovyetler Birliği’ne karşı cihad hareketinde belirgin bir rol oynamıştır. Taliban –ki tasavvufî bir karaktere sahiptir- 2001’de Afganistan topraklarını işgal eden Amerika Birleşik Devletleri kuvvetlerine karşı uzun süren bir savaşa girmiştir.

TASAVVUF NEDEN TESLİMİYET İLE İLİŞKİLENDİRİLMİŞTİR?

Tasavvuf şeyhlerinin asırlar boyunca düşmanlarla olan cihaddaki rolünü özetleyen bu tarihî takdimden sonra; bir yanda tasavvuf, diğer yanda teslimiyet, boyun eğme, pasiflik ve cihadı terk etme arasında bağlantı kuran inancın yayılması üzerinden kaçınılmaz bir soru ortaya çıkar ki bunu sormaya hakkımız var; onlarca şeyh şiddetli savaşların içine girmişken, tasavvufta cihadın reddedildiği inancı neden hüküm sürdü?

Bu soruya cevab vermek için birkaç önemli noktaya dönmek gerekir. Bu noktalar, etrafında uzun zamandır tartışmaların sürdüğü bu ihtilaflı meselede objektif bir görüş ileri sürmeye yardımcı olacaktır. Bunların ilki, âlem ve varlık konusundaki tasavvufî görüşün özelliği itibariyle, yeryüzünün yaradılışına Allah yolunda cihad eden salih kullara verilen İlahî bir hediye olarak bakan yaygın an’anevî Sünnî görüşten farkıdır.

Mutasavvıflar kendi hususî dünyalarında sadece Rableriyle irtibat hâlindeydiler. Bu ikili irtibatın bir ucunda kul, diğer ucunda Rab vardı. Bu yüzden -netice olarak- siyasî yapılara önem vermediler. Yönetim ve hükümdarlık alanlarından uzaklaştılar. İnzivaya çekilip iç dünyalarına yönelerek halife ve sultanların saraylarını terk ettiler. Üstelik İslâm devletlerinin benimsediği yayılmacı projeleri teşvik etmek husûsunda tasavvuf şeyhlerinin müessir bir rolü de olmadı.

Bu çağdaşlarının aksine, yine Ehl-i Sünnet ve Cemaatten olan diğer fâkihler, âlimler ve şeyhlerin çoğu, yönetimi destekleyip cihad çağrısı altında, fetih ve savaş için gerekli meşrûiyeti verdiler. Burada belirtmek gerekir ki, yönetimle bağlantısı güçlü olan birçok tasavvuf şeyhi de, cihad konusunda an’anevî Sünnî görüşü benimseme temâyülünde olmuşlardır. Buna, Zengî, Eyyûbî, Memlük ve Osmanlı devletlerinin tarihini inceleyerek ulaşmak mümkündür.

Bu noktaların ikincisi, tasavvuf kavramı etrafında meydana gelen karışıklıkları hesaba katma mecbûriyetidir. Gerçekte tasavvuf, bir mezheb veya bir tarikatla sınırlanmamıştır, bilakis aralarında büyük farklılıklar bulunan onlarca mezhebe ve tarikata ayrılmıştır. Bunların hepsini tâlî bir tanım eklemeden -tarikat/sünnî/bütüncül/varoluşçuluk gibi- tasavvuf adı altında toplamak bir tür kolaya kaçma ve üstünkörü bir bakıştır.

Meselâ, tasavvuf, vahdetü’l-vücûdu savunan Ekberiyye tarikatının kurucusu Muhyiddîn İbn Arabî ile, an’anevî mutasavvıf çizgiyi koruyan el-Gazâlî’yi bir araya getirir. Buna ek olarak Seyyid Ahmed el-Bedevî de vardır ki Mısır toplumunun büyük bir kısmının katıldığı ve ilginç âyinleriyle bilinen Ahmediyye tarikatı kendisine isnâd edilir. Bu üç akım tasavvuf şiârını yaymakta ittifak etmelerine rağmen, hepsini birbirinden ayıran fikrî birçok fark vardır. Dolayısıyla cihad gibi önemli bir konuda aynı görüşü taşımaları mümkün değildir.

Bu noktayı anlamak için başka akımlardaki çağdaşlarından ve seleflerinden bazılarının sözlerine başvurmak gerekir. Meselâ, İbn Teymiye -ki kendisi bazı kitablarda tasavvuf hırkası giydiğini söyler- hem Abdulkâdir el-Geylânî’yi hem de Adî bin Müsâfir’i övdüğü sırada, Muhyiddîn İbn Arabî’yi şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. Aynı şekilde tasavvuf kaynakları, İbn Dakîkul’îd’in de Mısır’da el-Bedevî’yi eleştirdiğini nakleder. Bu rivayetlere rağmen o ikisi -şöyle yahud böyle-  mutasavvıf idiler.

O zaman tasavvuf, asırlar boyunca onlarca âlimi ve mütefekkiri içine alan kapsamlı bir kavramdır. Her biri bilgi birikimlerine, tarihî şartlarına ve şahsî tabiatlarına dayanarak fikrî yapılar oluşturmuştur. Bu sebeple, cihadı ihmal etmeye yahud önemsememeye sebeb olan tekdüze bir sûfî görüşün varlığını ileri sürmek mümkün değildir. Ve bu görüşün tasavvufun tamamının bakış açısı olduğunu iddia etmek de mümkün olmaz.

Üçüncü ve son nokta ise, bir tarafta ulvî amaçlara sahib fikrî, ruhî hareket olan tasavvuf ve diğer tarafta onun bayrağı altında olan tarikatların karıştırılmasıdır. Zira kitablarda sûfî büyüklerin ifade ettiği tasavvufî görüşle, onların daha sonraki müridleri ve tâbîleri olan nesiller aracılığıyla ortaya çıkan uygulamalar arasında büyük bir fark vardır.

Yâni, tasavvuf düşüncelerinin ve nazariyatının ulviyetine rağmen, pratik ve uygulamaların çoğu tam olarak bu şekilde olmamıştır. Çünkü -öncelikle- dönemin yaygınlaşan ihtiyaçlarını ve şartlarını yerine getirmişlerdir. Bunda siyasî diktatörlüğün, mezheb anlaşmazlığının ve fıkhî katılığın da rol oynadığını görüyoruz. Geçmiş asırlarda yaygın olan bu sebeblerin, bütün fikrî mezheblerde bazı sonuçları oldu. Özellikle hicrî 656’da Moğol eliyle Abbâsî hilâfetinin düşüp, ondan sonra Memlüklerin tahta çıkmasında görüldüğü gibi. Bu zorlu siyasî felaketler, bazı tarikatların hoş olmayan kimi metafizik uygulamalarla meşguliyetine de sebeb oldu. Değişimleri ise, dayanışma ve merhamet ilkelerine dayanarak yönetim ve toplum arasında arabulucu bir halka olmakla mümkündür. Ve yöneticiye karşı çıkmaktan yahud yönetime ortak olmaya çalışmaktan tamamen uzaklaşmalıdırlar.

 

* Kuzey Afrika, Endülüs ve Balear adalarında hüküm süren Berberî hânedanı ve devleti (1056-1147)

** Mısır’da Eyyûbî ordusundaki Türk asıllı âzatlı emîrler, Eyyûbî ordusunun en önemli unsuru hâline gelmiştir ki, daha sonra Mısır’da Eyyûbîler yıkılınca, yerine Memlükler adıyla bilinen Türk Devleti kurulmuştur.

 

Kaynak:

https://www.ida2at.com/sufi-sheikhs-mujahideen-or-negative-dervishes/ (20 Ocak 2023)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR