Telegram Vesilesiyle: ‘Üst İnsan mı, Biyolojik Robot mu?’

Materyalist felsefe, “eğer zihin sadece maddî hammaddeden oluşuyorsa ve zihnin sırları tamamen çözülebilirse, elimizdeki hammadde ile zihni taklid etmeyi umabiliriz ve böyle bir durum gerçekleşirse, zihne materyalist yaklaşımın doğru olduğundan kimsenin şübhesi kalmayacaktır” düşüncesinde…

Günümüzde bu tip iddialar, özellikle “sun’i zekâ” çalışmalarıyla irtibatlı. Sun’i zekâ çalışmalarının, zihne materyalist yaklaşımın doğrulanması için ümit bağlanan ve en popüler ilgi odağı olduğu söylenebilir.

Sun’i zekâ çalışmalarının hedefi, insan zihni yahud beyninin nasıl çalıştığı üzerine yapılan tartışmalar, deneyler, araştırmalar neticesinde, “insan gibi düşünen, üreten ve karar verebilen” sistemler geliştirebilmek. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında amaç, insan zihninin yapısını, dil ve düşünce kabiliyetinin nasıl geliştiğini çözmekti.

Ne garibtir ki, Batının hâlâ sırrını çözemediği zekâ, düşünce ve dil üzerine yaptığı sözkonusu felsefî tartışmalar ve ilmî araştırmalar, teknik anlamda birçok buluşun kapısını açmıştır. Teoride insan zihninin nasıl çalıştığına dair herşeyi açıklayıcı sistemler olmamasına rağmen, bugün kullandığımız pek çok teknoloji, insan zihni ve sun’i zekâ üzerine yapılan araştırmalar neticesinde elde edilmiştir. Bilgisayarlar, klimalar, fotoğraf makineleri, kameralar, robotik gereçler ve maalesef “TELEGRAM TEKNOLOJİSİ” çerçevesindeki cihazlar buna çarpıcı birer örnek…

Evet, özellikle geçtiğimiz yüzyılın başlarından beri, çok farklı dallardan binlerce bilim adamının insan zihninin sırlarını çözmeye çalışan sayısız araştırması mevcut… Bütün bu çalışmalar bir araya getirilebilse çok dehşet verici şeylerin gün yüzüne çıkacağından hiç şübheniz olmasın…

Bu çerçevede gündeme gelen ve “nöroloji-sinirbilim” alanında kullanılan, aynı şekilde zihin kontrolü-yönlendirmesi ve TELEGRAM çerçevesinde de başvurulan en son teknikler ve birtakım ilaçlar, artık “akademik literatür”de bile ahlakî, hukukî, sosyal ve felsefî bakımdan birçok soru işaretine mevzu oluyor.

TELEGRAMCI devlete bağlı resmî bir kurum olarak Gülhane Askerî Tıb Akademisi’nin Tıb Tarihi ve Deontoloji uzmanı Muharrem Uçar’ın, “Biyoteknolojinin Sinirbilim Uygulamalarında Gelinen Nokta: Üst İnsan mı, Biyolojik Robot mu?” başlıklı (TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni, 2006: 5 (6) yayınlanmış) araştırması hayli dikkat çekici. Şöyle diyor Muharrem Uçar:

– “Bireyin kişiliğinin en özgün parçasını oluşturan beyinsel işlevlerden hangilerinin bilgilerinin keşfedilmeye çalışıldığı, bu bilgilere ulaşma ve bunların ortaya konmasının etik olup olmadığı, bu tür bilgilere ulaşılmasının ne tür sorunlar çıkarabileceği, kimlerin bu bilgilere sahip olabileceği, bu bilgilerin ne şekilde ve nasıl kullanılacağı, bireyin bu alanla ilgili kişilik haklarının sınırlarının ne olduğu gibi onlarca sorun çözüm beklemektedir. Sinir bilimleriyle ilgili çalışmaların diğer tıbbî çalışmalardan farkı, bireyin kişiliğinin en özgün parçasını oluşturan ve onu birey yapan temel dinamikleri oluşturan beyin ve onun işlevleri üzerinde çalışmaların yürütülmesidir. Bu alanda ortaya çıkan sorunların karmaşıklığını ve önemini vurgulamak açısından William Safire’nin aşağıdaki ifadeleri dikkat çekicidir:

“Beyinle ilgili araştırmalara özgü etik sorunlar, insana ait diğer organlarla ilgili olanlardan çok daha farklı bir özellik arzetmektedir. Bu tür çalışmalar doğrudan bizim kişiliğimizin merkezini oluşturan bilincimiz ve benlik algımız gibi konuları ilgilendirmektedir. Bizim görünümümüzün ötesinde, birbirimizden ayırt edici özelliklerimiz nelerdir? Bunun cevabı; davranışlarımız ve kişiliklerimizdir. Sinirbilim tam da bizim bu temel özelliklerimizi değiştirebilecek konularla ilgilenmektedir.”

William Safire’in dediği gibi sinirbilimin temel özelliklerimizi değiştirebilecek konularla ilgilenmesinin ötesinde, zaten amaç da toplumsal karakteristik özeliklerin çözülmesi ve değiştirilmesi. Bu, topraklarınızın işgal edilmesinden daha kolay, kansız ve karşılık verilemeyen bir yöntem…” [*]

Tam da TELEGRAM teknolojisinin bugün vardığı noktaya temas eden Muharrem Uçar, bu çalışmaların ne kadar “ahlâksızca” bir zemine oturtulduğuna dair okuyucularını uyarmayı da ihmal etmiyor:

– “Nöroloji, psikiyatri ve psikofarmakoloji gibi birçok bilim alanı, genel olarak sinir bilimlerinin çalışma alanını oluşturmaktadır. Bu bilimler insanın kişiliğinin en önemli bölümünü oluşturan beyin ve onun fonksiyonlarıyla ilgilendikleri için birçok etik sorunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Özellikle fonksiyonel beyin görüntülemesi (fonctional neuroimaging), beyin implantları, beyin işlevlerini elektronik veriye dönüştüren cihazlar (brain-machine interfaces) ve psikofarmakoloji ile ilgili çalışmalar, önemli etik sorunları gündeme getirmiştir.  İnsanın ruhsal durumu, bilinci, kişiliği ve davranışlarının sinir sistemi ile ilişkisine dair bilimsel bilginin artması da göz önüne alındığında, karşılaşılan etik sorunların karmaşıklığı daha da büyük bir önem taşımaktadır.”

Muharrem Uçar, sözünü ettiği bu “sorunları”, gerçekleştirilen psikofarmokolojik ve diğer uygulamalar dâhilinde, etik güvenlik, sosyal kaygılar ve felsefî kaygılar olmak üzere üç başlık altında incelemiş. Muharrem Uçar’ın “Biyoteknolojinin Sinirbilim Uygulamalarında Gelinen Nokta: Üst İnsan mı, Biyolojik Robot mu?” başlıklı araştırmasından ilgili bir bölümü naklediyoruz:

– “Kozmetik bir maddenin insan vücudunda oluşturacağı istenmeyen bir sonuçla, hafızayı güçlendirmek veya dikkati arttırmak için kullanılan bir maddenin oluşturacağı istenmeyen sonuç birbirinden çok farklıdır. Karmaşık sistemlerdeki riskin daha büyük ve kabul edilemez olabileceği değerlendirilmektedir. Ruhsal durumu ve motivasyonu güçlendiren tedavilerin, aynı zamanda bir sosyal kontrol aracı olarak kullanılabileceği, diğer bir etik sorundur. Üçüncü etik sorun ise felsefî kaygılara dayanmaktadır.

Bu kaygıların temel kaynağı, insanın değeri ve kendini algılaması ile ilgilidir.  İnsanların bireysel gelişimleri, ulvi amaçlar doğrultusunda hareket etmeleri, yaşamda risk alma ve sorun çözme yönünde çaba gösterme süreçlerinden geçerek oluşmaktadır. Bu süreçte bireylerin doğal yetenekleri çeşitli risklerle sınanarak, onların kişilik özelliklerine dönüşmektedir. Bireyler bu süreçte zamanlarını ve çabalarını daha fazla değer atfettikleri işlere yoğunlaştırarak verimliliklerini arttırırlar.

Ancak, ilaçlarla daha çok verimli olacak ve daha kolay elde edilecek imkânlar olduğunda, çalışmanın onuru ve değeri ile sorun çözme becerilerinin gelişmesinin göz ardı edileceği düşünülmektedir. Aynı zamanda böyle bir durumda, tüm insan çabalarının tıbbî süreçler gibi algılanması ve normal insan davranışlarının patolojik olarak görülme riskinin de bulunduğu düşünülmektedir.

Araştırmaların yoğunlaştığı üçüncü alan ise brain-machine interfaces (BMIs) yöntemidir. Bu yöntemlerde temel amaç, dış dünyaya ait bilgilerin nöronal aktiviteye dönüştürülmesi ve nöronal aktivitelerin robotik kontrol veya iletişim amacıyla kullanılabilecek şekilde bilgiye dönüştürülmesinin sağlanmasıdır.

Bu amaçla geliştirilen bazı BMIs’ler halihazırda klinik kullanımda denenmektedir. En yaygın olarak kullanılan BMIs, işitme engellilerin duyma yetisini geliştirmek için ses dalgalarını akustik sinirin algılayabileceği nöronal aktiviteye çeviren içkulak implantlardır. Beyinden alınan bilgileri dış dünyaya ait verilere çeviren sistemler hâlihazırda kiniklerde paralizeli hastalarda denenmektedir. Bu sistemlerde tipik olarak EEG teknolojisi kullanılmaktadır. Bu kapsamda kafa derisine yerleştirilen elektrotlardan elde edilen basit komutların anlamlı kayıtlara dönüştürülmesi gibi temel bazı özelliklerden yararlanılır. BMIs’ların tüm potansiyel kullanımları öncelikli olarak insan olmayan deneklerde araştırılmaktadır. Algı ve motor fonksiyonlarla ilgili protezler gibi hafıza güçlendirmeye yönelik olan araçlar da araştırılmaya devam etmektedir.

Elektronik beyin güçlendirmesine yönelik araştırmalar, zihin kontrolünü de içeren bir tür büyüsel ve korkutucu senaryoları içermektedir. Bu tür araştırmalarda başrol oynayan ve finansmanı sağlayan Amerikan ordusudur. Ancak kısa vadede bu konuyla ilgili etik endişeler yukarda bahsedilen etik konularla benzerlik göstermektedir. Burada diğerlerinden farklı bir durum varsa, o da; bu araştırmaların doğasında bulunan ve geri dönüşü olmayan problemlerle karşı karşıya olunmasıdır.

Sonuç olarak, uzun vadede insanlığın kendi sinir sistemi ile uyumlu teknolojileri geliştirip bunlara uyum sağlayacağı düşünülmektedir. Bu teknolojilerin bir taraftan bireyi farklı bir bireye dönüştürmesi söz konusuyken, diğer taraftan da toplumları farklı toplumlara dönüştürmesi kaçınılmazdır. Bu dönüşümlerin önemli etik sorunlara neden olmanın yanında büyük sosyal ve yasal sorunları da beraberinde getirmesi kaçınılmaz görünmektedir.  İnsanlığın ortak aklı, ortaya çıkacak tüm sorunlara bir çözüm üretemezse, bireylerin ve toplumların şimdilik bilim kurgu yazmalarında bulunan mekanikleşmiş-köleleşmiş bir forma dönme tehlikesi bulunmaktadır.”

Muharrem Uçar’ın araştırmasının hülasası, “büyüsel ve korkutucu” diye tabir ettiği TELEGRAM (cihazla uzaktan zihin-beden kontrolü ve yönlendirmesi) teknolojisi çerçevesindeki cihazların ve diğer uygulamaların insanlık için büyük bir tehlike olduğu ve buna karşı hiçbir hukukî engelleme ve tanımlamanın bulunmamasıdır.

Yine Muharrem Uçar’ın “mekanikleşmiş-köleleşmiş bir forma dönme tehlikesi” belirttiğine dair uyardığı TELEGRAM teknolojisinin, bugün –TÜRKİYE DAHİL- birçok devletin güvenlik ve istihbarat servislerince uygulandığı ortada ve sayısız resmî belge, ilmî kaynak ve mağdur şâhidliği buna delil. Bu “tehlike”, bir uçağınızın düşürülmesinden bir generalinizin yahud siyasetçinizin yönlendirilerek süreç içerisinde bir toplumun kimliğinin değiştirilme safhalarına kadar geniş kapsamlı ve “millî” bir meseleyken, kimilerinin bu “tehlike”yi görmezden gelme tavrı anlaşılır gibi değil. Bir yandan “işkenceye sıfır tolerans” denirken, diğer yandan 14 yıldır maruz bırakıldığı TELEGRAM işkencesini ifşâ eden Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na sağır olan kulakları “nasıl” yorumlamalı sizce?..

Batının bu yüzyıllık projesinin merkezinde, Newton’un tabiî dünya için yaptığını insan dünyası için de yapma hırsı var. “Mekanik” bir dünya ve kendi kontrollerinde “mekanik” bir insan projesi… Oswald Spengler “Batının Çöküşü” adlı kitabında böylesi bir “makineleşmiş insan” tehlikesine daha 1920’li yıllarda dikkatimizi çeker. TELEGRAM teknolojisinin bugün vardığı nokta itibariyle artık bu mesele, “metafizik bir dünya savaşı” niteliği kazanmıştır.

Sonuç olarak; Sultan Abdülhamid Han “gerekirse biz de ölürüz; ama tarihe kaçak diye geçmeyiz!” derken, zamanın icabının farkındaydı. İşte şu ân Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun verdiği de insanın “İNSAN” kalabilme savaşıdır ve “zamanın icabı” gereğince, tarihe bu zulme ortak olarak geçmek yahud geçmemektir bugün hükümet başta herkesin önündeki temel mesele…

*  “Biyoteknolojinin Sinirbilim Uygulamalarında Gelinen Nokta: Üst İnsan mı, Biyolojik Robot mu?”, TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni, 2006: 5 (6). Sorumlu Yazar (Corresponding Author):  Muharrem UÇAR, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Tıp Tarihi ve Deontoloji AD, 06018, Etlik, Ankara.

KAYNAK:

Hülya Uyar, “Telegram Vesilesiyle: Üst İnsan mı, Biyolojik Robot mu?”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 292, 16 Ağustos 2012.

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir