Telegramcı Devlet ve Dünya Düzeni

“Bende uygulanan şekliyle bu operasyonun Amerikan istihbarat örgütleriyle alâkası nedir bilemem ve ucuz tarafından CIA’ya bağlayacak değilim; bununla beraber, davam ve mânâm da göz önünde tutulmak üzere söyleyebilirim ki, BENİ TÜKETMEK VEYA AMAÇLARI DOĞRULTUSUNDA KULLANMAK İSTEYENLERİN AMERİKAN MAHREÇLİ “YENİ DÜNYA DÜZENİ” MÜNADİLİĞİ İÇİNDE BULUNMALARI BU MEVZUDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN ÖNEMLİ BİR HUSUSTUR. (Büyük harflerle yazılı yerler, aynı zamanda Kartal Cezaevi’ndeki Telegram uygulaması sırasında işlenen bir mevzudur; yâni, “Yeni Dünya Düzeni” meselesi… Gerisi ise, BOLU’da da baş mesele.)”

Salih Mirzabeyoğlu, ÖLÜM ODASI B-YEDİ, Bölüm 33

***

TELEGRAM VE MENGELECİ BİLİM ADAMLARI

Dr. Josef Mengele ismini hemen hepimiz duymuşuzdur. Nazilerin “yeni insan yaratma” projesi çerçevesinde toplama kamplarındaki binlerce insan üzerinde barbarca deneyler yapan, Nazilerin iktidardan düşmesi üzerine gizli bir ABD operasyonu olan “Operation Paperclip”le Amerika kıtasına getirilen yaklaşık 5000 Nazi bilim adamı arasında bulunan ve tecrübelerini artık ABD’nin gizli “zihin kontrolü” projelerinin hizmetine sunan yüzkarası bir doktor, bilim adamı kisveli bir işkenceci…

Peki, dünün “travma temelli zihin kontrolü” projeleri için ABD’ye hizmet sunan devşirme Nazi bilim adamları gibi, bugünün “uzaktan elektromanyetik zihin kontrolü” yâni TELEGRAM projeleri için de ABD’ye hizmet sunan başka milletlerden devşirme Mengele’ler var mıdır? Elbette vardır; İskoç nöropsikiyatri profesörü Dr. Ewen Cameron ve İspanyol nöropsikiyatri profesörü Dr. Jose Delgado, ABD için devşirilmiş ve “zihin kontrolü”nün kara tarihine geçmiş böylesi sayısız “bilim adamı”ndan yalnızca ikisi.

Diğer yandan, TELEGRAM, “bilim adamı” temelli ve destekli çok “sofistike” bir silâh olduğuna göre, bir ülkede TELEGRAM yapılıyorsa, hemen anlayın ki o ülkede TELEGRAMCI bilim adamları da mutlaka vardır. İster doğrudan emperyalizmin emrinde, isterse dolaylı yoldan “devlet”in hizmetinde olsunlar, bu nokta tartışılmaz kesinliktedir.

Ne var ki TELEGRAM, alelâde bir “millî güvenlik” meselesi değil, apaçık bir “insanlık suçu”dur. O hâlde, “insanlık” vasfını henüz kaybetmemiş, bir deyişle kalbi hâlâ “insanlık” için çarpan vicdanlı bilim adamlarına da başka hiç kimsenin yapamayacağı çok büyük bir görev düşmektedir: Bu “insanlık suçu”nu deşifre etmek ve suç ortaklığını reddedip toplumu şuurlandırmak.

İşte yazımız, sırf itham edici değil, TELEGRAM teknolojileri çerçevesindeki alanlarda uzman ve bazılarının adlarını zikredeceğimiz bilim adamlarına yönelik bir “vicdan” çağrısı olarak kabul edilmelidir aynı zamanda.

Bizim bu çalışmamızda cevabını arayacağımız sorulardan birincisi de, “Türkiye doğumlu” ancak emperyalizmin emrinde Mengele’lerin de olup olmadığı, şayet varsa bunların “kimler” olduğu ve başlıca “nerelerde” yuvalandıklarıdır. Biz sadece verileri sunalım, nihaî kararı siz verin.

Aynı şekilde, Türkiye’de faaliyette bulunan TELEGRAMCILARIN içerideki ve dışarıdaki ŞEFLERİNİ ve bağlı oldukları KURUMLARI, giderek “siyasî” bakımdan hangi DEVLET VE DÜNYA DÜZENİ’nin peşinde olduklarını da mercek altına almaya çalışacağız.

Bu arada, yeri geldikçe, TELEGRAM’ın dayandığı fikrî, ilmî, teknolojik, ezoterik, parapsikolojik temellere de yer geldikçe temas edeceğiz.

YERLİ TELEGRAMCILARIN YABANCI EFENDİLERİ

Şu soru sorulabilir: Dönem dönem basın ve siyasetin başlıca gündem maddeleri arasına giren, “resmen” doğrulanmasa bile “resmen” yalanlanmaya da yanaşılmayan “Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na yönelik TELEGRAM” niçin hâlâ bitirilmiyor veya bitirilmek istenmiyor?..

Burada, “iç” devlet ve hükümet mekanizmaları kadar, onun BAĞIMLI olduğu “dış” dünya sisteminin de belirleyici olduğunu; temelde askerî ve istihbarî bir silâh olan TELEGRAM’ın uygulanışının da Türkiye gibi bağımsız olmayan, üstelik ordusu NATO ordusu olan ülkelerde maalesef “belli ölçüde” efendi ve uşak ilişkileri çerçevesinde başlatıldığını, sürdürüldüğünü ve sonlandırıldığını bilmek gerekiyor.

Çoğunlukla gözden kaçırılan bu inceliğe dair bir perspektif verme arzusuyla, bazı hususları paylaşma lüzûmunu duyuyoruz.

Birincisi; TELEGRAM, çok geniş ilmî ve tecrübî altyapısı olan bir işkence metodu olduğu kadar, teknolojisi “dışarıdan” gelen bir cihaz ve silâhtır. “Zihin Adaleti – Mind Justice” adlı insan hakları teşkilâtının başkanı hukukçu Cheryl Welsh’in ifâdesiyle “atom bombasından bile daha tehlikeli” bu silâha karşı, “üretildiği” Batıda ciddi mânâda mücadele veren birçok sivil toplum kuruluşu mevcuttur.

İkincisi; TELEGRAM teknolojisi, eldeki verilerin gösterdiği resmî adres olarak, PENTAGON bünyesindeki ve bizdeki karşılığı ASELSAN diyebileceğimiz DARPA patentlidir. Kullanımı da, NATO müttefik ülkeleri yâni ABD ve avânesi arasındaki uluslararası gizli askerî anlaşmalarla teminat altına alınmıştır. Kısacası, bu bir “devlet silâhı”dır. Mirzabeyoğlu’nun hüviyeti ve bulunduğu “yüksek güvenlikli devlet cezaevi” göz önüne alındığında, TELEGRAM’ın yerli uygulayıcı ve sorumlularını “devlet”in dışında aramak, bu bakımdan abesle iştigaldir.

Bilvesile belirtelim: DARPA için yaptığımız ASELSAN benzetmesi, konuya yabancı olan okuyuculara bir fikir verebilmek adınadır. Çünkü hem hacim ve hem de “derinlik” bakımından, iki kurum arasında bir uçurum sözkonusu. 1958’de kurulan DARPA (The Defense Advanced Research Projects Agency – ABD Savunma Bakanlığı İleri Araştırma Projeleri Ajansı), genel olarak ABD ordusu ve kısmen NATO kuvvetleri tarafından kullanılmak üzere yeni teknolojiler üretmekten sorumlu olup, ABD Savunma Bakanlığı bünyesinde yeralan çok önemli bir birimdir. İlk kurulduğunda ARPA olan ismine 1972’de “defense” yani “savunma” ilâve edilmiştir. 1993’te bu ilâveden vazgeçilerek ilk isme geri dönüş yapıldıysa da, 1996’da tekrar DARPA’da karar kılınmış ve bugün hâlâ aynı isimle faaliyetine devam etmektedir. Bu kurumun geçmişte neler yaptığına dair bir örnek vermek gerekirse, DARPA yahud o günlerdeki ismiyle ARPA, internetin geliştirilmesinden de sorumluydu. Tarihî kökleri 1965’lere kadar dayanan, çok kullanıcılı ve çok fonksiyonlu yapıyı destekleyen bir bilgisayar işletim sistemi olan BERKELEY UNIX ve yine “internet protokolleri” olarak da bilinen, bilgisayarlar arası çok çeşitli veri nakli kurallarını bünyesinde toplayan TCP/IP’yi de kapsayan birçok geliştirme projesini finanse etmiştir. Yeri geldikçe DARPA’ya yine temas edeceğiz. Biz konumuza devam edelim.

Üçüncüsü; mevcut hükümet, yukarıda zikrettiklerimizin ışığında, yâni gerek “dış” gerekse “iç” müttefiklerinin karşısına çıkmamak ve hem hedef hem de kobay olarak üzerinde TELEGRAM uygulanan Mirzabeyoğlu ile aynı safta görünmemek adına, rızası olsun veya olmasın, en azından göz yumma ve sorumluları örtbas etme yoluyla, 14 yıllık TELEGRAM uygulamasının en az 11 yıllık bölümünün idarî ve siyasî sorumlusudur.

Dördüncüsü; cumhurbaşkanı ve başbakana yazılan açık mektublar, yapılan açık çağrılar, meclise verilen soru önergeleri, mecliste yapılan basın toplantıları, iyiniyetli aracıların gayretleri, suç duyuruları, dilekçeler, sosyal medya aracılığı ile bilgilendirme ve bu yöndeki her türlü teşebbüs, muhatablarınca hiçbir “hüsnüzannı” geçerli kılmayacak şekilde görmezlikten gelinmiş, tâbiri caizse “zamana oynama” yoluyla işkencenin devamının sağlanması tercih edilmiştir. İçeridekiler kadar dışarıdaki “müttefik”leriyle de ters düşmek istemeyen devlet ve hükümet yetkililerinin bu bahisteki temel mazeret ve argümanı, belli ki “devlette –dolayısıyla devlet işkencesinde de!- devamlılık esastır” hukuksuzluğu, yâni suç, üstelik insanlık suçu olan yaklaşımdır.

Beşincisi; mezkûr teknoloji ve silâhın kullanımı “Uluslararası İnsan Hakları” çerçevesinde “İNSANLIĞA KARŞI SUÇ” teşkil etmesine rağmen, Birleşmiş Milletler’in daimî üyeleri mevkiindeki tüm ülkeler ve bunların müttefiklerinde üretilmekte veya kullanılmaktadır. Bugün dünyada örgütlenmiş TELEGRAM mağdurları arasında Amerikalıların, Rusların, Çinlilerin, İngilizlerin ve Fransızların diğer milliyetlere kıyasla sayıca çokluğu dikkat çekicidir. Hâl böyle olunca, bu konuda kimse kimseye ilişmemektedir. Herşey, TELEGRAMCI DÜNYA DÜZENİ’nin mevcudiyetini gözler önüne sermektedir.

NATO üyesi ve dolayısıyla ABD müttefiği mevkiindeki birçok ülkede TELEGRAM teknolojisi ve uygulamaları, kamuoyuna aksettirilmeyen askerî anlaşmalar çerçevesinde ve geçmişte literatüre yansıdığı çerçevede “DELTA” kod ismi altında sürdürülmektedir. Hattâ resmî ittifakı olmayan, fakat lider kadroları “uyumlu” ülkeler de aynı şekilde tatbik sahası olabilmektedir. Üstelik benzer anlaşmalar ve teknoloji paylaşımı, ABD ve Rusya gibi güya rakib bloklara mensub süpergüçler arasında da sözkonusudur.

Dünyanın en önemli “savunma sanayii” yayınlarından meşhur Amerikan “Defense News” dergisinde 1993 yılında Barbara Opall imzasıyla yayınlanan aşağıdaki haber, TELEGRAM’ın iki “ağababasını” ve aralarındaki TELEGRAM kardeşliğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak netlikte ifşâ etmektedir:

– “ABD RUSYA’NIN ZİHİN KONTROL TEKNOLOJİSİNİ KEŞFEDİYOR –ABD ve Rusya, Zihin Kontrol Teknolojilerini Emniyet Altına Almayı Ümid Ediyor-

Rus hükümeti, dost kuvvetlerin savaşma kabiliyetlerini arttıracak ve düşmanları demoralize edip savaşma isteklerini kıracak zihin kontrol teknolojilerini mükemmelleştirmek amacıyla çalışmalarına hız verdi.

ABD ve Rus yetkilileri, akustik psiko-düzeltme olarak bilinen, gerek sivillerin gerekse askerlerin zihinlerini kontrol etme ve davranışlarını değiştirme kabiliyeti konusundaki çalışmalarda elde ettikleri bilgileri pek yakında paylaşacaklarını açıkladılar.”

Şu hâlde, Birleşmiş Milletler’de en çok sözü geçen ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin “MENGELECİ” ortak karakterinin ifâdesi olarak, üzerinde çok büyük ve gizli bir rekabetin ama aynı zamanda da “işbirliği”nin sözkonusu olduğu TELEGRAM teknolojisinin, özelde Türkiye’de, genelde tüm dünyada fâş olmasını engellemek için “dış güçler” ve yerli işbirlikçilerinin herşeyi göze alabileceğini anlamak için çok fazla bir zekâya ihtiyaç yoktur. Bu bakımdan, içli dışlı bu merkezler, TELEGRAM bahsinde susmaya, örtbas etmeye, iyice sıkıştıklarında ise inkâr etmeye çalışacaklardır.

Mirzabeyoğlu’nu 14 yıldır hedefleyen silâh ve teknolojinin, temel insan haklarına aykırılığı tartışılmaz. Ne büyük bir ikiyüzlülüktür ki, bu kriterleri âlemşümûl resmî kaideler olarak kutsallaştıranlar, aynı zamanda TELEGRAM teknolojisini de ellerinde bulunduranlardır, yâni bu işkenceyi bizzat uygulayan ve uygulatanlardır. Kimi kime şikâyet?..

Son olarak, mevcut dünya ve devlet sistemi ve bu “içiçe” sistemin bekası açısından, Mirzabeyoğlu’nun hem “iç” hem de “dış” mihraklar nazarında “çıban başı” addedildiği de bir sır değildir.

Mirzabeyoğlu’nun 1998’deki tutuklanışını hatırlayınız: Dönemin konjonktürü, ABD’nin Orta Doğu’da -özelde Irak’ta- rahat hareket edebilmesi için, “hakiki” muhalefetin kurmay zekâsını temsil eden Mirzabeyoğlu’nun safdışı bırakılmasını gerektiriyordu. Çünkü O, emperyalistler ve işbirlikçilerinin oyunlarını bozabilecek bir kişiydi ki, 1991’de bunu zaten yapmış, etkili bir haftalık dergiye verdiği röportaj ve yaptığı açıklamalar sonrasında tüm Türkiye’de düzenlenen onbinlerce kişilik protesto gösterileri neticesinde T.C. ordusunun ABD’yle birlikte Körfez Savaşı’na katılmasını engellemiş, bu yüzden de bir süre tutuklanmıştı. Üstelik yine O, “içiçe” Batıcı dünya ve devlet sistemine karşı kendi “İslâmî sistem” teklifi olan yegâne liderdi.

Bugün gelinen noktada, Batı ve Batıcılar nezdinde düşman hedef olarak yine Mirzabeyoğlu ve O’nun teklif ettiği sistemin saldırıya uğramasının tabiîliği; aynı şekilde, uygulanan TELEGRAM işkencesi ile Mütefekkir’in şahsının, fikrinin ve dolayısıyla sunduğu sistemin itibarsızlaştırılmasının niçin amaçlandığı kolayca anlaşılabilecektir.

Yoksa, Mirzabeyoğlu sıradan bir yazar, alelâde bir aydın olsaydı, başta “Tilki Günlüğü” olmak üzere eserleri Tel-Aviv üniversitelerinde incelemeye alınmaz; o müthiş “beyin”den geçenler PENTAGON ve işbirlikçilerinin laboratuvarlarına malzeme olsun diye TELEGRAM teknolojisine hedef kılınmaz; tutulacak yeri olmayan o derme-çatma “Kemalizm”in ideolojisini yazsın diye fizikî ve zihnî işkenceye tâbi tutulmazdı.

Mirzabeyoğlu ismi bu bakımdan bir turnusol kâğıdıdır; O’nun yargılanışı, uğradığı TELEGRAM işkencesi, ancak O’nun gibilerin kaldırabileceği bir zulüm okyanusunda boğulmak istenişi, hangi dünya görüşünden olursa olsun her vicdan ve haysiyet sahibi vatanperver için O’nun yanında olmayı gerektirir bu yüzden. Özellikle de “antiemperyalist mücadele” zâviyesinden!.. [1]

TÜRKİYE’DE 1990’LAR SONUNDAKİ SIÇRAMA

Yazımızın cevabını arayacağı ilk sorunun, TELEGRAM teknolojilerini içine alan sahalarda çalışmalar yapan YERLİ bilim adamlarımız ve kurumlarımız merkezinde olacağını belirtmiştik başta. Bu vesileyle birtakım isimler zikrederken amacımız, sözkonusu teknolojilerin erbabı olan akademisyenlere “sizler TELEGRAM’cısınız!” demek değil. Yanısıra, bilimin “etik”le münasebetini kurcalamakla da uğraşmıyoruz; “bilim ahlâkı” nedir bizden daha iyi bilirler ne de olsa. Bizim, sahalarında sivrilmiş bu isimleri, faaliyetlerini ve çatısı altında oldukları kurumları kısaca zikrederken gayemiz, onlara bir kere daha şunu hatırlatmak:

Böylesi bir barbarlığa karşı tepki vermesi beklenen ve toplumu şuurlandırmada en önemli üç toplum kesiminden –siyaset, basın, akademi- biri olarak; TELEGRAM teknolojisinin bugün vardığı noktaları, doğurduğu neticeleri ve buraya gelinceye kadarki süreci “ilmî” çerçevede billurlaştırmada en önemli adres sizsiniz. Bu tesbit ışığında, bazılarının yaptığı gibi (onlar kendilerini bilir) devletin âli çıkarlarını (!), kariyer kaygılarını, dünyalık korkuları bir yana bırakıp, Türkiye kamuoyuna aydınlatıcı ve açıklayıcı bilgiler vermek gibi bir sorumluluğunuz var. TELEGRAM meselesinin -çok şükür- gündemin başlıca maddeleri arasına girdiği bugün, asıl konuşması gerekenler olarak hâlâ daha susma lüksünüz yok.

Peki, altyapısı çok geniş bir müsbet bilimler sahası kadar kadîm ilimlere dayanan TELEGRAM’la, belki daha doğru ve “yakın tarih”e işaret eden bir ifâdeyle, TELEGRAM’ı doğuran “nöroloji-sinirbilim”, bilgisayar ve beyin merkezli ilmî ve teknolojik çalışmalarla bilim adamlarımızın laboratuvar ortamında ilk tanışması; bu sahadaki akademik faaliyetlerin pratik uygulamalarla kesişmesi nerede ve nasıl başladı? Buna kısaca temas edelim:

Bilâhare vereceğimiz bilgiler çerçevesinde, Türkiye’de resmî kurum ve kuruluşların, üniversitelerin ve dolayısıyla bilim adamlarımızın TELEGRAM teknolojilerini de içine alan bu sahalardaki ilmî çalışmalarının SIÇRAMA yapması bakımından bir tarih vermek icab ederse, 1990’ların sonlarıdır diyebiliriz.

Yakın geçmişimizdeki bu süreç, tanıtmaya çalışacağımız ve sözkonusu sahada laboratuvar çalışmaları yapan bazı kurumların veya eskiden beri var olan kurumlarda yeni açılan bazı ünitelerin de doğuş tarihleridir aynı zamanda. Ve yine bu zaman dilimi, hem Türkiye, hem de tüm dünyada NÖROLOJİ’den kaynak bulan birçok yeni bilim dalı ve keşiflerin de sahneye çıktığı dönemdir aynı zamanda.

İlginçtir ki, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu sâyesinde artık tüm Türkiye’nin tanıdığı TELEGRAM’ın, yâni Mirzabeyoğlu’na uygulanan “kesintisiz gizli şiddet”in, hedefini “yavaşça öldüren işkence”nin başlangıcı da çok net olarak bu tarihlerin hemen ertesidir: 2000 yılı başı. TELEGRAM mevzuu, 14 yıl öncesinin Türkiye’sinde ilk kez O’nun tarafından dile getirilmeye başlandığında, sadece Mütefekkir’in kendisi değil, meselenin vehametinin farkında olup da dile getirebilecek herkes için, istihzâya muhatab olmanın, aklını kaçırmış olmakla suçlanmanın göze alınması demekti. Öyle ya, böyle şeyler bilim-kurgu filmlerinde veya esrarengiz romanlarda olabilirdi ancak!

Bugün itibariyle yaklaşık 60 telif eser sahibi bir fikir adamı, niçin tüm bu muhtemel tepkileri göze alıp, imkân bulabildiği her vesileyle, “bana her gün TELEGRAM işkencesi yapıyorlar!” desindi? Şayet böyle bir işkence türü ve teknolojisi olmadığı hâlde bu şekilde konuşarak, âmiyane tabirle, kendi ayağına kurşun sıkmış olmuyor muydu? Bu soruları kaç kişi insaflıca kendisine sordu, bilinmez.

Oysa çoğunun sağır-dilsiz olduğu o yıllarda bile dış dünyadaki ilgili kaynaklarda yeralan “TELEGRAM Mağdurları” listelerinde “Salih Mirzabeyoğlu-Thinker: TURKEY” ifâdesi tarihe kayıt düşülmesine rağmen, Türkiye’de “RESMΔ olarak, adam kaçırma ve kaçırılan adamın çığlığını boğma diye vasıflandırabileceğimiz bir gariblik yaşanıyordu.

Sonra anlaşıldı ki, meğerse o yıllar, Türkiye’de “RESMΔ olarak TELEGRAM teknolojileri çerçevesindeki ilmî çalışmaların laboratuvarlarda yapılmaya başlandığı tarihlermiş! Bunun sonucu olarak da Mirzabeyoğlu, “baş düşman” olduğu kadar, “en nâdide” TELEGRAM KOBAYI olarak da görülüyormuş!

ABD, TÜRKİYE, DARPA

1990’ların sonlarına doğru Türkiye’de bu çalışmalar yapılmaya başlanmışsa, hemen akla şu soru geliyor: Türkiye’nin RESMÎ olarak Zihin Kontrolü olarak bilinen uygulamalarla tanışıklığı veya ilişkisi ilk olarak nerede ve nasıl başladı acaba?

Cevabı baştan verelim: NATO’yla halvet olduğunda, özellikle de NATO’ya alınmak üzere Amerikan emperyalizmiyle cilveleştiği Kore Harbi sırasında!

Zihin Kontrolü bahsinde temel kitabların başında gelen “THE SEARCH FOR THE MANCHURIAN CANDIDATE”in yazarı emekli ABD Dışişleri Bakanlığı görevlisi (siz onu CIA ajanı olarak okuyun) John D. Marks, kitabının bir bölümünde, Çinliler tarafından esir edilen ve kendilerine o zamanın zihin kontrolü yahud beyin yıkama metodları tatbik edilen Birleşmiş Milletler askerleri arasında, ABD askerlerinin çok büyük oranda çözüldüğünü; tam mânâsıyla direnen ancak yüzde 5’lik bir kısım olduğunu, fakat İngiliz, Avustralyalı ve TÜRKLER başta olmak üzere diğer BM üyesi ülke mensubu savaş esirlerinin çoğu direndiğini kaydeder.

Buna bakarak, Türkiye’nin Zihin Kontrolü çalışmaları ile ilişkisinin “resmî” miladı, Kore Savaşı yıllarıdır demek sanırız yanlış olmaz.

Savaşın üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçti. O günden bu yana, birçok konuda olduğu gibi Zihin Kontrolü ve TELEGRAM Teknolojileri alanında da Türkiye ile ABD arasında kesintisiz bir işbirliği sözkonusu oldu. İki ülke üniversiteleri, askerî ve sivil AR-GE birimleri arasındaki sıkı dayanışmanın eseri olarak, günümüzde DARPA bünyesinde çalışan Türk bilim adamlarının varlığından dahi bahsedebiliyoruz artık.

Fikir ve onun teknesi olan beyin halledilirse “korkulacak” bir fiil de ortaya çıkmaz tesbiti o kadar mühimdi ki onlar için, bu çerçevede birçok ülke, yıllık bütçelerinde küçümsenemez yüzdelere tekabül eden rakamları TELEGRAM teknolojilerinin geliştirilmesi için rahatlıkla gözden çıkarttı ve hâlâ da çıkarmakta. Buna en başta gelen örnek ise ABD.

Kore Harbi’nde hiç hesabta olmayan bir silâhın hedefi olan ABD, öncesinde başlattığı kendi Zihin Kontrolü araştırmaları ile başkalarını avlamayı plânlarken avlanmış, o günden bu yana Zihin Kontrolü ve TELEGRAM teknolojisi alanında büyük gelişmeler kaydetmiş, artık Zihin Kontrolü ve TELEGRAM kapsamında değerlendirilen metod, sistem ve silâhların en gelişmişini elinde bulunduran, bu sahada “dünya lideri ülke” durumuna gelmiştir. Kore pratiğinden çıkartılan bir ders olarak, en büyük hedefin ve en korkulan düşmanın “beyin” ve “fikir” olduğunu gören ABD ve avânesi emperyalist ülkeler, Zihin Kontrolü silâhları projelerindeki AR-GE ve tatbik süreçlerinin tümünü içine alacak şekilde, bilim kurumları ile savunma birimlerini hummalı bir işbirliğine ve mesaiye sevketmiştir.

Zihin Kontrolü çalışmaları konusunda dünyaca merkez olarak kabul edilen ve PENTAGON’un gözbebeği addedilen DARPA’nın 2012 yılı bütçesi 2.8 milyar dolar olarak açıklanmıştı. Yine, ABD Savunma Bakanlığı’nın AR-GE için hesab dışı “karanlık bütçesi”nin 51 milyar dolar olduğu da aksetti basına. Oysa tüm bu verilerin, gerçek rakamların yanında devede kulak olduğu ve kasıtlı olarak kamuoyuna çok az gösterildiği, kendi ülkelerindeki yayın organlarında bile zikrediliyor; karanlık hesabların üzerinde daha da karanlık hesabların olduğu ifâde ediliyor. Sözkonusu rakamların sarfedildiği alan yahud bilim kurumlarıyla resmî savunma birimleri arasındaki zorunlu işbirliği sahası, elbette ki sadece Zihin Kontrolü ve TELEGRAM teknolojileriyle sınırlı değil; ancak en önemli masraf ve yatırım kalemlerinden birinin bu olduğu da su götürmez bir gerçek.

DARPA, geliştirilmesi düşünülen her ilmî projeyi, savunma amacına yönelik hazırlamakla görevli bir kuruluş. Bu, kurumun bilinen “resmî” yönü. Kapitalizmin karakteri icabı bir serbest piyasa mantığı ile, yeni projelerin seçimi ve değerlendirilmesi noktasında, başta ABD olmak üzere dünyanın birçok ülkesindeki üniversitelerde üzerinde çalışılan sayısız projeye de sponsorluk yapıyor. Desteklenen projelerden bazılarını muhtelif sebeblerle yarı yolda bırakarak çökerttiği de oluyor DARPA’nın. Bu vesileyle ortada çok büyük meblağlar dönmekte ve üniversitelerdeki birçok kabiliyetli akademisyen için bu kurum, neredeyse tüm mesai ve enerjinin harcandığı başlıca adres durumuna dönüşmekte. BU DURUM, TÜRKİYE’DEKİ ÜNİVERSİTELERDE GÖREV YAPANLAR VE YURTDIŞINDAKİ TÜRK BİLİM ADAMLARI VE AKADEMİSYENLER İÇİN DE GEÇERLİ.

DARPA’nın bir başka ilgi çeken özelliği de, Amerikan Savunma Bakanlığı dışında başka hiçbir merciye hesab vermemesi. Aynı şekilde, kurumun faaliyetleri ve ilgilendiği projeler hakkındaki basına akseden tüm bilgiler veya açıklamalar, bakanlık kontrolünde gerçekleştiriliyor. Savunma ve ülke güvenliği gerekçesiyle manipülasyonlar da yapılıyor, basına “yeni buluş” olarak aksettirilen veya “üzerinde daha çok çalışılması gerekir” şeklinde dünyaya yansıtılan birçok proje, umumiyetle çok seneler evvel hayata “zaten” geçirilmiş, hâlihazırda çok daha gelişmiş versiyonlarının kullanıldığı ürünler oluyor. Bunlar da –aynen TELEGRAM gibi!- yıllar sonra ifşâ ediliyor. Şayet “bilim adamları beyin okumanın eşiğinde, bazı ümid verici gelişmeler yaşanıyor ama önümüzde daha uzun bir yol var!” yollu haberler görürseniz, bunun “ne mânâya geldiğini” bir kez daha düşünün deriz.

Bundan sonraki bölümde, NÖROLOJİ çerçevesinde kısa bir izahat yaptıktan sonra, TELEGRAM teknolojisinin “olmazsa olmaz”ı olan BİLİM ADAMI meselesini ve NATO destekli Türk bilim adamlarıyla bu bilim adamlarının TELEGRAM teknolojileri çerçevesinde Türk Silâhlı Kuvvetleri’yle yürüttükleri ortak projeleri ele alacağız. [2]

NÖROLOJİNİN YÜKSELİŞİ

Tarihçesinin belirli bir döneminden sonra pozitif bilimlerin devreye girdiği Zihin Kontrolü, o ândan itibaren, BİLİM ADAMI olmadan olmayan bir saha durumuna dönüşmüştür.

TELEGRAM’ın ve ona dair her cinsten çalışmanın, gerek uygulamaya geçilene kadarki plân, proje ve laboratuvar safhalarında ve gerekse uygulamaya geçildikten sonraki finans, organizasyon, geliştirme, problem çözme amaçlı sonraki her adımda, bir yandan idarî, askerî, adlî ve siyasî denetim yahud icrâ kurumlarıyla, diğer yandan da üniversiteler ve bilim adamlarıyla “kesintisiz” ilişkisi devam eder.

Hülâsa; bilim adamı her kademede konunun içindedir. TELEGRAM bir “süreç” işidir. Konu beyin, zihin ve duyular ile alâkalı olduğundan, nörolojik veriler izlenir ve kaydedilir. Bu veriler, TELEGRAMCI ile hedef kişi arasındaki “irtibat” kesintisiz de olsa, periyodik olarak belirli aralıklarla veya önemli çıkışlar yaşandığında uzmanlara aktarılır. Yapılan değerlendirmelere göre, gidişat şekillendirilir.

TELEGRAM’da bir unsur olarak TIB ve özellikle NÖROLOJİ-SİNİRBİLİM esasî bir rol oynar. Nöroloji bahsine temas etmişken, şunu da ilâve edelim:

Bugünün bilim dünyası, NEURO-SİNİR vakıasına büyük bir iştahla bakmaktadır. Sadece TELEGRAM bahsi yahud savunma ve istihbarat sahası değil, sağlık ve eğitim başta olmak üzere hayat standartlarının yükseltilmesi, nörolojik veya değil birçok hastalığın teşhis ve tedavisi, buna paralel olarak ticarî amaca yönelik cihazların üretimi gibi alanları da ilgilendiren temel unsur olarak “nöro” kavramı, çağımız insanını her yönden kuşatmaya başladı desek çok da abartmış olmayız.

Bugün yeni yeni ortaya çıkan birçok bilim zemini veya kavramının etiketindeki “ön ek” olarak dikkati çeken “nöro”, bilim literatüründeki sarsılmaz ve daha da gelişme vaadeden yerini çoktan aldı: NÖROPSİKOLOJİ, NÖROPSİKİYATRİ, NÖROFİZYOLOJİ, NÖROKUVANTOLOJİ, NÖROTEOLOJİ gibi.

Nöroloji ile alâkalı, son yıllarda zikredilmeye başlanan bir başka kavram daha var ki, o da NÖROFOTONİK.

Nöro (sinir) ve foton (fizik biliminde, elektromanyetik alanın temel birimi-quantı, tüm elektromanyetik ışınların kalıbı olan temel parçacık olarak tarif ediliyor; elektromanyetik kuvvetin taşıyıcısı) kelimelerinden müteşekkil bir kavram bu.

Henüz bir “proje” hâlinde olduğu söyleniyor ki, DARPA bünyesinde sözkonusu sahada gerçekleştirilen çalışmaların da genel ismi aynı zamanda. Zaten zikrettiğimiz üzere, varılan neticeler, bize resmî olarak aksettirilenlerin çok ötesinde oluyor hep. Bu projede DARPA, ABD Savunma Bakanlığı ve Güney Methodist Üniversitesi (SMU) ile ortaklaşa çalışıyor.

Beyin ile sun’i uzuvlar arasında çok yüksek hızda haberleşmeyi sağlayabilmeyi ifâde eden bu proje, sanal uzuvlar ve sinirler arası çift yönlü fiber optik haberleşme yöntemini kullanarak, protez uzuvların maruz kalacağı herhangi bir ağrı, acı, sıcaklık, basınç gibi dış etkilleri HİSSETME üzerine kurulu.

NÖROFOTONİK projesi, TELEGRAM bahsiyle de doğrudan alâkalı bir sistematiği ifâde etmesi bakımından çok önemli bir çalışma. Yukarıda zikrettiklerimiz ışığında, kabaca şöyle misâllendirmek mümkün:

Bir laboratuvara yerleştirilmiş bir robot düşünün. Kaldı ki gelişmiş bilgisayar teknolojileri sâyesinde robota bile lüzum yok ama kolay anlaşılması bakımından böyle örneklendirdik. Bu robotun, meselâ kafasına yapılacak herhangi bir darbe, bu sistemin öngördüğü nörolojik haberleşme yolu ile ânında, hedefteki ve çok uzaktaki bir kişinin de başından aynı darbeyi aldığı anlamına gelecek. Günümüzde beyin arayüzleri ve teknolojik cihazlarla mesafenin problem olmaktan çıktığı göz önüne alınırsa, yapılan iş “VOODOO” büyülerinden farksız. Büyüyü yapanın oyuncak bebeğe iğneyi batırması ve hedeflediği aynı noktada büyüye maruz kalanın da acı çekmesi gibi, sıcaklık, acı, darbe, bir maddeye dokunuş, temas, nefessiz kalma gibi her türlü hissiyatı bu yolla verebilmek mümkün.

Protez uzuvlar çevresindeki sinirler ile beyin arasında neredeyse “ânında” irtibat sağlamayı ve kişinin sun’i organlarını hissetmesini amaçlayan, istenirse iyi niyetli olarak tıbbın hizmetinde de kullanılabilecek bu buluş, maalesef, tüm organları yerli yerinde olan hedefteki bir TELEGRAM mağduru üzerinde de kolayca uygulanabilir, muhtemelen uygulanıyor da! Buluşun nerede ve ne gaye ile kullanılabileceği yahud kullanıldığı noktasında kuşku ve endişeler hep sürecek. İnsan ve ona âit fizikî, zihnî ve ruhî fenomenleri merkeze alan ilmî çalışmalarla bu yöndeki teknolojinin günümüzde geldiği noktayı işaretlemesi, bunun yanında meselenin ürkütücü buudunu göstermesi bakımından, NÖROFOTONİK çok önemli bir gelişme.

Tıbbî ve insanî projelerle MENGELECİ tatbikatlar arasındaki sınırlar her geçen gün flûlaşırken; fizik, biyoloji, nöroloji ve bilgisayar birbiriyle o kadar içiçe geçmiş durumda ki, sanalla gerçeğin, hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğinin anlaşılması gün geçtikçe zorlaşıyor.

NATO VE ‘YERLİ’ TELEGRAM TEKNOLOJİSİ

Bugün ABD başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde, “ABD’nin ASELSAN’ı” şeklinde bir benzetmeyle daha önce andığımız DARPA’nın malî destek sağladığı sayısız ilmî proje var demiştik. Bunlar, kendi sahalarına göre değerlendirilmekte; uygun bulunan bazıları da ticarî amaçlı olarak yürütülmekte. Bunun dışında, farklı çalışmalara geçiş veya destek yahud tamamen askerî amaçlı olarak ele alınıp üzerinde çalışmalar başlatılmakta.

TELEGRAM teknolojileri çerçevesinde Türkiye’de yapılan çalışmalarda öne çıkan akademik isimlere dikkatlice bakıldığında; BİLKARDEM, AFCEA, NATO, PENTAGON, DARPA gibi kuruluşlarla muhakkak alâkalı olduklarını görüyoruz. Bunlara IBM, YAHOO, GOOGLE gibi günlük hayatımıza giren sivil (!) olanlarını da eklemek lâzım; kaldı ki bu dev kuruluşlar Pentagon’dan bağımsız değil. Saydıklarımızdan BİLKARDEM hariç, anlaşılacağı üzere, hepsi ABD menşeli.

BİLKARDEM (Genelkurmay-Bilimsel Karar Destek Merkezi) dışında, yine TSK, TÜBİTAK ve çeşitli üniversiteler bünyesinde veya bu kuruluşlardan kaynak bulan “bağımsız” yerli çalışma grubları da bulunmakta.

Bir hatırlatma: BİLKARDEM (Genelkurmay-Bilimsel Karar Destek Merkezi) Başkanı Tuğgeneral Mustafa Erhan Pamuk, yargılandığı Balyoz Davası’nda 16 yıl ceza aldı.

Şimdi, TELEGRAM teknolojileri üzerindeki çalışmalarıyla öne çıkan bazı Türk bilim adamlarına kısaca bir göz atalım:

Dr. Deniz Erdoğmuş

Bugün, ABD başta olmak üzere bellibaşlı NATO üyesi ülkelerde TELEGRAM teknolojileri alanında yaptıkları çalışmalarıyla göz dolduran Türk bilim adamları mevcut. Bunlardan biri de, profesörlük yolunda emin adımlarla ilerleyen Dr. Deniz Erdoğmuş.

Beyin frekansları ile düşünce okuma ve beyin-bilgisayar arayüzleri, Dr. Erdoğmuş’un uzmanlık alanı. Beyin okuma bahsinde kamuoyuna akseden çalışmalarının en önemlisi; hiçbir sesli bildirim olmadan, sadece beyin frekansları kullanılarak düşüncelerin bilgisayara aktarılması ki, burada izlenen metodu, kabaca, her harf için beyinde tesbit edilen frekansın çözümlenerek ekrana yansıtılması şeklinde özetleyebiliriz. [3]

Northeastern University Elektrik ve Bilgisayar Mühendisliği bölümünde görev yapan Erdoğmuş, 1999 yılında TÜBİTAK-SAGE projelerinde yer almış, DARPA bünyesindeki büyük ve orta ölçekli birçok proje çerçevesinde de çalışmalar yürütmüş, konferanslara katılmış ve ödüller almış.

AFCEA-Türkiye’nin (Armed Forces Communications and Electronics Association – Turkey) 29-30 Eylül 1999 tarihlerinde “DIGITAL BATTLEFIELD” (Dijital Savaş Meydanı) ismiyle Ankara’da düzenlediği uluslararası seminerde, Erdoğmuş’un TÜBİTAK adına ODTÜ’den Prof Dr. Kemal Leblebicioğlu ile birlikte yaptığı çalışma da oturumlardan birini teşkil ediyor: “An Intelligent Evasion Law Design for an Aircraft Under Missile Threat”.

AFCEA (Armed Forces Communications And Electronics Association – Silâhlı Kuvvetler Haberleşme ve Elektronik Derneği), 1946’da kurulan ve merkezi ABD Virginia’da olan bir dernek. Avrupa şubesi ise Brüksel’de. NATO ile koordineli çalışan kurumun Türkiye şubesi, 1989’dan bu yana faaliyet gösteriyor.

Erdoğmuş, aralarında Türk uzmanların bulunduğu bir laboratuvar grubunun liderliğini yaptığı gibi, yine içlerinde Türklerin de bulunduğu bazı mesai arkadaşlarıyla birlikte IBM ve Yahoo gibi Amerikan kuruluşlarına da hizmet sunuyor.

Prof. Dr. Fatoş Tunay Yarman Vural

Prof. Dr. Fatoş T. Yarman Vural, çok aktif ve başarılı akademisyenlerden. ODTÜ’de rektör yardımcısı aynı zamanda. Son rektörlük seçimlerinde Cumhurbaşkanına sunulan üç kişilik listede ismi geçiyordu. 1996-2000 yılları arasında, Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanlığı da yaptı.

2007-2010 arasında ise, NATO Araştırma ve Teknoloji Kurulu üyeliği ve Türkiye Delegasyonu Ulusal Koordinatörü olarak görev yaptı. 1998-2001 seneleri arasında BİLTİR ve ODTÜ’nün, 1997’den bu yana da MODSİMMER’ın yönetim kurulu üyesi. MODSİMMER üzerinde ayrıca ve özellikle duracağız.

BİLTİR ise, ODTÜ bünyesinde 1992’de kurulan Disiplinlerarası Araştırma ve Uygulama Merkezlerinden biri. Merkez birimleri anlayışıyla 1999 yılında yeniden yapılandırılmış, yine aynı yıl OTOMASYON-ROBOTİK-ELEKTRONİK; SAYISAL MODELLEME-ANALİZ-TASARIM ile 2003’te kurulan SAVUNMA SANAYİ SİSTEMLERİ gibi 10 ayrı birimden oluşuyor.

Birçok ilmî tezin sahibi olarak uluslararası bilim arenasında da etkili bir isim Vural. Kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili birçok yerli ve yabancı derneğin üyesi aynı zamanda. Yine, yerli ve yabancı birçok akademik projede de imzası ve emeği var.

2012 yılının 17 Temmuz’unda basına düşen bir haber, hem akademisyen Prof. Dr. Fatoş T. Yarman Vural’ı, hem de TELEGRAM teknolojileriyle alâkasını sergilemesi bakımından önemli:

– “BİLGİSAYARLAR ZİHİN OKUMAYA BAŞLADI

Türk araştırmacıları, zihin okuyan bilgisayar programı geliştirdi.

ODTÜ ve Koç Üniversitesi araştırmacıları, beyin verilerini kullanarak zihinden geçenleri kestiren bilgisayar programı geliştirdi.

Proje yürütücüsü ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fatoş T. Yarman Vural, Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. İlke Öztekin’le birlikte geliştirdikleri ”Beyin Verileri Kullanarak Zihinden Geçenleri Kestiren Bilgisayar Programı” projesini anlattı. Vural, çalışmaya ilişkin şu bilgileri verdi:

“İnsan beyninden manyetik rezonans görüntüleme ile kaydedilen sinyalleri kullanarak, düşündüğümüz nesneleri tahmin eden özgün bir bilgisayar programı geliştirdik.

Geliştirilen yöntemde, önce kişinin beyin sinyalleri kaydedilerek bir bilgisayara yükleniyor. Bilgisayar kişinin beyninin yaklaşık bir düşünce modelini çıkararak öğreniyor. Daha sonra bu kişiden gelen yeni sinyaller ölçüldüğünde bilgisayar kişinin ne düşündüğünü kestirmeye çalışıyor. Soyut duygu durumlarından kişinin mutlu, yılgın, sinirli olup olmadığını belirleyebiliyoruz.

Bunun yanında sistemimiz, akıldan geçen somut nesneleri de okuyabiliyor. Meselâ akıldan geçen renkleri, nesneleri, hayvanları, kılık kıyafetleri, sebze ve meyveler gibi bazı nesneleri doğru tahmin edebiliyor. Şu ânda bizim tanımladığımız 10 grupta topladığımız nesneleri de doğru tahmin edebiliyor. Doğru tahmin oranlarımız ise yüzde 80’nin üzerinde.”” [4]

Yüksek Elektronik Mühendisi Ömer Faruk Ağa Yarman

Geçtiğimiz günlerde karara bağlanan BALYOZ soruşturmasındaki tek sivil tutuklu olan Ömer Faruk Ağa Yarman, Prof. Dr. Fatoş T. Yarman Vural’ın kardeşi.

Faruk Yarman, HAVELSAN’ın başındaydı ve yargılandığı BALYOZ davasından 13 yıl ceza aldı. Faruk Yarman da elektronik ve nükleer mühendisi. Yine iki kardeş de ODTÜ-TSK MODSİMMER’de (Modelleme ve Simülasyon Araştırma ve Uygulama Merkezi) yönetim kurulunda görevli.

Faruk Yarman, cezası kesinleşmeden bir süre önce gazeteci Müyesser Yıldız’a verdiği yazılı röportajda şunları söyleyecekti ki, ülkemizdeki iktidarsız iktidarların hâlini ele vermesi bakımından kayda değer:

– “Neden buraya düştüm? Hukuk sistemi içinde suç-suçlama-iddia-ispat-hüküm ekseninde hangi mantıkla BALYOZ davasına girdim, niye tutuklandım, neden ve nasıl çıkarım bilmiyorum!.. Ama belli ki tüm tutarsız, hatalı, ilişkisiz dijital sahteci kurgulara rağmen bir koca yıl boyunca hakkımda tahliye kararı verilmemesi, yaşadığım dramın hukuki değil siyasi olduğunu gösteriyor… Üstelik bu ‘siyasi’ boyut, hükümetin siyaseti değil. Dostlarım beni yanıltmıyorsa bu tezgah ne onaylanıyor ne de bozulabiliyor.”

Prof. Dr. Nevzat Güneri Gencer

1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldu Gencer. 1986-1988 Yılları arasında ODTÜ’de master yaptı. 1988-1993 yılları arasında yine ODTÜ’de doktorasını tamamladı. 1994-1995 yıllarında New York Üniversitesi’nde doktora sonrası fizik çalışmalarında bulundu.

Prof. Dr. Nevzat G. Gencer, ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi hâlen. 2010 yılında Hırvatistan’da düzenlenen 17. Uluslararası Biyomagnetizm Kongresi’nde “ilk kez verilen” David Zimmerman Ödülü’ne lâyık görüldü. Bu ödül kendisine beynin elektrikî aktivitelerinin doğurduğu potansiyel manyetik alanları ölçerek beyindeki aktarım yerinin ve şiddetinin bulunması konusundaki çalışmaları nedeniyle verildi.

Prof. Dr. Erol Başar

Prof. Başar, Türkiye’de biyofizik, fizyoloji ve nörofizyoloji alanlarında en tanınmış duayen isimlerden biri. Yurtiçi ve yurtdışında birçok üniversitede görev yapmış, konferanslar vermiş, tezleri referans alınan, kariyeri başarılarla dolu bir hoca.

1980’de profesör ünvanı alan Başar, 1980-2000 yılları arasında Lübeck (Almanya) Tıb Üniversitesi Fizyoloji Enstitüsü Profesörü ve Nörofizyoloji Çalışma Grubu Başkanı olarak görev yaptı.

1993-2002 arasında TÜBİTAK Beyin Dinamiği Araştırma Ünitesi Başkanı ve Beyin Dinamiği Multidisipliner Çalışma Grubu Başkanı olarak kariyerini devam ettirdi. Bu görevini yurtdışından müteaddit gidiş gelişlerle yürüttü. Ünite projeleri başarılı olarak tamamlandıktan sonra, kendi başkanlığında TÜBİTAK tarafından 1998 yılında bir Beyin Dinamiği Multidisipliner Çalışma grubu kuruldu.

2000-2006 arasında, Dokuz Eylül Üniversitesi Beyin Dinamiği Multidisipliner Araştırma ve Uygulama Merkezi müdürlüğünü yaptı. 2006 yılından bu yana ise, İstanbul Kültür Üniversitesi’nin Beyin Dinamiği, Kognisyon ve Karmaşık Sistemler Araştırma Merkezi’nin müdürlüğünü yapıyor.

Uluslararası 16 araştırma projesi yöneten Erol Başar, ayrıca 1995-2005 yılları arasında TÜBİTAK destekli bir çalışma grubunu yönetti. [5]

Doç. Dr. Veysi İşler ve Diğerleri

MODSİMMER’in de başında bulunan Doç. Dr. Veysi İşler, bilgisayar mühendisi akademisyenlerden. 2006’dan bu yana NATO Modelleme ve Simülasyon Grubu’nda Türkiye temsilcisi.

Beyin-Nöroloji-Bilgisayar merkezli ve TELEGRAM teknolojileri olarak değerlendirilebilecek çalışmalar içerisinde bulunan yerli akademisyenler, elbette ki yukarıda zikrettiklerimizle sınırlı değil. Prof. A. Ziya Aktaş, Prof. Seril Karakaş, Prof. Nevzat Tarhan gibi daha birçok isim varsa da şimdilik bu kadarıyla iktifâ edelim.

Yukarıdaki isimleri anlatırken, TÜBİTAK ve ODTÜ başta olmak üzere bazı üniversitelerin çatısı altında TELEGRAM Teknolojileri çerçevesinde çalışmalar yapan ünitelerden de bahsettik. Ancak bunların dışında en etkili ve hacimli merkez olarak göze çarpan ve saydığımız isimler vesilesiyle de sık sık adı geçen birim ise hiç kuşkusuz MODSİMMER.

Türkiye’de Telegram teknolojisi kapsamındaki çalışmaların merkezi olarak, ODTÜ-TSK Modelleme ve Simülasyon Araştırma ve Uygulama Merkezi’ne yâni MODSİMMER’e biraz daha yakından bakalım o hâlde.

ODTÜ VE TSK’NIN MODSİMMER’İ

SİMÜLASYON türü kurgular veya HOLOGRAFİK görüntüler, TELEGRAM’ın en gözde marifetlerinden. Bu çerçevede bizim üzerine özellikle “mim” koyduğumuz kuruluş ise MODSİMMER.

15 yıl önce, yâni Mirzabeyoğlu’na yönelik TELEGRAM uygulamasının başlatılmasının hemen arefesinde, Genelkurmay BİLKARDEM Başkanlığı ve SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARLIĞI’nın (bu müsteşarlığın TELEGRAM’daki “kilit” rolüne bilâhare temas edeceğiz) ortak teşebbüsüyle, TSK’da modelleme ve simülasyonu daha sistematik ve etkin kullanmak amacıyla ODTÜ-TSK MODSİMMER’ın kuruluş çalışmalarına başlandı.

19 Kasım 1998’de MODSİM-LAB olarak kurulan, Haziran 1999’da ODTÜ-TSK Modelleme ve Simülasyon ile müşterek hareket etmeye başlayan, Mayıs 2001’de de merkez statüsü ile ODTÜ-TSK MODSİMMER ismini almış bir kurum burası. Merkeze 2005 yılında Savunma Bakanlığı tarafından Tesis Güvenlik Belgesi veriliyor.

Askerî modelleme ve simülasyonda en ileri ülke ABD. Hemen peşinden, İngiltere, Almanya, Hollanda, Fransa, İspanya, İskandinav ülkeleri, Avustralya, Japonya, Rusya ve Çin’i saymak mümkün. Kaynaklarda, MODSİMMER vesilesi ile Türkiye’nin de zikrettiğimiz Avrupa ülkeleri seviyesinde olduğundan bahsediliyor. İnanırız.

MODSİMMER bünyesinde, Savunma Sistemlerinde İnsan Faktörü Araştırma Laboratuvarı, Dağıtık Sensor Ağları ve Veri Füzyonu Laboratuvarı, Akıllı Etmenlerle Harekat Alanı ve İnsan Davranışı Modellemesi İçin YAPAY ZEKA Birimi Laboratuvarı, Hareket Yakalama Sistemi Laboratuvarı da dahil olmak üzere 13 laboratuvar bulunmakta. MODSİMMER’de, gerçeğine uygun olarak ortam ve cisimler modelleştirilerek, elde edilen sanal gerçeklik merkezli çeşitli savunma projeleri üzerinde çalışmalar yapılıyor.

MODSİMMER bünyesindeki “Akıllı Etmenlerle Harekat Alanı ve İnsan Davranışı Modellemesi İçin Yapay Zeka Birimi Laboratuvarı” hakkında HİÇBİR BİLGİYE ULAŞAMADIK! Oysa adından da anlaşılacağı üzere, nöroloji ve beyin-zihinle alâkası yönünden TELEGRAM teknolojisini hatırlatıyor hemen.

Laboratuvar bünyesinde beyin, zihin ve duygulara yönelik Optik Fonksiyonel Beyin Görüntüleme Cihazı, fNIR Fonksiyonel Kızılötesi Nöro-Görüntüleme (FUNCTIONAL NEAR-INFRARED NEUROIMAGING) merkezli çalışmalar da yapılıyor. Bugün beyin ve duyu faaliyetlerinin dayandığı nörolojik mekanizma hakkında çok değerli bilgilere ulaşılabilmesinin bu sistem sâyesinde olduğu ifâde ediliyor.

MODSİMMER’in internet sayfasında fNIR ve diğer cihazlarla ilgili şu bilgiler de verilmiş:

– “Optik Fonksiyonel Beyin Görüntüleme Cihazı (fNIR)…

Beynin ön korteksindeki nöron aktivitelerini ve hemodinamik tepkiyi inceleyebilme özelliğine sahib optik görüntüleme teknolojisidir. fNIR algılayıcıları ön korteksteki oksijen seviyelerine bakarak denek farklı fonksiyonları gerçekleştirirken gerçek zamanlı oksi-hemoglobin ve deoksi-hemoglobin miktarı verilerini görüntüler. Kalb ritmi, kan basıncı, ECG, EDA gibi birçok fizyolojik veriyi de kullanarak insan performans değerlendirmesi, duyu yitimi derinliği, ağrı sızı değerlendirmeleri, sanal gerçeklik, nörorehabilitasyon, otizm ve yalan algılamaya yönelik ölçüm ve hesablamalar yapabilecek yeterlilikte bir sisteme sahibtir.

Beyin-bilgisayar arayüzleri ile beyin aktivitelerinin, zihnî oluşum ve tepkilerin ölçüm ve izlenmesi…

Zihnî faaliyetlerin (korku, endişe, sevinç, heyecan…) görüntü ve ses olarak tesbit ve teşhiri…” [6]

‘TELEGRAM VAR!’ DİYEN BAKAN

Türkiye’de uzun yıllar milletvekilliği ve bakanlık yapmış bir siyasetçi, özel sohbetinde şunları diyor:

– “Mirzabeyoğlu konusunu 10 yıldır takib ediyorum. Söyledikleri tamamen doğrudur, ona uygulandığını söylediği TELEGRAM gerçek, kaynağım da güvenilir bir bilim adamı akademisyenimiz!”

Yukarıdaki ifâde, tüm dünyada ve özelde ülkemizde yaşanan çok büyük bir problemin teknik yapısı haricinde, bir karakteri yansıtması bakımından da mühim. TELEGRAM ve Mirzabeyoğlu meselesi o kadar önemli ve dev bir meseledir ki, bakanlık da yapsanız, başbakan veya cumhurbaşkanı da olsanız, “birşeyler”i yâni iç-dış müttefiklerinizi rahatsız etmeyi göze almadan, hakkında değil müsbet mânâda harekete geçmek, ağzınızı dahi açamazsınız. Ya ne yaparsınız? 10 yıldan fazla bir zamandır mevcut siyasî iradenin yaptığını! Ancak ve sadece susarsınız! Yapabileceğiniz en kabadayı (!) iş budur.

“Bakan”ın sözlerinde belki asıl üzerinde durulması gereken husus, kendi bilgisinin güvenilirliğini ve TELEGRAM’ın teyidini bir bilim adamı, bir akademisyen üzerinden yapması. O bakımdan ısrarla diyoruz ki, cemiyetteki üçlü sacayağından ikisinde, yâni politik arenamız ve basında yaşanan belli ölçüde hareketliliğe karşılık, hâlâ daha kıpırdanmasını dört gözle bekleyedurduğumuz unsur, bilim adamlarımız ve akademisyenlerimizdir. MENGELECİ olmak veya olmamak; onlar için asıl mesele işte budur!

Onların dünyevî tasalardan ve kariyer kaygılarından kurtulup harekete geçmeleri, insanımızı şuurlandırmaları yönünde gösterecekleri cesaret ve performans, hayatî bir önem taşıyor. İşaret ettiğimiz gayretin içinde olabilmeleri, sadece bu meselenin hâllini değil; hiç kuşkusuz bilim adamına duyulan güveni de beraberinde getirecek. Neticede bilim adamlarımız, kendileri dışındakilerin de temel referansı olan şahsiyetler. Onlar da susar ve sinerse, derler ya, “ört ki ölem”.

“Bizim bilim adamlarımız”dan bizim beklediğimiz, bu teknolojileri insanî ve MENGELECİ gayeleri de kuşatıcı biçimde toplumumuza tanıtmaları, insanımızı şuurlandırmalarıdır.

Siyasetçi ve bilim adamlarımızın kendi aralarında yaptıkları özel sohbetlerle bu korkunç ve devâsa problemin çözülemeyeceği âşikar. Lâzım gelenin toplumu uyandırmak ve şuurlandırmak olduğu, bundan hareketle doğacak umumî tepki ve tazyikle meselenin hâllinin mümkün olabileceği de yine apaçık. Şimdiye kadarki süreçte mevcut siyasî idarenin yaptığı gibi “zamana oynama” ve en iyimser tâbirle basınımızda uzun yıllar yaşanan “uyuşukluk ve ürkeklik” gibi lüksler (!), hayatını bilime vakfetmiş seçkin cemiyet halkamız için geçerli olamaz, olmamalı. Bu buudtaki bir problemin hâllini kendilerinden sonraki kuşaklara havale etmeleri, insanlık için korkunç, kendileri adınaysa haysiyet kırıcı olur.

Kaldı ki, kimse onlardan Berkeley Üniversitesi profesörü Ted Kaczynski gibi “işler” beklemiyor; sadece insanımıza bu tehlikeyi anlatsınlar, kâfi. Onların bilim insanı olarak söyleyecekleri, başka sahalardakilerin söyleyeceklerinden çok daha tesirli ve değerli olacaktır çünkü.

Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz bilim adamları başta olmak üzere, TELEGRAM teknolojilerini bünyesine alan tüm bilimlerin ilgili insanlarınadır sözümüz. Mesele, her türlü şahsî ve dünyevî kaygının üzerinde ve o denli tehlikeli bir seviyede ki, bunu da en iyi onlar biliyor zaten.

Yarın için TELEGRAM’sız bir dünya hayâl etmek belki pek gerçekçi olmayabilir, ancak onların ülkemiz insanını bu belâya karşı şuurlandırma ve koruma gayesi temelindeki her türlü çabası, üzerlerine düşeni yaptıkları mânâsına gelecek, bu da onları sonsuza kadar şerefli kılmaya yetecektir. [7]

“TELEGRAM’sız bir dünya” derken, TELEGRAM’ın modern bir silâh teknolojisi olduğu, ancak ZİHİN KONTROLÜ’nün tarihin en eski devirlerinden bu yana “bir şekilde” bulunduğu unutulmamalıdır. TELEGRAM, geçmiş Zihin Kontrolü uygulamalarının en gelişmiş ve cihazlarla takviye edilmiş pratiğidir sadece. O hâlde, bundan sonraki bölümde bu konuya eğilelim bir nebze.

KADÎM İLİMLERLE POZİTİF BİLİMLER ELELE

Büyü, sihir ve cinlerin kullanımı gibi METAFİZİK, aynı şekilde özellikle hipnoz gibi PARAPSİKOLOJİK uygulamaların, yine kadîm kültür ve dinlerdeki ritüellerden kök bulan pratiklerin yer yer kullanıldığı, 20. yüzyıla hâkim “ilk dönem” Zihin Kontrolü uygulamalarından sonra, 21. yüzyıla girerken ve girdikten sonra pozitif bilimler dediğimiz “deney”e dayanan bilimler, bugün gelinen noktada meselenin merkezine oturmuş vaziyettedir.

Metafizik veya Parapsikoloji mefhumu, hâlâ cazibesinden birşey kaybetmiş değil, ancak bazı uygulamaların zorluğu TEKNOLOJİ ile aşılırken, pozitif bilimler daha bir ön plâna çıkıyor artık. Bu noktanın defaatle altını çizen Mirzabeyoğlu’nun, ESATİR VE MİTOLOJİ adlı eserinde söyledikleri önemli:

– “TELEGRAM’ı da ilgilendirir mesele:

şaman âyini sırasında

tekdüze davul ritmi

trans ve hipnoz işi

beyinde TETE dalgalarını harekete

ayrıca kalbin ritmik atışına – benzer

TELEGRAM’da elektromanyetik dalga ile

gerçekleştirilen durum…” [8]

Söylediklerimize elle tutulur bir başka misâl olması bakımından, bizim de yakından takib ettiğimiz akademisyenlerin başında gelen Doç. Dr. Sultan Tarlacı’nın bir TV programında dile getirdikleri dikkat çekici:

– “Beş duyu organını kullanmadan, zihin yoluyla sadece düşünerek bilgi edinilebilir. Duyu dışı algılama olarak tanımlanan bu durum, 1965’ten 1995’e kadar Amerika’da kullanıldı. Amerika’da büyük paralar harcanarak yapılan bir Stargate projesi var: Pşisik istihbarat. Ruslardan öğreniyor bunu da… Dört bilimsel makaleyi Ruslardan çalıp kendi dillerine çevirip kendi bilim adamlarına soruyorlar. Ve bunun üzerine bir grup oluşturup devlet destekli olarak bu çalışmalara yöneliyorlar. Remote-viewing deniyor, uzaktan görüş yani. Devlet bütçesinden büyük fon ayrılıyor. 1995’e kadar devam eden bu çalışmaları, kullanımın sınırlı olduğunu belirtip bırakıyorlar. Teknoloji ilerliyor, gerek kalmıyor tabiî. Kullanımı çok, ancak pratik değil. Oradan ayrılanlar farklı alanlarda çalışmalara devam ediyorlar şimdi.” [9]

Bir diğer ifâdeyle, “artık TELEGRAM teknolojileri gelişti, sıradışı veya parapsikolojik kabiliyetlere o derece ihtiyaç kalmadı” demek istiyor Sultan Tarlacı.

Bu vesileyle, Tarlacı’nın sözünü ettiği ve “TELEGRAM’ın öncüsü” sayılabilecek Amerikan STARGATE Projesinin taşeronu BOOZ ALLEN HAMILTON adlı “özel askerî şirket”e ve Türkiye’de SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARLIĞI ile olan “bağlantı”sına ilerleyen bölümlerde yakından bakacağız. Biz konumuza devam edelim.

Bu cümleden olarak şunu ilâve etmek lâzım geliyor: TELEGRAM konusunda müsbet bilim yahud metafizikten, parapsikolojiden hangisinin ağırlıklı yahud öncelikli olduğunu tartışmak anlamsızdır. Çünkü gerek bellibaşlı temel pratiklerde, gerekse kendine has özel uygulamalarda, bazen biri diğerinin ardında destekçi, bazen de diğeri önde desteklenen olagelmiştir. Birbirinden bağımsız tek başına uygulamalar hâlâ var olsa da, ağırlıklı olarak, gelişmiş teknolojiye dayalı tatbiklerle klasik metafizik veya parapsikolojik uygulamaların kolkola aynı gaye için birbirlerini desteklemeleri sözkonusudur.

Şamanist davul ritimlerinden elektromanyetik dalgalara; satanist ve ezoterist ritüellerdeki uygulamalardan bilgisayarlara ve beyin arayüzlerine; cinlerin kullanımından son teknoloji ürünü holografik görüntüleme ve SİMÜLASYONLARA, majiden sinirbilime kadar, birçok kadîm veya modern ilim, bilim ve tekniklerin beraberce kullanılabildiği, çok geniş bir alanın eseridir TELEGRAM. Böyle olunca, yüksek teknolojinin maharetleri yanında, insanlık tarihi kadar eski uygulamaların da öne çıktığı ürkütücü bir dünyanın mahsulüdür.

TELEGRAM’ın çok geniş bir sahadan temellenişi ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, Doç. Dr. Sultan Tarlacı’nın izahatının, bugün için bilinen mevcut uygulamaların sadece bir kısmına veya bir cihetine açıklık getiren bir değerlendirme olduğu anlaşılır. Fizik, Kimya, Biyoloji, TIB gibi temel klasik bilimler, aynı şekilde NÖROLOJİ başta olmak üzere Elektrik, Elektronik, Bilgisayar Mühendisliği gibi modern bilimler bugün TELEGRAM’a şekil veren olmazsa olmazlar arasına girmişse de; büyü, sihir veya hipnoz gibi ilk Zihin Kontrolü pratiklerinden günümüzün en gelişmiş TELEGRAM pratiklerine kadar tüm bu “beyin”e yönelik saldırı, müdahale ve yönlendirme gayretlerinin hepsi, “fizikten öte” diye zarflanan metafizik’ten bağımsız değildir. Nasıl olsun ki? Beyin, ne sıradan elektrikli bir ev âletidir, ne sadece duyularla ilişkiden müteşekkil bir beden parçası ve ne de tüm ruhumuzun merkezi!

Dikkat edilirse, genelleyici Batı tarifleri üzerinden gidiyoruz. Oysa biliyoruz ki, bugün Batıdaki TELEGRAM’a dair her cinsten çalışma, ister müsbet bilim merkezli olsun, ister metafizik veya parapsikolojik karakter göstersin, isterse ikisinden bir kombinasyon tarzında vücud bulsun, netice olarak amaçladığı, insanın biyolojik kontrolü veya onun bir parçası olarak beyin değil, zihnin kontrolüdür, hattâ zihin koridorundan geçerek asıl zabtedilecek hedef olarak gördüğü RUH’tur.

TELEGRAM’cıların “bilim-din çatışması” olarak zarfladıkları bu mücadelede “din”den neyi kasdettikleri malûm. Birbirine mutlak bir zıtlık arzetmeyen –çünkü herşey gibi “bilim” de dinin hasrındadır!- din ve bilim gibi iki kavramdan “diyalektik” peydahlatma nâfile gayretleri bir yana, RUH’a hükmetme emelleri istikametinde yürüttükleri nöroloji temelli ve ondan doğan çalışmalar, bu noktada meselenin merkezi değil, sonuç aramada destekleyici unsurlardır. RUH’a dair kendisine çok az ilim verilen insanoğlunun meselâ “ruh hastalıkları” üzerine çalışmasındaki etimoloji ve hakikat mânâsında yaşanan sakatlık ayrı bahis.

Herşeyde olduğu gibi, bu meselenin hâlline dair cevab da Mutlak Fikir’de yatarken, onu bilimin zıdlığı mânâsında kullanma ve benimsetmeye dair yüzlerce yıl süren “kirli bir dava”nın TELEGRAM’daki parmak izlerini buluyoruz burada. Aslolan; meselenin RUHÎ temelini ortaya koyan ve ilk insandan beri süregelen ezelî mücadeleye işaret eden büyük diyalektik! Ve işte tam bu noktada öne çıkan ve “500 yıldır beklenen” büyük fikir adamı ise, şimdi en vahşi uygulamalarla kendisine saldırılan hedef olarak Salih Mirzabeyoğlu!

NÖROTEOLOJİ: YARADANI BEYİNDE ARAMAK

Bugün yeni yeni ortaya çıkan birçok bilim zemini veya kavramının etiketindeki “ön ek” olarak dikkati çeken “nöro-sinir”, bilim literatüründeki sarsılmaz ve daha da gelişme vaadeden yerini çoktan aldı demiş ve şu örnekleri vermiştik: NÖROPSİKOLOJİ, NÖROPSİKİYATRİ, NÖROFİZYOLOJİ, NÖROKUVANTOLOJİ, NÖROTEOLOJİ…

Bunların belki en yenisi de NÖROTEOLOJİ-NEUROTHEOLOGY…

BİYOTEOLOJİ-BIOTHEOLOGY olarak da zikredilen; beynin spiritüel-ruhî tecrübeler sırasındaki nörolojik faaliyeti üzerine çalışmalar yapan bilim dalı olarak nitelendirilen Nöroteoloji, kelime mânâsı olarak, “Nöro-Sinir” ve “Teoloji-İlahiyat” kelimelerinden müteşekkil. Kabaca, Yaratıcı’yı beyin damarlarında arayan (!) pozitif bir bilim.

Batı’nın özellikle son birkaç yüzyıldır dayattığı pozitivist ve rasyonalist bilimin tekelci saltanatı, şimdi bu kavramın niçin biraz utangaç bir edâ ile önümüze konulmak istendiğini açıklıyor. Zaten bunu yaparken bile, kuyruğu dik tutma telaşı ile “ruh”a dair fenomenler maddeleştirilmeye çalışılıyor. Oysa artık biliyoruz ki, Batı’nın “Bilim”e yaklaşımı ve sunumu, hattâ etimolojik zarflayışı dahi ikiyüzlüdür.

Batı, bir taraftan dini sadece “kültürel” bir renk veya araç olarak yansıtıp, hedef aldığı asıl ve tek dini “Din mi, Bilim mi?” sorusunu soran kendi TELEGRAM’cısının ağzından itiraf eder ve bu sahte “diyalektik” zıtlıkla yığınları uyuturken; diğer taraftan da binlerce yıllık kadîm kültürün hasadını yapıyor sinsice.

Batı dünyası, tarihi boyunca, kasıtlı ve programlı bir biçimde pozitivizme ve rasyonalizme hapsettiği “bilim”i bu şekliyle bizlere sunarken, onun diğer yüzünü yok saydı veya aşağıladı, en çok da yağmaladı ve şuurluca gizledi. Ama artık biliyoruz ki, Newton, Da Vinci, Einstein gibi “pir”ler başta olmak üzere, tarih boyunca birçok Batılı pozitif bilimci, ezoterizmin, metafiziğin, okültizmin başköşeye oturtulduğu çok güçlü oluşumların üyeleriydiler. Hattâ Einstein’ın çalışmalarına sahne olan laboratuvarının, üyesi bulunduğu ezoterik yapılanmaya âit ve sapkın ritüellerin yapıldığı binanın bir bölümü olduğu söylenir.

“Kuantum beyin”den bahsedildiği bir dünyada; klasik fizikte maddeleri bir arada tutan bağlantılar ve yapıları bilinmesine rağmen; “zihin” dediğimiz vakıayı beyne bağlayanın ne olduğu tam mânâsıyla bilinemiyor!

Nikola Tesla’nın şu sözünü hatırlama ve hatırlatmanın tam yeri sanırız:

– “Bilim, fizikî olmayan fenomenler üzerinde çalışmaya başladığı zaman, bir on senelik zaman dilimi içinde, var olduğu bütün asırlar boyunca yapmış olduğu gelişmeden daha fazlasını yapacaktır.”

Tam bu noktada, kelimenin tam mânâsıyla birer ŞAHESER olan, Mütefekkir’in “ÖLÜM ODASI B-YEDİ –Giriş-“ ve “MADDE NEDİR? -Maddenin Kritiği-” isimli eserlerini zikredelim ve henüz okuyamamış olanlara, bilhassa bilim adamı ve akademisyenlerimize tavsiye etmiş olalım.

TELEGRAMIN OLMAZSA OLMAZI: PSİKOTRONİK

Tesla’nın yukarıda zikrettiğimiz sözünün, Batıda, özellikle “resmî” mahfillerde son haddiyle dikkate alındığını biliyoruz. Bugün artık kadîm ilimler ve pozitif bilimlerin birçok sahada kombinasyon oluşturmaya başladığını, daha doğrusu oldukça eski sayılabilecek bu tarzın yavaş yavaş fâş olmaya başladığını söyleyebiliriz ki, TELEGRAM teknolojisi ve uygulamaları buna misâl. Bu yeniliğe (!) gölgesi düşen unsurların en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz PSİKOTRONİK.

Kabaca bir tarifle, madde, enerji ve zihin üçlüsü arasındaki etkileşimi temel alan çalışmalar bütünü diyebiliriz buna. Batı’da “parapsikoloji” kapsamında değerlendirilmesine karşılık, “Pentagon’un ASELSAN’ı” diyebileceğimiz DARPA gibi kuruluşların da bu merkezde projeler yürüttüğü kayıtlara geçiyor. Yarım asır öncesinin SSCB ve Çekoslovakya’sında başlayan pşisik çalışmaların temellendirdiği psikotronik, canlıları ve özelde insanı, kozmik enerjiyi bünyesinde toplayan ve dönüştüren bir jeneratör ve aynı zamanda bir transformatör gibi öngörmekte.

Tam tarifi yapılamayan bu enerjiyi -biyoenerji veya psikotronik enerji- elektronik bir cihaza aktarma ve bu cihazı da bir jeneratör gibi kullanma çalışmaları, ilk kez 1960’larda Çekoslovakya’da yapılıyor ve nesnelerin uzaktan kontrolü de dahil birçok tecrübe başarıyla sonuçlanıyor. Çek Robert Pavlita’nın bu başarısından sonra; ABD’de ilk psikotronik jeneratör 1970’te Woodrow W. Ward tarafından üretiliyor. Çek bilim adamı ellerin teması ve ŞAKRALARI merkeze koyarken; 10 yıl sonra Amerikalı meslektaşı gözlerden çıkan enerjiyi (nazar?) merkeze alan çalışmalar yapıyor. Onun yaptığı jeneratör, gözlerden çıkan enerji dalgaları ile faaliyete geçiyor.

Bugün dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız Japonya’da da revaçta olan psikotronik, ilmî laboratuvar çalışmaları yanında, küçük büyük birçok şehirde faaliyet gösteren terapi merkezlerinin uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor. Kozmik enerjiyi “eller”iyle bünyesinde toplayan, fizyolojik veya psikolojik problemlerine şifa bekleyen hastalarına yahud zayıflamak isteyenlerin dertlerine yine bu elleriyle deva ulaştırmaya çalışan “usta”ların yönetimindeki çok kârlı bir sektör hâline gelmiş durumda artık. Hattâ bu ustalar, bazen çok uzak ülkelere gittiklerinde dahi seanslarına ara vermiyor ve binlerce kilometre uzaktan işlerini yapmaya devam edebiliyorlar.

Hava karardıktan sonra, kalabalık caddelerde küçük bir portatif masa, bir tabure ve mumdan ibaret dekorları, yine esrarlı görüntüleri ve bazen kuyruklar oluşturan müşterileriyle falcı kaynayan Japonya için, psikotronik ustalarının olması hiç de şaşırtıcı değil. Bahsettiğimiz merkezlerde bilhassa Çinlilerin hâkimiyeti sözkonusu. Kendi meşreblerince mistisizmle yoğrulu bu ilimlerden medet uman birçok basın ve siyaset meşhuru, ekserisi Çinli olan bu ustaların müşteri ve müdavimleri arasında.

Çarpıcı bir örnek olarak, kilo problemi olan bir dostumuzun, “usta”nın kozmik enerji nakli ile 250 gün boyunca HİÇBİR ŞEY YEMEDEN bu seanslara devam ettiğinin ve neticede 25 kilo verdiğinin şâhidi olduk. Dostumuzun, sadece ustanın elleri vasıtasıyla kozmik enerji nakledilmiş suyu dilediği kadar içmesine izin vardı ve bazen usta, yurtdışına çıktığında binlerce kilometre öteden bile bu seanslarına devam edebiliyordu.

TELEGRAM cihazının literatürdeki diğer bir isminin de “psikotronik silâh” olduğunu söyleyerek bahsi şimdilik burada bitirelim ve bundan sonraki bölümlerde TELEGRAM’ın “yerli” fail ve sorumlularının arkasındaki özellikle “dış” TELEGRAM üslerinin izini sürelim. [10]

DÜNYA ELİTİNİN GİZLİ GÜCÜ:  ÖZEL ASKERÎ ŞİRKETLER

“Gizli” TELEGRAM teknolojilerinin geliştirilmesinde ve uygulanmasında yine “gizli” bir aktör olarak ÖZEL ASKERÎ ŞİRKETLER konusunu masaya yatıracağız bu bölümde. Ama önce ve elden geldiğince “bütün resmi” görmeye çalışalım.

1990’lardan itibaren sıkça duyduğumuz bir tanımlama: YENİ DÜNYA DÜZENİ. Bu kavramın pratiğe geçirilme safhaları, geniş coğrafyalarda ülkelerin kendi hükümranlıklarının gasbı olarak vasıflandırılabilecek neticeleri de beraberinde getirdi. ABD, gerek öz askerî gücü; gerekse yine kendi öncülüğünde NATO ve BM’i yanına alarak, bu hedef etrafındaki faaliyetlerin ve ondan doğan neticelerin hem plânlayıcısı ve hem de faili oldu.

NATO ve BM’i her fırsatta yedeğine almakla, muhtemel tenkidlerden sıyrılmayı ve ayakbağı olarak gördüğü -yine kendi belirlediği kriterlerden müteşekkil- “uluslararası hukuk” bariyerlerlerine çarpmamayı hedefliyordu ABD. Kendi askerî gücünün kullanımının kaçınılmaz olduğu şartlarda da, aynı “hukukî” ağırlıklardan kurtulmanın yolunu “özel askerî şirketler” sayesinde buldu.

YENİ DÜNYA DÜZENİ’nin güdücüleri mercek altına alındığında görülür ki, bu küçük ama son derece etkili kaymak tabaka, hem Amerikan devlet bürokrasisi içine çöreklenmiş; hem “Başkanlık” makamı dahil siyasî arenayı kuşatmış; ve hem de askeriye, ekonomi, eğitim, bilim, basın ve eğlence alanlarında tekel hâline gelmiştir.

ABD için böyle olan, tüm Batı için de çok farklı değildir. Bunun ötesinde, NATO ve BM idareci veya temsilcileri de yine bu ELİT denilen kaymak tabaka eliyle tâyin edilmekte olup, sözünü ettiğimiz “özel askerî şirketler”in sahibleri de yine aynı “seçkinler”dir.

Keşke bununla bitse. “Hürriyet ve bağımsızlığımdan feragat ediyorum!”un ifâdesi olarak NATO ve BM gibi beynelmilel oluşumlara üye olup bunların kuyruğuna takılan onlarca ülkenin idarecisi bile, -bir şekilde- bunlar tarafından belirlenmektedir.

Özel askerî şirketler, ezici bir çoğunlukla SİYONİST-YAHUDİ veya onların dünya hâkimiyetini felsefe edinmiş SİYONİST-HIRİSTİYAN olan ELİT zümre için, Yeni Dünya Düzeni’ni hâkim kılmada “ele göre değnek” kıymeti arzetmektedir. Hukukî ağırlıklardan kurtulmuş dinamik güç olmalarının getirdiği avantajla, bir yandan sıcak coğrafyalara sürülürler, diğer yandan da kapitalist sistemin vazgeçilmezi kâr-kazanç faktörü icabı ayrıca cazibe merkezi teşkil ederler.

Çoğunluğu İslâm dünyasındaki bellibaşlı ülkelerde YENİ DÜNYA DÜZENİ için problem teşkil eden liderlerin infaz ve ülkelerinin talan edildiği; fikir, ilim ve aksiyon adamlarının da yine aynı şekilde yok edildiği veya “millî güvenlik” gerekçesiyle zindanlara atıldığı ve bunun sistematik hâle gelmeye başladığı yıllar oldu 1990’lar ve sonrası. İşte bugüne kadar hâlâ devam eden bu sürecin en önemli “olmazsa olmaz”larındandır “özel askerî şirketler”.

Nasıl ki “görünür” devlet mekanizmalarının denetiminin dışında, hattâ çoğu zaman üstünde yer alan, bu çerçevede “rutin dışı” yâni “hukuk dışı” çalışan DERİN DEVLET’ler ve bu odaklardan emir alan kişi, kurum ve kuruluşlar varsa, Siyonist-Yahudi-Hıristiyan ELİT’in YENİ DÜNYA DÜZENİ’nin de bir “görünür” organları (Batılı devlet mekanizmaları, BM, NATO, AB, Pentagon vs), bir de “rutin dışı-hukuk dışı” çalışan DERİN odakları vardır. “Özel askerî şirketler”i de işte bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Bu özel askerî şirketler, “görünür” kişi, kurum ve kuruluşlarla hem içiçe ve işbirliği içinde çalışır, hem de TELEGRAM gibi çok özel ve çok gizli alanlarda “ayrıca” faaliyet gösterip, başka devletlerin “derin” yapılarıyla bağlantılar kurar, ÖZEL HARB dairesinde “görevler” icra ederler.

Bu şirketler artık o kadar palazlandılar ki, direktörleri FORBES gibi dergilerin sayfalarından ve “ultra zenginler” listelerinden düşmez oldu. Son tesbitimiz, bu şirketlerin uluslararası sermaye olarak dünya ekonomisinde ne denli etkili ve büyük olduklarını göstermesi yanında, bu kuruluşların kendine has yapılarını da işaretlemek için aslında. Şöyle ki, bu şirketler, umumiyetle, teknoloji geliştirme, sağlık, enerji, ulaşım, lojistik, yatırım gibi günümüz ekonomi dünyasında bol sıfırlı rakamlarla ifâdesini bulan sahaların da baş aktörleridir.

Özel askerî şirketleri bünyesinde barındıran büyük holdinglerin, yine kendi içlerinde alt şube gibi görünen bölümlerinde “TIB” yatırımları dikkati çekiyor. Aynı şekilde, bilhassa son yıllarda bilgisayar-beyin-nörolojiye kilitlendikleri; laboratuvarlarında dünyanın en seçkin bilim adamlarının harıl harıl “askerî” ve “ticarî” amaçlı olarak bu istikamette çalışmalar yaptığı AR-GE şirketleri göze çarpıyor. Uzay teknolojilerini de unutmayalım. Bu dev holdinglerin bünyesinde, yine farklı alanlarda ve uluslararası çapta faaliyet gösteren irili ufaklı şirketler, düşünce kuruluşları, vakıflar, dernekler vesaire var. Genelde manzaralarının bu olduğu HALLIBURTON, BOOZ ALLEN HAMILTON, SAIC gibi dev şirketler bunlara misâl. Aralarında BLACKWATER, VINNELL gibi şeffaf (!) firmalar da yok değil. Ki bu şirketler silâhlı operasyon ana gayesi çerçevesinde kurulmuş.

Kaynaklarda, “sadece” özel askerî şirketlerin, üstelik yurtdışı operasyon ve faaliyetlerini tam mânâsıyla içine almayan “iş” hacminin 100 milyar doların üzerinde olduğu ifâde ediliyor ki gerisini siz düşünün.

HANGİ ALANLARDA ÇALIŞIYORLAR?

Özel askerî şirketler yine belirli sahalarda uzmanlaşmaya gitmişler ve kendi aralarında buna göre bir sınıflandırma yaşanmış. Bir fikir vermesi açısından birkaç örnek verelim:

HALLIBURTON’un KELLOGG BROWN-ROOT’u operasyon şartlarında silâhlı birimlere lojistik destek sunarken; Blackwater, DynCorp, ArmorGroup gibi şirketler de diplomatlar, askerî üsler, şirket alanları, çatışma bölgelerindeki sivil konvoyların korunması şeklinde resmî çerçevesi çizilen “silâhlı kuvvetler” olarak hizmet veriyor.

L-3, Northrop, Lockheed, DynCorp gibileri ise SİMÜLASYON, ateş aralıklarını yönetme ve savaş eğitimini kendilerine profesyonel hizmet alanı olarak seçmişler.

Buna mukabil, TELEGRAM teknolojileri ve silâhları sahasında etkili özel askerî şirket olması ve bu çerçevede Türkiye’deki bazı kişi, kurum ve kuruluşlarla hem resmî hem de gayri resmî ilişkileri ve bağlantıları hasebiyle daha sonra üzerinde duracağımız BOOZ ALLEN HAMILTON’a gelince, CACI ve SAIC’le birlikte, “istihbarat toplama, gözetim, sorgulama, terörle mücadele”yi uzmanlık alanı olarak seçmiş görünüyor kaynaklarda. Yine SAIC’le birlikte BOOZ ALLEN HAMILTON, stratejik araştırma ve danışmanlık, tehdit analizi, harb oyunu-SİMÜLASYON olarak işaretlenen analiz ve plânlama konularında da söz sahibi. [11]

CACI demişken, Irak’taki tutukluların sorgulanması ve işkence görmesinden sorumlu tutulan özel askerî şirketlerden biriydi bu.

Özel “askerî” şirketler olarak zikredilseler de, savunma konusu dışında ancak çoğu yine “savunma”yı destekleyen alanlarda daha birçok uzmanlık, bu dev kuruluşların faaliyet sahasında. Meselâ, bir yandan özel askerî şirket, diğer yandan da THINK TANK (düşünce kuruluşu) olan SAIC’in 1996 yılında Türkiye hakkında serdettiği kehanetler (!) hâlâ hafızalarda taze olsa gerektir. Ne tesadüf (!) ki, ülkemizde son yıllara damga vuran davalardan, hükümetin nasıl ve başında kim olacağına dair birçok şeyi tamı tamına bilmişler! [12]

Bu şirketlerin İSTİHBARÎ alandaki çalışmalarını gösterebilmek için, yine SAIC üzerinden bir örnek verelim: Science Applications International Corporation (SAIC), 2012’de Ürdün Silâhlı Kuvvetleri Müşterek Özel Harekat Komutanlığı ihtiyacına yönelik komuta, kontrol, haberleşme, bilgisayar ve istihbarat sistemlerini kurup komutanlığın mevcut sistemlerini güncelleyen kurumdur aynı zamanda. [13]

Bu kadarla da kalmıyor SAIC, İslâm dünyasında “insansız hava araçları”yla yürütülen operasyonlarda da bu şirketin “sivil” (!) elemanları görev alıyor, Amerikan askerî ceza kanunu kendilerini bağlamadığı için de, gerek kasıt gerekse istihbarat hatası neticesinde çok sayıda masum sivilin ölümünden o denli sorumlu olmuyorlar. Bu vesileyle vurgulamış olalım ki, öyle birkaç bin kişilik küçük kadrolarla iş yapmıyor sözkonusu özel askerî şirketler. Aksine, bünyelerinde yüzbinlerce kişi istihdam eden büyük “özel ordular” bunlar. Sadece bahsi geçen SAIC’in bünyesinde, dünya genelinde 41 bin kişi çalışıyor meselâ. [14]

Özel askerî şirket denince, VINNELL gibi bu alanda kilometre taşı niteliğindeki bir şirket hakkında da birkaç cümle yazmadan olmaz. Şöyle ki, 1975’e kadar dış müdahale ve operasyonlarda ABD ordusu tek hâkim iken, bu tekdüzeliği ilk bozan kuruluş Vinnell Corp. oluyor. Suudi Arabistan’ın petrol bölgelerini koruma amaçlı olarak “Millî Muhafızlar”ı yetiştirmek için Arab Yarımadası’na adım atan ilk özel askerî şirket Vinnell. Suudilerle yaptıkları 1998 yılına ait sözleşmenin değeri 831 milyon dolar olan Vinnell Corp’un S. Arabistan dışında Umman, Türkiye ve Mısır’la da çalıştığı ifâde ediliyor.Yine, 1979’daki “Kâbe Baskını”nda VINNELL’in paralı askerlerinin kullanıldığı notunu düşelim.

Bunun dışında, Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı tarafından O’Gara Protective Applications Int. isminde özel askerî bir şirkete, Kraliyet Ailesi’nin güvenliğinin ihale edildiğini ve şirketin bu tür sözleşmelere imza attığını biliyoruz.

Kısacası, YENİ DÜNYA DÜZENİ inşasında en önemli unsurların başında özel askerî şirketlerin geldiği; ABD öncülüğünde ve NATO-BM yedekliğinde artık devasa bir “iş sektörü” hâline gelen savaşların plânlanıp hayata geçirildiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Modern silâh teknolojileri ve özellikle de nöroloji temelinde beyin-zihin üzerine milyonlarca dolarlık AR-GE bütçelerinin ayrıldığı bir dünya bu. Geniş kitleleri hedef tahtasına koyan bu çerçevedeki “teknoloji harikaları” (!) üzerine çalışmalar devam etmekteyse de, bilhassa içinde bulunduğu toplumları arkasına alıp sürükleyebilecek MUHALİF lider şahsiyetler üzerinde tatbik edilen, sıradan insanların hayâllerinin bile çok üzerinde bir teknolojinin eseri olan TELEGRAM silâhı, bu noktada belirleyici olmakta. TELEGRAM ve uzay teknolojileri bahsinde BOOZ ALLEN HAMILTON ismi öne çıkıyor ki, ilerde buna daha detaylıca temas edeceğiz.

Bu bahiste son olarak BLACKWATER’a da kısaca bir bakalım: BLACKWATER, bugün, SCG INTERNATIONAL adıyla ve başında yine eski başkanı James F. Smith olduğu hâlde, Afganistan, Irak ve Libya’da hâlâ çok faal durumda. Kaynaklara göre “zihin etkileyici ilaçları kullanan” BLACKWATER mensubları, sayısız katliama karıştılar. İsim değişikliğinin belki en önemli sebebi de bu kötü şöhretleriydi zaten.

BOOZ ALLEN HAMILTON ve BLACKWATER işbirliği, birçok alan ve coğrafyada hâlâ kesintisiz biçimde devam ediyor. ABD askerlerinin emniyetli bir şekilde ülkelerine dönmelerini gaye edinen USO (Until Every One Comes Home) projesi kapsamında uluslararası şirketlerden oluşan organizasyonda, yine BOOZ ALLEN HAMILTON, BLACKWATER, COCA COLA COMPANY, WORLDWIDE, AT&T Inc., BAE Systems, CLEAR CHANNEL COMMUNICATIONS gibi dev firmalar, USO WORLDWIDE STRATEGIC PARTNERS şemsiyesi altında işbirliği yapmakta. Arka plânda CIA’nın ipleri tuttuğu BLACKWATER, yâni şimdiki adıyla SCG International, eski istihbaratçılar, emniyet mensubları ve eski kadroları ile, bu geniş coğrafyada yine BOOZ ALLEN HAMILTON ile koordineli hareket ediyor.

NATO’YLA OMUZ OMUZA

NATO ve BM’den hâlâ müsbet mânâda beklentisi olanlar varsa hemen söyleyelim: Özel askerî şirketler, tüm o barbarlıklarını zaten NATO ve BM ile omuz omuza ve “ortak” organizatör olarak yapıyor. Afganistan, Irak, Libya gibi ülkelerdeki NATO subayları, BLACKWATER başkanı James F. Smith ile kadeh tokuşturmakla meşgul. BM ise yine bu coğrafyalarda (ve şimdilerde Afrika’da), daha önce yaptıkları gibi bu özel askerî birlikleri oralara sürmenin resmî kılıfını arayıp bulmakla iştigal ediyor. Geçtiğimiz yıllarda Kofi Annan’ın bu çerçevedeki mahçub açıklamalarını hatırlayanlar bilir.

NATO deyince… NATO üslerini ülkemizden defetmenin yolunu düşünenlerin neredeyse neslinin tükendiği ve “zihinlerin iğdiş edildiği” coğrafyamızda, ODTÜ gibi bilimle özdeşleşmiş kurumlardan NATO’yla işbirliği içinde sadece TELEGRAM teknolojilerine kafa yoran akademisyenler çıkmıyor, ayrıca NATO-RTO’nun (Araştırma ve Teknoloji Komisyonu) direktörlüğünü yürüten, SİMÜLASYON ve modern harb uygulamaları sahasında NATO ile koordineli çalışan, SPS (SCIENCE FOR PEACE AND SECURITY) yâni “Barış (!) ve Güvenlik (!) İçin Bilim” programlarında ter döken bilim adamları da çıkıyor. Yine NATO bünyesinde akredite edilen, farklı üye ülkelerdeki 19 “Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi” ve daha birçok farklı birim için mesai harcayan “bilim adamlarımız” var.

Kısaca toparlarsak: ABD öncülüğünde yaşanan tüm bu gelişmeler, YENİ DÜNYA DÜZENİ sahiblerinin, BM’i bir noter makamı; NATO’yu da bir yandan dağınıklığı önleyici koordinasyon merkezi, diğer yandan da tenkidleri önlemede paratoner olarak görüp kullandığını; ancak askerî yönden (hem sıcak operasyon hem de askerî AR-GE olarak) belki asıl icracı unsurlarının ise özellikle son dönemde özel askerî şirketler olduğunu gösteriyor.

Bunlar, ele silâh, başa miğfer verip ortalığa savaşçı süren özel kurumlar değil yalnızca; uluslararası ekonomi, enerji, danışmanlık gibi birçok alanda söz sahibi; TELEGRAM da dahil “ekstrem” silâhların AR-GE’sini yürüten ve “seçilmiş” muhalif hedeflere karşı uygulanmasını da kendilerine vazife edinen dev holdingler aynı zamanda. Ve hedefledikleri coğrafyaları, -yeri geldiğinde BM’i, sırası geldiğinde NATO’yu yedeğine alarak- tarumar eden bu yapılanmalar, bizim gibi ülkelerde “üslenmekte”, şuurlu şuursuz baştacı edilmekte, ticarî (!) faaliyetlere girişmekte, (DPT ihaleleri dahil) ihalelere katılmakta, mülkî ve askerî kademelerde hüsnü kabul görmekte, sahalarıyla alâkalı resmî toplantıların da itibarlı müdavimleri olmaktadır.

TELEGRAM ÜSLERİ AĞI

Tüm bu sıraladıklarımızın ışığında vurgulamak lâzımdır ki; 14 yıl boyunca her gün 24 saat TELEGRAM işkencesinin hedefi olan -60’a yakın eserin sahibi- Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na uygulananların perde arkasını görebilmek, içeride SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARLIĞI, GES, ASELSAN, BİLKARDEM, MODSİMMER, ODTÜ, AFCEA-Türkiye; dışarıda ise NATO, BOOZ ALLEN HAMILTON, AFCEA-Int. (Uluslararası Silâhlı Kuvvetler Elektronik Vakfı), STANFORD ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ, CACI Int. (Özel Askerî şirket), VINNELL Corp. (Özel Askerî Şirket), SAIC (hem Özel Askerî Şirket hem de Sivil (!) Araştırma Şirketi) gibi kurum ve kuruluşların yapılarını, idarî kadrolarını ve bunların içeride-dışarıda oldukça girift bir manzara arzeden ilişkilerini çok iyi analiz etmekten geçiyor. Saydıklarımızdan BOOZ ALLEN HAMILTON’la beraber, AFCEA ve STANFORD ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ üzerinde ileride özellikle duracak, Türkiye’deki RESMÎ bağlantılarını ortaya koyacağız.

Mütefekkir Mirzabeyoğlu ve TELEGRAM bahsinin anlaşılabilmesi için verilecek her türden çaba, hem ülkemizin son yıllarına damgasını vuran çalkalanmaların ve bulunduğumuz coğrafyadaki kirli senaryoların anlaşılmasının, hem de umumi mânâda ve çok geniş coğrafyalarda yaşanan askerî, siyasî, iktisadî gelişmelerin arkasında yatan gerçekleri kavrayabilmemizin önünü açacaktır.

Bunlar masaya yatırılmadan, ne geçtiğimiz yıl yürürlüğe konan ve “ülke güvenliğini ilgilendiren ilmî buluş ve faaliyetlerin umuma açıklanması zorunluluğu yoktur” meâlindeki kanunun kabulünün ardında yatan gerçekler; ne Türkiye’nin 27 Nisan 1995’te İsrail’le imzaladığı MUHABERE ELEKTRONİK İSTİHBARAT SİNYAL ARAŞTIRMA MUHTIRASI; ne Türkiye ve İsrail arasındaki SIG-INT (Sinyal İstihbaratı) bilgilerinin teatisini sağlamak amacıyla İsrail Millî SIG-INT Ünitesi (ISNU – ISRAEL SIGINT NATIONAL UNIT) ile GES (Genelkurmay Elektronik Sistemler) Komutanlığı arasında 20 Ocak 1998 tarihinde imzalanan direkt muhabere devresi tesisi anlaşması yâni kamuoyunda “İsrail’in Genelkurmay’daki Odası” olarak bilinen ihanet hakkında MHP Ankara Milletvekili Sayın Mehmed Zekai Özcan’ın verdiği ve hükümetin “devlet sırrıdır, cevablamayacağız!” diyerek üzerini örttüğü soru önergesinin perde arkası; ne CHP Malatya Milletvekili Sayın Veli Ağbaba’nın Mirzabeyoğlu ve kaynağı dışarıda bir silâh teknolojisi olan TELEGRAM hakkında verdiği soru önergesinin cevabsız bırakılması; ne de Ergenekon ve Balyoz gibi davaların aslı astarı bizce tam olarak anlaşılabilir.

Mütefekkir’in eserlerinde naklettiklerinden hareketle bilâhare üzerinde duracağımız 2004-2005 yılları, O’na uygulananlarda görülen nisbî farklılıkların başlangıç ve bitişlerini de gösterecektir. Meselâ, Kartal’dan Bolu’ya nakil ve ondan sonraki süreçte yaşanan “bazı” KADRO ve TATBİK değişimleri gibi. Ve belki de insanlık tarihinin kırılma noktalarından biri olarak, atom bombasından sonraki ikinci büyük sıçrama niteliğinde dev bir projenin mahsulü olan TELEGRAM’ın kıstırılmış hedeflere daha rahat tatbik edilmesi gayesi ile tam o demlerde yürürlüğe konulan ve Mirzabeyoğlu için “kanun geriye yürütülerek” uygulanan “Tecrit Kanunu” gibi.

Evet, TELEGRAM için “kırılma noktası” dedik. Bu “nokta”yı yıllar önce bir ABD Başkanı, Kongre’deki konuşmasında tüm dünyaya keyifle haykırmıştı zaten. [15] 17 Temmuz 1990 tarihli konuşmasında, BEYİN üzerindeki araştırmalarda yaşanan sıçramaya atıf yaparak, “TELEGRAM Çağı”nın başladığını şöyle duyuruyordu George Bush:

– “ABD Başkanı olarak, 1 Ocak 1990’da başlayan 10 yılı, BEYİN’in 10 Yılı olarak ilân ediyorum!” [16]

TELEGRAMCI AMERİKAN DEVİ BAH VE TÜRKİYE’DEKİ RESMÎ BAĞLANTILARI

Daha önce de temas ettiğimiz Doç. Dr. Sultan Tarlacı’nın tesbitini bir kez daha hatırlatatarak başlayalım:

– “Beş duyu organını kullanmadan, zihin yoluyla sadece düşünerek bilgi edinilebilir. Duyu dışı algılama olarak tanımlanan bu durum, 1965’ten 1995’e kadar Amerika’da kullanıldı. Amerika’da büyük paralar harcanarak yapılan bir STARGATE projesi var. PŞİSİK İSTİHBARAT. Ruslardan öğreniyor bunu da… Dört bilimsel makaleyi Ruslardan çalıp kendi dillerine çevirip kendi bilim adamlarına soruyorlar. Ve bunun üzerine bir grup oluşturup devlet destekli olarak bu çalışmalara yöneliyorlar. Remote-viewing deniyor, uzaktan görüş yani. Devlet bütçesinden büyük fon ayrılıyor. 1995’e kadar devam eden bu çalışmaları, kullanımın sınırlı olduğunu belirtip bırakıyorlar. Teknoloji ilerliyor, gerek kalmıyor tabiî. Kullanımı çok, ancak pratik değil. Oradan ayrılanlar farklı alanlarda çalışmalara devam ediyorlar şimdi.” [17]

Hatırlatmayı yapmamızın sebebi, TELEGRAM’ın bazı uygulamalarının köklerinin dayandığı CIA’nın “parapsikolojik-psikotronik” istihbarat çerçevesindeki STARGATE Projesi’ni üstlenen ve “oradan ayrılanlar farklı alanlarda [uzaktan elektromanyetik zihin-beden kontrolü ve yönlendirmesi olarak TELEGRAM ve destekleyici teknolojik araştırma sahalarında!] çalışmalarına devam ediyorlar şimdi” şeklinde Tarlacı’nın işaretlediği adresin BOOZ ALLEN HAMILTON olmasından. Hani şu kısaca BAH diye bilinen Amerikan merkezli uluslararası “özel askerî şirket”…

BAH’ın bu yöndeki çalışmaları insan hakları kuruluşları tarafından sürekli eleştirildi. Hattâ 1996’da, Amerikan “Millî Güvenlik Teşkilâtı – NSA”ya (NATIONAL SECURITY AGENCY), yâni BAH’ın başlıca taşeronu ve danışmanı [18] olduğu istihbarat kuruluşuna karşı, bir çalışanına TELEGRAM uyguladığı için açılan ilk resmî dava olarak tarihe geçen meşhur “JOHN AKWEI olayı” yaşandı. Akwei, NSA personeli olmasına rağmen, çalıştığı kurumun gizli TELEGRAM projesinde kobay durumundaydı. Tabiî mahkemede AKWEI’nin karşısında “proje yürütücüler” değil, işi onlara ısmarlayan NSA (Millî Güvenlik Teşkilâtı), yâni “Amerikan Devleti” vardı. Yerli basında da ilgi gören bu davayı 27 Temmuz 2000 tarihli Sabah gazetesinden iktibasla verelim:

– “BİZİ UYDUDAN YÖNETİYORLAR

Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın elektromanyetik dalgalar aracılığıyla dünyadaki herkesin düşünce, davranışlarını takip ve kontrol edebildiği iddia ediliyor.

John St. Clair Akwei 1996 yılında Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) aleyhine bir dava açtı. Akwei, NSA’nın kendisini sürekli olarak takip ettiğini ve davranışlarını kontrol ettiğini iddia etti. Akwei mahkemeye bu iddialarını destekleyecek yüzlerce sayfalık deliller sundu. Kaynak olarak birçok bilimsel ve akademik çalışmanın gösterildiği bu deliller Project Freedom adlı internet sitesinde yayınlandı.

İddiaya göre NSA, çok gelişmiş sistemleri aracılığıyla elektromanyetik alanları kullanarak istediği kişiyi dünyanın her yerinde takip edebiliyor, hatta elektrik dalgaları yollayarak kişinin düşünce ve davranışlarını kontrol edebiliyor. NSA’nın “sinyal istihbaratı” adı verilen bu sistemi, dünyadaki elektrik taşıyan her şeyin çevresinde bir manyetik alan olduğu ve bu alanların elektromanyetik dalgalar yaydığı teorisine dayanıyor. Geliştirilen dijital sistemlerle elektrik taşıyan bütün varlıkları nerede olursa olsun kontrol edebiliyor.

24 SAAT TAKİP EDİYOR

NSA, 50 bin ajanıyla dilediği kişinin, herkeste farklı olan ve 3-50 herz arasında değişen, elektromanyetik dalga boyutunu tespit ettikten sonra, o kişinin denetimini tamamen eline geçirebiliyor. NSA’nın bilgisayarlarına hedefin dalga boyutu girildiği andan itibaren bilgisayarlar bu kişiyi uydu aracılığıyla 24 saat takip edebiliyor.

Gizli merkezlerde yürütülen bu faaliyetlerin gizliliği ve güvenliği, yapılan uluslararası istihbarat anlaşmalarıyla koruma altına alınmış durumda.

Bilgisayarlar aracılığıyla şüpheli kişideki elektriksel hareketleri analiz eden NSA, kişinin beyin haritasını çıkararak düşüncelerini de okuyabiliyor. Konuşma merkezindeki elektrik akımının analizi sayesinde hedef kişinin sözleri dahi tespit edilebiliyor, görme merkezi analiziyle kişinin gördüklerine ulaşabiliyor.

DAVRANIŞLARI KONTROL EDİYOR

İki yönlü olarak kullanılabilen bu sistem aracılığıyla NSA, hedef olarak belirlediği kişinin beynine yolladığı sinyallerle kişinin davranışlarını da kontrol edebiliyor. Hedefin beynindeki çeşitli merkezlere gönderilen eletromanyetik sinyallerle kişinin görme, işitme, koklama, hareket etme gibi her türlü duyu ve davranışını etkileyebiliyor ve değiştirebiliyor.

Beyindeki eletromanyetik dalga frakansı her insanda farklı farklı olduğu için, belirli bir kişiye gönderilen görüntü, ses ve benzeri şeyleri diğer insanların hissetmesi mümkün olmuyor.

Gönderilen sinyaller sayesinde hedef kişi başkalarının duymadığı sesler duyabiliyor ya da görüntüler görebiliyor. Bu yolla NSA istediği kişiye istediği şeyi hiçbir kanıt bırakmadan yaptırabiliyor.” [19]

BAH’ın bu yöndeki çalışmaları STARGATE ve TELEGRAM ile sınırlı kalmadı. 11 Eylül Hâdisesi’nin akabinde geliştirilen zihin okumaya dayalı TIA (Total Information Awareness) yâni bilgisayar ile zihin okuyucu istihbarat programını da BAH üstlendi. 2003’te isim değişikliği ile TANGRAM olarak devam ettirilen “muhtemel terör faaliyetleri için kişileri uzaktan takib ve etkileme” projesinde de, STARGATE’de olduğu gibi, yine bir diğer “özel askerî şirket” SAIC (Science Applications International Corporation) ve meşhur araştırma kurumu SRI (Stanford Research Institute) işbirliği yaşandı. [20] Bahsi geçen ve kısa adı SRI olan bir diğer TELEGRAM ÜSSÜ Stanford Araştırma Enstitüsü ve Türkiye’deki RESMÎ bağlantıları üzerinde sonraki bölümlerde ayrıca duracağımız için, yine BAH’la devam ediyoruz.

BOOZ ALLEN HAMILTON HOLDING CORPORATION yâni BAH’ın kuruluşu, bir asır öncesine (1914) kadar gitmekte. ABD’de devlete çok yakın olmasıyla tanınan, daha doğrusu “derin devlet”in, aynı çerçevede CIA’nın alenî veya gizli birçok projesinin yürütücüsü çok köklü bir şirket BAH. 2012 yılının verilerine göre, tüm dünyaya yayılmış 26.000 civarında personeli var ki, bunun 1000’den fazlası eski istihbaratçılardan oluşuyor. 2011 yılı kayıtlarına göre, yıllık geliri 6 milyar dolar civarında.

Başkanlığını AFCEA’nın (Uluslararası Silâhlı Kuvvetler Muhabere ve Elektronik İşbirliği) Daimi Direktörleri’nden olan Dr. RALPH SHRADER’in yaptığı BAH’ta, başkan yardımcısı ise yukarıda zikrettiğimiz projeleri BAH’a ısmarlayan devlet kurumu NSA’nın, yâni Amerikan Millî Güvenlik Teşkilâtı’nın 13. Başkanı olan Koramiral JOHN MICHAEL MCCONNELL.

BAH’ın idarecileri yönünden bu son tesbitimiz, YENİ DÜNYA DÜZENİ güdücülerinin daha önce de vurguladığımız bir karakterini işaret etmesi bakımından son derece çarpıcı aslında. Bir diğer ifâdeyle, ister “resmî” devlet kurumu, ister “özel” şirket olsunlar, aynı şekilde ister “alenî ve görünür”, isterse “derin ve gizli” çalışsınlar, hepsi aynı “ahtapot”un içiçe ve birbiriyle sımsıkı bağlantılı kolları. Dünyaca ünlü silâh şirketi LOCKHEED MARTIN’in başına –başkan yardımcılığına- FBI başkan yardımcısı Chad L. Fulgham’ın geçmesi gibi. Hem devlete, hem dev firmalar yolu ile sermayeye hükmeden Yahudi, Hıristiyan, Siyonist ve Evanjelik zümre.

Lockheed örneğini biraz daha açarsak, 2006 yılında FBI’dan 305 milyon dolarlık bir proje alan Lockheed Martin firması, bu proje kapsamında kapasiteyi neredeyse yarım milyar dolara yakın bir rakama çıkarmadaki gayretinden dolayı genç Fulgham’ı ödüllendiriyor ve FBI’dan transfer edip bünyesine alıyor, hem de başkan yardımcısı olarak.

BAH, birçok değişik sektörde faaliyet gösterirken, “Özel Askerî Şirket” kimliği ile kendisine uzmanlık alanı olarak, “Analiz ve Plânlama, Stratejik Araştırma ve Danışma, Tehdit Analizi, Harb Oyunları, İstihbarat Toplama, Terörle Mücadele, Gözetim, Sorgulama”yı seçtiği belirtiliyor kaynaklarda. Afganistan’dan başlayarak neredeyse tüm Orta Asya’da, Orta Doğu’da (şu ara bilhassa Suriye’de) ve Kuzey Afrika’da etkili olan BAH’ta bir BUSH da görev almakta: Eski ABD Başkanı Bush’un yeğeni ve ATHENA-HEALTH isimli sağlık teknolojisi kuruluşunun kurucu ve yöneticisi JONATHAN S. BUSH da, BOOZ ALLEN’S MANAGED CARE STRATEGY GROUP’un kurucu üyelerinden.

Aslına bakılırsa, BUSH ailesinin BAH’la ilişkisinin evveliyatı da var. BAH’ı iki yıl önce satın alan CARLYLE GROUP’ta bir dönem danışmanlık yapan isim de yine eski başkan George Bush’tan başkası değil.

CIA, DARPA ve PENTAGON şemsiyesi altındaki projelerde Savunma Bakanlığı’ndan (DEPARTMENT OF DEFENSE – DoD) kaynaklı pastadan her zaman en büyük dilimi KELLOGG BROWN AND ROOT ile birlikte BAH almakta. Siz “dilim” dediğimize bakmayın, neredeyse pastanın hepsi bu iki firma tarafından paylaşılıyor.

Şöyle ki, 1994’ten sonraki 10 yıllık dönem içinde ABD Savunma Bakanlığı, ülkede faaliyet gösteren 24 özel askerî şirketin 12’si ile 3061 sözleşme imzalamış. Bunların 2700’ü KELLOGG BROWN-ROOT ve BOOZ ALLEN HAMILTON’un. Muhteviyatları bilinmeyen bu sözleşmeler bile, mezkûr iki şirketin ABD ve dolayısıyla dünyadaki ağırlığını vermeye kâfi.

Yeri gelmişken, bir diğer “özel askerî şirket” olarak KELLOGG BROWN AND ROOT’a yâni KBR’ye de kısaca bakalım:

KELLOGG BROWN AND ROOT, HALLIBURTON’un bir yan kuruluşu. Eski ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in 1995-1999 arasında CEO’su olduğu HALLIBURTON CORP’un 2011 yılı gelirinin 25 milyar dolar olduğu belirtiliyor. Küba’daki Guantanamo, Afganistan’daki Bagram, Özbekistan’daki Khnabad üsleri hep KBR yapımı. 1987’den bu yana Türkiye’deki üslerin yapımı ve bakımı dahil lojistik hizmetleri de yine KBR ve VINNELL CORP. tarafından üstlenilmiş. 1992’den bu yana ABD’nin dış operasyonlardaki lojistiği de KBR’nin tekelinde.

Tekrar asıl konumuza dönmeden önce, BAH’ın başkan yardımcılığı da dahil birçok önemli mevkîde göze çarpan bir isme; Dov Zakheim’e temas edelim.

BAH’IN BAŞINDAKİ HAHAM

Dr. Dov S. Zakheim, REAGAN döneminden bu yana ABD’nin hemen her resmî veya özel (!) savunma ve istihbarat biriminde görev yaptı. Bir ara Pentagon’un tüm malî işlerinden sorumluydu. Aynı zamanda “haham” olan Zakheim, 2010 yılına kadar BAH’ın başkan yardımcılığı görevini de üstlendi ve oradan emekli oldu.

Şu ânda, güvenlikle alâkalı önemli bir askerî araştırma ve çözümleme kuruluşu olan CNA’da (CENTER FOR NAVAL ANALYSES) üst seviye bir mevkîde görev yapıyor. Bunun yanında, Uluslararası Stratejik Çalışmalar Merkezi (CSIS) ve GLOBAL PANEL AMERICA-GLOBAL PANEL FOUNDATION’da da etkili görevler üstlenmiş durumda.

Zakheim, Bush’un ilk seçildiği dönemlerden itibaren CONDOLEEZZA RICE liderliğindeki THE VULCANS oluşumunun üyesi idi ve BUSH’a dış politika danışmanı olarak hizmet verdi. Roma mitolojisindeki “ateş tanrısı” Vulcan’dan mülhem Vulcans Grubu, 2000 Seçimleri’nde Bush’un dış politika danışmanları idiler. Richard Armitage, Robert Blackwill, Stephen Hadley, Richard Perle, Dov S. Zakheim, Robert Zoellick ve Paul Wolfowitz’den oluşan bu gruba dışarıdan yakın destek verenler ise Dick Cheney, George P. Shultz ve Colin Powell’dı.

İsrail’in askerî, ekonomik ve istihbarî açıdan desteklenmesi yönündeki gayretleri ile bu ülkenin teknoloji ve askerî teçhizat bakımından bölge ülkelerini çok geride bırakmasında Zakheim’in katkısı çok büyük olmuştur.

CFR üyesi de olan ZAKHEIM, İngiltere ile ilişkilerde de köprü vazifesi gördü. Bu noktada, “Yeni Dünya Düzeni Elitleri”nin Siyonist-Yahudi-Hıristiyan karakterli oluşumunun, İngiltere, ABD ve “Beynelmilel Yahudiliğin” vitrini olarak İsrail kolonları üzerine inşâ edilmiş olduğunu hatırlayalım.

Zakheim, aynı zamanda, Londra merkezli HENRY JACKSON SOCIETY’nin (HJS) Orta Doğu direktörüdür.

BAH VE NLP

Bugün BAH, gelişmiş uzay teknolojisi ve uydu alanındaki çalışmaları çerçevesinde NASA ile de sıkı işbirliği içerisinde. Buna ek olarak, geçmişi neredeyse çeyrek yüzyıla yakın olmasına karşılık, hattâ bugünkü çapına kıvrılmadan öncesini sayarsak yarım asırlık evveliyatı olmasına rağmen, çoğu pek bilinmeyen ve TELEGRAM uygulanırken sıkça kullanıldığını düşündüğümüz NLP (NATURAL LANGUAGE PROCESSING – TABİÎ DİL İŞLEME) de BAH’ın faaliyet alanına girmekte.

Sun’i zeka ve dil teknolojisinin bir alt kategorisi olarak tanımlanan sözkonusu NLP teknolojisine belki paralel veya bu teknolojinin tamamen dışında, yine NLP kısaltması ile anılan ve hepimizin çokça işittiği bir başka alan daha var ki, “Neuro Linguistic Programming – Sinir Dili Programlama” olarak bilinen bu NLP ile TELEGRAM teknolojileri çerçevesinde bizim şimdi ele alacağımız NLP yâni “Natural Language Processıng – Tabiî Dil İşleme” karıştırılmamalıdır. İnsanlar arası irtibatın psikolojik yansımalarını, algılarımızın ve davranışlarımızın kontrolünü ve bu konular çevresindeki ilgili teknikleri kapsayan mezkûr popüler alanın İngilizcedeki kısaltması yine NLP olsa bile, üstelik dil ile ortak ilgileri yanında her ikisi de TELEGRAM’da kullanılabilir olsa dahi, aslında oldukça farklı nitelikleri ve fonksiyonları olan bu iki alan dikkatle ayırdedilmelidir.

Bizim burada ele alacağımız ve BAH’ın uzmanlık alanına giren NLP teknolojisi, “TALK TO SPEECH” olarak bilinen “metni konuşmaya çevirme” çalışmalarından doğmuştur. Başlangıçta, seslerin fizikî titreşimlerini kullanarak metinleri seslendirmeyi öngören bu teknoloji, son yıllarda yeni buudlara ulaşmıştır. Şöyle ki, buradaki esas artık şudur: Belli bir insan tarafından konuşulan “tabiî” bir dili morfolojik olarak en küçük ses birimlerine bölmek ve bu bölünmeyle de bir dilin bütün seslerini elde etmek mümkündür. Akabinde herhangi bir metni bu ses birimleriyle yeniden seslendirebilirsiniz.

Teknikte işin püf noktasını şu şekilde kabaca izah edebiliriz: Sistem, “tabiî” ses kayıtlarından yola çıkılarak çalışmaktadır. Diğer bir ifâdeyle, eski sistemde bilgisayarlar sesi fizikî olarak taklid ederken, “Tabiî Dil İşleme” sistemi, sesi taklid etmemekte, “tabiî” sesin bizzat kendisini kullanarak konuşmayı üretmektedir. Herhangi bir insana ait bir konuşmayı kaydettikten sonra, onu ses birimlerine ayrıştırırsınız. Bilâhare, hazırladığınız başka bir metni, ayrıştırılan sözkonusu sesleri kullanarak okutturursunuz. Yâni bu teknoloji ile dilediğiniz kişiye ait sesi kullanarak, ona yine dilediğiniz “herşeyi” söyletebilirsiniz. Dünyanın çeşitli köşelerindeki TELEGRAM mağdurlarının, o ülkede meşhur bazı kişilerin yahud kendi tanıdıklarının sesleriyle kendilerine hitab edildiğini söylemeleri bu bakımdan mânidardır.

Tabiî Dil İşleme’de konuşma sentezleyiciler ve sun’i zeka yolu ile makine-insan arasındaki sözlü haberleşme gelişmiş, bunun neticesi olarak, bugün dilbilimini de ihtivâ eden bilgilerin robotlara ve bilgisayarlara yüklenmesiyle insan ve makine arasında “her konuda” ve “istenilen kişinin sesinde” sohbet (!) mümkün kılınmıştır.

“Yerli Telegram Teknolojileri” çerçevesinde faaliyetlerini bildiğimiz bir bilim adamımızın elinde bu cihazın bulunduğunu ve bir dostumuzun bu cihazın hayret uyandıran marifetlerine şâhid olduğunu da ilâve edelim.

BAH’TAN EĞİTİMLİ SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI MURAD BAYAR!

Türk firması HELIX MANAGEMENT CONSULTANT’la işbirliğine imza atan BAH, 2004 yılından bu yana Türkiye’de de resmî (!) olarak faaliyette bulunuyor.

BAH, HÜKÜMETİN KONTROLÜNDEKİ “SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARLIĞI” İLE DE YAKIN İLİŞKİ İÇERİSİNDE. Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın gözdesi STM’nin (Savunma Teknolojileri Mühendislik ve Ticaret A.Ş.) 2012 Faaliyet Raporu’na göre, STM-BAH arasındaki işbirliği anlaşmasının imzasına ramak kaldığı anlaşılıyor; “derin” ilişkilerin artık “resmiyet”e de dökülmesi noktasına gelindiğini söyleyebiliriz bu anlamda.

“ABD’deki İsrail” olarak bilinen ve aynı zamanda haham olan Dr. Dov S. Zakheim’in uzun yıllar başkan yardımcılığı görevini üstlendiği BAH’da çalışan ve bu dönemin bir bölümünde onunla mesai arkadaşı olan bir isim var: Hükümetin 10 yıla yakın bir zamandır SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI olarak görev yapan ODTÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü mezunu MURAD BAYAR!..

MURAD BAYAR, İstanbul ve Ankara’da valilik ve ayrıca İçişleri Bakanlığı yapmış olan meşhur Cahit Bayar’ın oğlu. 10 yıla yakın bir süredir SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI olarak kuruma hizmet ediyor. Türkiye’deki TELEGRAM üslerinden ODTÜ’deki eğitiminden sonra, ABD’deki TELEGRAM üslerinden YALE Üniversitesi’nden İşletme Yönetimi Yüksek Lisans diploması almış.

1989-1998 yılları arasında aynı kurumda elektronik harb sistemleri projeleri üzerinde çalışan birimde şube müdürü iken, Savunma Sanayii Müsteşarlığı’ndan özel izinle ABD’ye giden BAYAR, tesadüfe (!) bakın ki, tam 5 yıl BOOZ ALLEN HAMILTON’un NEW YORK OFİSİ’nde çalışmış. 2004 yılında da Türkiye Savunma Sanayii’nin lideri olmuş.

Diğer taraftan, BAYAR’dan önceki müsteşar ise Prof. Dr. Dursun Ali Ercan. Asker kökenli olan Ercan, buraya gelmeden önce Radyasyon Fiziği Enstitüsü müdürlüğü yapmış. Gülhane Askerî Tıb Akademisi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış; Radyasyon-Çevre-Enerji-Fizik dersleri vermiş. 1999’da Millî Savunma Bakanlığı’na “Teknik Danışman” olarak hizmet etmiş. Yine, Kara Harb Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü’nde “Sistemler Teorisi” dersleri vermiş. 2000 yılında da Savunma Sanayii Müsteşarı olmuş. Ercan, bugün ADD’de (Atatürkçü Düşünce Derneği) “Bilim Kurulu Başkanı” olarak hizmet vermekte, kendi dünya görüşü merkezindeki makaleleri ile tanınmakta.

Her ikisi de “Yeni Dünya Düzeni”ne köktenbatıcı bir sadakatle bağlı bu Savunma Sanayii Müsteşarları’ndan 2000-2004 arası görev yapan ilkinin (Prof. Dr. Dursun Ali Ercan) “fanatik Kemalist”, 2004’DEN BUGÜNE GÖREV YAPAN DİĞERİNİN (MURAD BAYAR) İSE “AMERİKAN TERBİYESİNDEN GEÇMİŞ” OLMASI, bize ister istemez Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun gördüğü TELEGRAM işkencesinin 2000-2005 arası Kartal Cezaevi merkezli baskın “Kemalist” karakterini ve 2005’den bugüne bu defa yenilenen bir TELEGRAMCI kadrosuyla Bolu Cezaevi merkezli baskın “Amerikancı” karakterini hatırlatıyor.

SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARLIĞI, TELEGRAM TEKNOLOJİLERİ DE DAHİL OLMAK ÜZERE, TÜRKİYE’NİN EN GİZLİ VE ÖNEMLİ SAVUNMA PROJELERİNDE “HÜKÜMET ADINA” EN ÖNEMLİ KARAR MERCİİ.

Yine Savunma Sanayii Müsteşarlığı, TÜBİTAK, BİLKARDEM (Genelkurmay Başkanlığı bünyesindeki “Bilimsel Karar Destek Merkezi”), MODSİMMER (ODTÜ-TSK Modelleme ve Simülasyon Araştırma Uygulama Merkezi), SİB、ASELSAN, STM, HAVELSAN, KOÇ Bilgi ve Savunma Teknolojileri A.Ş. gibi kurumlarla sıkı işbirliği içerisinde çalışıyor ki, bu kurum ve kuruluşlar Türkiye’deki TELEGRAM teknolojilerinin de üsleri aynı zamanda.

Müsteşarlık, Türkiye’nin askerî veya istihbarî silâh ve teknolojilerinin geliştirilmesi ve tedarik edilmesinde plânlama ve koordinasyon sağlamada; Savunma Sanayii Yüksek Koordinasyon Kurulu adına (Kurul; Başbakan’ın Başkanlığında, Genelkurmay Başkanı, ekonomik işlerle görevli Devlet Bakanı, Millî Savunma Bakanı, Dışişleri Bakanı, Maliye ve Gümrük Bakanı, Sanayi ve Ticaret Bakanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı, Başbakanlık Müsteşarı, Devlet Plânlama Teşkilâtı Müsteşarı ile Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarından meydana geliyor) HÜKÜMET ve dolayısıyla DEVLET adına direktif ve uygulamada karar mercii. [21]

MURAD BAYAR’ın uzmanı olduğı “elektronik harb sistemleri”nin TSK’daki merkezi ve bir diğer TELEGRAM ÜSSÜ olan Genelkurmay Elektronik Sistemler (GES) Komutanlığı, 21 Kasım 2011 tarihli alt protokol mucibince, 1 Ocak 2012 tarihi itibariyle Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Müsteşarlığı’na MİTGES Başkanlığı olarak bağlandı ve 15 Mayıs 2012’de de ismi SİNYAL İSTİHBARAT BAŞKANLIĞI (SİB) olarak değiştirildi. [22]

“Sinyal İstihbaratı”, tesadüfler (!) hep üst üste, literatürde sık sık TELEGRAM’a işaret etmek için kullanılan bir tâbir; yukarıdaki “NSA ve Akwei davası”yla ilgili haberde de böyle geçtiği gibi.

Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın gözdesi olan STM’ye gelince… STM’nin yâni Savunma Teknolojileri Mühendislik ve Ticaret A.Ş.’nin 2011 yılı ödenmiş sermaye hacmi 16.000.000 TL olarak belirtiliyor ve ortakları da şunlar: TUSAŞ TÜRK HAVACILIK VE UZAY SANAYİİ A.Ş., SAVRONİK ELEKTRONİK SANAYİİ VE TİC. A.Ş., HAVELSAN HAVA ELEKTRONİK ELEKTRONİK A.Ş., STFA ENERKOM ENERJİ TELEKOMÜNİKASYON SANAYİİ VE TİC A.Ş. ile SAVRONİK GRUP ELEKTRONİK BİLGİSAYAR VE İLETİŞİM SİSTEMLERİ MÜHENDİSLİK TAAHHÜT SANAYİİ VE TİC. A.Ş. Washington ve Riyad’da ofisleri bulunmakta, Brüksel’de de bir ofis açılma safhasında. BOEING, LOCKHEED MARTIN ve –tesadüfün (!) de bu kadarı- BOOZ ALLEN HAMILTON ile de işbirliği içinde!

Savunma Sanayii Müsteşarlığı, TSK’nın teçhiz edilmesinde Savunma Sanayii Yüksek Koordinasyon Kurulu yâni kısacası “devlet” adına koordine eden “belirleyici”dir dedik. Müsteşarlığın bu alanda yukarıda zikrettiğimiz “içerideki” kurum ve kuruluşlarla olan ilişkileri yanında, “dışarıdaki” unsurlar olarak Booz Allen Hamilton, Lockheed Martin, Northop Grumman gibi şirketler göze çarpıyor. Northop, daha önce bahsettiğimiz Suudi Arabistan’ın özel ordusu niteliğindeki Vinnell Askerî Şirketi’nin bağlı olduğu merkez. Lockheed Martin’e gelince; fazla söze lüzum yok. Tüm kaynaklarda İsrail’in en mühim tedarikçisi!

İsrail demişken hemen belirtelim: “One Minute Olayı” 30 Ocak 2009’da yaşanmıştı biliyorsunuz. Aynı yılın sonunda çıkan bilançolara bakıldığında, silâh ithalatında açık arayla ilk sırada alım yaptığımız ülke olarak –sıkı durun!- İsrail’i görüyoruz. Biz Gazze için ağlaşaduralım yahud bizden öylesi istenirken, hükümetin Savunma Sanayii Müsteşarlığı bunun tam tersi bir istikamette İsrail’le “al gülüm ver gülüm” yapmakla meşgulmüş. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerine gore, Türkiye’nin 2009 yılında yapılan toplam “savunma” dış alım hacmi 675 milyon dolar ve bunun 320 milyonunu İsrail’e takdim etmişiz. [23]

YENİ DÜNYA DÜZENİ Elitleri’nin kilit isimlerinin gözde yuvası olarak BAH, dünya ve Türkiye’deki TELEGRAM tatbikatını anlamak bakımından çok önemli. Ve tabiî SRI’yı (STANFORD Research Institute – STANFORD Araştırma Enstitüsü), AFCEA’yı (Uluslararası Silâhlı Kuvvetler Muhabere ve Elektronik İşbirliği) ve diğerlerini unutmadan.

Ancak bu bölümü bitirirken son bir notumuz ve bir sorumuz olacak.

Önce notumuz: Bilindiği üzere, çok yakın bir gelecekte İstanbul-BOLU karayolu üzerindeki bir bölgede –“buraya” kurulmasını isteyen de zihin kontrolcü Amerikan araştırma kuruluşu STANFORD Research Institute- ABD’deki “bilişim” merkezi “SİLİKON VADİSİ”nin bir benzeri olarak “BİLİŞİM VADİSİ” kuruluyor. Artık bu kadar tesadüfe (!) de pes diyeceksiniz, “hapishâne ve zihin kontrol deneyleri” gibi Amerikan ordu ve istihbaratı için yaptığı çalışmalarla meşhur STANFORD Araştırma Enstitüsü de bu projede ortak!

Sorumuz ise şöyle: Hükümetin kontrolündeki SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARLIĞI baştan aşağı yerli yabancı TELEGRAM üsleriyle içiçe ve işbirliği içinde çalışırken, Malatya Milletvekili Sayın Veli Ağbaba’nın Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu hakkında verdiği “TELEGRAM SORU ÖNERGESİ”ne şayet başbakan olsaydınız cevab verebilir miydiniz? Elbette veremezdiniz. Başbakan da onu yapıyor işte. [24]

NATO TELEGRAMCILAR DERNEĞİ: AFCEA

AFCEA (Armed Forces Communication and Electronics Association), SİLÂHLI KUVVETLER MUHABERE VE ELEKTRONİK DERNEĞİ olarak 1946’da, ABD’deki öncü radyo ve televizyon yayıncısı; Belarus’tan göç etmiş bir Yahudi olan ünlü işadamı David Sarnoff liderliğinde kuruldu. Bu teşkilâtlanmada, “US Veterans Signal Association-Amerikan Gazileri Sinyal Derneği” ve “American Signal Corporation Association-Amerikan Sinyal Kurumu Derneği” önemli rol oynadı. Savaşta etkili haberleşmeyi; barış döneminde hükümet ve savaş sanayii arasındaki işbirliği ve diyaloğun devamlılığını gaye edinmiş bir kuruluş bu; yâni kendilerini “böyle” anlatıyorlar. [25]

Bugün gelinen noktada ise, ilk kurulduğu yıllara nisbetle dar çerçevesinden taşmış, ABD öncülüğünde tüm NATO üyesi ülkeleri içine alan ve çekirdek kadro olarak vasıflandırabileceğimiz 17 kişilik “Daimi Direktörler” tarafından koordine edilen uluslararası bir “şebeke” niteliğine bürünmüştür.

Kabaca bu örgüte, ABD-BATI-NATO’nun hükmedeceği bir dünya için (onlar buna “hür dünya” der!), global güvenliğin (!) teminatı gördükleri NATO ordularına elektronik haberleşme ağı ve teçhizatı temin eden bir çatı örgütlenmesidir demek mümkün.

Bu şebekeye dikkatle bakıldığında, yönetim kadrolarının ve temsil ettikleri kurum ve kuruluşların ULUSLARARASI ölçekli yapılara, faaliyet alanlarına ve bağlantılara sahib olduğu görülür. Akademi, bilim, siyaset, askeriye, ekonomi gibi en hayatî ve önemli sahalar üzerindeki güçlü tesirleri bakımından, YENİ DÜNYA DÜZENİ güdücülerinin genel anlamda en dinamik unsurlarını bünyesinde barındıran bir yapılanma olduğu farkedilir AFCEA’nın.

Üstelik, yukarıda sıraladığımız sahaların hemen hepsiyle ortaklığı veya işbirliği sözkonusu olan silâh teknolojileriyle, bizi ilgilendiren tarafıyla ZİHİN KONTROLÜ VE TELEGRAM teknolojileri ve pratikleriyle anılmaları hasebiyle, “ayrı” bir gözle incelenmeyi hakeden bir üst örgütlenme ve özel bir yapılanmadır aynı zamanda.

AFCEA’yı kurcaladıkça, dev uluslararası şirketler; NATO ve BM kılıfıyla savaş, para ve yıkım aracına dönüşmüş bir “bilim dünyası”, katliamlar, işgaller, işkenceler; dolayısıyla, bir “Yeni Dünya”nın dizayn edilmesinin topografisi çıkar önümüze.

İşte bundan sonraki bölümde, çok kısaca ve kabaca bu oluşumun genel çerçevesini çizmeye çalışacağız.

BATI SİNYALCİLER KONSEYİ

AFCEA’nın 17 kişiden müteşekkil olduğunu söylediğimiz “Daimi Direktörler” listesine bir göz atalım öncelikle. Bu vesileyle, bunların niçin “değişmez” yöneticiler olduklarını anlamaya çalışalım ve bilâhare asıl meramımızı ifâde etmeye bakalım:

17 kişilik listenin en başındaki isim olarak, Baba Bush döneminin (1989-1993) Savunma Bakan Yardımcısı Duane P. Andrews’i görüyoruz. Listede “Fahrî Direktör”lükle taltif edilen Andrews’in bizi alâkadar eden bir başka özelliği, daha önceki bölümlerde zikrettiğimiz, ABD’deki en büyük “özel askerî şirketler”den biri olan SAIC’in kurmaylarından olması aynı zamanda. SAIC’in (Scientific Applications International Corporation) bir başka kurmayı Christopher “Ryan” Henry de, Oğul Bush döneminin 2003’ten sonraki Savunma Bakan Yardımcısı idi zaten.

Bu iki bakan yardımcısı vesilesi ile, sıkça yaptığımız bir hatırlatmayı tekrar edelim: Duane Andrews ve Christopher Henry örneğinde olduğu gibi, Yahudi veya Hıristiyan Siyonist elitler için bir “prens”in bir süre diyelim FBI’ın, sonrasında dev uluslararası bir silâh şirketinin başında; hattâ birinin Demokratların iktidarında, diğerinin Cumhuriyetçilerin iktidarında; birinin bir süre şurada sonrasında burada olmasında hiç bir beis yok. Onların zaviyesinden mühim olan “çarklarının dönmesi”. Bu çarkın dönmesi için, yeri geldiğinde, belirli bir isim veya kurumda ısrar edildiği de oluyor gerçi.

Yine bu vesileyle ve yine SAIC’le ilgili bir bilgi notu: YENİ DÜNYA DÜZENİ güdücüleri olarak hem özel askerî şirketlerin ve hem de siyasî mekanizmanın zirvesini teşkil eden Yahudi-Hıristiyan Siyonist Elit’in gözdelerinden SAIC, Bush’un ikinci kez seçilmesinde de büyük rol oynadı. Dönemin konjonktürü Bush’la devam edilmesini icab ettiriyordu. Bu amaca yönelik olarak Lockheed Martin ve SAIC’in de aralarında bulunduğu özel askerî firmalar, zaten ellerinde bulundurdukları “elektronik”i bu gaye için kullandılar ve yapılan “elektronik seçimler”in sonucunda, hiç olmayacak yerlerde dahi Cumhuriyetçiler Demokratları ezdi geçti (!). [26]

SAIC’in yönetim kurulu üyeleri arasında, NSA (National Security Agency – Millî Güvenlik Teşkilâtı), Pentagon, CIA’da üst seviye görev yapmış şahıslar ve yüksek rütbeli subaylardan Millî Güvenlik Konseyi üyeliklerinde bulunmuş kişilere kadar, ABD ordusu ve güvenlik birimlerinde çok etkili zevatın bulunması, bu kuruluşun yapısının ne denli “derin” olduğunu göstermeye yeter sanıyoruz. Kellogg Brown-Root ve Booz Allen Hamilton’dan sonra Amerikan devletinden en fazla iş koparan üçüncü “özel” ve “derin” askerî şirket olan SAIC’in İzmir ve İncirlik’te de büroları bulunmakta. Ne de olsa “Anadolu, NATO toprağı”; aksi olsa şaşardık.

Devam edelim:

AFCEA “Daimi Direktörleri” listesindeki bir diğer önemli isim olarak, 1960’ların ortalarından itibaren başlayan ZİHİN KONTROLÜ’ne yönelik çalışmalarını, STARGATE projesi kapsamında daha da ileri götüren, sonrasında TIA (Total Information Awareness – Bilgisayarla Zihin Okuma) ve akabinde isim değişikliği ile TANGRAM olarak devam ettiren, tüm bunları yine SAIC ve SRI (Stanford Research Institute; meşhur TAVISTOCK’a bağlı çalışan ve zihin kontrolü uzmanlığıyla nam yapmış araştırma enstitüsü) ile koordineli olarak hâlihazırda yürüten BOOZ ALLEN HAMILTON’un başkanı Dr. RALPH W. SHRADER var. BOOZ ALLEN HAMILTON yâni BAH, hani şu SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI MURAD BAYAR’ın işvereni!

Hatırlayacaksınız; Dr. Ralph W. Shrader’in başında bulunduğu şirketten yâni BAH’tan daha önceki bölümlerde bahsetmiş ve Türkiye’deki resmî mahfillerle ne kadar içli dışlı olduklarını göstermiştik. Yine, Shrader’in şirketindeki en önemli isimlerden birinin de, “ABD’deki Bay İsrail” olarak bilinen ve PENTAGON’un karanlık kasası “haham” Dov Zakheim olduğunu söylemiştik. Ve tabiî, TELEGRAM teknolojilerinin AR-GE ve uygulamalarındaki liderliğiyle meşhur BOOZ ALLEN HAMILTON’da Zakheim’ın mesai arkadaşlığı şerefine (!) nail olan, oradaki 5 yıl hizmetinden sonra -basınımızda “Başbakanın ilk prensi” takdimiyle- Savunma Sanayiinin başına müsteşar olarak getirilen MURAD BAYAR’dan sözetmiştik.

Son olarak, AFCEA Daimi Direktörleri’nden bir diğeri ise PAUL M. COFONI. O da, Rhode Island Üniversitesi ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) gibi isimleri TELEGRAM teknolojileri ile özdeşleşmiş kurumlarla yakın bağları olan biri. Bunun yanında, COMPUTER SCIENCES CORP. (Bilgisayar Bilimleri Şirketi) adlı, TELEGRAM teknolojileri ve teçhizatı sahasında çok tanınmış bir firmada üst seviye idarecilik yaptı.

Ancak onun ismini dikkatle mercek altına almamızı gerektiren sadece bunlar değil. Cofoni, 2004’te Ebu Garib Hapishânesi’nde yaşanan trajediye adı karışan ve ABD Millî Güvenlik Teşkilâtı’nın işlerini gören “özel askerî şirketler”den biri olan CACI’nın da başkanı.

17 kişilik elit ekibin tümünü burada sıralamamız mümkün olmadığı için, şimdilik bu kadarıyla iktifâ edelim Sanırız bu kadarlık bir tasvir bile AFCEA’nın ne menem bir yapılanma olduğunu göstermeye yetmiştir.

Yukarıda zikrettiğimiz 3 isim ve dolayısıyla başlarında bulundukları özel askerî şirketler, yâni SAIC, BAH ve CACI, Amerika Birleşik Devletleri menşeli 25 özel askerî şirketin içinde, “istihbarat toplama, gözetim, sorgulama ve terörle mücadele”yi uzmanlık sahası olarak seçen firmalar olarak tanınıyor. Yine aynı şekilde her üç firma da, TELEGRAM teknoloijilerinin AR-GE ve TATBİK’inde sayılı akademik kuruluşlarla (Stanford Araştırma Enstitüsü, UCLA-Los Angeles Üniversitesi, MIT, Madison Üniversitesi meselâ) işbirliği içerisinde ve PENTAGON, DoD (Savunma Bakanlığı), NSA gibi resmî-askerî merkezlerin şemsiyesi altında faaliyet gösteriyor.

Özel “askerî” şirketler olarak zikredilseler de, savunma konusu dışında ancak çoğu yine “savunma”yı destekleyen alanlarda daha birçok uzmanlık, bu dev kuruluşların faaliyet çerçevesinde. Meselâ, bir yandan özel askerî şirket, diğer yandan da THINK TANK (düşünce kuruluşu) olan SAIC’in 1996 yılında Türkiye hakkında serdettiği kehanetler (!) hâlâ hafızalarda. Ne tesadüf (!) ki, ülkemizde son yıllara damgasını vuran Ergenekon ve Balyoz gibi davalardan tutun da, Erbakan iktidarı bir şekilde bertaraf edildikten sonra yerine gelecek hükümetin nasıl ve başında kim olacağına dair birçok şeyi tamı tamına bilmişler!

Bu şirketlerin İSTİHBARÎ alandaki çalışmalarını gösterebilmek için, yine SAIC üzerinden verdiğimiz örneği hatırlatabiliriz: Science Applications International Corporation (SAIC), 2012’de Ürdün Silâhlı Kuvvetleri Müşterek Özel Harekat Komutanlığı ihtiyacına yönelik kumanda, kontrol, haberleşme, bilgisayar ve istihbarat sistemlerini kurup komutanlığın mevcut sistemlerini güncelleyen kurum aynı zamanda.

Bu kadarla da kalmıyor SAIC, İslâm dünyasında “insansız hava araçları”yla yürütülen operasyonlarda da bu şirketin “sivil” (!) elemanları görev alıyor, Amerikan askerî ceza kanunu kendilerini bağlamadığı için de, gerek kasıt gerekse istihbarat hatası neticesinde çok sayıda masum sivilin ölümünden o denli sorumlu olmuyorlar.

Bu vesileyle ve tekrar vurgulamış olalım ki, öyle birkaç bin kişilik küçük kadrolarla iş yapmıyor sözkonusu özel askerî şirketler. Aksine, bünyelerinde yüzbinlerce kişi istihdam eden büyük “özel ordular” bunlar. Sadece bahsi geçen SAIC’in bünyesinde, dünya genelinde 41 bin kişi çalışıyor meselâ.

Kısacası, YENİ DÜNYA DÜZENİ projesi, eski moda “millî” ordular veya “halk” orduları üzerinde değil, özel, profesyonel ve çok milletli NATO orduları üzerinde yükseliyor.

AFCEA TÜRKİYE ŞUBESİ

AFCEA-Türkiye yâni AFCEA-International’ın Türkiye şubesi, Özal iktidarı döneminde; devrin Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay ve Savunma Bakanlığı’nın talebi üzerine 1989 yılında kuruluyor.

“Uluslararası Silâhlı Kuvvetler Muhabere ve Elektronik Derneği Türkiye Şubesi” adı altında faaliyet gösteren kuruluş, amacını; “Komuta Kontrol, Haberleşme, Bilgi Sistemleri ve İstihbarat konularında ve ELEKTRONİK başta olmak üzere tüm alanlarda, kamu kuruluşları, Silâhlı Kuvvetler, üniversiteler ve sanayi kuruluşları arasında bilgi alışverişini sağlamak ve işbirliğini arttırmak suretiyle millî elektronik sanayiinin gelişmesiyle HÜR DÜNYANIN güvenliğine katkıda bulunmak” olarak açıklıyor.

AFCEA-Türkiye’nin üyesi olan 4 şirket var: ASELSAN, GATE, NETAŞ ve TARGET.

AFCEA-Türkiye, çalışma konularını şu şekilde sıralıyor:

– “Güvenlik ve harbe hazırlık konularında üyeler ile diğer ilgili şahıslar ve kurumlar arasında devamlı bir diyaloğu geliştirmek,

NATO gibi, hür dünyanın güvenliğini teminat altına almak için kurulmuş organizasyonların idamesine destek sağlamak,

Hür dünya silâhlı kuvvetleri tarafından kullanılan C4İ ve ilgili sistemler, sivil sistemler de dahil olmak üzere konusunda bilgi yayılmasını desteklemek,

Millî elektronik sanayiinin gelişmesine katkıda bulunmaya çalışmak ve bu konuda üniversite, sanayici ve kullanıcılar arasında; teknik konularda yakın ilişkileri sürdürmek

Endüstri ile askerî ve sivil kamu personeli arasında işbirliği yapılmasının önemini toplantılar ve AFCEA yayınları yolu ile üyelerin dikkatine sunmak. [27]

AFCEA-Türkiye’nin “Onursal Başkanı” ise, Kara Kuvvetleri Komutanlığı MEBS (Muhabere Elektronik Bilgi Sistemleri) Başkanlığı dahil, NATO’da da çeşitli kademelerde hizmet eden ve Tuğgeneral rütbesi ile 1990’da emekli olan Aytekin Ziylan. Emekliliğinden sonra 2000 yılına kadar geçen 10 yıllık dönemde AFCEA’nın -fiilî- başkanlığını yaptı; yine aynı süreçte ASELSAN Genel Müdür Danışmanı ve Askerî Uzmanlar Birimi Başkanı olarak kuruma hizmet etti.

AFCEA-Türkiye’de şu ân başkanlık görevini yürüten isim ise, ODTÜ (ne tesadüf (!), hep ODTÜ, yine ODTÜ) kökenli bir elektronik (bilgisayar) yüksek mühendisi olan Em. Albay İsmet Bora Büyüköner [28].

Büyüköner ilginç biri. Öncelikle temsil ettiği kurum ve mevkîi gereği mevcut siyasî irade ile yakın ve uyumlu olduğunu zannedebilirsiniz. Fakat işin aslı hiç de öyle değil. TELEGRAM teknolojileri ve silâhına dair AR-GE ve “uygulama”da merkezde bulunan BOOZ ALLEN HAMILTON başta olmak üzere SAIC, CACI, SRI (Stanford Araştırma Enstitüsü) gibi PENTAGON’un taşeronu örgütlenmelerin en üst seviyedeki yöneticilerinin üssü olan AFCEA-Int.’in Türkiye şubesi başkanı olmasına rağmen, hızlı bir muhalif, koyu bir Kemalist. Başta başbakan ve partisi; Gülen ve cemaati olmak üzere iç siyasetin en belirleyici, en etkili kişi ve kurumlarıyla onların temsil ettikleri fikirlere ve uygulamalara muhalif, daha doğrusu düşman. Bu ilk bakışta tuhaf gelebilir ama bizce öyle değil. “Niçin”ini aşağıda izah edeceğiz.

Büyüköner, mevcut siyasî iradeye düşmanlığını gizlemiyor da. Ergenekon ve Balyoz’dan yargılananları ziyaretleri; bu davalar çerçevesinde delil olarak sunulan materyallerin sahteliklerinin izahını basına açıkça yapması; internetteki mail grupları aracılığıyla hükümet ve cemaat karşıtı fikirleri paylaşımı bunun göstergesi. [29]

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan TELEGRAM’ın 2004’ten bugüne 9 yıllık bölümündeki “yerli” kliğin büyük şefi diyebileceğimiz SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI MURAD BAYAR da, Ergenekon ve Balyoz’dan yargılanan yahud hüküm giyenlerle çok yakın ve birçoğu ile mesai arkadaşı. Elbette “Başbakanın Prensi” olması itibariyle, 2000-2004 yılları arasında “muhtemelen” TELEGRAM cihazı başında olan Büyüköner ve ekibi gibi mevcut iradeye tavır alacak değil.

Kaldı ki hep söylediğimiz husus: Nasıl ki ABD’deki Cumhuriyetçiler ve Demokratların arkasındaki ELİT hep aynı ise, Türkiye’de de dün Kemalistleri iktidarda tutan, bugünse Türkiye’ye “ılımlı-muhafazakâr” iktidar ve kadrolar sipariş eden de aynı ELİT. Yeter ki YENİ DÜNYA DÜZENİ çarkı dönsün.

2000-2004 arası ilk dönem TELEGRAMCILAR’ın, EN AZ YÜZ YILLIK BİR PROJE OLAN YENİ DÜNYA DÜZENİ’ne köktenbatıcı bir sadakatle bağlı “önce İngiliz, sonra Amerikan ve Yahudi tornasından geçmiş Ulusalcı Kemalist”; sonrasında bugüne kadar gelen ve hâlâ devam eden süreçte ise “Amerikan ve Yahudi tornasından geçmiş globalist” karakterli olmasının hiç önemi yok. Önemli olan, MÜSTEŞAR BAYAR’ın 5 yıl boyunca bilfiil New York ofisinde çalıştığı özel askerî şirketin de (BAH); Büyüköner’in başında bulunduğu AFCEA-Türkiye’nin bağlı olduğu “merkez”in de aynı olması.

İkinci Dönem TELEGRAMCILARIN büyük şefi Savunma Sanayii Müsteşarı MURAD BAYAR’ın, BALYOZ hükümlüsü HAVELSAN Başkanı Faruk Yarman başta olmak üzere, hem BALYOZ’dan hem de ERGENEKON’dan hüküm giyen paşalarla alâkasını gösteren belgeleri yok etmek için telaşlanması; aynı şekilde, Lütfü Varoğlu gibi ismi casusluk ve seks şantajlarına karışmış mesai arkadaşlarını kayırma gayretleri, nasıl bağlısı olduğu BOOZ ALLEN HAMILTON ve AFCEA-Int. başta olmak üzere diğer TELEGRAMCI dış mahfilleri rahatsız etmiyorsa; Birinci Dönem TELEGRAMCILARDAN “önceki” Savunma Sanayii Müsteşarı Ali Ercan ve İsmet Bora Büyüköner gibilerin alenî olarak mevcut iktidarı hedef alan yaklaşımları da aynı BAH’ı ve AFCEA Int.’i hiç rahatsız etmez.

Neden etsin ki? Her iki kliğin de ipleri ellerinde çünkü. Bizimkiler (!) aralarında istedikleri kadar dalaşsın. Yeri ve zamanı geldikçe ya birini ya ötekini rahatça kullanacaktır nasılsa.

AFCEA ŞEFİNİN TELEGRAMCI AĞZI

Büyüköner ve Ercan, ellerinden alınan TELEGRAM sefasının da etkisiyle olsa gerek, keskin muhalefetlerine “medyada” devam ediyorlar şu ân. “Ulusalcı Kemalist” hüviyetleri ile elbet. Merak edenler yazıp çizdiklerine kolayca ulaşabilir. Hedeflerindeki kişi ve kurumlara şirretçe bir uslubla hakaret ediyorlar. “Bozuk maya”ları gereği, kendi toprağına, değerlerine, ruh köklerine ne kadar yabancı olduklarını da müşahede ediyoruz aynı şekilde.

AFCEA-Türkiye Başkanı İsmet Bora Büyüköner’in internetteki bir mail grubunda paylaştığı ve yaydığı kısa bir yazı (altındaki “Aslıtürkden Aybüken” kendi müstearı mı, ekipten birinin müstearı mı, yoksa sadece “gönlüne aynen tercüman” biri mi bilinmez), İslâm’a, Allah Resûlü’ne, ecdada, hülâsa bizi biz yapan ne varsa düşman olduklarını göstermesi yanında; TELEGRAMCI ZİHNİYETİ ve bize sorarsanız HÜVİYETİ de ifşâ eder bir nitelik arzediyor. Ama önce Mütefekkir’in “Ölüm Odası B-Yedi” adlı eserinin 15. bölümünden kısa bir iktibas:

– “Yine, yarı uykulu yarı uykusuz, hâlsiz ve “vakit geçirici” olmak için yattığım “sonsuzdan bir günün”, sonsuz saatlerinden ve giderek sonsuz dakikalarından birinde, kalbimin üstünde, fotoğraftan çizilmiş resimlerin, çizgi film gibi oynatılması: Eski Cumhuriyet baloları dekorunda, Atatürk pistte, başkaları da var, vals yapıyor. Ben tamamen hapı yutmuş olma dehşetiyle yataktan fırlamak üzereyken, KENAN’ı oynayan ARAR, “nur mu istiyorsun? Al sana nur!” diyor ve o ânda kafamın içinde müthiş bir şokla ışık patlıyor: Korkuyla –imân korkusuyla– kendimi havalandırmaya atıyorum. “Nurun ne olduğunu şimdi anladın mı?” diyor. O şaşkınlık içindeyken devam ediyor: “Şimdi güneşe doğru bak, Atatürk’ü göreceksin!”; zımnen İlâhı…” [30]

AFCEA-Türkiye Başkanı Büyüköner’in internette yaydığı ve yukarıda sıraladığımız değerlerimize hakaret dolu yazının sonu da şöyle bitiyor:

– “Bırakın Süleyman’ın Harem’ini seyredip dingildemeyi de aynada suratlarınıza bakın! Bir de kutup, şeyh, evliya mertebelerine, makamlarına uçurduğunuz ulema takımının suratlarına bakın! Bakın bakalım hanginizin suratı Tanrının nurundan bir zerre nasip almış?!

Eeeeeeeee, kılavuzu Harem evliyası olanların cenaze namazlarını tarih cinleri kıldırır!

NUR GÖRMEK İSTİYORSANIZ Türk’ün Başbuğu KAMAL ATATÜRK’ün yüzüne bakın!” [31] [32]

TELEGRAM UZMANI BİR KURULUŞ: STANFORD ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ

Alex Constantine adlı araştırmacının 1996 yılında kaleme aldığı “Stanford Araştırma Enstitüsü’nde CIA Zihin Kontrolü” adlı makalesi şöyle başlar:

– “Stanford Araştırma Enstitüsü’nün bir araştırma konusunun da elektronik zihin kontrolü olduğuna dair kaskatı bir delil, 7 Ağustos 1977 tarihli Washington Post gazetesindeki şu haberle ifşâ edilmiştir:

“Amerikan Deniz Kuvvetleri, Stanford Araştırma Enstitüsü’yle bir sözleşme imzaladığında, Donanma Sekreteri’nin bilim konularına bakan yardımcısı Dr. Sam Koslov, içinde Stanford’unkinin de bulunduğu çeşitli araştırma projeleri üzerine rutin bir brifing alıyordu. Stanford adına brifingi veren kişi projesini ekrana yansıtıp konuşmaya başlamıştı ki, Koslov hışımla araya girdi: ‘Bu Allahın cezası şey de ne?’ Coşkulu kelimeler arasında projeksiyona yansıtılan Stanford Araştırma Enstitüsü’nün projesinin etiketi şuydu: Çok Düşük Frekanslar (ELF) ve Zihin Kontrolü!”

Constantine’in makalesi, Stanford Araştırma Enstitüsü’nün CIA, ordu, özel askerî şirketler, üniversiteler ve diğer kurum ve kuruluşlarla ortak gerçekleştirdiği sayısız zihin kontrolü ve TELEGRAM araştırma ve uygulamasının tek tek bilgi ve belgelerini sunarak devam ediyor. [33]

Bu bölümde, Siyonist Yahudi-Hıristiyan karakterine nisbetle “dünyaya şekil verme” gayesi güden, nihaî hedefini de açıkça “YENİ DÜNYA DÜZENİ” olarak tanımlayan uluslararası oligarşinin önde gelen örgütlenmelerinden biri olan Stanford Araştırma Enstitüsü’nü (orijinal ismi Stanford Research Institute-SRI) masaya yatıracağız. Bunu yaparken de SRI’nin Zihin Kontrolü ve her açıdan onun ulaştığı son nokta olarak TELEGRAM’la ilişkisini, bu çerçevedeki sayısız araştırma ve çalışması arasından sadece birkaçını, aynı şekilde SRI’nin bir takım “yerli-yabancı” bağlantılarını örneklendirmeye çalışacağız.

SRI, 1946 yılında, aynı isimdeki üniversite bünyesinde kuruldu. Stanford Üniversitesi, geçmişi 1891’e kadar uzanan, ABD’nin en köklü üniversitelerinden. Geçtiğimiz yılın verilerine göre, 1 milyar 35 milyon dolarla dünyada en çok bağış toplayan üniversite. SRI, 1970 yılında idarî ve resmî anlamda üniversite bünyesinden ayrılsa da, iki birim arasında işbirliği her bakımdan devam ediyor. Belki asıl önemlisi olarak SRI, Zihin Kontrolü araştırmalarının “sembol” kuruluşu İngiliz orijinli TAVISTOCK’un da ABD’deki fillî temsilciliğini yapıyor.

TC CUMHURBAŞKANI VE STANFORD

Stanford Üniversitesi, 2012 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ziyareti ile basınımızda yer etmiş, hattâ Kayseri’de kurulan Abdullah Gül Üniversitesi için Stanford’un örnek alınacağı yine bizzat cumhurbaşkanı tarafından dile getirilmiştir. Doğrusu, “normal”dir. Üstelik, Mirzabeyoğlu’na yönelik TELEGRAM’ın niçin bitirilmediğine veya bitirilmek istenmediğine dair “en üst seviyede” bir cevab olarak dahi değerlendirilebilir.

Üniversitenin bizim zâviyemizden ilgi çekici bir başka icraatı da, bünyesinde bir “Osmanlıca Kürsüsü”nün açılacak olması yakında. [34] Hiç belli olmaz, TELEGRAMCI Türk ortaklarından devşirdikleri zengin TELEGRAM kayıtlarından hareketle, “Büyük Batıyı Tehdit Eden Büyük Doğu Kürsüsü”nü bile açabilirler!

Stanford Üniversitesi, şu ânda dünyadaki en büyük bütçeye sahib 3. üniversite. ABD’deki “Silikon Vadisi”nin kuruluşunun da öncüsü aynı zamanda. Stanford Üniversitesi kaynaklı çok sayıdaki buluş ve teşebbüs arasında, Sun, Cisco, Google, Yahoo, HP ve IP (İnternet Protokolü) de bulunmakta.

Silikon Vadisi, Kuzey Kaliforniya’daki San Francisco vadisinin bir parçası olan San Jose vadisine verilen isim. Bu ismin sebebi de, bölgede yoğun olarak üretim ve geliştirme faaliyetinde bulunan silikon yonga yâni “chip” üreticileri.

Silikon Vadisi, daha sonra yüksek teknoloji ile ilgili sektörleri ifâde etmek için kullanılan, dünya çapında popüler bir isim oldu. Çünkü bu sahalarda söz sahibi birçok firmanın merkezi veya çıkış yeriydi orası. Bunlara örnek olarak; Google, Intel, Microsoft, Apple, Cisco, HP (Hewlett-Packard), Maxtor, Oracle, Nvidia, ATI, Facebook, Mozilla gibi devler, ilk ânda akla gelenler.

İstanbul-BOLU arasında bir bölgede Silikon Vadisi benzeri bir kompleksin yine SRI ortaklığı ile kurulacağını daha önceki bir bölümde ifâde etmiştik. Bolu F Tipi Cezaevi’nde yatan ve “Büyük Batı”ya karşı “Yürüyen Büyük Doğu”yu temsil eden Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na karşı yapılan barbarca işkenceler vesilesiyle, SRI nezdinde de oldukça popüler olmalı BOLU. Hem ANKARA’ya giden yolun da üstünde!

DÜNYAYI YÖNETEN DÜŞÜNCE KURULUŞLARI

Stanford Araştırma Enstitüsü-SRI, bugün ABD’nin en büyük beş düşünce kuruluşundan biri. Erol Bilbilik’in ifâdesiyle, “Big Five” olarak tanımlanan bu Think-Tank’lar zirvesi, SRI dışında; Tavistock Institute, RAND Corporation, Hudson Institute ve Institute for Policy Studies’den müteşekkil.

SRI’nin 2500 kadar çalışanı ve 2011 verilerine göre 600 milyon dolara yakın geliri var. Bunların sadece yüzde 3’u eğitimden. Yine yıllık geliri içinde sağlık sektörünün payı yüzde 10 iken, ASKERÎ sahada yapılan AR-GE ve diğer faaliyetlerin genele oranı, yüzde 70’e yakın bir rakama tekabül ediyor. Bu rakamlar bile kuruluşun asıl amacının SAVUNMAYA dönük olduğunu işaretlemek için yeterli olsa gerek.

Yukarıda zikrettiğimiz zirvedeki 5 kuruluşun istisnasız hepsinin arkasında, Rotshchild ve Rockefeller gibi tanınmış aile şirketleri başta olmak üzere en namlı YENİ DÜNYA DÜZENİ güdücülerini hem kurucu ve hem de yürütücü olarak görmek mümkün.

Günümüz dünyasına dizayn verme iddiası ile hareket eden YENİ DÜNYA DÜZENİ savunucuları, KÜLTÜR EMPERYALİZMİ, iç-dış savaşlar, siyasî ve ekonomik krizler çıkarma gibi “işler” vasıtasıyla yeni yeni ülkeleri “çağa uygun” sömürgeleri hâline getirirken, en önemli fonksiyonları bu “Düşünce Kuruluşları” icrâ ediyor besbelli.

Bazıları için bu değerlendirme belki çok iddialı gelebilir, ancak Stanford Araştırma Enstitüsü-SRI’nin ilk başkanı Jesse Hobson’un 1952’de söyledikleri, tâ o zamandan bizim ifâdemizi destekler mahiyette:

– “STANFORD, TAVISTOCK TACININ ELMASLARINDAN BİRİDİR VE ABD ONUN KURALLARINA GÖRE YÖNETİLECEKTİR!”

Kabaca bir ifâdeyle, uluslararası oligarşinin yerli işbirlikçi sermaye ile münasebetleri; İslâm ülkelerinde dinin “hayat”tan çıkarılarak seccadeye hapsedilmesi veya “kültürel bir renk”e dönüştürülmesi; kendi kontrollerindeki her türden basın aracılığıyla insan fıtratına ters dev eğlence sektörünün geniş tabanlara yayılarak, bu sayede aptallaştırılmış kitleler ve “şen sıpa” ordularının inşası; bilim dünyasının insanlığa hizmet gayesiyle verimlendirilmesi değil de global oligarşinin şeytanî amaçları istikametine kanalize edilmesi gibi konular, hep bu düşünce kuruluşlarının mesai alanına giren “işler”den. Bu meyanda TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ ve türlü ZİHİN KONTROLÜ VE YÖNLENDİRMESİ metodu, tüm bu kuruluşların “ortak” uzmanlık alanı durumunda.

YENİ DÜNYA DÜZENİ amacı etrafında faaliyet gösteren Düşünce Kuruluşları, “hem iç hem dış politikada strateji ve taktik belirleme”de neredeyse tek söz sahibi durumunda bugün. Bununla birlikte, siyasî kademelerden alınan “onay-tasdik” sonrası –ki bu da formalite icabı-, uygulama noktasında yine bu kuruluşlar desteklerini sürdürmekte; doğrudan organik bağları olan alt birim ve örgütlenmeler yoluyla da, her biri sivrildikleri ihtisas sahalarında uygulamaya geçmektedirler.

İşte bu noktada Stanford Araştırma Enstitüsü, 1946’da doğduğu ândan itibaren, ana faaliyet sahası ve amacı olarak “ZİHİN KONTROLÜ VE GELECEK BİLİMLERİ”ni ilân etmiş bir kuruluş olarak öne çıkmakta.

STANFORD’UN BİRKAÇ ‘ÖRNEK’ ÇALIŞMASI

SRI’nin Zihin Kontrolü-TELEGRAM çerçevesi içinde veya paralelinde öne çıkan çalışmalarından birkaçını sıralayalım. Burada bizim seçtiklerimiz, bir kısmı Stanford’un meşhur “zihin kontrolü” uygulamaları arasında olsa da, kuruluşun bu çerçevedeki araştırma ve uygulamalarının TAMAMI DEĞİL (ki kaynaklarda Stanford çerçevesinde mebzul miktarda çarpıcı örnek var). Şimdi sıralayacaklarımız, bizim daha önce temas ettiğimiz saha, kişi, kurum ve kuruluşlarla ilgili olanları daha çok:

– SRI’nin ilgili olduğu ve DARPA tarafından desteklenen deniz, hava ve kara birliklerinin elektronik teçhizi, elektronik-robotik uygulamalar, uzay teknolojileri, uydu ve GPS alanında birçok sayısız proje ve icadın dışında, “parapsikolojik-psikotronik” STARGATE projesi ve ondan sonraki safhalarda geliştirilen TELEGRAM teknolojileri bahsinde SRI’nin Booz Allen Hamilton, CIA, DARPA (ABD Savunma Bakanlığı İleri Araştırma Projeleri Ajansı) ve NSA (Millî Güvenlik Teşkilâtı) ile ilişkilerine önceki bölümlerde değinmiştik.

– MK-Ultra’ya vücut veren “travma esaslı zihin kontrolü” araştırma ve uygulamalarındaki şöhreti yanında, “elektrodlu zihin kontrolü”nde olduğu kadar nöropsikiyatri ve nöropsikolojide de çığır açan Karl Pribram gibi “öncü” bilim adamlarına ocaklık eden Stanford’un özellikle ilgi duyduğu bir alan da CEZAEVLERİNDEKİ ZİHİN KONTROL VE YÖNLENDİRME İMKÂNLARI. Literatürde temel projelerden biri olarak gösterilen ve 1971 senesinde gerçekleştirilen “Stanford Cezaevi Deneyi”, işte bunlardan yalnızca biri. Psikolog Dr. Philip Zimbardo gözetiminde, mahpus ve gardiyan rolleri için seçilen 24 kişi ile ve gerçek hapishâneyi aratmayan bir dekor içerisinde yapılan bir çalışmaydı bu. Farklı meslek ve sosyal statülerdeki kobayların psikolojik değişimlerinin incelenmesini öngören bu çalışma başladıktan çok kısa bir süre sonra, tüm kobaylar umulandan çok çabuk biçimde yeni kimliklerine adapte oluvermişti. Ama daha yolun başında iki mahpusu “deney dışı” bırakmak zorunda kaldı Zimbardo. Öyle ki, “deney” öngörülen sınırların çok üstünde tehlikeli buudlara uzanan bir hâl almış, psikolojik hasar ve travma yaşayan mahpusların yanısıra, gardiyanların da üçte birinin hakiki mânâda sadist temayüller gösterdiği görülmüştü. Herkesin kendisini tamamen rolüne kaptırdığı altıncı günün sonunda “deney” bitirildi. Fakat Stanford’un zihin kontrolüne, TELEGRAM’a ve cezaevlerine yönelik ilgi, araştırma ve uygulamaları elbette bitmedi.

– SRI’nin ESP (Extrasensory Perception) olarak bilinen, bizde de “Duyu Ötesi Algı” olarak ifâdesini bulan, yâni duyu organları kullanılmaksızın bilgi alma ve hâdiseleri görme kabiliyeti şeklinde açıklayabileceğimiz konulara uzun yıllar öncesinden el attığı biliniyor. 1972’te ESP ve PK-Psikokinezi (Psychokinesis: Bazı özel kabiliyetli kişilerin, “zihin gücü” ile cisimleri hareket ettirmesi, yapılarını değiştirmesi veya fizikî olarak hâdiseleri etkilemesi) kabiliyetleriyle meşhur bir medyum olan Uri Geller’in, CIA gözetiminde yine SRI’de incelendiği ve verimlendirildiği artık “genel bilgi”. [35] Bir diğer meşhur “sıradışı” kabiliyetli insan olarak Ingo Swann’ın da SRI laboratuvarlarındaki maceraları aynı şekilde. Şu ân TELEGRAM yoluyla ve “cihaz” marifetiyle yapıldığı için, böylesi “özel kabiliyetli” insanlara artık  fazla ihtiyaç duyulmuyor.

– DARPA tarafından finanse edilen ve ABD ordusu askerinin denizaşırı çatışma bölgelerinde mahallî topluluklar ile birebir ve –neredeyse- ânında tercüme ile anlaşmasını sağlamayı öngören GALE projesinin ve neticesinde ortaya çıkarılan ürünün keşif ve geliştirilmesi de SRI tarafından gerçekleştirildi. Irak işgali sırasında kullanılan cihaz, İngilizce ve günlük mahallî konuşmada argoyu da içine alan Arabça merkezli diyaloğu sağlamada kullanıldı. [36]

– SRI’nin el attığı konulardan biri de rüyalar. Stanford Üniversitesi’nden Stephen LaBerge’nin “şuurlu rüya” olarak tanımlayabileceğimiz “Lusid Rüya” çalışmaları bu sahada kilometre taşı mesabesinde.

ÖNİROLOJİ (rüyaların ilmî incelenmesi) ile alâkalı çalışmaların başlangıcı neredeyse beş asır öncesine dayanmaktaysa da, 1950’lerde REM (hızlı göz hareketleri) safhalarının keşfi ile bu hız kazanıyor. EEG vasıtasıyla ölçülen beyin dalgalarının karakterleri sayesinde, REM uykusu, derin uyku ve diğer farklı durumlar anlaşılabiliyor.

Şuurlu-Lusid Rüyalar, REM safhasında oluşuyor. Kendiliğinden meydana geldiği gibi, bunun eğitimini almış kişilerin iradî olarak Lusid Rüya görebildikleri yahud normal rüyaları Lusid Rüyalara dönüştürebildikleri saptanıyor. 8. yüzyıl Budist kitabelerinde rüyada şuurlanmaya dair bilgiler bulunmasına karşılık, Batıda laboratuvar ortamına taşınması ancak 1970’lerin sonları. Senoi (Malezya) yerlilerinin rüyalarını kontrol edebildikleri, “Lusid Rüya Ustaları” oldukları keşfedilmiş meselâ.

LaBerge, electrooculogram (göz hareketlerini ölçen cihaz) vasıtasıyla, rüya ânında gözlemcilere 10 saniyelik sürenin farkındalığını göstererek bu sahada yeni bir devir açıyor. Son yılların dikkat çeken filmi “Inception”un işte bu çalışmalardan mülhem bir sinema eseri olduğu söylenmekte. TELEGRAM cihazı yoluyla “sun’i rüya gösterme”nin de yine bu çerçevede veya paralelde araştırılması mümkün.

– SRI’de yapılan çalışmalardan bir diğeri de beyindeki P300 adı verilen dalgalar üzerine. Karar mekanizmasında belirleyiciliği olan bu dalgalar, bir “şey”i tanıdığımızda veya sınıflandırdığımızda yaklaşık 300 milisaniye zarfında tavan yaparken; normal durumda neredeyse belirsiz hâle gelebilen beyin dalgaları. Bu sayede kişiye ait çok özel bilgilere ulaşılması mümkün oluyor. TELEGRAM teknolojisi olarak da kullanıldığını düşündüğümüz bu uygulama sayesinde, hedef kişilerin saklayabilecekleri âdeta hiçbir şey kalmıyor.

Toplumların DNA’larıyla oynama, insana ait duyu, duygu, ruhî ve fikrî fenomenleri şekillendirme merkezinde ve kahhar ekseriyetle askerî amaçlı sayısız araştırma ve buluşun odağı ve ocağı olarak Stanford Araştırma Enstitüsü üzerine şu kadarcık kısa ve sathî bir malûmat bile, SRI’nin YENİ DÜNYA DÜZENİ güdücüleri neznindeki kıymet ve ağırlığını göstermeye kâfidir sanırız.

STANFORD’UN TÜRKİYE TEMSİLCİSİ

Zihin Kontrolü ve TELEGRAM çalışmaları ile özdeşleşmiş Stanford Araştırma Enstitüsü’nün “biz”den bir üyesi var; hem de çok meşhur bir isim:

NATO’nun ilk mühendislerinden; TÜSİAD’ın kurucularından ve 10 yıl başkanlığını yürüten; Soros’un TESEV’inin kurmaylarından ve Türkiye’nin sayılı zenginlerinden; aynı şekilde, CFR (Dış İlişkiler Konseyi) alt kolu olarak Rahmi Koç başkanlığında faaliyet gösteren “yerli” elitlerin yeni yuvası GİF’in (Global İlişkiler Forumu) kurucu üyelerinden; yine, American Conference Board (Amerikan Konferans Heyeti) üyesi; DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) ve MESS’in (Metal Sanayicileri Sendikası) kurmaylarından; TEKFEN’in de üç kurucu ortağından biri olan Feyyaz Berker!

Siyonist Yahudi-Hıristiyan YENİ DÜNYA DÜZENİ elitleri ve Türkiye şubesini temsil eden yerli (!) “3000 Aile”, aynı çizgide yine onların çıkarlarını temsil eden devlet, hükümet, siyaset, bürokrasi, ordu, polis ve TELEGRAMCILAR, hepsi el ele, işbirliği, gönül birliği ve amaç birliği içerisinde. BÜYÜK BATI şeklinde ortak hedefleri belli olan tüm bu mihrakların ortak düşmanlarının kim olduğu da âşikar; TELEGRAM gibi en nâdide silâhlarına hedef yaptıkları İNSAN ve YÜRÜYEN BÜYÜK DOĞU. [37]

BİR TELEGRAMCI PORTRESİ: İHSAN GÜVEN

2000-2004 arası Birinci Dönem TELEGRAMCILARIN –artık!- meşhur ismi İhsan Güven, 2004 yılında bir suikast neticesi öldürülünceye kadar, kamuoyunda pek bilinmeyen bir isimdi. Aldığı önce idam, sonra da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası sebebiyle 14 yıldır hücrede tutulan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, TELEGRAM -Zihin Kontrolü- isimli kitabında, isminin baş harflerini vererek “bana uygulanan TELEGRAM işkencesinin faili bu şahıstır!” mealinde İhsan Güven’i işaret etti. Kitabın yayına sunulmasından 7 ay kadar sonra da Emekli İstihkam Binbaşı Güven, Tuzla’daki evinde karısı ile birlikte öldürüldü.

Bu cinayetin failleri olarak, Mirzabeyoğlu’nun mimarı olduğu dünya görüşünü benimseyen 5 genç, “zanlı” sıfatıyla yakalanıp hâkim karşısına çıkartıldı. Tipik bir “28 Şubat müsameresi” diyebileceğimiz, tiyatroyu aratmayan bir yargılama sonucunda suçlu bulunup ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldılar.

Peki, Binbaşı İhsan Güven kimdi? Sıradan bir asker emeklisi miydi? 80 yaşındaki “her anlamda” hastalıklı bu ihtiyar adam, gerçekten niçin ve kimler tarafından öldürülmüştü? Bu soruların cevabını bulabilmek için, öncelikle Binbaşı Güven’i biraz daha yakından tanımak gerektiğini düşünüyoruz.

İhsan Güven, 1925 yılında Trabzon’da doğdu. Askerî okula giren Güven, mezun olduktan sonra ülkenin çeşitli yerlerinde görev yaptı. Adana’da görev yaptığı dönemde İSMAİL EMRE ile tanıştı ve bu hâdise hayatında bir dönüm noktası teşkil etti. Mistisizmle yoğrulu ancak bildik mânâda İslâm’dan çok farklı bir din anlayışının içinde buldu kendini. “İnsan’ı en yüce varlık görürken Allah’ı unutan” bu anlayışa din denilmesine bile tahammül edemeyecek kadar DİN düşmanı oldu Güven.

Kendi ifâdesiyle, bütün dinleri ve felsefeleri inceledi. Gide gide, “din insanlığın en büyük düşmanıdır!” noktasına kadar vardı. 27 Ağustos 1999 ile 26 Ağustos 2001 tarihleri arasında MGK Genel Sekreterliği görevi yapan (sonrasında bu görevi TUNCER KILINÇ devraldı); akabinde Hava Kuvvetleri Komutanı olan Org. CUMHUR ASPARUK ile yaptığı ve ERGENEKON DAVASI kapsamında deşifre edilen bir telefon görüşmesinde şunları söylüyordu Emekli Binbaşı:

– “Ateist değilim. Ama bilinçli olarak. Bilmem ne dininden de değilim. Atatürk’ü tanırım! İnsan yücedir insan! Ben Müslüman geçinenlere bazı laflar daha söylüyorum. (…) Ben diyorum ki “İnnellahü halekel ademe ala suretihi.” Ben çok iyi bilirim. Yani “Biz insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yarattık.” Diyoruz ki “Ey herifler, demek Allah’a benziyormuşsunuz.” Öyle diyor kendileri. Sonra “Ve nefahtu min ruhi” diyor Necm süresinde, demek içinizde Allahlık da var. Kendinize, bilmeyerek sağda solda şeyh, derviş, baba, ana falan arıyorsunuz. O Fethullah hakkında da kitaplar yazmıştık. Hocasının Urfa’da geberip bütün şehri kokuttuğunu da yazmıştık. Ondan sonra yayınlandı. Akademi Komutanı, efendi bir adamdı. “Bu kitapları bizde tutup da kütüphanemize koymamıza izin verir misiniz?” dedi. Ben de cevab verdim: “Kafanıza koyun, kafanıza!”” [38]

İsmail Emre’nin ölümündan sonra “post”a İhsan Güven oturdu. Emre’nin fotoğrafının asılı olduğu evinde, yıllar önce yine ondan devşirdiği görüşler merkezinde geliştirdiği (!) binbir felsefî, ezotorik, mistik öğretiden aparma “aşure” eşliğinde; bazen 60-70 kişiye varan grublara “din”in tehlikelerini ve insanlığı nasıl mahvettiğini, aynı şekilde “aile” mefhumunun kötülüğünü anlattı. Kısacası, Müslüman Anadolu’nun nesi varsa tersyüz etti durdu yıllarca.

İslâm’a karşı olan kininin şiddetini, o dönemin DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel’e irtica davalarında gönüllü danışmanlık yapmasından çıkarmak mümkün. Ve tabiî, ondan çok daha önemli bir gösterge olarak, Tuzla’daki evinden neredeyse iki adım ötesinde bulunan Kartal Cezaevi’nde yatan İslâm Mütefekkiri Salih Mirzabeyoğlu’na yıllar boyu her gün 24 saat barbarca TELEGRAM işkencesi yapılmasına “şeflik” etmesinden, üstelik bunu sadistçe bir zevkle yapmasından…

İhsan Güven’in lideri olduğu okült yapılanmanın üyeleri arasında birçok “meşhur” vardı ki, bazıları artık yaşamıyor: Uzay Heparı, İskender Doğan, Cenk Koray, ÇELİK, Neco, Ali Kırca gibi müzik, eğlence ve basın dünyasının tanınan simaları yanında; Zihin Kontrolü çalışmalarıyla tanınan 3. derece mason Doç. Habib Ümit Sayın; İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcılığı ve Atatürkçü Düşünce Derneği Yardımcılığı yaptıktan sonra CHP’den milletvekili olan Prof. Dr. Nur Serter, ilk ânda aklımıza geliverenler. Serter, Encümen-i Daniş’in ilk kadın üyesi olarak yine gazetelerde haber olacaktı sonradan. Serter’in babası emekli Kurmay Albay M. Emin Aytekin de Encümen-i Daniş’in kıdemli üyelerindendi zaten.

Dost Tarikatı, materyalizm tabanlı ruhçuluk anlayışı ile, kozmostaki enerjinin veya ruhların dünyayı yönettiğine inanıyordu. Dünyaya gönderilmiş tüm peygamberlerin de aslında o enerji ile bağ kurabilen medyum-liderler olduğunu savunuyordu. Sadece peygamberlerin değil; tarihte yaşamış meşhur şahsiyetlerin de bu özelliğe sahib olduklarını iddia ediyordu. Hemen tahmin edilebileceği gibi, Atatürk’ün de kozmik-kutsal bir kişilik olduğunu öne sürüyorlardı. “Atatürk” kutsal-ilâhî bir varlık olarak tanımlanıyor ve “Atatürkçülük” adı altında tarikat idealleri savunuluyordu. Bu idealler içinde dinlerin tasfiyesi, cinsî serbestliğin yayılması gibi konular da vardı.

Güven, “millet” mefhumuna da enteresan yaklaşımları olan biriydi: “Dünyadaki Museviler’in 10’da dokuzunun Türk olduğunu” savunuyordu. Hattâ İsrail seçimlerini bu gözle yakından takib ediyor; etrafındakilere “Türk olan [Ehud] Barak”ın seçilmemesi için Sefardimlerin gayret gösterdiğinden, bu oyunun görülmesi ve bozulması gerektiğinden bahsediyordu.

GÜVEN’İN KAFA YAPISI VE YAHUDİ AŞKI

Mütefekkir’in TELEGRAM adlı eserinde bu bahiste söyledikleri çarpıcıdır. Eserden birkaç küçük iktibas bile, İhsan Güven ve çevresinin “AŞURE” adını verdiği “ideolojik” tuhaflığı ortaya koymaya kâfi gelecektir sanırız. İşte size yahudi âşığı bir “Türk ulusalcısı”:

– “Hususen, materyalist mistiklerle, kuantum fiziğinin örtüşmelerini sağlamaya çalışan bir alt yapı üzerinde, herkesin keyfine göre oluşturduğu ve oluşturabileceği, modern şaman görüşleri; AŞURELERİ. (…)
Rezillerin en rezili insanların, aşağılığın en bayağısı tertiblerle ve benzerleri arasında da gerçekten sefillerin en sefili düşünceleri-AŞURELERİ adına beni yok etmek veya “mankurt adam yapmak” istemeleri, aslında benim şahsımda davama duyulan korkudan, -1999 Metris ve Bandırma destanlarındaki gerçeklemelerden-, ve söylemeliyim; lisân-ı hâl ile tersinden gösterdikleri hayranlıktandır. (…)
Devlet için, devlete rağmen… T.C.’nin İsrail’le yakınlaşmasını da hatırlatarak belirtelim ki, yahudi mistisizmi ve okültizmi içinde şekillenen ve “rejimi ne olursa olsun, aslolan devlettir; İsrail devleti sonsuza kadar yaşayacaktır ve bunun için gereken herşey yapılır!” diyen yapılanmanın bir aplikesi olan sözkonusu odaklar, işbirliği hususunda da onlarla son derece içiçedir; “terörle mücadelede işbirliği” adı altında, İsrail’de eğitildiler ki, işin bu kısmı zaten resmîdir. Bu hususu bilhassa, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden sonra terfien yükseldiği basamaklar ve nihayet DYP’nin İçişleri Bakanlığı’nı yapan M.A, işin içinde olarak pek iyi bilir. “Bütün insanlar, yahudilere hizmet için yaratılmıştır!” dinî anlayışı yerine, “bütün insanlar, Türk’ten geldi, Türkler de Atatürk’ten; bütün insanlar hâkimiyetimize girecek!” anlayışı; bahsettiğimiz rastgele katıştırmalardan meydana gelmiş alt yapı AŞURESİNDE, yahudî okültizmi yanında, alevî mistisizmi ve “alevden alevî” dedikleri zerdüşt motifler ve Orta Asya Şaman unsurlar esaslı bir yer tutarken, iflâh olmaz bir İslâm düşmanlığı asıldır. Lâfta Türk ve Türkçü, sebeb ve netice hâlinde Yahudi uşağı bir yapılanma!
İ.G, riyazî bir kat’iyyetle (!) söylüyor:
– “Musevîler’in 10’da dokuzu Türk’tür; ilmi olarak. Arthur Koestler diye bir adam, güzel bir kitab yazmış. Eşkinaziler var ya, çoğu Türk!” [39]

Bu bahiste, “İhsan Güven’in katilleri arasında” gösterilen ve tutuklanmadan önce TELEGRAMCILARI neredeyse tamamen deşifre etme noktasına kadar gelen gazeteci-yazar Burak Çileli’nin BEKLENEN NİZAM Dergisi’nin 7. sayısı için kaleme aldığı “Telegram-Zihin Kontrolü Kitabı veya ‘Din mi, İlim mi Çekişmesi’nin Neticesi” başlıklı makalesi de önemli. Mütefekkir’in bu bahisteki tesbitlerine de atıf yapan Çileli, sözkonusu “kafa yapısı”nı şöyle aydınlatıyor:

– “Daha yayınlanmadan birilerini panikleten “Telegram-Zihin Kontrolü” eserinde İBDA Mimarı, Kartal Cezaevinde mâruz kaldığı “zihin kontrolü” operasyonunda aktör ve figüran olarak rol alan haşereleri ifşâ etmenin yanında, projenin hikemî-felsefî arka plânına ve iç yüzüne de eğilmekte.

Projenin perde arkasında bulunanlar, eserin ilk bölümünde yer alıyor. Şöyle:

“80 yaşlarında Parkinson hastası bir manyak; ama öyle alelâde soydan değil de, kitabî yönü zengin zannedilen, muhteşem bir manyak. Üstadım’ın Şeyh Bedrettin hakkında dediği gibi, “ilmi nisbetinde cahil, cehli nisbetinde cesur”, tehlikeli bir zır deli. Ama bütün örgütüyle -belki de!- talihsizliği, belâsını bulmak üzere bana çatmış olması. (…)

Sefillerin en sefili ve adîlerin en rezili olan bu adam, bana uygulanan Telegram işkencesinin mânâda ve belki de fiilî olarak başı ve insan ruhunu tahrib ederek teslim alma işinde zümresiyle beraber akla hayâle gelmedik cinsî sapıklıkların şâhıdır. Onları zümre ve metodlarıyla birlikte çökerten, Allah’ın izniyle benim.”

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun böyle bir girişle bahsettiği manyak, Telegram’da başrol oyuncusu, “dost tarikatı” adıyla anılan sapık yapılanmanın başında yer alan İhsan Güven adlı emekli bir binbaşı. İspritizmacı Beyti Dost grubuyla yakınlığı belirtilen, 1970’de mort olmuş İsmail Emre adlı Nakşî şeyhi geçinen cinlenmiş bir sapığı altyapı edinen, Yahudi okültizmini de benimseyen, koyu Atatürkçü ve İslâm düşmanı bir yapılanma “Dost Tarikatı”. Özetle “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde İsrail ve ABD’nin güttüğü “milenyum dinleri” politikasının Türkiye ayağını teşkil eden gruplardan biri. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Avrupa’daki benzerlerinden de bahsedilen, “auto teism-kendi tanrı” inancının Türkiye versiyonu. Türkiye’nin inanç (!) dinamiklerini de (!) hesaba katmış bir tür yamalı bohça mahallî Şamanizm modeli. Meselâ tasavvufî izaha göre, İnsan-ı Kâmil, ilâhi hüviyetin temsilcisi olarak Allah isminin mazharıdır. Ancak bu, sübjektif fenâ, yani benliğini Allah’ta tüketmiş velinin, “iradesi Allah’ın iradesi olmuşluk” makamıdır ki, orada kastedilen mânâ “ilâhlık” değildir. Biraz tasavvuftan, biraz alevî-bektâşilikten, derken Yahudi kabbalizminin “Adam Kadmon (Kâmil İnsan)” tasavvurundan vb. aplike edilmiş yepyeni bir din (!).

Bu yılın Ocak ayında, İhsan Güven’in eski karısı şarkıcı Ayşe Ersoy’un açıklamalarıyla deşifre olan “Dost Tarikatı”na, Atatürkçülüğü ile nam salmış şarkıcı “oğlan” Çelik (Erişçi) de mensub. Eserde bu ve başka bir takım isimler ad ve soyadlarının baş harfleriyle zikrediliyor. Mütefekkir, işin içinde bunların bulunduğunu, Telegram hatıralarından ve “Dost Tarikatı” ile ilgili İhsan Güven’in Aktüel dergisine verdiği röportajdaki sözlerinden hareketle isbatlıyor. Eserdeki bu bölüm, İBDA Mimarı’nın teferruattan iz süren HAFİYE mizacının bir başka delili.” [40]

1960 ASKERÎ DARBESİ VE BİNBAŞININ DERİN İLİŞKİLERİ

O dönem TSK bünyesinde, İskenderun-Yarıkkaya Radarı’nın yapımında gösterdiği başarı dolayısıyla takdirname ile ödüllendirilen İhsan Güven, eğitim için İstanbul Teknik Üniversitesi’ne gönderildi. Radarın daha 1950 sonlarında yapımının amacını, –MGK Sekreteri- Org. Cumhur Asparuk’a, İncirlik Üssü’ndeki ATOM BOMBASI’nın korunmasına destek olarak açıklayacaktı sonradan.

İTÜ’den İnşaat Mühendisliği ve Hidrojeoloji (Yeraltı Suyu Doktorluğu) diploması alan Güven, bilâhare Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde Amme İdarecisi olarak görev yaptı. Türk Standartları Enstitüsü’nü kuran grubun da içindeydi.

Binbaşı Güven, 1960 Askerî İhtilali’nde KANUN KOMİSYONU BAŞKANLIĞI yapmış biriydi aynı zamanda. Yine, askerî yönetimin devamını isteyen “14’ler”in sürgünü ile neticelenen olayda da baş aktördü. Dönemin kritik 27 kamu kuruluşunun başına kendi seçtiği kişileri getirtebilecek kadar etkili bir mevkîdeydi üstelik. Bu malûmatı da, İhsan Güven’in kişiliğine yön veren İsmail Emre’nin oğlu olan Dr. ÜMİT EMRE ile araştırmacı-yazar Hakan Yılmaz Çebi’nin yaptığı bir röportajdan öğreniyoruz. [41]

Örnek vermek gerekirse, İhsan Güven’in tâyin ettirdiği kişilerden biri de DSİ’nin başına getirdiği NEŞET AKMANDOR’dur. Bu kişi daha sonra milletvekili olmuş, üçüncü Ecevit Hükümeti döneminde de Savunma Bakanlığı yapmıştır.

Yine, Karayolları’nın başına TAHSİN ÖNAL’ı; İller Bankası’na ise SELAHATTİN BABÜROĞLU’nu getirdiğini söylemiştir Güven bir konuşmasında.

1960 Darbesi döneminde yetkileri oldukça geniş olduğu anlaşılan İhsan Güven’in “emrinde” çalışan iki isim kimdir dersiniz? Birincisi, Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na TELEGRAM işkencesi yapılmaya başlandığı dönemin cumhurbaşkanı ve hâliyle MGK’sının başı SÜLEYMAN DEMİREL. Böylelikle, İhsan Güven’in hem MGK’nın başıyla, hem de MGK’nın sekreteriyle “tanışık” olduğunu anlıyoruz. İkincisi de, ADNAN BAŞER KAFAOĞLU.

25 Ekim 1961 tarihinde yapılması plânlanan ikinci bir darbenin merkezinde yine İhsan Güven vardır ve hattâ ihtilal dosyasını hazırlayan da bizzat kendisidir.

İhsan Güven öldürülmeden önce grubu adına devletin o dönem “derin” dinamik güçleriyle bağlantıyı sağlayan ve “postacılık” yapan isim ise, kamuoyunda “şarkıcı Çelik” olarak bilinen ÇELİK ERİŞÇİ. Şarkıcı Çelik’in, İhsan Güven gibi, Necip Hablemitoğlu’na da yakın olduğu yansıyacaktı sonradan basına. “JİTEM yazarı” Ergün Poyraz’la Ankara’da görüşüyordu Çelik. Poyraz ise, mahkemedeki ifâdelerinde İhsan Güven’in evine defalarca gidip geldiğini, orada saatlerce kaldığını kabul edecekti.

Sonuç olarak, Mirzabeyoğlu’na uygulanan TELEGRAM’ın 2000-2004 arası ilk 4 yıllık Birinci Döneminin baş aktörü İhsan Güven, sıradan bir psikopat değildir. Aksine, 1960 Askerî Darbesi’nden ölümüne kadar her dönem devletle “derin” ilişkileri olan; kuvvet komutanlarından MGK genel sekreterlerine kadar tüm askerî zirve noktalarına nüfuz edebilen; bürokrasi ve kamu kuruluşlarının başına kendine uygun gördüklerini geçirebilen; hattâ siyasî arenaya tesiri ile hükümetlere TBMM dışından bakan sokabilecek kadar güçlü olan biridir.

Emekli Binbaşı’nın, hem derin mahfiller bünyesinde nüfuzlu ve güvenilir bir “eski kurt” olması, hem kuduz İslâm düşmanı bir sadist olması, hem de güya genel kültürüyle Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na baskın çıkabileceğinin zannedilmesi, DEVLET’in TELEGRAM cihazının ve TELEGRAMCILARIN başına “ideal işkenceci” olarak niçin onu oturttuğunu bize izah etmektedir.

Ne var ki, her ne kadar 6 metrekareye kıstırılmış ve karşısına modern teknolojinin en güçlü silâhı çıkarılmış olsa da, “Yeni Dünya Düzeni” hülyâsı gören İSLÂM DÜŞMANI DÜNYA HÂKİMLERİ’ne ve onlara “köktenbatıcı” bir sadakatle bağlı YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİ’ne karşı TEK BAŞINA verdiği savaşta, kazanan taraf Salih Mirzabeyoğlu olmuştur. İŞKENCECİ’si ise, bu mücadelede -hayatı dahil- herşeyini kaybetmiştir.

Mızrak çuvala sığmıyor artık ve Mütefekkir’in hürriyetine kavuşacağı günler çok yakın görünüyor. Elbette hemen peşinden Anadolu ve İslâm Dünyası’nın da. İşte o gün, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan barbarca işkencelerin faillerini, buna göz yumanları, senelerce üç maymunu oynayanları TARİH affetmeyeceği gibi, Müslüman Anadolu ve Müslüman Dünya da affetmeyecektir. “O” kimi ne derece affeder, bilemeyiz. [42]

MGK TELEGRAM YAPAR, BAKANLAR SADECE BAKAR

Türkiye’de, kuruluşundan bu yana yaşanan türlü siyasî, iktisadî, askerî çalkalanmalara ve değişimlere rağmen, varlığını, hâdise ve şahıslara etkisini HER DÖNEM korumuş kurumların en başında MGK (Millî Güvenlik Kurulu) gelir.

Devlet ile özdeşleşmiş yapısı ve tesiriyle her döneme damgasını vuran MGK, 1933’te Yüksek Müdafaa Meclisi Umumî Katibliği ismi altında kuruldu. 1961 Anayasası’na göre de Millî Güvenlik Kurulu ve MGK Genel Sekreterliği adıyla çalışmalarını sürdürdü. Bugünkü çerçevesi ise 1982 Anayasası ile belirlendi.

Görev sahası, “T.C. Devleti’nin millî güvenlik siyasetinin tayin, tesbit ve uygulanması ile alâkalı kararları almak; ilgili kurumlar arasında koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirmek” olarak biliniyor.

1960 Askerî Darbe dönemindeki albayları saymazsak, MGK Genel Sekreterleri her zaman general rütbesine sahib kişilerdenden seçilmekteydi. Tâ ki 2004 yılında yaşanan vitrin değişikliğine kadar. Büyükelçi Mehmet Yiğit Alpogan, bu tarihte MGK’nın başına tâyin edilen ilk “sivil” genel sekreter oldu. Bugüne kadarki son dört dönemdir, bu makama aynı şekilde siviller arasından tâyin yapılıyor artık.

2004 yılı, MGK’de gözlenen değişimin yanında, SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARLIĞI’NIN BAŞINA MURAD BAYAR’IN GETİRİLMESİ gibi, Türkiye’deki başka birçok kurum ve sahada yaşanan gelişmelerin ve gerçekleşen sıçramaların da milâdıdır aynı zamanda. Bu dönemin rengini vermesi bakımından, önceki bölümde bahsettiğimiz TELEGRAMCI Emekli Binbaşı İhsan Güven suikastı, -hattâ Hablemitoğlu cinayetini de buna katabiliriz belki- ülkedeki köklü değişimlerin yansıması mânâsına gelen uç bir örnek, önemli bir hadise olarak görülmelidir.

2003’te Radikal Gazetesi’nden Neşe Düzel’in, MÜSTEŞARLIK ve bakanlık da yapmış Hasan Celal Güzel’le yaptığı röportajdan bir iktibasla devam edelim:

– “Hükümetin, yasalar izin verse dahi yapamayacağı şeyler var mıdır? Parlamento, Anayasa’ya uygun olmak kaydıyla her yasayı çıkarabilir mi, yoksa Meclis’in önünde de gizli engeller bulunur mu?”

– “Türkiye’de askerin ‘KIRMIZI KİTAP’ diye bilinen gizli bir anayasası var. Bu, anayasa büyüklüğünde, kabı kırmızı olan ‘MİLLÎ SİYASET BELGESİ’dir. Bu kitabı devlete ancak MÜSTEŞAR olduktan sonra görürsünüz. KIRMIZI KİTAP BAKANLARA VERİLMEZ, MÜSTEŞARLARA VERİLİR. ÇÜNKÜ DEVLETİN ASIL SAHİBİ BÜROKRASİDİR, bakanlar değildir. Bakanlar, idare edilmesi gereken çocuklardır. Ben bakan olup da kırmızı kitaptan haberdar olana pek rastlamadım. BU KİTAP MGK’DA SON HÂLİNE GETİRİLİR. Başbakanlık müsteşarı olduktan sonra bir MİT mensubu geldi bana. Evvelâ arkadaki odaya kozmik evrakı saklamam için koca bir kasa koydular. Sonra da ilk kozmik evrak olarak kırmızı kitabı getirdiler.”

– “Parlamento kırmızı kitaba aykırı yasa çıkaramıyor mu?”

– “BU KİTAP GEREKTİĞİNDE ‘GİZLİ ANAYASA’ GİBİ KULLANILIYOR VE ENGELLEYİCİ OLUYOR. ‘MİLLÎ SİYASET BELGESİ’NİN FALANCA MADDESİNE UYMUYOR’ DENİLDİĞİNDE, O KANUN VEYA KARARNAME ÇIKARILAMIYOR. Yâni ikinci bir anayasa olarak Demokles’in kılıcı gibi üzerinizde sallanıyor. Meselâ MGK ve MGK Genel Sekreterliği de öyleydi. Her konu millî güvenlik kavramına sokulabiliyordu. Öyle yetkiler verilmişti ki, tarım ve enerji işlerine de, YSE müdürüne de karışabilirdi.” [43]

Buraya kadar işaretlediklerimizden çıkarılabilecek netice şudur: Her ne kadar ansiklopedik bilgi olarak “MGK’nın başı cumhurbaşkanıdır” dense de; şayet Hasan Celal Güzel’in söyledikleri hâlâ geçerliyse, cumhurbaşkanının başkanlığında ve kuvvet komutanları ile dönemin hükümet üyelerinin katılımıyla yapılan bu toplantıların, çoğunlukla askerin -KIRMIZI KİTABA GÖRE- icracı hükümete “şunları, şu şekilde yapın!” demesinden ibaret oturumlar olduğu anlaşılıyor. Yâni askerin (onların ipi kimin elinde? Siyonist Dünya Eliti’ne ve işbirlikçi 3000 Aile’ye dikkat!) idare ettiği bir ülkede, sivil hükümetlere karar verme selâhiyeti vermek değil de, gizli bir anayasaya göre kararlaştırılanları uygulama görevinin tebliği mânâsında bir seremoni gerçekleşiyor sanki. Veyahud da, “vesayetin bittiğinin” iddia edildiği bugün, Dünya Siyonist Eliti’nin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını koruma prensibine sadakatle bağlı “sivil” idareciler tarafından ve yine KIRMIZI KİTABA GÖRE, askerle “birlikte” alınıyor kararlar; ki bu daha muhtemel gözüküyor.

Peki, devletin içinden birinin deyimiyle “YSE müdürüne bile karışan” bir MGK’nın, 60’a yakın dev eserle Anadolu’nun fikir tarihine damgasını vurmuş; yine o Anadolu’nun ve tüm İslâm coğrafyasının istikbâline yön vermeye yegâne namzet bir mütefekkire, “devlet”in hapishânesinde 14 yıldır her gün 24 saat kesintisiz işkence yapılmasından, dünyanın görüp görebileceği bu en “özel” işkence metodundan habersiz olması düşünülebilir mi? Cevab, âşikar!

MGK Genel Sekreteri’nin sivillerden seçilmesi ile 2004’te yaşanan vitrin değişikliği; aynı dönemde Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun Bolu’ya sevkiyle ESKİ TELEGRAMCI KADRONUN GİDİP, YEPYENİ BİR TELEGRAMCI KADRONUN İŞBAŞI YAPMASI; sonrasında ordunun kurmay kadrosunun tasfiyesini getiren gürültülü patırtılı mahkemelerin düğmesine basılması; birçok şahin paşanın, hattâ eski Genelkurmay Başkanı’nın yargılanması gibi gelişmelere bakınca ve “kudretli sivil irade”nin Salih Mirzabeyoğlu ismini duyduğunda gece mezarlıkta ıslık çalanları andıran hâlini bunlarla alt alta koyunca, görünenlerin ardında başka “görünmeyen” hesab, karar, faktör ve kurumların sözkonusu olduğu, peşinden de Aytunç Altındal’ın şu tesbiti geliveriyor hemen akla:

– “MİT nedir ki? MİT’e gelinceye kadar devletin 8 tane başka örgütü var. MİT, adını duyduğunuz kurumdur.” [44]

Dünün nâmlı MGK üyeleri derdest edildiğine göre, MGK’nın ardında da başka “MGK”ların olduğu anlaşılıyor aynı şekilde: Dünya Siyonist Eliti ve yerli işbirlikçileriyle BM, AB ve NATO gibi “ASIL” karar organları. Yabancı ellerin kaleme aldığı-aldırdığı KIRMIZI KİTABIN icrâcısı, tetikçisi ve koruyucusu olmakla, ASIL SAHİBİ olmak arasındaki kapanmaz uçurum. Bundan dolayıdır ki, “MGK üyeleri”ne karşı bunca darbe yapılmış, bunca muhtıra verilmiş, güya “MGK’nın başı” bunca cumhurbaşkanı bu yüzden kolayca bertaraf edilmiştir.

Bir dostumuz, sohbet esnasında şöyle konuşmuştu:

– “Ha hâki giymişsin, ha lâcileri çekmişsin. Ha her iki vatandaşın birinden oy alıp yönetmeye talib olmuşsun, ha milletin baştacı bir paşa olmuşsun. Sen İncirlik ve avânesinin topunu birden paketleyip, “ananızı da alın gidin!” diyebiliyor musun? “BM ve NATO bir domuzlar diktatoryasıdır, işim olmaz, defolun gidin!” diyebiliyor musun? “Kim pazarlıksız Allah ve Resûlü diyorsa biz ondan, o da bizdendir” yahud “bu coğrafyada İsrail diye bir devlete yer yoktur!” diyebiliyor musun, ondan haber ver!”…

Ne kadar “uçuk” fikirler, ne kadar “Doğulu söylemler” değil mi?

Doğru, “Anadolu NATO toprağı”ydı, söylemiştiniz, unutmuşuz.

Bu arada asıl can alıcı soru: Mirzabeyoğlu’na TELEGRAM işkencesinin bir türlü bitirilmemesinin ve maruz kaldığı hukuksuzlukların tüm bir kamuoyu ayaklanmasına rağmen telafi edilmek istenmemesinin sebebi, ithal “KIRMIZI KİTAB”ınızdaki hangi gizli madde icabı acaba?..

TELEGRAMCI ‘KIRMIZI KİTAB-MGK-MÜSTEŞARLAR’ DÜZENİ

MGK’nın ilk “sivil” genel sekreterinin ilk resmî ziyaretini yaptığı ülkenin İSRAİL; ilk fâş olan TELEGRAMCI şahsiyetin (Binbaşı İhsan Güven) “BİZİM SEVGİLİ DOSTUMUZ, BİZİMLE AYNI IRKTAN OLAN” dediklerinin de YAHUDİLER olması; yine bu “harika tesbit”ini kendisiyle paylaştığı kişinin de dönemin MGK Genel Sekreteri CUMHUR ASPARUK olması ne mânâya geliyor olabilir? [45] Elbette bu düzende daima siyonistlerin borusunun öttüğünü ve kalan her lâfta etkili-yetkilinin yalnızca “sahibinin sesi” olduğunu.

Eski MÜSTEŞAR ve Bakan Hasan Celal Güzel’e ait açıklamalarda üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da şu bölüm:

– “KIRMIZI KİTAP BAKANLARA VERİLMEZ, MÜSTEŞARLARA VERİLİR. ÇÜNKÜ DEVLETİN ASIL SAHİBİ BÜROKRASİDİR, BAKANLAR DEĞİLDİR.”

Doğrudur. Biz daha önceki bölümlerde devletin en hayatî sahalarından olan “savunma”da da “müsteşar”ın rolü ve önemini, SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI MURAD BAYAR ve Amerikan özel askerî şirketi Booz Allen Hamilton bağlantısı, ülke sanayiinde Siyonist Yahudi-Anglisakson’larla olan bağlantılar ve TELEGRAM konusundaki işbirliği vesilesiyle ve delilleriyle gözler önüne sermiştik. Eski MÜSTEŞAR ve Bakan Hasan Celal Güzel’in açıklamaları, tüm bu altını çizdiğimiz noktaların farklı açılardan teyidi oluyor bu bakımdan

Bugün Avrupa Birliği (AB) kriterleri bahanesiyle yaşanan gelişmelerin neticesi olarak gösterilse de, bizce MGK’nın sivilleştirilmesi vitrininin ardında yatan birçok faktörden biri de, 2004 yılında bir TELEGRAMCI’nın ifşâ edilmesi ile büyük bir kırılmanın yaşanması ve bunun diğer faktörlerle çakışmasıdır. Bu kadar gizli ve önemli bir MGK operasyonunun failleri deşifre edilmiştir ve bunda laçkalaşmış askerî kadroların payı da büyüktür.

Bu süreçte, Mütefekkir’e işkencenin devamının temini için yaşanan telaşla, eski TELEGRAMCI kadro tasfiye edilip, yerine yine çoğunlukla ordu bünyesinden ama yepyeni bir TELEGRAMCI kadro cihazın başına oturtulmuştur. Aynı şekilde, kimilerinin tasfiye edilip kimilerinin öne çıkartıldığı “Ergenekon” türü operasyonların düğmesine basılmıştır. Bunlar hernekadar “devletin bağırsaklarını temizlemesi” şeklinde şimdiki TELEGRAMCILAR’ın ağzından izah edilmeye çalışılsa da, ESKİ TELEGRAMCI BAŞI İHSAN GÜVEN’in deşifre olması tüm bu çerçevede esaslı bir rol oynamıştır bizce.

İhsan Güven hâdisesi de dahil ve belki başta olmak üzere, yaşanan türlü fiyaskonun; aynı şekilde Dünya Siyonist Eliti’nin artık “ılımlı-muhafazakâr” kadrolarla çalışmayı çıkarına daha uygun bulmasının bir neticesidir bugünkü “sivilleşme” ve “tasfiye”. Son yıllarda o kadar gürültü koparan ve askerî kadroları yerle yeksan eden şu meşhur “davalar”ı da bu çerçevede değerlendirmek gerekir yine.

2004 yılı, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan TELEGRAM işkencesinde, kadro olarak cihaz başındaki şamanist yahudisever Emekli Binbaşı İhsan Güven ve ekibinin bir şekilde safdışı bırakıldığı; yerini öncekileri çoğu zaman aratmayacak sadistlikte bir başka Yahudisever BATICI “klik”in aldığı bir tarihtir. Bu kritik yıl, Anadolu Tarihi’nin son 10 yılındaki her cinsten hâdise ve gelişmeyle bir şekilde irtibatlı ve yakından alâkalı.

Bahsettiğimiz 2004 yılı, 2002’de yüzde 35 gibi büyük bir oy oranıyla iktidara gelen ve (bugün de devam eden) hükümetin “devlet”i tanımaya; kadrolarını oturtmaya, her cinsten kurum ve kuruluşlara da kadrolarını yerleştirmeye başladığı sürecin önemli bir parçası aynı zamanda.

Altyapısını nörolojiden felsefeye; kimyadan majiye; ezotorik sapkın doktrinlerden kuantuma; kabaladan holograma ve saymakla bitmez birçok ilim ve bilim zemininden alan, dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük ve en pahalı askerî silâh ve teknolojisinin, yâni TELEGRAM’ın, “devlet”e yerleşen veya yerleşmeye çalışan bu “irade”nin ilgi alanı dışında kalabileceğini düşünmek mümkün mü?

Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu’nun birkaç kez ikrar ettiği gibi, “Mirzabeyoğlu konusu”nu çok yakından takib ediyorlar. Hele hükümetin SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI ve “Kırmızı Kitab” tatbikatçısı MURAD BAYAR, daha da yakından, bizzat TELEGRAM cihazından takib ediyor bu “konu”yu!.. [46]

TELEGRAMCI YENİ DÜNYA DÜZENİ VE YERLİ ‘MUHAFAZAKÂR’ İŞBİRLİKÇİLERİ

14 yıldır ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile hücrede tutulan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı hukuksuzluklar konusunda son yıllardaki kıpırdanmaya rağmen, TELEGRAM’ın bitirilmesi yönünde müşahhas ve müsbet olarak vasıflandırılabilecek hemen HİÇBİR GELİŞME maalesef henüz yok!

Sevenleri ve takibçilerinin ısrarlı kampanyaları; etkili-yetkili figürler ve onlar nezdinde birçok kurum ve kuruluşla temaslar; bir kısım sivil toplum kuruluşlarıyla dayanışma içerisine girilmesi; bir ölçüde yazar ve aydınları da içine alan toplantılar ve basın açıklamaları; Mütefekkir’in avukatlarının hukuk alanındaki hâlâ süren hummalı çalışmaları; milletvekillerinin Mirzabeyoğlu ziyaretleri ve daha sayamadığımız birçok faaliyet, hem 28 Şubat hukuksuzluğunun telafisi bahsinde, hem de ve özellikle TELEGRAM’ın bitirilmesi talebinde, neticede hep görünmeyen (!) bir “duvar”a çarpıp duruyor.

Bu duvar, Dünya Siyonist Eliti ve işbirlikçi 3000 Aile elinde kukla olan “sahibinin sesi” MGK’nın üç büyükleri (cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı), gizli anayasa “kırmızı kitab” ve müsteşarlar düzenidir.

Dışarıda tüm bunlar yaşanırken, Mütefekkir’e uygulanan dünyanın en barbarca işkence metodu TELEGRAM da olanca hızıyla devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Mirzabeyoğlu’na namaz dahi kıldırmayacak derecede şiddetlendirilen bu işkence, biz bu satırları yazarken de hâlâ sürüyor.

“Resmî” siyaset arenasında ise, ister Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı 28 Şubat hukuksuzluğunun telâfisi, isterse TELEGRAM’ın bitirilmesi konusunda olsun, TBMM Başkanı da dahil olmak üzere Yürütme’nin içinden verilen mesajlar, “prosedürler” ve demagojiyle boğulan ve zamana oynanan bir görüntü çiziyor, âmiyane tabirle topun taca atılamasından başka bir anlam arzetmiyor.

Bu noktada, Yürütme dışındaki “muhalefet”in yapabilecekleri de, sonuç alıcı müsbet bir sıçramanın yaşanacağı intibaını pek vermiyor. Zaten onlar da buna işaretle, “verdiğimiz veya vereceğimiz önergeler çok kolaylıkla âtıl hâle getirilmekte” diyorlar mealen.

Tabiî her iki cenah da, kendilerine her sorulduğunda, “Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan hukuksuzluk ve adaletsizliğin giderilmesi için…” diye söze başlamayı ihmal etmiyor. Sonrası da yukarıda söylediğimiz şekilde.

Mirzabeyoğlu için düzenlenen kampanyalara iştirak edenlerin arzusu, toplumun beklentisi ve siyaset arenasındakilerin dillendirdikleri, SÖZ SEVİYESİNDE neredeyse aynı olmasına rağmen –Başbakanın en başından beri ISRARLI ve ANLAMLI suskunluğu dikkat çekici ve bunun dışında!-, 10 yıldan fazla bir zamandır icrâcı pozisyonunda hükümet olan irade, HAREKETE GEÇME konusunda nedense çok “isteksiz” görünüyor.

Çok uzatmadan kısaca ifâde etmek gerekirse, bunun altında yatan, devlet mekanizmasındaki kuvvetler ayrılığının veya ağırlığının aslında “bilindiği şekilde” olmadığı gerçeğidir. MGK ve Müsteşarlıklar eliyle yürütülen ve “Kırmızı Kitab”la müşahhaslaşan bir oligarşidir bizdeki asıl Yürütme; işte bunun anlaşılması icab ediyor. Ve tabiî “onlar”ın da üstünde olan bizim (!) “3000 Aile” temsilcileriyle kaynaşmış Siyonist Yahudi-Hıristiyan Dünya Eliti’nin DAİMA dikkate alınması gerekiyor. Mirzabeyoğlu’nun serbest bırakılması ve TELEGRAM’ın bitirilmesi, bu bakımdan bir “BAĞIMSIZLIK MESELESİ” niteliği de arzediyor. “Kukla”lardan müsbet hamle beklerken, içerideki ve dışarıdaki “kuklacı”ların asla unutulmaması gerekiyor.

Tüm bu devlet çarpıklığını bizim anlayabileceğimiz şekilde elimize tutuşturması yönünden, Mütefekkir’in DGM’deki savunmasının defaatle okunması ve okutulması elzem. Hangi meşrebten olursa olsun, “ANTİ-EMPERYALİST” dünya görüşünün bu topraklardaki savunucularının varacağı son noktayı işaretlemesi yönünden de hayatî bir tesbitler manzumesidir o savunma.

Sadece Mirzabeyoğlu’nun tarihî savunması dahi, Yeni Dünya Düzeni Elitleri ve dolayısıyla yerli işbirlikçileri nezdinde Mütefekkir’e duyulan kinin; aynı şekilde TELEGRAM’ın ve O’na yönelik 28 Şubat hukuksuzluğunun giderilmesi noktasındaki isteksizliğin, uyuşukluğun ve ikiyüzlülüğün anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

Yeni Dünya Düzeni seçkinlerinin-elitinin altında sefa süren yerli (!) 3000 Aile’nin uşak ve hamilerinin dün şunlar, bugün bunlar olmasının ne önemi var? Aynı şekilde, bu “3000 Aile”ye son 10-15 yılda birkaç yüz “muhafazakâr”ın katılması neyi değiştirir? Bu katılanların neyi “muhafaza” ettikleri asıl mesele, hangi dünya ve devlet düzenini; daha doğrusu eşkiyalığını ve yağmacılığını “muhafaza” ettikleri. “NATO toprağı Anadolu” hâdisesi herşeyi pek “veciz” anlatıyor zaten. Yine, hangi hayat tarzını “muhafaza” ettikleri asıl önemli olan. BATICI HAYAT TARZINI tüm kurum, kuruluş ve değerleri ile, üstelik tüm HASTALIKLARIYLA “muhafaza” eden bu türedi zenginler veya dejenere siyasetçilerden –pasta kavgası dışında- kim neden rahatsız olsun ki?..

Mirzabeyoğlu’nun maruz bırakıldığı barbarca zulümlerin sonlandırılmasına yönelik “isteksizlik”, belli ki bu çarpık dünya ve devlet düzeninin, yine bu zehirli hayat tarzının sonunu da getirebilecek gelişmelerin önünün açılmasından duyulan bir korkunun ifâdesi aynı zamanda.

Diğer yandan, 3000’lere katılarak sınıf atlayan yeni zümre ve onlara yakınlıktan nemalananlar için bu “muhafazakâr” etiket, şartsız İslâm hâkimiyetini farz kılan Yaradan’a karşı ikiyüzlülüğün delili olduğu kadar, toplumun büyük kısmını teşkil eden avamın uyutulup yönlendirilmesi için rahat bir zeminin temin ve tesisinde işe yarayan bir “kimlik kartı” mesabesinde yine.

Yeni Dünya Düzencilerden gelecek kemikler uğruna hebâ edilen dünyalar ve ahiretler. Birlikte yürünen yol, Anadolu’ya ve RUH KÖKÜ’ne ne kadar da ters ve yabancı oysa. Batıyla ve Batıcılarla yürüdükleri bu “yol”u, kısacık bir ifâde olarak KADER BİRLİĞİ şeklinde çerçevelemek mümkün. Yeni Dünya Düzencilerin kendi zaviyelerinden “Kader” mevzuuna bakışlarına temas edeceğiz bilâhare.

Yeni Dünya Düzenciler için, dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşayan ve nihaî amaçlarının gerçekleşmesini engelleyebilecek şahsiyetleri bertaraf etmek, onyıllardır uygulayageldikleri bir metod. Tabiî her “hedef”, kendi yapısına, özelliğine ve çevresine münhasır şekillerde hedef tahtasına oturtulur. Kimisi kolayca basın yolu ile; kimisi belden aşağıya vurularak; kimisi faili meçhullerle vs. “etkisiz hâle” getirilir.

Mirzabeyoğlu’na uygulananlarsa, belki hepsini içine alacak şekilde ama çok farklı ve uç metodlarla desteklenerek götürülen, çok ileri bir teknoloji ve çok büyük bir maliyet gerektirici TELEGRAM’la desteklenen bir büyük operasyon. 14 yıllık bu pratikte, Mütefekkir’in şahıs, fikir ve dava olarak önemine nisbetle; bilim, teknoloji, askerî silâh sanayii ve daha birçok alanda insanlık tarihinin ulaştığı en son noktayı belirtici araç ve zeminler kullanıldı, kullanılıyor. Üstelik, tüm bu imkânları ellerinde tutan Yeni Dünya Düzenciler, bu konuda ellerinden ne geliyorsa yapıyor, tüm güçlerini seferber ediyor ve Mirzabeyoğlu için atılabilecek en ufak bir müsbet adımın önünü kesmek üzere, yerli işbirlikçilerini zabturabt altında tutuyor.

İslâm dünyasını az çok tanıyan herkesin bildiği üzere, bütün gözler ve ümid Anadolu’dadır. Halkı arkasına alıp sürükleyebilecek fikir ve aksiyon adamlarının önü bu yüzden kesilmekte; hiçbir hukukî değeri olmayan mesnetsiz suçlamalarla bu öncü şahsiyetler toplumdan tecrid edilmeye çalışılmaktadır. Mirzabeyoğlu bahsi bu mevzudaki en mühim misâldir ve O’na yapılanların tercümesi şudur: “İçeri atın da biz işimizi görelim. Hattâ içeride de rahat bırakmayın, O’nu her gün her saat elektromanyetik silâhlarla yakın; birkaç saat dahi derin uyku uyutmayın; milyarlık son teknoloji ürünü cihazlarımızla zihnen de çökertmeye çalışın, madem bunu başaramadınız henüz, bari en azından daha fazla YAZDIRMAMAYA bakın.”

Sözün özü, Yeni Dünya Düzenciler ve yerli işbirlikçilerinin, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu “devlet”e kaçırtması ve yine “devlet”in eline tutuşturduğu TELEGRAM cihazı ile bir devlet hapishânesinde yıllardır fizikî ve zihnî işkenceye tâbi tutmasının ardında “büyük bir hesab” yatmaktadır.

Bu sessiz ve yavaş idamı, hükümet, bürokrasi, askeriye, siyaset, yargı, basın ve daha birçok yapıyı da kullanarak (hattâ kullanılanların birçoğu esas amacın farkında bile olmadan) saklamalarının ardında yatan bir diğer gerçek de, KADER’E TESİR EDEREK KADER’İ KENDİ LEHLERİNE ÇEVİRME olarak tercüme edebileceğimiz şeytanî –ve beyhude- bir gayedir.

Yukarıda “TELEGRAM cihazı” deyip basitleştirmemiz, cümlemizin kolay anlaşılırlığı adınadır. Yoksa TELEGRAM, birçok ilim, bilim ve teknolojiyi de içine alan, çok sofistike bir proje ve uygulamadır.

Hep vurguladığımız üzere, çok uzun yıllar öncesinden temel alan Zihin Kontrolünün bugün ulaştığı uç nokta olarak TELEGRAM, günümüzde öne çıkan nöroloji-bilgisayar-beyin merkezli ve “ultra-teknoloji” destekli çalışmaların bir eseri değildir sadece. Teknoloji harikası (!) bu askerî silâh, daha öncesinde olduğu gibi, yine parapsikoloji, hipnoz, ezoterizm gibi fenomenlerle desteklenmektedir.

Yeni Dünya Düzencilerin “Kader’e tesir etme” beyhude uğraşı demişken…

Meşhur Kabala uzmanı haham Avraham Yitzhak Hacohen Kook, SİYONİZMİ, “kurtarıcı Mesih’in gelişini HIZLANDIRICI önemli unsur” olarak tanımlar. Bunda da Kabala’nın vazgeçilmezliğini öner sürer. Kabalist öğretide kâinattaki metafizik dengeler, şeytanî güçler ve şuuraltı âlemle ilişki önemli yer tutar. Tüm bunları büyü metodları ile etkilemeyi hedefler. Meşhur Yahudi araştırmacı Z’ev ben Shimon Halevi’nin (İngilizcedeki ismiyle Warren Kenton), “KABBALAH: TRADITION OF HIDDEN KNOWLEDGE – Kabala: Gizli İlimler Geleneği” isimli kitabındaki “tarifi” kayda değer:

– “Pratikte Kabala, kötülerle ilgilenmenin yolu ve semboller aracılığıyla psikolojik dünya üzerinde güç kullanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı formudur.”

Mirzabeyoğlu üzerinde de bu “derûnî” (!) bilgilerini TELEGRAM cihazıyla yaptıkları işkenceler desteğinde uygulamaya çalışan mahfiller, O’na hükmetmeyi başaramamış ve inşallah başaramayacak olsalar da, barbarca zulmetmeyi maalesef başardılar ve başarıyorlar; ikiyüzlü, isteksiz ve duyarsız “muhafazakârlar” sağolsun(!).

Şimdi tüm dünyada bu zihniyetteki Siyonist Yahudi Dünya Eliti tarafından amaçlanan şu: Kendileriyle birlikte siyasî, askerî ve ekonomik gücü elinde tutan –özellikle- Siyonist Evangelistlerin yahud Protestan, Katolik veya Ortodoks her türden Siyonist veya Siyonizm işbirlikçisi Hıristiyanların da himaye ve yedekliğinde, kurtarıcı Mesih’in gelişinin hızlandırılması için KADER’e tesir etme sapkın şeytanî projesinin PROBLEMSİZ yürümesi!.. Kendi içlerinden Moshe Sevilla Sharon gibi tarihçilerin tesbitleri de bu yöndeki izahatlarımızı destekler mahiyette.

Yahudiler içinde Siyonizmi reddeden –azınlıktaki- dinî grubların Siyonist yahudileri sekülerizme kaymak, din dışına çıkmakla suçlamalarının bir sebebi de bu. Siyonist Yahudi-Hıristiyan “elit” güruhun, yani Yeni Dünya Düzencilerin bu eleştiri ve ikazlarını dikkate almaları elbette beklenemez.

Onlar, Büyük Kurtarıcı Mesih’lerini beklemeden Ortadoğu’da kurdukları İsrail devletinden sonra; bu kez Mesih’lerine çok daha “hoş” bir sürpriz yapma telâşesindeler. Üzerinde –MİRZABEYOĞLU gibi!- hiçbir “çıban başı”nın bulunmadığı ve çok daha geniş bir coğrafyanın üzerinde kurulacak “dünya devleti”ne Mesih’in teşriflerini beklemeye odaklanmış vaziyetteler.

Kimileri “medeniyetler ittifakı”, “dinler arası diyalog”, “kültürler arası dayanışma” diye uyutuladursun; Siyonist, Yahudi, Hıristiyan, “Ilımlı” elele; istikamet SİYONİST YENİ DÜNYA DEVLETİ’ne!..

Tabiî, HEVESLERİ böyle. Yoksa, her hesabın üstünde Allah’ın hesabı… Züccaciyeci dükkânına girmiş fil misâli, her girdikleri yerde kan revan içinde kalmalarından belli. [47]

TELEGRAM’IN ATATÜRKÇÜLERDEN MUHAFAZAKÂRLARA DEVRİ

Siyonist Dünya Eliti’nin mutemed adamı ve eski Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in bizzat hazırladığı “Rockefeller Raporu” olarak bilinen çalışmada, “ABD GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEN UNSURLAR” şu şekilde çerçeveleniyor:

– “Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. ‘Dolaylı Saldırı’ adını verdiğimiz bu tehditler, içerden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen demokratik ve reform hareketleri biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız, bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır.” [48]

Yâni diyor ki Kissinger: “Bize (Kissinger’in sadece ABD’nin değil; çok daha geniş çapta Siyonist Yahudi-Hıristiyan Yeni Dünya Düzeni oligarşisinin sembol şahıslarından oluşu dikkate alındığında, Kissinger’in “BİZ”inin mânâsı anlaşılır) ister açıkça saldırın; ister kendi içinizde savaşın; isterse en ufak içtimaî hareketlilik yaşayın, hiç fark etmez. Bizde bahane çok. Bizimle uyumlu olmazsanız tepenize bineriz.”

Faaliyet, daha doğrusu hâkimiyet alanı olarak seçilen ülkenin NATO üyesi ve dolayısıyla ABD müttefiği olup olmamasına nisbetle askerî ve istihbarî çalışmaların “rengi” farklı olabiliyor. Orta Doğu, Güney Amerika, Uzak Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yakın geçmişte yaşanan müdahalelerle; Türkiye’nin de dahil olduğu Avrupa ülkelerindeki paramiliter yerli güçlerin büyük ölçüde kullanıldığı “kontrgerilla” operasyonları, AMAÇ DEĞİŞMESE DE, bu bakımdan farklıdır.

Bu noktada, Yeni Dünya Düzencilerin fikir-strateji-taktik plânında neler başardıklarını görüp de takdir (!) etmemek mümkün değil. Bazen öyle işler becermişler ki, değil bakanlar –ki çoğu sadece bakar!-, başbakan ve cumhurbaşkanların dahi haberi olmamış. Bazen de yıllarca kullandıkları tetikçiler, kullanılıp atılınca veya akılları başlarına gelince “anti-Amerikacı” bile oluvermiş.

1957’de Rockefeller bursu ile ABD’ye gidip, o dönemin Harvard Üniversitesi idarecilerinden Dr. Henry Kissinger’in tedrisatından geçen, bir süre sonra siyasete atılarak başbakanlığa kadar yükselen Bülent Ecevit’in, Genelkurmay Başkanı Semih Sancar vesilesiyle “hasbelkader” öğrendiği ÖZEL HARB DAİRESİ meselâ. Oysa “bu” işlerin başında, “hocam” dediği Kissinger vardı.

Yine, şimdi Ergenekon ve Balyoz gibi davalardan yargılanan birçok askerî ve sivil zevat, çoğunlukla şuurlu kısmen de şuursuz olarak ABD’ye hizmet etmiş; hattâ kimi paşalar, dünyaca ünlü Yahudi kuruluşu JİNSA’dan “ödüller” bile almıştı. Kimileri “çok milliyetçi” ve “AĞAR adam” iken, daha doğrusu Yeni Dünya Düzeni tiyatrosunda dağıtılan SAĞLI SOLLU roller arasında bu mevkîde oynarken, MASON DÜNYA ELİTİ’nin desteğiyle bir yandan da ABD ve İsrail’de eğitilmiş ve bakanlığa kadar yükseltilmişti. Aynı şekilde, kimileri de yine “millî” (!) duygularla sayısız “faili malûm” cinayetin tetikçisi olmuştu.

Ve sonra devran dönmüş, kullanılan mendillerin çöpe atılma vakti gelmiş ve meşhur Yahudi kuruluşu ADL’den ödüllü hükümet başkanı ile o dönemin ABD başkanı Bush, 5 Kasım 2007’de, “kontrgerilla” etiketli “Ergenekon Terör Örgütü”nün bertaraf edilmesi ve YENİ KADROLARA YER AÇILMASI için ortak karar almışlardı. “Kontrgerilla” mefhumunu peydahlayan ve böylesi organizasyonların yıllar yılı iplerini oynatıp, bunların hem emrini hem de yemini veren bizzat Yeni Dünya Düzenciler olmasına rağmen.

Bu meyanda, yıllarca sadakatle hizmet ettiği ABD’ye sığınan MİT şefi Mehmet Eymür’ün 2002’lerde internette yayınladığı “Ergenekon” yazısı dikkatle incelenmeye değer. [49]

Yeni bir gelişme olarak, Ergenekon Davası’nda savcılık, aralarında eski genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları, eski MGK genel sekreteri, generaller, siyasî parti başkan ve yöneticileri, milletvekilleri, askerî ve sivil istihbaratçılar, eski YÖK başkanı, öğretim görevlileri, medya patronu ve gazetecilerin de bulunduğu 64 kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istedi.

Evveliyatıyla birlikte, son dönemde yaşanan tüm bu gelişmeleri değerlendirdiğimizde, daha üç beş yıl öncesinin Türkiye’sinde kilit noktaların hâkimi olan dinamik bir kadronun tasfiyesinin hayata geçirildiği anlaşılıyor.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na Kartal Cezaevi’nde uygulanan TELEGRAM işkencesinde dahli olan Org. Kemal Yavuz, eski Jan. Gen. Komutanı Org. Şener Eruygur, Org. Hurşit Tolon, eski MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç, Muhittin Erdal Şenel, Doç. Ümit Sayın, Tuğ. Levent Ersöz, Jan. Albay Hasan Atilla Uğur, JİTEM manipülasyoncusu Ergün Poyraz başta olmak üzere, birçoğu için ağır hapis cezaları, hattâ “ağırlaştırılmış müebbet” isteniyor.

Haklarında böylesi ağır cezalar istenenler arasında MGK genel sekreterinin de olması, “kırmızı kitab”ın YAZAN’ı olmakla –her ân topun ağzında olan- KORUYUCUSU olmak arasındaki farkın göstergesi olsa gerek.

Mütefekkir’in 14 yıldır maruz kaldığı TELEGRAM uygulaması hiç kesintisiz devam etmesine rağmen, 2000-2004 yılı arasındaki süreçte aktif olan ATATÜRKÇÜ failler safdışı bırakılıyor; yerine de -kimileri gözünde- “bizimkiler” geçiyor: “Yumuşak İslamcı (!) MUHAFAZAKÂR irade”nin prensi, TELEGRAMCI Amerikan özel askerî şirketi BAH’ın şefi Haham Dov Zakheim’ın memuru olan SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI MURAD BAYAR’ın koordine ettiği yeni bir kadro!..

SİYONİST Yahudilerle SİYONİST Hıristiyanların ittifakını belirten YENİ DÜNYA DÜZENİ ELİTİ’nin gözdesi MURAD BAYAR, “Başbakanın prensi” olarak Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın başına geçirilmeden önce, BOOZ ALLEN HAMILTON (BAH) adlı Amerikan özel askerî şirketinde yıllarca eğitim alıyor. ABD Savunma Bakanlığı’yla CIA’nın bir numaralı taşeronu olan bu YÜZ YILLIK ŞİRKET, tüm tarihi boyunca, CİHAZSIZ zihin kontrolü uygulamalarından başlayıp CİHAZLI zihin kontrolü olarak TELEGRAM’a uzanan süreçteki UZMANLIĞIYLA meşhur.

ABD’deki BAH merkez ofisinde kendisine verilen eğitimin ve görevlerin “yüz akııyla” üstesinden gelen MURAD BAYAR, aldığı “referanslar” sonucunda 2004 yılında Savunma Sanayii Müsteşarı olunca, “iş” vereni, daha doğrusu “emir” vereni BAH, kendisine destek olmak için Türkiye’de ofis bile açıyor. Belli ki bu sayede, “has adam”ı MURAD BAYAR şefliğinde 9 yıldır Mirzabeyoğlu’na yapılan TELEGRAM’a daha yakından göz kulak oluyor. Bir yandan da, yaptıkları tüm o barbarca işkencelere rağmen, Mirzabeyoğlu’na neden hâlâ hükmedilemediğini anlamaya ve bu “problem”i teknik servis hizmeti sağlayarak çözmeye çalışıyor.

Orta Doğu’da ve genel anlamda İslam coğrafyasında, bundan sonra daha büyük ve daha kirli senaryoların sahneye konulacağının işaretleridir yukardaki tesbitler. Başlarına belâ olmaması için tâ ilk Irak İşgali’nden bu yana –önce kısa dönem, sonra tamamen- toplumdan tecrid ettikleri HAKİKİ MUHALEFETİN KURMAYI Mirzabeyoğlu için, “nasılsa içerde, tam sırası!” diyor Yeni Dünya Düzenciler. Bu süreçte TELEGRAM’daki “teknik” başarısızlıklarını çözüp, Mirzabeyoğlu’nu bir gün mutlaka delirtebileceklerini ve O’nun yazdığı tüm o devâsâ külliyatı da böylece itibarsızlaştırabileceklerini umuyorlar. “Baktık bu da olmadı, basarız düğmeye, bertaraf ederiz tümüyle!” hesabı da yapıyorlar.

Kuşkusuz, Mirzabeyoğlu üzerindeki tüm bu plânları hayata geçirirken, “kader birliği” ettikleri, Türkiye’de Yeni Dünya Düzeni çıkarlarını ve NATO gibi operasyonel kurumlarını yıllarca itinayla MUHAFAZA etmiş “Ilımlı-MUHAFAZAKÂR” kadroların sadakatine çok güveniyorlar. Türkiye kamuoyu kadar kendi oy tabanlarının baskısına rağmen, Mirzabeyoğlu’nun maruz kaldığı hukuksuzlukların ve barbarlıkların telafisi için –birkaç ufak göz boyama dışında- parmağını dahi kımıldatmayan BAŞBAKAN ve CUMHURBAŞKANI’nın “bu konuda” emirlerinden çıkmaması, onları müthiş rahatlatıyor. Herhangi bir “yol kazası” yaşamayacaklarına derinden inanıyorlar. Bu rahatsız edici “Mirzabeyoğlu rüzgârı”nın bir gün mutlaka zayıflayacağını ve giderek söneceğini düşünüyor; Mirzabeyoğlu bahsinde kimsenin “gazına” gelmemeleri için, “NATO toprağı Anadolu”daki hâkimiyetlerini MUHAFAZA eden iktidara hiç kesintisiz bastırıyorlar. Mirzabeyoğlu’nu soranların ağzına bir parmak bal çalmakta ve “ha yarın, ha öbür gün!” diye ümit verip oyalamalakta iktidarın “başarıyla” sergilediği SİYASET hokkabazlıklarını elleri patlarcasına alkışlıyorlar.

TELEGRAM teknolojisinin patentini elinde tutan güç olarak Yeni Dünya Düzenciler, Mirzabeyoğlu gibi –Kissinger’in tâbiriyle- “TEHDİT”lere bu işkenceyi uygulamakla görevlendirdikleri “siyasî irade” ile UYUMLU olmanın önemini doğrusu çok iyi biliyor. Zaten Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, “dün” İngilizlerin has adamı ve İslâm dünyası için 20. yüzyıldaki rol modeli “Kurucu Önder”den sonra [50], Yeni Dünya Düzeni güdücüleriyle, dolayısıyla “bugün” ABD’yle en UYUMLU siyasî kadrolara sahibiz. Başbakanın ifâdesiyle, “ANADOLU BİR NATO TOPRAĞI” artık.

Evet, EN AZ YÜZ YILLIK BİR GEÇMİŞİ olan Yeni Dünya Düzeni Projesi’nin -20. yüzyıl tipi “rol modeli” Atatürkçülüğün pabucunun dama atıldığı- 21. yüzyıl tipi “rol modeli” bu MUHAFAZAKÂR kadro sayesinde, Siyonist emperyalizme itaatte kusur etmemeleri için hangi İslâm ülkesi varsa gidip postamızı koyabiliyor; olmadı “laikliğin erdemleri” hakkında toplumlarını bilgilendirebiliyor; siyonist odaklarla “BİR ÖZÜR ARTI ÜÇ BEŞ ŞEKEL’E DOKUZ CAN”la özetlenebilecek haysiyetli (!) alışverişler yapabiliyor; emperyalizme ve işbirlikçilerine “ölümüne” direnen 57 eser sahibi bir fikir devini 14 yıl her gün 24 saat elektrik verip yakabiliyor, birkaç saat kesintisiz uyumasına bile izin vermiyoruz.

Ne kadar övünsek azdır (!). [51]

SİYONİZMİN VE TELEGRAMIN ‘İHLAS’LI (!) MUHAFAZAKÂRLARI

Doğrusunu söylemek gerekirse, MUHAFAZAKÂR’ların Yeni Dünya Düzeni güdücüleri ile “uyumlu” ilişkilerinin tarihi, zannedildiğinden de eskidir. Konumuz bu kadronun tarihçesi olmadığı için fazla uzatmayacağız ancak günümüz MUHAFAZAKÂR kadrolarına şöyle bir göz attığımızda bile hemen farkedeceğimiz gibi, hemen her iktidar döneminde milletvekilliği, bakanlık, meclis başkanlığı vs yapmış ve koltuklarında onyıllarca sefa sürmüş “kemik” bir kadro öne çıkar.

Sadece resmî ve siyasî kadrolar için geçerli bir kıstas değil bu. Ekonomi sahasında arzı endam eden şirket ve holdingler; yine bilim ve akademi çevreleri; hele özellikle basın için de aynı durum söz konusu. Biz esas konumuz olan TELEGRAM çerçevesine giren çok çarpıcı bir örnek üzerinde durmakla iktifâ edeceğiz bu yazımızda. Ama önce Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan bir iktibas; 2003 yılında basılmış TELEGRAM kitabından:

– “İ.E. [İsmail Emre] vesilesiyle söylemiş olayım. İ.E. asker kökenli değil; ama İ.G.’nin [İhsan Güven] nasıl H.H.I.’nın [Hüseyin Hilmi Işık] Kuleli Lisesi’nden talebesi olduğunu sanıyorsam, asker kökenli olsaydı o da öyledir derdim. Parantez içinde belirteyim: H.H.I, kimyacı ve eczacıydı. Abdülhakîm Arvasî Hazretleri vesilesiyle Üstadım’ın anlattıklarından biliyoruz. Bu adam, TGRT pavyonunun sahibi E.Ö.’nün [Enver Ören] kayınpederidir. “İnsanları kendi çıkarlarımız için hizmetçi yapacağız” diyen bu yahudi localarının yalakası damada, benim 1998 operasyonunda yakalandığımı daha ilk gün müjdeleyen ve ona yaltaklanmaya çalışan da, İslâm’la Mücâdele Şubesi’ndeki İmam Hatib Okulu kökenli genç bir köpecik.” [52]

ENVER ÖREN’in zihniyet ve holdingiyle TELEGRAM bağlantısı ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Oysa çok bir MUHAFAZAKÂR televizyon kanalına sahib olmuş “İHLAS”lı (!) bu holdingimizin İSRAİL (Tel-Aviv) merkezli uluslararası bilişim kuruluşu ALVARION ile ortaklığı mevcut ki, doğrusu her anlamda çok aydınlatıcı bir bilgi.

İHLAS’ın ortağı ALVARION’un, İsrail menşeli olması dışında, CIA, DARPA ve ABD Savunma Bakanlığı gibi TELEGRAM üssü birçok kuruluş ile göbekten bağlı olması daha da aydınlatıcı.

Mezkûr İsrailli firma ile işbirliğine atılan “ihlaslı” imzanın, holdinge bağlı NET İLETİŞİM adlı kuruluşu aracılığıyla Türkiye’de Jandarma ve Emniyet başta olmak üzere birçok resmî ve gayriresmî kuruluşun kablolu-kablosuz elektronik güvenlik-haberleşme (istihbarat) teçhizatını sağlaması ise çok daha aydınlatıcı.

Aydınlatıcı olduğu kadar da tüyler ürpertici aynı zamanda. Çünkü ABD’yle bağlantılı İsrail firması ALVARION’un ortağı ve Türkiye’de istihbarat, jandarma ve emniyetin “elektronik” sistemlerini kuran İHLAS kuruluşu NET İLETİŞİM’in, yine ABD-İsrail bağlantılı ve Türkiye’de istihbarat, jandarma ve emniyetle işbirliği içerisinde götürülen TELEGRAM teknolojisine “teknik” destek vermiş olabileceği de –olduğu da!- anlaşılıyor hemen. Mirzabeyoğlu’nun –üstelik çoğu sadece TELEGRAMCILAR’la olan konuşmalarından kaptığı ipuçlarıyla- TELEGRAM’ın “muhafazakâr” işbirlikçilerini daha 2000’lerin başında nasıl deşifre ettiği de aynı şekilde!.. [53]

ASLOLAN SİYONİST ELİT’E SADAKAT

2004 yılında TELEGRAMCI kadrolar yenilendi demiştik. 2004 öncesi TELEGRAM yapan Atatürkçü-Batıcı taşeron grubun yerini, bu teknoloji harikasının (!) üreticisi CIA firması özel askerî şirket BOOZ ALLEN HAMILTON’dan eğitimli “Başbakan’ın Prensi” Savunma Sanayii Müsteşarı MURAD BAYAR yönetimindeki kadro aldı artık.

TELEGRAM uzmanı Amerikan özel askerî şirketi BAH (BOOZ ALLEN HAMILTON), Türkiye’de HELIX MANAGEMENT CONSULTANTS isimli yerli (!) firma ile işbirliği içinde faaliyetlerine devam ediyor aynı zamanda. Tabiî, Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın birçok faaliyetini ve ihalelerini yakından takib ediyor; resmî-gayriresmî davetlerde ayrıcalıklı yer işgal ediyor; Devlet Planlama Teşkilatı da dahil olmak üzere ülkenin birçok önemli ihalelerine de katılabiliyor. [54]

TELEGRAMCI BAH’ın (BOOZ ALLEN HAMILTON) Türkiye’de “partner-ortak” olarak seçtiği HMC (HELIX MANAGEMENT CONSULTANT) ile ilişkilerini incelediğimizde, çok karmaşık bağlantılar çıkıyor karşımıza. İtiraf edelim ki oldukça da uzun bir hikâye.

HMC için şimdilik şu kadarını söyleyelim: Yeni Dünya Düzeni güdücüleri ile çok sıkı ilişkileri var. Öyle olmasaydı Amerikan BAH özel askerî şirketine “partner” olabilir miydi zaten?

Tüm bu ilişkileri genel mânâda çerçeveleyen ise, hepsinin, ABD-İngiltere-İsrail’den yeşeren Yeni Dünya Düzeni güdücüsü kurum ve kuruluşlar olması. Bunlar, yeri gelir karşımıza HALLIBURTON; günü gelir CARYLE GROUP, ENRON, BAH ve diğerleri olarak karşımıza çıkar.

HELIX’in kurucusu SUAT SAMİ, Londra’da, önceki ismi ARTHUR ANDERSEN olan şimdiki ANDERSEN Consulting firmasında çalıştı. Daha sonra Türkiye’de kurduğu HELIX de yine bu firma ile ilişkilerini geliştirdi.

ARTHUR ANDERSEN, tarihe ENRON SKANDALI olarak geçen hâdisede kilit rol oynayan aktörlerden. ENRON, dünya sıralamasında 7. olan, Yeni Dünya Düzeni güdücülerinin yuvası uluslararası dev bir şirketti. Esasında ilk kurulduğunda bir enerji şirketi idi. 20 dolar civarındaki hisse senedi fiyatları 90 dolara kadar çıkmıştı. 1985 yılında kurulan şirket, “çok büyük ve sağlıklı büyüme gösteren” bir firma olarak biliniyordu. Oysa bu bilgiler ARTHUR ANDERSEN’in denetleme şirketi olarak yayınladığı raporlara göre idi. Hâlbuki gerçekte, Teksas merkezli firma sürekli zarar ediyor, muhasebe oyunları ile bunlar gizleniyordu.

Denetleme firması olarak ARTHUR ANDERSEN’in kamu ve yatırımcıları korumak gibi aslî bir görevi olmasına rağmen, tam tersini yapmış, ENRON’un düşüşünü gizlemiş, asıl koruması gerektiği merkezlere ihanet etmişti. Aslına bakılırsa, tüm bağımsız (!) denetleme kuruluşları da yine Yeni Dünya Düzeni elitlerinin elindeydi-elindedir.

Neticede ENRON, 2 Aralık 2001’de iflasını açıklamak zorunda kaldı. 11 Eylül’ün bir hediyesi de bu olmuştu ABD tarihine. [55]

Bu skandalda belki de en büyük pay sahibi olan ve ENRON’un kötü gidişatını kasıtlı olarak iştirakçilerinden gizleyici raporlara imza atan ARTHUR ANDERSEN firması, bir zamanlar bizim (!) TELEKOM’un da danışmanlığını yapmıştı. İyi “seçim” doğrusu!.. [56]

Söz konusu skandaldan sonra, ABD’nin DELTA Havayolları başta olmak üzere birçok Amerikan ve farklı ülke kuruluşları ARTHUR ANDERSEN ile olan sözleşmelerini feshetti.

ARTHUR ANDERSEN, daha sonra, ismindeki ARTHUR’u bırakarak ANDERSEN olarak yoluna devam etti. Eski isimle faaliyette olduğu dönemde de, sonrasında da, Londra merkezli bu dev firmada YÖNETİM DANIŞMANLIK bölümünde ter dökenlerden biri de, işte az önce TELEGRAMCI Amerikan şirketi BAH’ın ortağı olduğunu söylediğimiz HELIX’in kurucusu ve sahibi ULVİ SAMİ idi. [57]

TELEGRAMCI Yeni Dünya Düzeni güdücülerinin yuvası ve CIA taşeronu Booz Allen Hamilton’un Türkiye’deki ortağı Helix Management Consultants’ın bağlantıları bu kadarla kalmıyor. Kurucu Ulvi Sami’nin oğlu FUAT SAMİ de, Yeni Dünya Düzencilerle arasını çok iyi tutmakta babası gibi.

Oğul Sami,  “3000 Aile”nin en önemli üslerinden MASON KARARGÂHI BÜYÜK KULÜP’ün de üyesi. Burada da ayrıca DIŞ İLİŞKİLER KOMİTESİ’nde görev alıyor.

Özyeğin Üniversitesi’nin Danışma Kurulu ve öğretim üyesi olan FUAT SAMİ, aynı zamanda LABX firmasının kurucusu. Firmanın iş ortakları arasında MİCROSOFT da bulunmakta. [58]

LABX’in portföyünde göze çarpan konu başlıklarından biri de “Deney Hayvanları Laboratuvarı”. Bunun dışında yine AR-GE’ye yönelik olarak, depresyon, yüz felci, Parkinson, Alzheimer gibi problemlere dair NEUROSTIMULATOR ve implant üretim ve pazarlama çalışmaları; RSO (Free Space Optik) lazer iletim teknolojileri çalışmaları dikkat çekiyor. TELEGRAMCI Amerikan BAH firmasıyla ortak olup da TELEGRAM TEKNOLOJİLERİ’ne ilgi duymamak mümkün değil tabiî.

Sonuç olarak, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun gördüğü zulümlere, bu çerçevede artık MUHAFAZAKÂR kadroların patronajında O’na uygulanan TELEGRAM işkencesine sırtımızı dönme, görmemezlikten gelme lüksümüzün olmadığı açık. Meselenin sıradan birine uygulanan sıradan bir haksızlık OLMADIĞINI görmemiz de şart. Bu bir “taş attı, cam kırdı” suçu ve cezası değil, SİYONİST DÜNYA DÜZENİ’ne ve yerli işbirlikçilerine karşı O’nun dik duruşunun neticesidir. “Bağımsızlık” kendisi için GERÇEK bir mesele olan herkes, bu noktada HAREKETE geçmeli ve O’na reva görülen zulüm ve işkencelere başkaldırmalıdır. Yoksa bu kadar sessiz ve hareketsiz kalmak, bizde “insan”a dair hiçbir haslet bırakmayacak gibi görünüyor.

“Faithless”in şarkısında dediği gibi: HAREKETSİZLİK BİR KİTLE İMHA SİLÂHIDIR!

 

Whether Halliburton or Enron or anyone

Halliburton veya Enron yahud herhangi biri

 

Greed is a weapon of mass destruction

Açgözlülük bir kitle imha silâhıdır

 

We need to find courage, overcome

Cesareti bulmamız gerek, üstesinden gelmemiz

 

Inaction is a weapon of mass destruction

Hareketsizlik bir kitle imha silâhıdır

 

Faithless – Mass Destruction [59] [60]

 

SON SÖZ

Bugün gelinen noktada Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na zihnen hükmedemeyeceğini anlamış bulunan TELEGRAMCI taifesi, işi “sadece ekstrem bir işkence” olarak sürdürüyor artık.

Tâ en başından beri olduğu üzere, günde 24 saat kesintisiz elektromanyetizma ile Mütefekkir’in vücudu -özellikle belirli bölgeler hedef alınarak- yakılıyor; acı vermenin yanında sürekli konuşma ve küfürlerle yazması ve eser üretmesi engellenmeye çalışılıyor; bilhassa namaz kılarken bunlar arttırılarak namaz kılması engellenmeye çalışılıyor. Ve daha neler neler…

Açıkçası, 57 eser sahibi bir fikir adamı ve İslamî bir dünya görüşünün mimarına, DEVLET’e ait askerî bir silah olan TELEGRAM teknolojisi ile, DEVLET’in cezaevinde, DEVLET görevlileri tarafından, 2000 yılından bu yana ve hepimizin gözleri önünde hergün ARALIKSIZ işkence ediliyor.

Hem de “bu kadar yeter, kalk bakalım!” denilerek, günde 2-3 saat deliksiz uyku bile kendisine çok görülerek sürdürülüyor bu işkence.

Bir “son dakika” haberi olarak, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Malatya Milletvekili Sayın Veli Ağbaba’nın verdiği “TELEGRAM ÖNERGESİ”ne “biz yapmadık!” demiş. Tüm suçluların NORMAL tepkisidir bu. Ne var ki DELİLLER hiç de öyle söylemiyor, Savunma Sanayii Müsteşarı ve ABD’den TELEGRAM eğitimli MURAD BAYAR işte orada ve iş başında duruyor!..

MUHAFAZAKÂR Başbakan’ın daha bir yıl kadar önceki sözleri:

– “Biz bize yapılanın başkasına yapılmasına razı olmayız. Şiir okuduğu için hapis yatmış bir Başbakan olarak, kimsenin fikirlerinden, yazdıklarından ötürü hapis yatmasına razı olmam.” [52]

Oysa muhafazakâr, daha doğrusu Siyonist Yeni Dünya Düzeni projesini itinayla muhafaza eden ve Anadolu’daki işgalci NATO varlığını tahkim eden iktidarın 11 yıllık ve üç dönemlik karnesine bakıldığında herkesin ilk farkedeceği şeylerden biri, 57 eser sahibi MÜTEFEKKİR Salih Mirzabeyoğlu’nun tüm bu dönem boyunca “ağırlaştırılmış” hücre şartlarında ve TELEGRAM barbarlığı altında “hapis” yattığı, hükümetin de bu hukuksuzluk ve işkenceden pek bir “razı” görüntü çizdiği, üstelik gerek Mirzabeyoğlu’nu hapse gönderen “brifingli” 28 Şubat yargı kararlarının iptalinde ve gerekse TELEGRAM barbarlığının bitirilmesinde parmağını bile kımıldatma, hele Başbakanın bu bahiste dudaklarını bile kıpırdatma gereği duymadığıdır.

15 yıl önce, o günün hukuku (!) ile cezaevine kapatılarak toplumdan tecrit edilmeye çalışılan Mütefekkir Mirzabeyoğlu, bugünün hukuku (!) ile ve söz konusu “işkence altında hapis” şartlarının değiştirilmemesi için yapılan gizli (!) ittifaklar sebebiyle hâlâ cezaevinde çile dolduruyor.

Mirzabeyoğlu’nu aslı astarı olmayan suçlamalarla cezaevine koyan “Kemalist irade”nin temsilcisi durumundaki birçok kişi de bugün cezaevinde. Ne var ki tüm bu altüst oluşa rağmen Mütefekkir’in durumunda herhangi bir ciddi değişiklik maalesef yok.

Bu tuhaflığı nasıl yorumlamak lâzım? Bizim zâviyemizden hiç de zor değil bunun tefsiri. Mesele şudur: Dünkü “Kemalist” iradenin de, bugünkü “muhafazakâr” olanının da esas itibariyle bir farklılıkları yoktur. Nedir bu “esas” nokta diye sorulursa, Siyonist Yahudi-Hıristiyan Elit’in emperyalist Yeni Dünya Düzeni’ne, teşkilâtlarına ve Batıcı hayat tarzına sarsılmaz sadakat, hizmet ve bağımlılıktır cevabını veririz.

Dar anlamda Anadolu’da; geniş anlamda tüm İslam coğrafyasında antiemperyalist mücadele veren yahud bunun ıstırabını duyan kim varsa, hangi ideolojik ve siyasî yapıdan olursa olsun, herkes için Mirzabeyoğlu isminin “turnusol kağıdı” olması bundandır.

Dün olsa “Divan-ı Harb’lik” denilecek işbirlikçiliğin bugün global dayanışma adı altında iftiharla savunulduğu; Anadolu’nun “NATO toprağı” olduğunun en yüksek makamlarca “resmen” dillendirildiği; daha da vahimi, bunun kanıksanırcasına toplumda hakettiği tepkiyi görmediği; Hıristiyan protestanlığına eşdeğer “kült” bir edâ ile “hayata hâkimiyetten uzaklaştırılmış” bir İslâm anlayışının empoze edildiği; kitlelerin, başta eğitim, siyaset ve basın yoluyla Yeni Dünya Düzencilerin istediği potaya dökülüp şekillendirildiği; yabancı askerî üslerin ise sadece topraklarımızda değil, kafalarımızdaki yerlerinin de tahkim edildiği bir ülkede yaşıyoruz.

“Mirzabeyoğlu niçin içeride ve işkence altında HÂLÂ?” diye merak edenler varsa, sebebini tüm bu kısaca çerçevelediğimiz tablodan çıkartabilirler. Çünkü eseri, teklifi, duruşu ve aksiyonuyla tüm bu “ihanet” cenderesine DUR demeye HÂLÂ devam ediyor ve HÂLÂ teslim olmuyor. Karşılığı da HÂLÂ hapiste olması ve kesintisiz TELEGRAM işkencesi görmesi oluyor.

Bu bakımdan, Mütefekkir’e uygulanan TELEGRAM’ın 2000-2004 yılları arasında globalist-KEMALİST; sonrasında ise globalist-MUHAFAZAKÂR kadrolarca yapılmasına şaşırmamak, çünkü 2004 öncesi ve sonrası siyasî ve idarî kadroların “temel”de aynı olduklarının farkına varmak gerekiyor.

Bizler kendi içimizde bu kadroları karşılaştırırken “temel mesele”nin ne olduğunu nasıl tartışırsak tartışalım, “bu kadrolar aslında temelde şu bakımdan farklıdır” diye kendimizi nasıl avutursak avutalım, sonuç değişmiyor. Yeni Dünya Düzenci Kissinger’in hazırladığı “Rockefeller Raporu”nda ifade edildiği gibi, Siyonist Yahudi-Hıristiyan Dünya Eliti, biz ve bizim gibileri sadece ve sadece “kendileri ile UYUMLU olup olmamamız”a göre değerlendiriyor ve ona göre tavır alıyor. Demek ki biri “Kemalist”, diğeri “Muhafazakâr” bu UYUMLU kadrolar, onlar için AYNI. Mirzabeyoğlu’na reva gördükleri AYNI hukuksuzluk ve barbarlıktan belli!

İşte Yeni Dünya Düzeni güdücülerinin bizden istediği ve herşeyimizde “temel” teşkil eden bu: Onlarla “uyumlu” olmak; Türkçesi, “fino”ları olmak. Şu hâlde, TELEGRAM’a, TELEGRAMCILAR’a ve TELEGRAMCI DÜNYA DÜZENİ’ne karşı olmak, “finolar”a ve “finolaşma”ya da karşı olmak demektir.

İNSAN OLMAK bunu gerektirir.


1  Reha Suvari, “Yerli Telegramcıların Yabancı Efendileri”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 316, 31 Ocak 2013.

2  Reha Suvari, “Telegram ve Mengeleci Bilim Adamları”, Baran Dergisi, Sayı 313, 10 Ocak 2013.

http://www.youtube.com/watch?v=Rm2hcVpWKj8 (19 Kasım 2012)

http://www.bbc.com/future/story/20120704-mind-control-moves-into-battle/2 (19 Kasım 2012)

http://www.trthaber.com/haber/bilim-teknik/bilgisayarlar-zihin-okumaya-başladı-48721.html (28 Eylül 2012)

http://194.27.151.8/braindynamics/tr/personel/ErolBasarCVtr.doc (19 Kasım 2012)

http://www.modsimmer.metu.edu.tr/ (19 Kasım 2012)

7  Reha Suvari, “NATO ve ‘Yerli’ Telegram Teknolojisi”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 314, 17 Ocak 2013.

8  Salih Mirzabeyoğlu, ESATİR VE MİTOLOJİ –Güneş ve Ay-, İBDA Yayınları, İstanbul 2010, s. 656.

9  http://www.cevizkabuğu.com.tr/gündem.asp?procid=240 (19 Kasım 2012)

10  Reha Suvari, “Telegram: Kadîm İlimlerle Pozitif Bilimler Elele”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 315, 24 Ocak 2013.

11  Yazımızı hazırlarken, Özel Askerî Şirketler konusundaki araştımalarıyla meşhur Brooking Enstitüsü akademisyenlerinden Peter W. Singer’in çalışmalarının bizim için çok faydalı olduğunu söylemeliyiz. Bu vesileyle, Singer’in TİMAŞ yayınlarından çıkan “Kiralık Ordular” kitabını tavsiye etmiş olalım.

12  http://www.haberturk.com/dunya/haber/209704-bu-da-abd-balyozu (4 Şubat 2013)

13  http://www.milscint.com/haberdetay.asp?haberid=1792 (4 Şubat 2013)

14  http://www.airnewstimes.com/iha-kazas%C4%B1nda-sivil-personel-etkisi-13639-haberi.html (4 Şubat 2013)

15  http://www.loc.gov/loc/brain/proclaim.html (4 Şubat 2013)

16  Reha Suvari, “Telegram: Bir ‘Yeni Dünya Düzeni’ Silâhı”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 317, 7 Şubat 2013.

17  http://www.cevizkabugu.com.tr/gundem.asp?procid=240 (11 Şubat 2013)

18  http://www.salon.com/2007/01/08/mcconnell_5/ (11 Şubat 2013)

19  http://arsiv.sabah.com.tr/2000/07/21/d01.html (11 Şubat 2013)

20  http://4.bp.blogspot.com/_1SMsLeIngME/TEIWS1toCRI/AAAAAAAAAQs/vxhceQ-Ui2U/s1600/STAR+GATE+review_3.jpg (11 Şubat 2013)

21  http://www.ssm.gov.tr/anasayfa/kurumsal/Sayfalar/mevzuat.aspx (11 Şubat 2013)

22  http://www2.tbmm.gov.tr/d24/7/7-8252c.pdf (11 Şubat 2013)

23  http://www.antigazete.com/turkiye-askeri-silah-aliminda-dunya-onuncusu_haberi_731.html (11 Şubat 2013)

24  Reha Suvari, “Telegram’da Bir Amerikan Devi ve Türkiye’deki Resmî Bağlantıları”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 318, 14 Şubat 2013.

25  http://www.afcea.org/ (19 Şubat 2013)

26  http://www.bianet.org/bianet/bianet/49416-elektronik-secim-ve-norquist-devleti (19 Şubat 2013)

27  http://www.afcea.org.tr/afceatr/afceatr_hakkinda.htm (19 Şubat 2013)

28  http://www.afcea.org.tr/afceatr/afceatr_yonetim.htm (19 Şubat 2013)

29  http://askerhaber.com/haber/3067/sahte-cdnin-anlattiklari.html (19 Şubat 2013)

30  Salih Mirzabeyoğlu, ÖLÜM ODASI B-YEDİ –Giriş-, İBDA Yayınları, İstanbul 2012, s. 209.

31  http://sports.groups.yahoo.com/group/Anittepe_Kosuculari/message/805 (19 Şubat 2013)

32  Reha Suvari, “NATO Telegramcılar Derneği: AFCEA”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 319, 21 Şubat 2013.

33  http://www.whale.to/b/constantine6.html (25 Şubat 2013)

34  http://www.hurriyetegitim.com/haberler/20.02.2013/stanford-universitesi-osmanlica-kursusu-acmaya-hazi.aspx (25 Şubat 2013)

35  http://www.youtube.com/watch?v=ryYIfNrOM3Y (25 Şubat 2013)

36  http://en.wikipedia.org/wiki/SRI_International (25 Şubat 2013)

37  Reha Suvari, “Telegram Uzmanı Bir Kuruluş: Stanford Araştırma Enstitüsü”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 320, 28 Şubat 2013.

38  http://docviewer.yandex.com/?c=51320ab5af3d&url=ya-disk-public%3A%2F%2FWMyw1fw4oXfyfpBTC23xg4akDDG4PU6oxfn63bzJar4%3D&name=57%20(06.03.2009%20tar.otr.7%20nolu%20arakarar%20Erg%C3%BCn%20Poyraz%20m%C3%BCdafii%20talebi%2014.%20A.C.M.%202004-196%20ESAS.pdf&page=32 (5 Mart 2013)

39  Salih Mirzabeyoğlu, TELEGRAM -Zihin Kontrolü-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 23-24-25; büyük harfle vurgular bize âit.
40  http://groups.yahoo.com/group/Liberal-Turkiye/message/3330 (5 Mart 2013)
41  http://www.hakanyilmazcebi.com/?sayfa=oku&id=61 (5 Mart 2013)

42  Reha Suvari, “Bir Telegramcı Portresi: İhsan Güven”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 321, 7 Mart 2013.

43  http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=684116&CategoryID=97 (12 Mart 2013)

44  http://www.kutsalkitaplar.net/index.php/site-ds-kaynaklar-2/aytunc-altundal/genel-makaleleri/19966-gizli-ilimler-pesinde-kosan-adam (12 Mart 2013)

45  http://docviewer.yandex.com/?url=ya-disk-public%3A%2F%2FWMyw1fw4oXfyfpBTC23xg4akDDG4PU6oxfn63bzJar4%3D&name=57%20(06.03.2009%20tar.otr.7%20nolu%20arakarar%20Erg%C3%BCn%20Poyraz%20m%C3%BCdafii%20talebi%2014.%20A.C.M.%202004-196%20ESAS.pdf&c=513abd905079&page=26 (12 Mart 2013)

46  Reha Suvari, “MGK Telegram Yapar, Bakanlar Sadece Bakar”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 322, 14 Mart 2013.

47  Reha Suvari, “Telegramcı Yeni Dünya Düzeni ve Yerli ‘Muhafazakâr’ İşbirlikçileri”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 323, 21 Mart 2013.

48  M. Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları, İstanbul 1966, s. 297.

49  http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=412 (25 Mart 2013)

50  En az yüz yıllık Yeni Dünya Düzeni Projesi’nin “Beynelmilel Yahudilik” patronajlı ve İngiltere merkezli ilk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin rolüne dair aydınlatıcı bir pasajı, M. K. Atatürk’ün NUTUK’undan okuyabiliriz:

– «Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki yıl önce yayınlanan bir tarih yazdı. Eserinin son sayfaları “Dünya tarihinin gelecekteki safhası” başlığı altında bazı düşünce ve görüşleri içine almaktadır. Bu görüşlerin yönelmiş olduğu hedef “Un gouvernement fédéral mondial” yani “birleşik bir dünya devleti”dir.

Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceğini ve böyle bir devletin önemli ayırıcı özellikleri ile ilgili tasavvurlarını belirtiyor; adaletin ve tek bir kanunun hâkimiyeti altında dünyamızın ne durumda bulunacağını tahayyül ediyor.

Wells, “bütün hâkimiyetler tek bir hâkimiyet içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır” diyor ve “gerçek devlet, çağdaş hayat şartlarının bir zaruret hâline getirdiği birleşik dünya devletinden başka birşey olamaz”; “hiç şüphe yoktur ki, insanlar kendi icatları altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmeye mecbur olacaklardır” görüşünü ileri sürüyor.

“İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük hayallerin sonunda gerçekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediği” ve “saldırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin, birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği” de bildiriliyor. Wells’in “Avrupa ve Asya’nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki parçasındaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir”, “olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir” şeklindeki düşüncelerini de kaydedeyim.

Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, Hıristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren «birleşik bir dünya devleti» kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.»

  1. K. Atatürk, NUTUK, 17. Basım, Alfa Yayınları, İstanbul 2007, s. 508-510.

51  Reha Suvari, “Telegram’ın Atatürkçülerden Muhafazakârlara Devri”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 324, 28 Mart 2013.

52  Salih Mirzabeyoğlu, TELEGRAM –Zihin Kontrolü-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003, s. 22-23.

53  https://secure.mynetreg.com/UserFiles/Image/2011/alvarion/new4/Net_Iletisim_Inc_@_Alvarion_Partner%27s_EventV2.pdf

http://en.wikipedia.org/wiki/Alvarion

http://iphaber.com/net-iletişsim-ve-alvarion-wimax-konusunda-el-sikisti

http://yenisafak.com.tr/Bilisim/?t=27.10.2009&i=211530

http://www.turkiyegazetesi.com/haber/509316/abone.aspx

http://www.netiletisim.net/sirketprofili.asp

(WAVION, ALVARION’un eski ismi), (9 Nisan 2013).

54  http://www.helix.com.tr/history.php

55  http://www.ekodialog.com/Makaleler/enron_skandali_sermaye_piyasalari.html (9 Nisan 2013)

56  http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/116086.asp (9 Nisan 2013)

57  http://www.lab-x.org/danisma-kurulu.php?lng=tr&cid=30&pid=30 (9 Nisan 2013)

58  http://www.lab-x.org/hakkımızda.php?lng=tr&cid=31 (9 Nisan 2013)

59  http://www.sarkicevirileri.com/28974-Faithless-Mass-Destruction-ceviri.html# (9 Nisan 2013)

60 Reha Suvari, “Siyonizmin Telegramcı ve ‘İhlas’lı Muhafazakârları”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 326, 11 Nisan 2013.

61  http://www.usasabah.com/Guncel/2012/01/26/gazeteci-davalari-dusecek (9 Nisan 2013)

Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos-Ekim 2013.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR