Tasavvuf Yoluna Dair Deneme

Bize “tasavvuf nedir?” diye sorulacak olsa, kısaca şöyle cevab veririz: “Tasavvuf kaâl-söz değil, hâldir…” Hâlbuki bu da bir kaâldir. Ama öyle bir kaâldir ki, hâlin tâ kendisi… Demek ki tasavvuf, hâlin kaâli, özün sözüdür. “Özün sözü” olduğu gibi, aynı zamanda “sözün özü”dür. İşte İBDA Mimarı’nın Kökler adlı eserinde biz bunu görürüz.

Tasavvufun bir başka şekilde tarifi de, “iki kişi arasındaki sır”dır. Allah ile kul arasında, seven ile sevilen arasında öyle bir sır ki, burada üçüncü kişilere yer yoktur. Çünkü üçüncü kişi, sırrı sır olmaktan çıkarır. Nitekim bu sırrın başında, Allah Resûlü ile Sıddîk-i Ekber arasındaki “mağara dostluğu” olduğu söylenmiş ve tasavvuf kervanı onlara bağlanmıştır.

“Kökler”de bu meyanda şu hikmeti görürüz:

– “Biri, ‘bana bir sır söyle!’ demiş… Cevap: Ben sana sır söyleyemem. Ben sırrı öyle birisine söylerim ki, onu kendi benliğimde değil, kendimi onun benliğinde göreyim… Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum!” [1]

“İki kişi arasındaki sır”ra refakat eden duygu, belki kıskançlığa benzetilebilir. Sırrı koruyan kıskançlık. Eşler arasındaki beşerî kıskançlık, buna bir örnek olsa gerektir. Bir sırrın paylaşıldığı yerde, o sırrı koruyan bir duygu olmalıdır. Belki hayvanlara kadar sârî bir tabiîlik içinde… “Hakikat-i Ferdiyye” bahsinde, Allah’ın, kendisinden başkasıyla ilgilendiğinde kuluna darıldığına dair bir hakikatten söz edilir. Sanırız işin tasavvufî temeli şudur:

– “Dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister.” [2]

Ama bu üçüncü kişiye mahsus türden bir kıskanma olmasa gerektir. Ona “hasedlik” denir ve İslâm ahlâkında yeri yoktur. Bir sırra refakat eden kıskanma duygusu ile, ondan mahrum olmaktan gelen hasedlik, ayrı şeylerdir. Hasedlik, tasavvufî sırdan önce, bizzat tasavvufa düşmanlıktır. Nasıl ki, şeytan, mümin ile Allah arasındaki dostluğa hased eder ve onu bozmaya uğraşır. İşte “günah” olan, bu melûn duygudur.

Hristiyan edebiyatında Hazret-i İsa’ya atfedilen bir beyana göre, “Allah’a varmak için iki kişi gerek”… Bu beyan bize “Tilki Günlüğü”nü tedai ediyor. “Ufuk ile Hafiye”, Allah’a varmanın yollarını gösterir… Tabiî, o “üçüncü kişi” duygusunun yaptırdığı ibişlikleri de… Hani, Allah ile Ruhullah arasındaki risâlet dostluğuna hased eden, kendini o dostluğa Hazret-i İsa’dan daha lâyık gören ve O’nu Romalılara gammazlayan Yuda Şemun tiplemesi… Bu kendini güzel buluş ve güzele hasedlik, Hazret-i Âdem (ilk insan) gününde, İblis’i “İblis” kılan şeydir, aynı zamanda…

“Tilki Günlüğü” bize şu sırrı da fısıldar: “Sin iki kişi demektir”… Bu söz, aklımıza ilk olarak “Sin” harfini getirir. Sin harfinin ebced değeri 60’tır ve 60 da, Kusto Lûgatine göre, “iki ışık” ve “iki âşık”tır… Sin, İbranice’de 21’inci harf olup, sembolü “tilki”dir. İbranice’de bu harf, Arabça’daki “He” harfini andırır şekilde “iki yüzlü”dür. Yahudi ahlâkında bu durum, kendi ikiyüzlülüğünü, kendi münafıklığını kendi sırtında taşıyan bir mânâya işaret olsa gerektir. Nitekim Yahudiler, ikiyüzlülüğün, başka türlü görünüp başka türlü olmanın tarihî timsâlleri olmuşlardır.

Bu mânânın bir başka köşesinde de, Mevlânâ Hazretleri’nin, tilki satan bir Türkmen’e teveccüh ve tebessümleri vardır. Türkmen, sattığı tilkiden bahisle “dilgu, dilgu” diye bağırıyordu. Bunu duyunca Mevlânâ Hazretleri durmuşlar, tebessümle Türkmen’e yönelmişler ve “dil kû, dil nerede, gönül nerede?” şeklinde mukabelede bulunmuşlardı. Dil kû, Farsça’da “gönül nerede?” demekti. Burada hem “gönül”e –ki Şems-i Tebrizî idi-, hem “dil”e –ki henüz emekleme devrinde bir Türkçe idi-, hem de “tilki”ye –ki istikbâle dair bir mânâ idi– işaret vardı.

Her devirde, her kültürde ayrı bir tecellisi, ayrı bir idraki olan ruha dair bir sır vardı. Selçuklu devrinde bu sır, “çift başlı kartal” suretinde idrak edilmiş gibiydi. Bu suretin zahirî mânâsı, devletin kurucusu iki kardeşe delâlet ediyordu. Ama batınî mânâsı daha derin bir hikmete dayanıyor olmalıydı. Muhtemelen bu hikmet, eski bir Arab efsanesindeki, -“Tilki Günlüğü”nde bahsi geçen– yüzünün ve vücudunun bir yarısı sırdaşlardan birinin, yüzünün ve vücudunun diğer yarısı sırdaşlardan diğerinin suretini taşıyan bir kahraman ile ilişkiliydi. “Ufuk ile Hafiye” mânâsını gösteren bu temsil ise, aslında “bir tek kişi” idi. Nitekim iki kişi, Kusto lûgatine göre, “baş-kaptan”, yâni bir tek kişi demektir.

Tedailer boyunca devam edebiliriz: “Cin iki kişi demektir”… Öyle ki, Selçuklular’da gördüğümüz “çift başlı kartal”, alâmeti, şeklî bir ayniyet hâlinde “kahbe Bizans”ta da vardır. Cinnî bir mânâ ve ona dair kalbte beliren “enginlik-muhabbette sınırsızlık” hissi, tehlikenin daima üçüncü kişiden gelmeyebileceğini gösterir. İki kişi bazen başlı başına tehlikedir. Herhangi iki kişinin bir araya gelmesinden tasavvuf doğmaz, belki ölür. Bu iki kişinin “tasavvuf eri” olması gerekir. Nitekim “cin”, hemen bu davanın kahramanlığına soyunur. O zaman, cinne muhabbet, Allah’a muhabbetin yerini alır ki, sonu hüsranla biter. Asıl, “Can iki kişi demektir” demek lâzım... “Dost iki kişi demektir”.

Bir sır ki âşikâre

Avcı yenik şikâre,

Yalnız, yalnız sabırda,

Çaresizliğe çare… [3]

“Bir sır ki âşikâre-apaçık”… Gizli kapaklı bir sır değil, apaçık bir sır… “İman kalbte, İslâm açıktadır.” Bu noktada tasavvufun bir tek kelimeye ircâ olunduğunu görürsünüz: “Sabır”… Sabır ise şeriat mânâsında, “şeriatte sebat” mânâsındadır. Tasavvuf ile şeriat, gizlilik ile açıklık, aynı şey olur. Zaten şeriate aykırı düşülen yerde, tasavvuf da yoktur. Şeriatte sebat olmadan kazanılan hâller, tasavvufa dair olmayıp, hezeyana, dalâlete ve küfre dair hâller sayılır. “Sır” ancak böyle bir âşikârelik içinde saklanabilir ki, buna tasavvufta “din içinde din saklamak” derler…

Tasavvufun sık sık “uçurumlar üstünde yürümek” diye tarif olunduğunu işitirsiniz. Tasavvuf, o can pazarıdır ki, ayağı kayan, uçurumun dibini boylar. Öyleyse, en başında, sırrın iki yüzünü, Allah’ın “Cemâl” suretinde tecellisi ile “Celâl” suretinde tecellisi olarak bilmek gerekir. “Cemâl” suretinde tecelli, Allah’ın kuluna tatlılıkla, hoşlukla, kolaylıkla iltifat buyurmasına derler. Ama dikkat etmek gerekir ki, nefs bundan hoşlanır. Zirâ “Rahman” ismi gereği, dünyada mümine de kâfire de tatlılıktan, hoşluktan ve kolaylıktan nasib vardır. Oysa dünyanın bu hâli çoğu zaman aldatıcı ve felâketle sonuçlanıcıdır. Onun için, “Cemâl” tecellisini, tasavvuf erbabı ekseriyâ, sonu felâkete düçar olur mânâsına, “Cemâl suretinde Celâl tecellisi” bilmişlerdir.

Celâl” suretinde tecelli diye ise, Allah’ın kuluna, sıkıntı, mihnet ve şiddetle muamelesine derler. Bunda nefsin payı olmadığı söylenir. Bundan dolayı, tasavvufta “Celâl” tecellisinden hoşlanılmış ve sonu saadete varır mânasına, ona “Celâl suretinde Cemâl tecellisi” denilmiştir. Müminlerden bu dünyada hastalık, yoksulluk ve çaresizliğin eksik olmayacağına dair mukaddes ihtar bu hizâda hatırlanmalıdır. Yine Müslümanların bu dünyanın garibleri olduğu söylenmiştir. Fakat dünyadaki bu mihnet ve şiddetin sonunda, âhirette, “Rahîm” ismi gereği, müminlere hoşluk ve ferahlık erişir. Nitekim “Melâmîler – hor ve hakîr görülmüşler”, tasavvufta hususî bir yerde anılmış, onların başının Allah Sevgilisi olduğu söylenmiş ve Ehl-i Beyt de bu mânâdan sayılmıştır.

“Kökler”de buna dair şöyle denir:

– “Hâce Muhammed Masum Hazretleri, ‘bize Allah’ın cemâl sıfatıyla tecellisinden, celâl sıfatıyla tecellisi daha sevgilidir. Zira ikincisinde nefsin payı yoktur!’ buyurdular.” [4]

Celâl tecellisinde nefsin payı olmaması, nefsin, her ne gaye uğruna olursa olsun, belâdan, ezâdan ve mahrumluktan hoşlanmamasından olsa gerektir. Ama bu yolun sahte serüvencileri de yok değildir. Eski Stoacılar, “cevr ve cefâya tahammül”ün felsefesini geliştirmişlerdi. Yine Hind’de ve başka yerlerde bunun misâlleri vardır. Günümüzde nefsine ezâ ettirmekten hoşlanan “mazoşist” ve başkasına ezâ etmekten hoşlanan “sadist” tiplemeleri ve anlayışları bilinmektedir. Ama bunlar, felsefeli hâliyle de, felsefesiz hâliyle de tasavvufun haricindedir. Çünkü bu türlü nefse ezâ, şeriatin kabul edebileceği bir şey olmadığından, altından yine nefsin, bir başka surette hortlayacağı açıktır.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Allah’ın Cemâl ve Celâl suretinde tecellisi hikmetini “İki gözlü He” harfinde bulmuşlar ve kendi mânâlarının da bu hikmetten olduğunu beyan buyurmuşlardır. “İki gözlü He” harfinin bir gözü Cemâl’e, bir gözü Celâl’e nazar eder. Eski Mısırlılar’ın Ra’ya dair düşünceleri, bir parça bu hikmeti hatırlatır. Nitekim “Sfenks” hakkındaki masallarda da, Allah’ın mekri, Mekr-i İlâhî, İlâhî oyun ve hile, buna benzer şekilde zikrolunmaktadır. Ama bu, sözkonusu mânâlara onların ortak olmasından değil, hele kaynak olmasından hiç değil, bu İlâhî mânâların her devirde insanlara çeşitli suretlerde açılabilir olmasından olsa gerektir. Nitekim şöyle denmiştir:

– “Allah ehlinin huzuruna gelen bir kimse, kendisini boşaltmalıdır ki, onu doldurmak mümkün olsun… Sohbet ve cemiyetten maksat, ya ifâde, ya istifâdedir. İstifâde bekleyenlerse, BOMBOŞ gelmelidirler; zira dopdolu dönerler… Bu yolun gerçek kahramanlarına karşı mânevî iflâsını açığa vurmayan, gereken sermayeyi onlardan alamaz. Şah-ı Nakşibend Hazretleri buyurdular: ‘Her şeyden evvel, hasta ve marîz olan kimsenin, hâlini bilmesi ve deva istemesi, sıhhat bulmak için şarttır!..’ Bize ve size lâzım olan, evvelâ Kitap ve Sünnet yoluyla itikadın düzeltilmesidir.” [5]

He harfi, Kusto Lûgatinde “sıfır” ve “boşluk” kavramlarıyla müşterek bir hizâda anılır. Hindçe’deki “sunya” kelimesinin felsefî mânâsından çok daha geniş vasıfları barındırır, “sıfır” ve “boşluk”…

Hemen bütün eski büyük medeniyetlerin idrakine bir şekilde girmiş kavramlardır. İBDA Mimarı, bir keresinde, “Sıfır, insan zekâsının en büyük buluşlarından biridir!” buyurmuşlardır. Yine, bu kavramın hatırlattığı üzere, “Bomboş bir devirdeyiz!” denilmiştir. Belki tasavvuftaki “fenâ” tabirinin de burada bir izi bulunabilir. Şeriat olmadan tasavvuf olmayacağı gibi, Büyük Doğu-İBDA’ya nisbet şartı yerine getirilmeden de bu sırlar umumiyetle kapalı kalır.

He harfi hakkında söyleyebileceğimiz bir diğer husus ise, kelime sonlarındaki yazılışının esrarı üzerinedir. Osmanlılar’da bu harf kelimenin sonuna gelince, kelimeyi “müennes-dişi” yapardı ve çoğu zaman “e”, bazen de “a” sesi verdirirdi. Meselâ “Arif-Arife”, “Sadık-Sadıka” kelimelerinin sonundaki “e” ve “a” seslerini He harfi verdirirdi. Bazen kelimenin sonunda “kamçı ve kuyruk” şeklinde olurdu. Rik’a stilindeki yazılarda ise, bir “kulp” şeklini alırdı. “Allah” lafzında, yazı stiline göre, her iki şekilde de kullanılır.

Bazen de kelimenin sonundaki He harfinin, bitişme özelliklerinden dolayı, kendinden önce gelen harfe bitişemediğini, bu takdirde, yalnız ve müstakil, adetâ Lâtin alfabesindeki “sıfır” misâli yuvarlak bir şekil aldığını görürsünüz. İslâm alfabesinin “5” rakamını andırır. Meselâ “günah” kelimesinde, bu şekilde, kendisinden önceki Elif’e tutunamamış ve düşmüş gibi durur. O zaman “ayrı ve uzak kalmışların sırrı” olur. Bu sırrın şeytana bakan bir yönü olduğu bilinirse de, mânâ o menfî şekilden kurtulduğu, günahtan arındığı takdirde, tasavvufta erişilmez bir makamın ihtarcısı olur. Bu makama “gayb-ı hüviyet” ıtlak olunur ki, Allah dostlarının halk âlemindeki gizliliklerine işaret eder. Ârifler, bu He harfi için, “Hüviyetin he’sidir ve Allah lafzının asıl harfidir” demişler ve onu alıp verilen nefeste ve şuurla edilen zikirde göstermişlerdir.

Bununla beraber, “He harfinin bir adı da Şahmelet’dir!” denilmiştir. “Melet”, bir harfin kusurlu gelmesi şeklinde düşünülürse, ya “mele”dir, ya “millet”dir veya “meled”dir. Biz daha evvel T ile D arasında dilimizdeki dönüşüm özelliğine göre bu son tabiri tercih etmiş ve mânâyı “gençlik ve tazeliğin şahı” olarak okumuştuk. Günaha ve hatâya meyyâl olan gençlik çağında, “günah ve hatâ etmeyen asıl”ın nerede olduğunu bulmak, O’nun kapısına yüz sürmek ve eteğine yapışmak şeklinde anlamıştık. Ama muradın “şah-ı millet” olması da, “şah-ı mele” olması da mümkündür. Mele: Bir cemaatin ileri gelenleri. Hırs, tamâ. Zan. Güzellik. Topluluk, halk… Mele-i âlâ: Kerrûbiyyun ve melâike cemaati. En yüksek heyet. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar… Bu takdirde de mânâ değişmiş olmuyor, sadece incelmiş ve kıvrımlanmış oluyor.

Bir de “Ma’lat” var: Derin ve yüksek fikir. Ululuk, şeref, itibar… Derin ve yüksek fikirlerin şâhı. Ululuk ve şerefin şâhı.

Nakşibendîler, “Kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir” derler. Şu hâlde tasavvufu, ruhu kaybedilmiş birtakım taklidî dış sebeblerden önce, bütün bir hayat nizamına yol verici iç sebeblerde aramalıdır. O zaman, tasavvufun tarif edilmezliği içindeki tarifi belki bir tek kelimeye ısmarlanabilir: “Samimiyet”… Meşgûl olunan dış sebeb her ne olursa olsun, kaybedilmemesi gereken biricik haslet…

AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 3, Temmuz 1996, Halil Naşid imzasıyla)

Dipnotlar:

1) Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER –Necip Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 38.

2) Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER, s. 120.

3) Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER, s. 120.

4) Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER, s. 207.

5) Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER, s. 111. (Büyük harfle vurgu bize aid)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir