‘Tolstoy’ – Dimitri Sergeyeviç Merejkovski

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Rusçadan Tercüme: KENAN DURDU

TAKDİM

Dimitri Sergeyeviç Merejkovskiy:14 Ağustos 1865 – 9 Aralık 1941) Romancı, şair, din düşünürü ve edebiyat tenkitçisi. Rus Şiirinin Gümüş Çağının yeni ufuklar açan, Sembolist hareketinin öncü ismi kabul edilen Merejkovski, şair karısı Zinaidia Gippius ile birlikte iki defa siyasî sürgüne mecbur edilir. İkinci sürgün yıllarının tamamı (1918–1941) Fransa’da geçer. Sürgün yılları boyunca Merejkovski Sovyet Rusya’ya sadece eleştirici bir tavır takınmakla yetinmez, aynı zamanda alternatif arayışlar çerçevesinde ve Mussolini başta olmak üzere birtakım siyasilerle ilişkiler geliştirmeye de ağırlık verir. Merejkovski, hem apokaliptik Hristiyanlığa bakışıyla nevi şahsına münhasır bir din yorumcusu olarak, hem de coşkun idealizmle edebî yenilikçiliği birleştiren felsefî tarihî romanların yazarı olarak, dokuz defa Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterilir ve 1933 yılında bu ödülü kazanmaya çok yaklaşır.

Merejkovski bizde pek tanınmış bir isim değil veya birkaç roman çevirisiyle yeni yeni tanınan bir isim… Doğrusu, E. H. Carr’ın “DOSTOYEVSKİ” isimli biyografisinde yazarın “TOLSTOY VE DOSTOYEVSKİ” isimli 2 ciltlik eserine değinilmeseydi, bizim de dikkkatimizi çekmeyecekti. Türkiye’nin Tanzimatla başlayan ve bir türlü sonu gelmeyen “muğlak” Batılılaşma serüveni açısından baktığımızda, yüz küsür yıl önce yayımlanan bu eserin bugüne kadar varlığından haberdar olunmaması gerçekten izaha muhtaçtır. Bir anlamda bu açığı kapatma adına, işte sözünü ettiğimiz eserin birkaç bölümünü çevirdik veya çevirebildik. Zira eser felsefî metinler seviyesinde zorluklarla dolu. (K. Durdu)

***

I. BÖLÜM

Tolstoy’un eserleri hayatı ve kişiliğiyle öyle birebir ilişkilidir ki, bir diğeri hesaba katılmadan onlardan bahsetmek mümkün değil; onu bir sanatçı, düşünür ve kanaat önderi vasıflarıyla tanımadan önce insanî yönleriyle tanımak gerekir. Tolstoy’un yetmişlerin sonu ile seksenlerin başı arası dönemde sadece şahsî hayatını değil, zihin dünyasını ve yazarlık faaliyetlerini de radikal bir şekilde etkileyen dinî ve ahlâkî dönüşümün Rus toplumunda ve kısmen de eleştiri dünyasında onun hayatını iki safhaya ayırdığı yönünde bir kanaat yerleşmiştir. Buna göre o, hayatının ilk yarısında sadece büyük bir yazar, belki de büyük bir şahsiyettir, fakat yine de insanî hasletleriyle, Rus sevinci ve hüznüyle, kuşkuları ve zaaflarıyla âşinası olduğumuz dünyadan biridir. Hayatının ikinci yarısında ise o, tarihî ve kültürel hâdiselerin şekillendirdiği şartlardan doğmuştur. Kimisine göre diğerkâm bir Hıristiyan, kimisine göre bir tanrıtanımaz ve kimisine göre bir mutaassıbtır o; kimisine göre ise bir filozoftur ve hattâ onu bir Sokrat, Buda, Konfüçyüs kadar en yüksek ahlâkî aydınlanmayı yaşamış yeni bir dinin kurucusu olarak görenler de vardır. 1879’da kaleme aldığı “İtiraflar”ında bizzat kendisi de bu yeniden doğuşu itiraf edecek; dinin biricikliğinin, kesinliğinin ve nihailiğinin altını kalın çizgilerle çizecektir.

– “Bundan beş yıl evvel başıma çok tuhaf bir şey geldi: İlkin bir hayretin içine düşüyor, hayattan kesiliyor, kopmalar yaşıyor, âdeta nasıl yaşayacağımı, ne yapacağımı bilemediğim bir girdabın içine düşüyordum. Hayattan o kopmalar esnasında, mütemadiyen aynı sorular musallat olurdu bana: Yaşamak niçin? Peki, ya sonra? Âdeta, yaşaya yaşaya, döne dolaşa bir uçurumun kıyısına varmıştım. Ölmekten başka bir şey yoktu beni bekleyen. Tüm benliğimi kaplayan tek arzuydu ölmek. Eskiden mutlu bir insanken, şimdi her gece odama çekilip kendimle baş başa kaldığımda, kendimi asmaktan korkar olmuştum ve hayatı en kolay yoldan terk etmeye heves etmemek için ava tüfeksiz gider olmuştum.”

Kendi ifadesiyle, onu bu yeis ve intihar fikrinden, Allah’a inanan basit köylülerle, müjiklerle yakınlık kurması kurtarır.

– “Sade halk tabakasıyla iç içe yaşadığım iki yıl beni kökten değiştirdi. Benim de içinde bulunduğum varlıklı elit tabaka bana yalnızca tiksinç gelmekle kalmadı, nazarımda mânâsını büsbütün yitirdi. Muaşeret âdabından muhakeme tarzımıza, bilimden sanat anlayışımıza kadar her şey bana farklı bir veçheyle görünmeye başladı. Bütün bunların içi boş, mânâsız şeyler olduğunun idrakine vardım. Kendimden nefret ettim ve hakikate teslim oldum. Ancak o zamandır ki hayatın gerçek mânâsını kavrar oldum.”

En muteber biyografiler, en muvazaasız olanlardır. Tolstoy’un hayatına dair yazanların en güveniliri S. A. Bers de -yazarın eşinin ağabeyidir-, “Hatırat”ında, Tolstoy’un entellektüel faaliyetleriyle sosyal münasebetlerinin seksenli yıllardaki bu köklü değişiminden söz eder.

– “Tüm benliğini saran son on yıldaki bu değişim, kelimenin tam anlamıyla kökten bir yenilenme oldu onun için. Bu değişim, sadece şahsî hayatını veya diğer insanlarla, canlılarla münasebetini değil, fikir mesaisini de etkiledi. Lev Nikolayeviç Tolstoy, yakınlarına sevgi ideası’nın canlı bir timsali hâline geldi.”

Karısı Kontes Sofya Tolstoy’un şahitliği daha yüksek bir kesinlik taşır:

– ““Levoçka’mın nasıl değiştiğini bir görsen!” diye yazar ağabeyine 1881 yılının başında, öyle değişti ki o, artık tamamen dini bütün bir Hıristiyan oldu.”

Şayet Tolstoy’un kendi sanat eserleri, ilk günlüklerinden son günlüklerine kadar hayatına ayna tutmaktan başka bir şey olmayan elli yıllık kocaman günlüğü ve sayısız ayrıntıyla dolu “İtiraflar”ı olmasaydı, böylesine sağlam ve güvenilir şahitlerden kuşkuya düşmek zor olabilirdi.

Bütün zamanların ve milletlerin edebiyatında Tolstoy gibi hayatının en şahsî, en hususi ve bazen en mahrem yanlarını böyle cömertçe veya ar duygusu taşımadan yazan başka bir örnek bulunması şübhelidir. O kendisi hakkında söylenecek ne varsa anlatmış gibi; onun kendi şahsı hakkında tüm bildikleri, bizim onun hakkında bildiklerimizden daha fazlası değildir.

O hâlde bu edebî veya belli bir kasıt gütmeyen gayr-i ihtiyarî itiraflarında onun ellili yaşlardaki, yâni yaşlılık öncesi hayatında gerçekleşen dinî devrimin gerçek mânâsını irdelemek zorundayız.

Yirmili yaşlarında bir delikanlıyken yazdığı “Çocukluk, İlkgençlik ve Delikanlılık” adlı ilk romanında, 14-15 yaşlarına ait taze hatıralarını anlatır.

– “Bir yıl boyunca kendi iç dünyama yoğunlaşarak münzevi ve mânevî bir hayat yaşadım. Bu süre zarfında insanın varoluş hikmetine, ölüm sonrası hayata ve ruhun ölümsüzlüğüne dair bütün mücerret sorular zihnimde yer edinmeye başladı; çocuksu, körpe zihnim tecrübesizliğinin olanca atılganlığıyla insan zekâsının erişebileceği en yüksek seviyeden sorulması önerilen soruların şuuruna varmaya çalışırdı.”

Bir ilkbahar günü hizmetçiye pencere çerçevesini yerine oturtmaya yardım ederken, âni bir sevinç ve Hıristiyanca bir fedakârlığın duygulanmasını yaşar.

– “Nikolay’a hizmette bulunarak kendime eziyet etmek istemiştim. Eskiden ne kötüydüm ben, hem nasıl iyi ve mutlu olabilirdim ki, ama gelecekte öyle iyi, öyle mutlu olacağım ki diyordum kendi kendime. Bir ân evvel, hiç vakit kaybetmeden, hemen şu ândan başlayarak başka bir insan olmam ve başka türlü bir hayat yaşamam gerek.”.

“Tüm insanlığı ıslah etmek, haksızlıkları ve felaketleri yok etmek”, ona “yerine getirilmesi kolay şeyler” gibi görünür. Ve “hayatının bütün görev ve uğraşılarının bir listesini çıkarmaya” karar verir, “ömrünce hiç taviz vermeden ilkelerine göre hareket edeceği hedeflerini” kâğıda döker.

Hiç vakit kaybetmeden yukarıya, kendi odasına çıkar, bir tomar kâğıt alıp satır çizgileri çizerek, kendine, yakınlarına ve Tanrı’ya karşı görevlerinin bir cetvelini çıkarır.

Üzüntüyle hattâ dehşetle ama yine de gayet sığ bir istihza tavrıyla, sanki yaşadığı derin buhrandan bîhabermiş gibi, Aziz Yakub’un sözleriyle o zamanki kendi ikili düşüncelerini anlatır.

Onda iki kalb, iki insan varmış gibi tuhaf bir duygu söz konusu. İlki Hıristiyanlığın ölüm telakkisi uyarınca kendini acı ve ıstırabla terbiye etmek maksadıyla “korkunç acılara aldırmadan Tatişev’in cilt cilt kamusunu uzattığım ellerimde tutmaya beş dakika boyunca dayanmaya çalışır veya kilere kapanarak çıplak sırtımı kalın bir iple öyle acıyla kamçılardım ki, istemeyerek de olsa gözlerimden yaşlar akardı.”; diğeri de, yine ölüm düşüncesiyle ilgilidir, ölümün her saat, her saniye onu hazırda beklediğinin ânlık şuuruyla, derslerini bir kenara atar… ve üç gün boyunca “vaktimi yataktan hiç çıkmaksızın keyfimce roman okuyarak ve en son paramla satın aldığım kron ballı kurabiyeler yiyerek geçirdim.”

Bu iki Lev Tolstoy’dan biri şuurlu, iyi kalbli ve hassastır, günahlarını itaatkârane itiraf ederek kendinden, kendi kusurlarından nefret eder; diğeri ise içgüdüleri ağır basan, kötü kalbli ve his yoksunu biridir, “kendinden nefret etmekten, nefsini yermekten duyduğu pişmanlıktan ötürü kendini suçlarken bile şehvetvâri bir hazzın gururuna kapılır”, “kendini bütün bir insanlık hayrına yeni hakikatleri keşfeden büyük bir şahsiyet telakki ederek diğer fanilere üstünlüğünün bu şuurlu gururu zaviyesinden bakar.”

Tolstoy ilkgençlik düşüncelerini gözden geçirirken onların temelinde dört duygu bulunduğu neticesine varır: Birincisi “muhayyel kadına duyulan aşk” yâni bedenin şehveti; ikincisi “aşka âşık olmak” yâni gururun, ruhun şehveti, üçüncüsü olağanüstü bir şöhretten mutluluk beklentisi, bu öyle bir fikr-i sabite ki onda deliliğe dönüşmüş; dördüncüsü kendinden nefret ve pişmanlık.

Fakat aslına bakılırsa bu dört duygu iki duyguya müncerdir, zira ilk üçü tek bir duyguda, kendi şahsına, cismanî hayatına veya Ben’ine duyduğu aşkta birleşmiş; ikincisi kendinden tiksinmek, nefret etmek, öyle ki başkalarını veya Tanrı’yı sevmemeyi de ihtiva eden mutlak bir nefret duygusudur. Muhtemelen, hem birinci duygunun hem de ikincisinin aslî temeli, en karşıt -en olumlayıcı ve en olumsuzlayıcı- duyguların terkibi hâlinde Ben’dir. Her şey Ben’de başlar ve Ben’de biter; ne sevgi ne de nefret bu çerçeveyi parçalayabilir.

Ve işte asıl sorulması gereken: Bu münavebeli ve mütemadiyen kaynaşma hâlindeki Lev Nikolayeviç Tolstoy’lardan hangisi daha samimi ve daha hakikidir? Zühd ve takvayla çıplak sırtını iple kamçılayan mı veya güneş altındaki her şeyin eziyetin eziyeti ve ruhun çilesi olduğunu, ölü arslan olmaktansa diri köpek olmak evlâdır düşüncesiyle kron ballı Epiküryen kurabiyeleri yiyerek kendini avutan mı? Bu ikisinden kendini seven bu ve kendinden nefret eden de şu diğeri mi acaba? Tüm duygu, düşünce ve arzusuyla Hıristiyan akidesine göre yaşamak isteyen kim -veya tersi-, ondan pagan bir hayat uğruna vazgeçmeye hazır olan hangisi? Veya, belki de, neticede –onun için bu en korkuncu olurdu-, onların ikisi de derece itibariyle aynı samimiyete ve aynı hakikate mi sahibtir?

Her hâlükârda, “çok mücerret akıl yürütmeler” olarak vasıflandırdığı bu ilk eserinde kendini ve ilkgençlik düşüncelerini öyle taviz vermez bir dürüstlükle yargılar ki, daha sonraları hiçbir şekilde, hattâ yakıcı itiraflarda bulunduğu, nefsiyle hesablaştığı meşhur “İtiraflar”ının sayfalarında bile buna rastlanmaz. “Bütün bu ağır manevî çabalarım neticesinde zayıf bir irade gücüyle duyguların diriliğini ve sağduyu aydınlığını yok eden ve mütemadiyen ahlâkî analizleri alışkanlık edinen kıvrak bir zekâdan başka hiçbir şey elde edemedim. Mücerret düşüncelere olan istidadım gayritabiî derecede öyle bir şuur geliştirdi ki kimi zaman kafamı meşgul eden mevzu hakkında değil, ne hakkında düşündüğüm hususunda düşünürdüm. Kendime sorardım: Şimdi ne düşünüyorum? Şöyle cevablardım: Bir şey hakkında düşündüğümü düşünüyorum. Peki, şu ân ne düşünüyorum? Ne hakkında düşünüyorsam onu düşündüğümü düşünüyorum, vs. Zekâ aklın dışına vuruyordu.” Kâğıda satır çizgileri çekmek için bulamadığı cetvel yerine Latince sözlük kullandığı sırada devrilen hokkadan ona mürekkeb bulaştırdığında “Hayatın Kuralları” ile ilgili uğradığı ilk başarısızlığına dair şöyle yazar:

– “Her şey kalbimde o kadar güzel ve aydınlık iken, onu yazıya veya genellikle hayata katmak istediğimde niçin o kadar çirkin ve bir o kadar berbat çıkıyor?”

Peki, bu sadece yılların geçmesiyle yerini kâmil bir şuur ve ruha bırakacak olan çocuk zekâsının ve çocuk vicdanının çaresizliği olabilir miydi acaba? Sanmam. “Çocukluk ve İlkgençlik”i yirmi dört yaşındayken yazdığı sırada bu çocuksuluğun artık yaşla ilgili olmadığının, silinmez izleriyle bütün hayatı boyunca kendisine eşlik edeceğinin elbette farkındaydı.

– “Şayet kaderimde uzun yaşamak varsa ve ömrüm vefa edip yetmişini idrak edecek ihtiyarlık çağına erişecek olsam bile, aynen bugünkü gibi çocukça imkânsız şeylerin hayâlini kuracağıma inanıyorum.”

Bu sade ve sakin sözlerindeki tevekkül vurgusu -şayet Tolstoy’un genel mânâda dine bağlılığı hakkında konuşacak olursak-, sonraki tüm hayatında o gayet tumturaklı ve tutkulu günah çıkarma itiraflarından daha kuvvetli değil midir? Tüm dünyanın gözleri önünde kendisi hakkında: “Ben ihtiyarlık düşüncelerimde de ilkgençliğimin mücerret akıl yürütmelerindeki gibi bir çocuğum hâlâ; bendeki sınırsız kudretteki sanat dehasına rağmen kendi Tanrı araştırmalarımda ne önder ne peygamber ne de yeni bir din kurucusuyum; çağımızın tüm diğer insanları gibi nevrotik-bölünmüş kişiliğiyle zavallı, yolunu şaşırmış biriyim; bir parazit, bir bitim ben, yolunu sapıtmış, hırsız ve katilin biriyim ben” diye söylenmek, vicdanın sessizliğinde kendi gücünün gerçek değerini kabul etmeye nazaran kolaya kaçış değil midir?

“Toprak Ağasının Sabahı”, Tolstoy’un eserlerinin kronolojik düzeninde, onun hayatının gerçek düzenine pek uygun düşer, onun uzun soluklu, devasa günlüğünün bir sonraki bölümü gibidir. Prens Dimitri Nehlyudof, tüm o beşerî bilgilerin boşunalığının farkına varıp üniversite tahsilini yarıda bırakarak köylü halka yardım etmek için toprak ağası hüviyetiyle köye yerleşen “Çocukluk, İlkgençlik ve Delikanlılık”ın kahramanı Nikolay İrtyenyev’den başkası değildir. Nehlyudof’ta da İrtyenyev’de olduğu gibi aynı dinî-ahlâkî dönüşüm gerçekleşir.

“… Bilip inandığım, değer verdiğim her ne varsa meğer hepsi aptallıkmış, diyordu kendi kendine; sevgi fedakârlıktır, işte yegâne hakikat, her şeyden azâde saf mutluluk budur!” Ne var ki yaşadığı gerçeklik onu tatmin etmez. “Nerede bu hayâller?” diye düşünür. “İşte bir yılı aşkın zamandır bu yolda mutluluğu arıyorum, peki ne bulabildim? Gerçi bazen kendimden memnun olabilirim hissine kapılmıyor değilim; fakat bunun akıl eseri, kof bir memnuniyetten öte olacağını da sanmıyorum.”

Nehlyudof  bunca samimi çabasına rağmen insanlara yararı dokunamadığına inanır. Müjikler ise efendilerinin mütevazı, dindar kişiliğine karşı boyuna şübhe içindedirler. Faziletli toprak ağasının başarısız ve aslında çocukça bir tecrübeyle dindar köylülerle kurduğu temastan çıkan tek netice, onun genç köylü İlyuşka’nın manevî gücüne değil de beden gücüne, sağlıklı ve dinç oluşuna, onun fikir ve vicdan dünyasının huzur dolu uykusuna karşı duyduğu saplantılı bir kıskançlık olacaktır.

Yasnaya Polyana müjikleriyle kurduğu başarısız temastan sonra toprak ağalığı hüviyetinden hayâl kırıklığına uğrayan Nehlyudof’un, savaşın sunacağı şöhretin romantik hayâllerine ve dağ köylülerinin ibtidaî hayatının cazibesine kapılan Olenin gibi, köyünü terk ederek Kafkasya’ya topçu subayı olarak gittiğini Tolstoy’un biyografisinden öğreniyoruz.

İrtyenyev ve Nehlyudof gibi Olenin de her şeyden azâde özgürlüğün şuuruna varır. Bu, tam da kırklı yılların hiçbir fizikî ve ahlâkî zincirle kayıtlı olmayan genç, varlıklı Rus ağababalarına has bir özgürlüktür. Ne ihtiyaç duyduğu ne de kendini bağlayan bir şey vardır, dilediğini yapmakta serbesttir.

Onun ne ailesi, ne vatanı, ne inancı, ne de bir gereksinimi vardır. Ne inandığı, ne bağlandığı bir değer… Onun bugüne kadar sevgisini koruduğu tek kişi yalnızca kendisidir, kendini sevmemezlik edemez, zira henüz hayâl kırıklığına uğramadığı kendisinden güzel beklentilere sahibtir.

Hiçbir şeye inanıp hiçbir şeye bağlanmadığı ve sadece kendisini çocuksu-sinik bir sevgiyle naifçe sevdiği hâlde, bu yarı tahsilli topçu subayı Kafkas köylüleri arasındayken artık “felsefî keşifleri”nden ve medenî hayattan edindiği tüm itiyatlardan yüz çevirir.

– “Onun önceden içinde yaşamış olduğu yalan artık isyan ettiriyordu onu, şimdi ise ona dayanılmayacak raddede gülünç ve iğrenç gelmişti.”

“Siz bana iğrenç ve zavallı görünüyorsunuz” diye yazar Moskovalı bir arkadaşına, “siz mutluluğun ve hayatın ne olduğunu bilmiyorsunuz! Hayatı en azından bir defa olsun sun’i olmayan güzelliğiyle deneyip yaşamak gerekir. Benim her gün kendi gözlerimle müşahede ettiğim heybetli, muazzam karlı dağlar ile yaratıcısının elinden nasıl çıkması gerektiyse, öylece el değmemiş güzelliğe sahib muhteşem ilk kadını görmek ve anlamak gerekir. İşte o zaman kimin kendini mahvettiği, kimin hakiki olanı veya sahte olanı yaşadığı –ben mi yoksa siz mi-  belli olur. Bir bilseydiniz yalan dolana batmış hâlinizle bana ne iğrenç, ne zavallı göründüğünüzü!”

“Burada insanlar tabiat nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyorlar: ölüyorlar, doğuyorlar, çiftleşiyorlar, yeniden doğuyorlar, mücadele ediyorlar, yiyip içiyorlar, seviniyorlar ve yeniden ölüyorlar. Tabiatın güneşte, otlarda, hayvanlarda câri olandan başka hiçbir kanun yoktur. Onların başka kanunları yoktur… Mutluluk tabiatla birlikte olmaktır.”

Bu ibtidaî bilgelik, gerçek bir hikâye kahramanında, Tolstoy’un muhteşem ve mükemmel karakterlerinden biri olan ve ona kendisinin hiçbir zaman keşfedilmemiş en karanlık, en esrarengiz yanına, kendi şuurunun veya belki de benliğinin en derin noktalarına temas imkânı veren ihtiyar Kazak Yeroşka amcada vücut bulur.

Burada ilk ve muhtemelen son kez, kurgu bütünlüğü içinde, boyuna birbiriyle çekişme hâlinde olan içindeki iki şahıstan biri, şuurun olanca aydınlığında sahneye çıkar: mütemadiyen harekette olan, ancak kendi hakkında az konuşan ve kendisinin pek az şuurunda olan şahıstır bu.

Gayet iyi bilinen ama gene de bilinmeyen ve hâlen çözülmemiş kişiliğiyle Tolstoy’un aydınlanmamış kendi çehresi, âdeta o muazzam çocuk gözleriyle, ihtiyar görünüşüyle, aşırı bir çalışmanın kırışıkları ve gençlik kaslarıyla, çihir şarabının, votkanın, barutun, pıhtılaşmış kanın keskin kokulu karışımıyla Yeroşka amcanın yüzünde sezilir ve görünüp görünüp kaybolur.

Onun hayatı “özgürlüğe, aylaklığa, savaşa, talan ve yağmaya sevdalı” yarı vahşi Çeçenlerin hayatı gibiydi. O kendisi hakkında naifçe bir gururla: “Yeroşka derler bana! Civanmert, ayyaş, hırsız ve avcı… Neşeli bir insanım ben, herkesi severim.”

Bu, içgüdüleri ağır basan sinik Rus filozof tipidir. O kendini Rus ağababası Olenin gibi alabildiğine özgür hisseder. O da hiçbir şeye inanıp hiçbir şeye bağlanmaz. İnsan kanunlarının dışında, iyiliğin ve kötülüğün ötesinde yaşar. Tatar mollalar ve eski inançlı Rus yasa koyucular onda aynı sakin ve istihfaf dolu alayı uyandırır. “Bence hepsi aynıdır. Allah her şeyi kulunun hayrına yaratmıştır. Hiçbir şeyde günah yoktur. Bari hayvandan örnek alın. O, Tatarların sazlıklarında da bizimkilerde de yaşar ve işkembesini Allah ne verdiyse onunla doldurur. Bizimkiler ise bunun için sahanın dibini yalayacaksın diyorlar. Bana göre bütün bunlar birer riyakârlık. Öleceksin… otlar bitecek… işte bu kadar.”

Onda tarih ve insan öncesinin dolaysız bilgeliği ve aynı ölçüde orman yarıtanrısı-yarıcanavarının —Faun ve Satir— karanlık ruhu vardır. Kendi kıstası uyarınca iyi kalbli ve müşfik biri. Tüm canlılara, Allah’ın her mahlûkuna sevgi besler.

Belki de paganlığın derinlerindeki içgüdü istikbâldeki Hıristiyanlığa başlangıç teşkil ettiği içindir ki, Dyonis’in kendini feda etmesinin orji başlangıcı, insanların tanrısı Pan ile Kâinatın Babası’nın birleşip kaynaşmasını ihtiva ettiğinden, bu sevgi, nisbeten Hıristiyanlığı hatırlatır bize.

Ancak bu ilkini yâni vahşi olanı veya şayet şöyle ifade etmek mümkünse, pagan Hıristiyanlığı ikincisinden, medenî Hıristiyanlık şuurundan ayıranın sadece tarihî uçurum olmadığını, bununla birlikte psikolojik bir uçurum da bulunduğunu unutmamalıyız. Şayet birbirine temas etseler, bu sadece en karşıt uçların temas etmesi gibi olacaktır.

Yeroşka amca, mumun titrek alevine uçarak düşen kelebekleri yarı doğrularak uzaklaştırmaya çalışır.

“Aptal! Aptal!.. Nereye uçuyorsun aptal? – Yarı doğrularak tombul elleriyle kelebekleri kovmaya başladı.”

Yeroşka amcanın bu ândaki halim tebessümü, St. Francesco d’Assisi’nin tebessümünü hatırlatmıyor mudur?

Hâlbuki ondan pıhtılaşmış kanın kokusu yayılıyor ve muhtemelen sadece hayvanların değil, insanın da; zira o ihtiyarın “hırsız” vicdanında birden fazla cinayet vardır. Tabiat gibi o da merhametli olduğu ölçüde merhametsizdir. Üstelik bu çelişkiyi fark etmekten ve anlamaktan da uzaktır. Sonradan iyilik ve kötülüğe ayrılacak şey onda henüz ilkel bütünlükte, insiyakî uyumda mümteziçtir.

Hıristiyanlığa beyhude bir arzuyla yönelen Olenin, kendi iç dünyasında Yeroşka’nın o sinik bilgeliğinin yankısını duyar. Öğlenin ölü sessizliğinde, güneyin sık ormanında, hayatın muazzam çok çeşitliliğinde, ansızın gayri Hıristiyanî bir sezişle kendini inkâr etmenin, tabiatla yarı vahşi, yarı tanrı kaynaşmanın ve olanca coşkusu ve dehşetiyle insanlara çılgınlık olarak görünen faun ve satirlerin kutsal bilgeliğini duyumsar.

– “Ve Olenin, her şeye sevgi beslemek gibi çok tuhaf bir duygunun sebebsiz mutluluğunu hisseder; çocuk geçmişindeki alışkanlıkla haç çıkarmaya, birilerine şükranlarını sunmaya başlar.” Sineklerin vızıltısını dinlerken şöyle düşünür Olenin: “Bunların her biri benim kadar birer özel Dimitri Olenin’dir.”… Kendisinin ne Rus asilzâdesi ne Moskova sosyetesinin bir üyesi ne de şunun veya bunun bir dostu veya akrabası olmadığının, sadece böyle basit bir sinek veya şimdi onun çevresinde bulunan sülün veya geyiklerden biri gibi olduğunun aydınlık şuuruna erer. “Tıpkı onlar gibi, tıpkı Yeroşka amca gibi yaşar ve ölürüm. Ve o doğru söylüyor; sadece otlar bitecektir.”

Ancak onda da iki kişi yaşamaktadır; bu ikinci Olenin de İrtyenyev ve Nehyuldof gibi aynı şeyi tekrarlayıp durur: “Sevgi fedakârlıktır! Aslolan kendi için değil, başkaları için yaşamaktır”. Ve o, orman devlerinin, satirlerin gayriinsanî bilgeliğiyle “Hıristiyanlık”ın ölçülü, pragmatist, aklî faziletlerini mezcetmeye çalışır. O, Maryana’ya olan aşkından Kazak Lukaşka için vazgeçer. Ne var ki tıpkı İrtyenyev’in “Hayat Kuralları” ve toprak ağası Nehlyudof’un dindarlığından bir netice elde edilemediği gibi, bu fedakârlıktan da bir şey çıkmaz.

“Âşık oldum diye kendimi suçlayacak değilim, ümitsizliğe kapıldığı bir ânda çarpıcı bir itirafta bulunur. – … Ben kendi aşkımdan kendi ellerimle vazgeçtim, Kazak Lukaşka’nın Maryana’ya olan aşkında kendime de bir sevinç payı çıkarmıştım, ama sadece kendi sevgimin ve kıskançlığımın ateşini körükledim… Bana ait bir iradeye sahib değilim, onu benim üzerimden spontane bir kudret seviyordu, tüm ilahî alem, bütün bir tabiat bu sevgiyi kalbime basarak sokmuş ve şöyle demişti: sev! Epey zaman önce inanca dair (yâni Hıristiyanlık) yeni iman anlayışımı yazmıştım, fakat onun bende nasıl bir emekle oluştuğunu kimse bilemez ve önümde yeni bir yol açan onun künhüne muazzam bir sevinçle nüfuz etmiştim. Bu yeni iman anlayışı bendeki her şeye galebe çalmıştı… Sonra… sevgi geldi ve artık o yok, ona dair üzüntü de yok. Hattâ öyle tek yanlı, soğuk, akıl eseri bir keyfiyete nasıl kıymet verdiğimi izah etmek şimdi bana zor geliyor.

Güzellik geldi ve bütün derunî hayat çalışmalarını küle savurdu. Ve yitip gidene dair üzüntü de yok! Saçmalıktan öte bir şey değil fedakârlık. Bunların hepsi gururdan, hak edilmiş mutsuzluğun sığınağı bunlar, başkalarına duyulan kıskançlıktan kurtulma çabasıdır. Başkaları için çalışmak ve iyilik yapmak? Kalbimde kendimden başkasına sevgi olmadığı hâlde niçin öyle yapacakmışım?”

Sadece kendini sevmek — her şey bunda başlar ve bunda biter. Tolstoy’un ilk eserlerinde, belki de en samimilerinde bazen gizli bazen aşikâr, her şeyin etrafında hiza aldığı ve hareket ettiği iki kutublu biricik mihver, kendine, sadece kendine olan sevgi veya nefret duygusudur.

Acaba sadece ilk eserlerinde mi öyledir?

***

II. BÖLÜM

Topçu subayı Olenin’in generallik hayalleri vardır. Topçu subayı Kont Tolstoy’un generallik ve Georgiyev Haçı hayallerinin olduğunu da biliyoruz. “Kafkasya’daki görevi sırasında- diye anlatır Bers- Lev Nikolayeviç, Georgiyev Haçı’yla ödüllendirilmeyi büyük bir hırsla arzulamıştı.” Kırım Savaşı’nda ilkin Silistre cephesinde, ardından dördüncü tabyasında üç gün aralıksız top atışlarına maruz kalacağı ve hücumda büyük cesaret sergileyeceği Sivastopol cephesinde savaşır.

O zamanlardaki rütbe tutkusunu, daha sonraları, her zamanki açık tavrıyla en sevdiği kahramanlarından birinin, Rus Napolyon olma hayalleri kuran Savaş ve Barış’taki Prens Andrey Balkonski’nin içinde taşıdığı gizli bir niyet olarak ifadeye aktarır.

“Şayet bunu, şan ve şöhreti istiyorsam- kendi kendine konuşur Prens Andrey, Avusturya Meydan Muharebesi’nde hücuma katılmadan az bir zaman önce- meşhur biri olmayı istemek, sevilen bir isim olmayı dilemek, bunda kendimi kınayacak bir husus görmüyorum; bunu, sadece bunu istiyor, sadece bunun için yaşıyorum. İçimi kimseye açmayacağım; lakin hiçbir şeyi şan şöhret kadar, insanların gönlünde taht kurmak kadar ne sevdim ne arzuladım. Ah, bana bir çıkar yol yüce Tanrım! Ölmek, sakat kalmak, ailesini yitirmek, bunları seve seve göze almaya razıyım. Ve hayatımın en kıymetli varlıklarını; babamı, kız kardeşimi, karımı gayet acımasız ve gayri tabii görünse de bir anlık şöhret ve insanların hayranlığını kazanma uğruna feda etmeye hazırım.”

Lev Nikolayeviç çok arzu ettiği Georgiyev Haçı’yla aslında ödüllendirilecekler listesindedir; lakin Bers’in ifade ettiği üzere “komutanlarından birinin husumeti yüzünden” bu emeline nail olamaz. Bu başarısızlığın onu pek üzmekle beraber onun “cesarete olan bakışını değiştirdiğini” ifade eder her zamanki safiyane tavrıyla Bers. Lev Nikolayeviç “gurur ve şöhrete olan düşkünlüğü”ne dair Bers’e bir gün itirafta bulunur: “Gençken askerlikte uğradığı başarısızlığın ardından edebiyatta kazandığı dillere destan şöhretten büyük bir sevinç ve mutluluk duyduğunu ifade eder. Kendi sözleriyle ruhunda ‘yazar ve aristokrat olmanın’ muazzam hazzını yaşıyordu. Zaman zaman şakayla karışık ‘orduda general olamadığını, ancak edebiyatın bir generali olduğunu’ söylerdi.”

Tolstoy’un kaba saba yollu bir üslupla bunları demiş olması pek şüphelidir. İkilinin sohbetleri sırasında daha ince bir tonda ve utana sıkıla da olsa şakayla karışık böyle bir itirafta bulunması pek muhtemeldir. Ayrıca, bilinmelidir ki Bers’in saf ve temiz hislerle pek derin bir saygı duyduğu yüce akrabasını kötü niyet ve uydurma sözlerle anlatmak gibi bir “kabiliyeti” yoktur. Bers, Tolstoy’un hayatını bir efsane anlatıcısı gibi gönül saflığıyla anlatıyor, sade anlatımı her ne kadar, bazen kahramanı açısından intihalden daha kötü olsa da araştırmacılar açısından her tür orijinallikten tercihe daha şayandır.

Netice itibariyle, gelecekte yazarlıkta kazanacağı muazzam bir başarıyla intikam alacağı askerlikten ve onun vadettiklerinden hayal kırıklığına uğrayarak istifa eder. St. Petersburg’da pek uzun sürmeyen bir oyalanmadan sonra yurt dışına çıkar. “St. Petersburg’u- diye ekler Bers- hiç sevmedi. St. Petersburg sosyetesinde temayüz etmesine imkân yoktu, yüksek kademelerde memuriyet zaten ilgilendiği bir şey değildi, varlıklı da sayılmazdı, edebiyatta ise o günlerde şöhretin henüz doruklarında değildi.”

Köylülerin serbestliğe kavuştukları yıl yurda dönen Tolstoy zamanını köylü sorunlarına ve Yasnaya Polyana’da açtığı köy okuluna hasreder. Ömrünün geri kalanını derin bir huzur duyduğu bu işlere adamayı düşünür bir ara. Fakat daha önce de insanların hayrına giriştiği işlerde olduğu gibi okulla ilgili de alttan alta hayal kırıklığına uğrar. Hayal kırıklığı o raddeye varır ki çocuklara olan yaklaşımında kendi ifadesiyle “caniyane” bir şey görür:

“Bana öyle geldi ki köy çocuklarının el değmemiş saf ruhlarını kirletiyordum. Kutsal bir şeyi tahkir etmenin belli belirsiz pişmanlığını duymaktaydım. Çocuklarla olan ilişkilerimde kendimi sönmüş, pörsümüş hayal güçlerini yeniden tutuşturmak için iç gıcıklayıcı resimlerden medet uman yaşlı, kart zamparalara benzetiyordum.”

Anlatımı her zamanki gibi katıksız bir samimiyet içermekle beraber zembereğinden kopmuş görünüyor. Onun okul günlüğündeki açık seçik tek husus, çocuklarla ilgilendiği kadar kendisiyle ilgilenmediği gerçeğidir. Fedka ve Senka’ya yazdırdığı yazıların, daha sonra okul dergisinde ifade edeceği üzere kendisinin, Puşkin’nin, Geothe’nin eserlerinden dahi daha hayırhah olduğunu ifade eder; belki de çocukların ruhlarına öz benliğinin pek tekin olmayan tesiriyle yaptıklarından kendini oldukça sorumlu tutmaktaydı. O, suyun berrak aynasında yansımasını seyreden Narsis gibi çocukların ruhlarında kendi yansımasını seyretmeyi seviyordu. Belki, gerçekten de çocuklar için korkunç ve ölümcül bir öğretmen idi; zira onlarda sadece kendini, bir tek kendini sevmişti.

“İşler yolunda gidiyor- der İtiraflarım’da- fakat kendimi zihnen sağlıklı görmüyorum, dolayısıyla daha sürdürmemin imkânı pek yok gibi.”

Yine manevi bir krizin eşiğinde olduğunun farkına varır. “Hastayım, fakat bedenen olmaktan ziyade ruhen. Her şeyi geride bırakıp bozkırda Başkır halkı arasına karışıp kımız içmek ve yaban hayatı yaşamak istiyorum.”

Avrupa’dan döndüğünde Sofiya Andreyevna Bers ile evlenir.

Toprak ağası Nehludov’un hayırseverliği, Kazakların sade yaşayışı, savaş ve okul gibi amatörce heveslerden eski yaşayışına yeniden avdet eder. Zira o, her şeyden evvel tıpkı Yeroşka amca gibi en eski ve en geniş manasıyla büyük ve son derece mahir bir avcıdır.

Ne var ki evlilik ne avcılıktır ne de bir oyun; aksine onu tepeden tırnağa dönüştürüp yenileyen, hayatındaki ilk önemli ve kendini adayacağı, hakikaten olabildiğince adayacağı kutsal ve korkulu bir iş olacaktır.

Kendisi 34, karısı 18 yaşındadır. Düğünden hemen sonra Yasnaya Polnaya’ya yerleşirler. Neredeyse yirmi yıl boyunca canları hiç sıkılmadan ve kimseye ihtiyaç duymadan tam bir inziva hayatı yaşarlar. Savaş ve Barış ile Anna Karenina’yı yazdığı bu bereketli yıllar Tolstoy’un sanat dehasının doruğa çıktığı yıllardır. “Sofiya kocasına sonsuz bir aşkla bağlıydı- diye yazar Sofiya Andreyevna’nın kardeşi- çiftin karşılıklı dostlukları ve sevgileri benim nazarımda ideal bir evliliğin remzi olagelmiştir.” Sofiya’nın ebeveyni: “Onun yaşadığı muazzam mutluluktan daha ötesi olamaz!” diye boşuna dememiştir.

Fet’in Hatırat’ında toprak ağasının en kusursuz ve eksiksiz kadın figürlerinden biri olan Nataşa veya Kitti’yi görür gibi oluyoruz; mütemadiyen beyazlar giyinen ve elbisesinin kemerinde ağır bir anahtar halkası taşıyan bu sade, sessiz ve daima neşeli kadın çoğunlukla hamiledir, zira on üç çocuk doğurmuştur. “Sofiya, Savaş ve Barış’ı tam yedi kez temize çekti ve bunun yanı sıra- diye ekler Bers- en ince ayrıntısına kadar ev ve mutfak işleri olsun on yaşın altındaki çocuklarının beslenmeleri, dersleri ve üst başları olsun her bir şeyle bizzat ilgilenmekten asla geri durmazdı.” İkinci kızının doğumunda, neredeyse ölüm döşeğine düşmesine rağmen yavrusunu emzirmeye çalışmış, başka bir kadının onu emzirmesine dayanamayıp kıskançlıktan gözyaşları dökmüş ve hemen sütanneyi kovarak bebeği biberonla beslemeye başlamıştı. “Lev Nikolayeviç bu kıskançlığı doğal karşılayarak karısının evlat sevgisine hayran kalmıştı.”

Evlat sevgisi, çocuk doğurma, Kitab-ı Mukaddes’ten İbrahim’i, İshak’ı ve Tanrı’nın “İsrail” diye hitap ettiği Yakup Peygamberi hatırlatan bu eskiye ait sözler burada hiç de yabana atılır sözler değildir: “Türeyip çoğalarak yeryüzünü doldurun.” Tolstoy’un aile saadeti hakkında ne düşünürsek düşünelim, onun bir bütünlük, bir sağlamlık, bir uyumluluk arz ettiğini yahut mükemmellik bir yana- muhteşemlik günümüz Rus toplumunda en nadir olanı ifade eder- en azından tamama ermiş olması hasebiyle güzel bir aile tablosu oluşturduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir; atasözünde geçtiği gibi ne ölü ne diri lakin can da çıkmamış; Karamazof zehriyle – utanç hastalığı- parçalanmış, içten içe kemirilmiş, sakatlanmış bir ailedir onunkisi.

Geleceğe büyük bir hırsla yönelen zayıf ve cüretkâr insanoğlu geçmişin tamama ermiş biçimlerini takdir etmeye pek az yatkındır. Tüm kültürlerin bu “muhteşem” ve “mükemmel” inatçı hayvan-bitki kökleri, yerin derinliklerine kök salmış doğal, canlı, besleyici karanlık ve sıcaklıktır ki her tür “gri teori”ye meydan okuyarak her şeyi besler ve “altın hayat ağacı”nı ebediyen diri tutar. Bunlar kabaca söylenmiş dolambaçlı sözler addedilebilir, belki de en açık hâli Savaş ve Barış’ın epilogunda yer alan Nikolay Rostov’un sözleridir:

“Bunların hepsi içi boş kocakarı masallarıdır, başkalarının hayrına şeylerdir. Bana düşen çocuklarımın bin bir zahmet çekmemesini sağlamak için henüz hayattayken kocaman bir servet yapmam gerektiğidir, hepsi bu.”

Piyer Bezuhov, “yüksek dehası” ile “tüm Rus toplumuna ve dünyaya yeni bir nizam vermek için gönderildiğinin inancıyla Nikolay Rostov’a mağrurane bakar. Ve Levin, küçük İrtenyev gibi insanlığın kurtuluşuna “kurtarılacak bir eşya” nazarıyla bakar. Levin çiftlik işleriyle uğraştığı bir dönemde- aslında aynı olmakla beraber Nikolay Rostov “kendi idare anlayışını” anlatırken daha açık sözlüdür- şöyle bir muhakemede bulunur: “Bu benim şahsi bir meselem değildir, bilakis toplumla ilgili bir meseledir. Tüm işletmeler halkın genel refahını sağlamak üzere yeniden düzenlenmelidir. Yoksulluk yerine halkın refahı, düşmanlık yerine kardeşlik… Kısacası kansız bir devrim, kansız ama büyük bir devrim; evvela kırsal bölgelerde, akabinde şehirlerde derken Rusya ve nihayet bütün dünyada.” Fakat, yine de Levin ve Piyer Bezuhov, söze dökmeseler de Nikolay Rostov’un söylediği gibi hareket eder ve yaşarlar. Ve Tolstoy’un “İtiraflarım”ında bilhassa Rostov ve Levin tarzı açık sözlülüğün, bu en sevdiği kahramanlarının dramatik sırrı en yalın hâliyle açığa çıkar:

“Bütün hayatım bu süre zarfında ailemi daha iyi şartlarda yaşatabilmek için gelirimi nasıl artırabilirim diye kafa yormakla geçti. Öyle ki zenginleşme arzusu doğrudan doğruya aile geçimini sağlama kaygısının yerini aldı.” Hatta, Savaş ve Barış ile Anna Karenina’nın yazımı yıllarında, âdeta “yazarlıkta kaybolmuş olmasını” tamamen “maddi durumunu iyileştirmenin bir aracı olarak görmesine” bağlar, zira kendisi için “yegâne gerçeğin ailesini mümkün olduğunca en iyi şartlarda yaşatmak olduğunu” söyler.

Avdan veya kısa, sıkıcı iş gezilerinden eve döndüğünde- diye söyler Bers- her seferinde heyecanını şöyle ifade ederdi: “Yeter ki evde dirlik düzen olsun!”

Bu, burjuva dar kafalılığı değildir, ölçülemeyecek kadar derin, ölçülemeyecek kadar köklüdür: Bu doğanın ebedi sesidir; canavara inini, kuşa yuvasını derli toplu kullanmasını ve insanoğluna aile ocağının ateşini tutuşturmasını sağlayan hayatın yenilmez içgüdüsünün sesidir.

“İki haftadır evliyim- der Fet’e yazdığı mektupta- hem mutlu hem de yeni, yepyeni bir insanım… Şimdi nasıl yazabileceğim? Gerçi görünmez hatta görünür çabalar yok değil, üstelik yeniden çiftçilik yapmaya karşı da boş değilim. Ve Sonya benimle birlikte. Karışanımız yok, tüm gelir gider işlerine tek başına o bakıyor. Arı kovanlarım, koyunlarım, yeni bir bahçem ve içki damıtma tesisim var.”

O, Yasnaya Polnaya ve Penzen mülkleri ile Samar’da at yetiştirme çiftliği de barındıran altı bin dönümlük başka bir mülk daha satın almak için uğraş verir, yüzlerce Başkır kısrağı satın alır ve onları tırıs yürüyüşlü, binek, İngiliz ve başka cins atlarla çiftleştirir. Eski bir Yasnaya Polnaya kahyası onun özel bir cins olan, kısa bacaklı, tüysüz ve cascavlak, alışılmadık derecede yağlı domuzlarına karşı beslediği hayranlığı şöyle anlatıyor: “İkişerli ikişerli, ayrı küçük ahırlarda beslediği sayısını en fazla üç yüzle sınırlı tutuğu domuzlarına bilhassa hayran hayran bakmayı severdi. Kont en ufak bir kire bile tahammül etmezdi: Domuzları yardımcılarımla birlikte günlük yıkamak zorundaydık, ahırların yer ve duvar temizliği de muhakkak yapılmalıydı; her sabah temizlik işleminden sonra gelip domuzlar arasında dolaşırken içi sevinçle dolar ve haykırarak: “Ne çiftlik ama! Ne kadar güzel bir çiftlik!” derdi. Ancak Tanrı korusun, en ufak bir leke görse: İşte şimdi kızıp bağıracak. Kont çok çabuk köpürüveren bir bey idi.”

Zeki görünmek isteyen, gerçekte ise oldukça sığ ve yavan biri olan Tolstoy’un çocuklarının eski mürebbiyesi Anna Sayron tuttuğu notlarda (Kont Lev Tolstoy’un Evi’nde Altı Yıl, 1895), ünlü domuzcuklara “çocuklara bakıldığı gibi” bakıldığını alaycı bir dille zikreder. Şaka pek uygun kaçmamış. Şayet iyi bir baba, üstelik bildiğimiz üzere etraflarında İsviçreli, Alman ve İngiliz mürebbiyeler fır döndüğü halde çocuklarıyla ilgilenmeye zaman bulabiliyorsa domuzların bakımına titizlenmesinde garipsenecek ne var? Burada yüksek ve alçak, asil ve hakir diye bir ayrım yoktur: Burada, bu çiftlikte her şey yaşayan tek bir bedenmişçesine yekpare ve bütündür, her şey- insanlar, hayvanlar, bitkiler- biri hepsi, hepsi biri içindir.

Ve hatta, karanlık ve sıcak inine ihtimam gösteren Levin gibi o da domuzlarıyla meşgulken bile insanlığın hayrını gözettiği düşüncesiyle teselli bulur ve bu teselli âdeta “kansız bir devrim, kansız ama büyük bir devrim; evvela kırsal bölgelerde, akabinde şehirlerde derken Rusya ve en nihayet bütün dünyada.” anlamına gelmektedir. Gerçekte ise derinlerdeki ve şaşmaz doğruluktaki hayvani içgüdüyü takip etmektedir: Domuz ahırları, çocuklar için okul, at üretme çiftliği, arı kovanları, içki damıtma tesisi, Sofiya Andreyevna’nın tuttuğu gelir gider defterleri- kuşa yuva, insanoğluna görkemli evler yaptıran bütün bu “görünmez hatta görünür çabalar” doğanın buyurgan iradesinin tezahürüdür.

Ve her şeyden önce, hayata karşı, Geothe’nin sahip olduğu sonsuz çocuk sevincine benzer saf ve yüce bir aşka sahip. “Lev Nikolayeviç- diyor Bers- doğan her yeni günü güzelliğiyle över ve sıkça- “ulu bir pagan” haleti ruhiyesiyle- şöyle derdi: Tanrı’nın ne çok zenginliği var! Yarattığı her günün başka bir hususiyeti var.””

“Havaların sıcak gitmesi, deniz banyosu, meyve bahçeleri- diye yazar Fet’e- beni en sevdiğim zihni aylaklık durumuna getirdi. İki aydır elimi, kalbime doğanları yazıya dökmek için bile olsa mürekkeple kirletmiş değilim. Uzun zamandır hiç bu yıl olduğu kadar var olma erinci hissetmemiştim. Yerimde duruyor, ağzı açık, hayran hayran bakınıyor ve bir şey kaçırmamak için hareket etmekten korkuyorum.” Hâlbuki o dönem intihar etmeye niyetlendiği, ortalığa “itiraflarını” saçmayı planladığı hayatının en ağır, en korkunç yıllarıdır. Bers’in bahsettiği- büyük ressamların fırçasına layık- Başkır şenliklerindeki Tanrı nasıl yaratmışsa o hâlinden, belki de hiçbir zaman daha doğal olmamıştır. Kont Tolstoy, Muhammet Şah Romanoviç vasıtasıyla bir uçtan diğerine 50 verst olan Samar’daki arazisinde at yarışı düzenleyeceğini ilan eder. Ödüller hazırdır: boğa, at, silah, saat, elbise vs. Düz bir arazi parçası üzerinde, gerekli işaretlerin konduğu beş verst çapında devasa bir daire kazılarak çizilir. Ziyafet için çok sayıda koyun ve hatta bir de at kesilir. Belirlenen gün birkaç bin kişi toplanır: Ural Kazakları, Rus köylüler, Başkır Türkleri ve sürüleriyle dolaşan göçebe Kırgızlar. Sorguç otlarının bittiği vahşi bozkır göçebe toplulukları ağırlıyor ve rengarenk bir kalabalık tarafından canlılık kazanıyordu. Yerel dildeki adı şişka olan konik bir tümsekte halılar ve keçeden kilimler serildi ve Başkırlılar yuvarlak bir halka şeklinde bağdaş kurarak oturdular. Geniş halkanın ortasında genç bir Başkır, büyük bir maşrapadan doldurduğu kadehle oturanlara kımız içirdi. Şölen iki gün sürdü, gayet neşeli geçti ama aynı zamanda vakur ve nezihti; zira Lev Nikolayeviç- diye belirtir Bers- o mahşeri kalabalığın içinde dahi nezaketten bir an olsun şaşmadı.

Bozkır göğünün altında ve dalgalanan bozkır otlarının üstünde kadim zamanların kır çobanlarının rüzgârı nasıl da esiyor!

Şimdi bile, yetmişindeki Tolstoy’un, bu sert ve kösnül, neredeyse kaba ve haşin ama yine de şefkat dolu yüzünde, kendisinin ve başkalarının boşuna bir çabayla modern, mütevazı, tövbekâr ve kutsal bir anlam katmaya çalıştıkları bu yüzde, şahsen ben manevi olmayan bir kutsallığı değil, bambaşka bir şeyi; çöllerin kuyuları arasında sürülerini güden ve gelecek nesilleri için denizlerin kum tanelerinden dahi daha çok sevinç duyan kadim zaman peygamberlerini andıran birinin muhteşem yüceliğini görüyorum.

“Harika işler yaptım- diyor İtiraflarım’da- Vaizler Kitabı’nın üslubuyla, kendim için evler yaptım, üzüm bağları ve türlü türlü meyve veren ağaçlar diktim; bahçelerim için sulama havuzları yaptırdım, kendime hizmetçi ve uşaklar tuttum, ailem de hep yanımda oldu ve ayrıca eski zamanların Kudüs’ünde yaşayanların sahip olduğundan daha çok küçükbaş ve büyükbaş hayvanlarım var. Ve büyük ve zengin biri oldum. Ve bilgeliğim bende bâki kaldı. Kendimi canımın çektiği hiçbir şeyden mahrum etmedim, gönlüme hiçbir eğlence yasağı koymadım.”

Bir gün Kont Sollogub, Lev Nikolayeviç’e şunları söyler:

“Azizim, ne talihlisin! Kader sana hayal edebileceğin ne varsa vermiş: harika bir aile, sevgi dolu bir eş, dünya çapında bir şöhret, sağlık, her şey.”

İç âlemine değil de dış âlemine baktığımızda hakikaten öyledir, çağımızda yaşanabilecek en bahtiyar hayattır.

“Şayet şişeden cin çıksa ve dilekte bulunmamı istese ne dileyeceğimi bilemiyorum.”

Bir insanın erişebileceği en yüksek refaha kavuşup karşı taraftaki “akşam vadisi”ne gözü iliştiğinde, tanrılar bu pek mutlu ölümlüyü kıskanmışçasına- felaketin veya kaybetmenin korkutucu sesiyle değil- bahçesindeki ağaçların fısıltısıyla üzerinde bir kader olduğunu hatırlatmışlardı ona.

“Onca didinme ve çabadan sonra döne dolaşa vardığı yer uçurumun kıyısı olmuştu, önünde duran ölümden başka bir şey değildi.” Kral Süleyman gibi her şeyin ruhun dağdağası ve eziyeti olduğunun bilincine ermişti, zira bilginle cahil aynı eceli paylaşıyordu.

“Başıma geleceklerin tir tir korkusuyla yaşadım, bu korkunun muhtemel felaketin kendisinden daha korkunç olduğunun farkındaydım, ne var ki sonunu beklemeye sabredemedim… Karanlığın verdiği korku öyle müthişti ki ondan ilmik veya kurşunla bir an evvel kurtulmak istemiştim.”

Bu son hayat dönemecinde inişin “akşam vadisi”ne bağlandığı patikadan bahsetmeden önce onda her zaman yaşama sevgisi kadar güçlü olan duygudan- zira, belki de bu sevginin denk bir karşıtlığını içermektedir- söz etmek gerekir: ölüm korkusundan.

***

III. BÖLÜM

“Dünyanın gelip geçiciliği nazarı itibara alındığında fani varlıkların kaybına büyük önem atfedenlere içim acıyor: Zira biz yaşayanların asıl vazifesi geçici olanı kalıcı hâle getirmektir; bu ise ancak, her ikisini, ölümlü ve ölümsüz olanı olumlamayla sağlanabilir.” Bunlar Goethe’nin sözleridir. (Maximen und Reflexionen, II)

Faust’un final bölümünde aynı şeyleri benzer bir ifadeyle daha kısa ve özlü söyler:

Alles Vergängliche

Ist nur ein Gleichniss.

“Geçici olan şeyler sadece birer benzetmedir.”- sadece imaj ve semboldür. Bunları tevhit etmemiz gerekir. Geothe devam eder: Her ikisini olumlayarak, beides schätzen, birleştirmeliyim (Συμβολον kelimesinden türeyen συμβαλλειν -sembol- birleştirmek, lehimlemek, kaynaştırmak demektir.), sonsuz olmayan ile sonsuzun anlamını birleştirmeliyiz, biz geçici ve ölümlü olanı yok saymadan onu tefekkür ederek, onun içinden geçerek ebedi ve ölümsüz olana varabiliriz; dünyevi olanı küçümseyip hor görmeden derinlemesine ve nihai sınırına değin benimseyip idrak etmedikçe dünyevi olmayana ulaşamayız. Hatırlamak gerekir ki bizim “teşbih”, “fenomen”, “sembol” dışında basamakları Tanrı’ya vardıracak başka hiçbir yolumuz yoktur. Etten ve kandan ari olarak değil, bilakis en diri et ve en diri kanda bedenlenmiş olarak varılır. Zira Tanrı’mızın sırriliği sadece ruhla kelamın sırriliğini içermez, o, aynı zamanda et ve kanın da sırrıdır, zira Söz’ümüz Et’e kalbetmiştir. “Kim ki Benim etimi yemez, Benim kanımı içmez, o ebedi hayattan mahrum kılınacaktır.” Böylece, etten ari değil, etten etin ötesine geçilebilir; işte en büyük sembol, en büyük birleştirme- ah, henüz bunu anlayacak kaç kişi var?

Geothe’nin tüm dünyevi ve geçici olanın kutsallığı ve ölümlü olanın ölümsüzlüğü hakkındaki bu sözleri ümitsizlik ve korkuya, Buda’nın Nirvana, Vaizler Kitabı’nın var olan her şeyin faniliği ve Tolstoy’un İtiraflarım’da kendi ümitsizliğinin en derin ifadesi olarak yer verdiği eziyetin eziyeti hakkındaki sözlere ne güzel cevaptır.

Şaşırtıcı değil midir: Eski Helenler ve yeni Helen -Goethe- elbette dünyayı ve dünyevi sevinçleri Kral Süleyman ve Tolstoy’dan daha az sevmiş değildi. Fakat ölüm korkusu onlar için bu sevincin anlamını yok etmedi, tam tersine: En koyu karanlıklar ve uçurum korkusu tıpkı katran siyahı kadifenin elmasın parlaklığını artırması gibi hayatı daha da cazibedar kılmıştır. Onlar bu karanlıktan yüz çevirmediler, âdeta peşine düşüp alt etmek için onu kasıtlı arzuladılar. En cüretkâr ve en derin idrak etme biçimi olan tragedya- sadece insan kaderi en karanlık ve en ölümcül mahiyettedir- Helenlerin en parlak döneminde tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Sfenks bilmecesini çözemeyen Oidipus’un çaresizliği, Buda ve Kral Süleyman’ın ümitsizliğinden katbekat fazladır. Bu arada, tam yeri gelmişken, Parthenon aracılığıyla- ki, insanlar tarafından kurulan yapıların en neşeyle yapılanıdır- şarap ve şehvet tanrısının, Dionysos’un tiyatrosunda ölümlülerin en mutlu olanları bu son korku ve ümitsizliğin keyfini çıkardı. Nietzsche “Ruhun varoluşundaki zevke olan susamışlıktan, coşup taşan gürbüzlükten ve hayatın doluluğundan gelen kışkırtmayla, bilhassa, acımasız ve esrarengiz olan tüm şeylere karşı hususi bir eğilimi yok mudur? diye sorar. En keskin bakışta, onda gücünü sınayabileceği bir düşman olarak, değerli bir düşman olarak en korkunç olana meydan okuyucu çok özel bir baştan çıkarıcı cesaret?”

“İradenin trajedisi” Prometheus ve “düşüncenin trajedisi” Faust, baştan çıkarıcı cesaretleriyle ölüm korkusuna, hayatın sırrına, tam da bu türden bir meydan okumadır. Sadece kudretli olanların en kudretlileri ve makul olanların en makul olanları- Rusların da en kudretlisi ve en makul olanı, Puşkin’nin ifade ettiği üzere- bu vecd hâlini cezasız bir cesaretle yaşayabilir:

Bir baştan çıkarıcılık var; hem savaşlarda
ve uçurumların buz kesen kıyılarında
Hem okyanusların azgın dalgalarında
ve ölümcül, fırtınalı karanlıklarda
Hem Arap kasırgasında hem veba salgınında.
Her birinde ölümdür boy gösteren,
Fani kalbi tarifsiz zevklere boğmak için.

………………………………………..

Bundandır ki selam sana ey veba!
Karanlığın mezarı yıldıramaz bizi,
Bizi kollaman karartamaz neşemizi!

Bu karanlık “mezarı”ndan duyulan aşırı korku- geçici olanın çok açık ve keskin bilinci, tüm dünyevi şeylerin anlamsızlığına yol açtığında, o zaman bu, bilinen bir kültürün ilahi kaynaklarının zaten kurumakta veya zehirlenmeye başlamış olduğunun, hayat kudretinin sönmeye yüz tuttuğunun bir işareti olur.

Zahirde Sofokles’in “Kral Oidipus”taki çaresizliği, Vaizler Kitabı’ndaki Kral Süleyman’ın çaresizliğine benzer, gerçekte ise bu ikisi zıt kutupları oluşturur. Biri yükseliş, diğeri iniştir; biri başlangıç, diğeri sondur. Buda’nın Lalitavistara’sında, Kral Süleyman’nın Vaizler Kitabı’nda duyulan, ölümsüz ruhun sesi değil, bilakis ölmekte olan bedenin sesidir. Karnı tok, sırtı pek Epikürcülerin can sıkıntısında, teadium vitae’da (Lat. hayattan nefret etmek), şenlik sofralarının çiçek vazoları ve içki kadehleri arasında, yozlaşan Roma’nın felsefe kafatasında Helen ruhu ve bedenine aykırı ve yabancı; ruhsuz ve tanrısız bir kültürün hazcı, köhnemiş materyalizmi yatmaktadır. Netice itibariyle, en saf, en mükemmel Hıristiyanlık hayata güven vereceği gibi ölüme de korkusuzluk verir, aynı zamanda mükemmel bir Helenlik olarak geçici olanı kalıcı hâle getirmeyi de bilir; varsın kır çiçekleri yarın solup ateşe atılacak olsun, yine de bugün Tanrı Krallığı’nın evlatları “Kral Süleyman tüm ihtişamıyla onlardan hiçbiri gibi giyinmediği için” sevinç duymaktalar. Alplerde bir yakaza hâlinde Mesih’i görüp elleri ve ayaklarında çarmıh yaraları çıkınca güneş ilahisini terennüm eden Assisili Francis’in gülümsemesi, Kral Oidipus tragedyasında kanlı dehşetten sonra şarap ve neşe tanrısının, Dyonisos’un şarkısını terennüm eden Sofokles’in gülümsemesini hatırlatır. Hem burada hem orada çocukça bir saffet, nihai bilgeliğin dingilliği vardır. Yarı yolda kalıp artık ne ileriye ne geriye doğru adım atabilenler, kıyıdan uzaklaşıp karşıya varamayanlar, Geothe’nin ifadesiyle, “dünyevi anlamsızlığın tefekküründe kaybolup giderler.” Aşırı ölüm korkusu neredeyse her zaman dini acziyetin, dini istidatsızlığın âlâmeti farikası olmuştur.

Tolstoy, “Çocukluk”ta annesi ölen bir çocuğun izlenimlerini anlatır. Çocuk, tabutta yatan annesine bakmaktadır.

“Bunun onun yüzü olduğuna inanamıyordum. Dikkatli bakmaya başlayınca yüzündeki müşfik çizgiler yavaş yavaş tanıdık gelmeye başladı. Onun annem olduğunu anlayınca dehşetle irkildim, fakat kapalı gözleri neden öyle çökmüştü, yanağının biri neden siyah lekeler içindeydi?”

“… Cenazenin hazırlanması bitti; merhumenin yüzü açık bırakılmıştı, orada hazır bulunanlar, biz yakınları hariç, sırayla tabuta yaklaşıp ölüyü öptüler… En sonlardan biri, köylü olduğu her hâlinden belli bir kadın vedalaşmak için tabuta, sebebini Tanrı bilir, kucağında beş yaşındaki kızıyla birlikte yaklaştı. Bu arada elimdeki ıslak mendil dalgınlığımdan yere düşmüştü, onu almak istedim, henüz eğilmiştim ki korkunç derecede tiz bir çığlıkla sarsıldım, öyle ki yüz yıl yaşasam asla unutamayacağım, aklıma her geldiğinde vücudumu buz gibi ürperten bir korku hissettim. Kafamı kaldırdığımda, tabutun yanı başında duran aynı köylü kadının; minik ellerini çırparak, küçük kafasını korkudan geriye iterek, fal taşı gibi açılmış gözlerini ölünün yüzüne dikerek deliler gibi çığlıklar atan kızını kolları arasında tutmakta zorlandığını gördüm. Bağrımdan, beni dehşete düşüren o çığlıktan daha korkunç olduğunu düşündüğüm bir çığlık koptu.”

Denebilir ki delice bağırış çağırışlar, Tolstoy’un eserlerinde o günden bu yana hiç dinmedi. Onun kendi korkusu bütün bir neslin ruhuna sirayet etti. Çağımızda insanlar, daha önce hiç olmamış kadar utanç verici bir titremeyle ölümden ödleri kopuyorsa ve şayet hepimizin kalplerinin derinliklerinde, kanında ve etinde bu “buz gibi ürperti” varsa, Dante’nin cehennemdeki gölde iliğine kadar donmuş günahkârlarla ilgili: “O zaman içim ürpermeyle dolmuştu ve şimdi bile, ne zaman onları düşünsem içimi ürperme dalgası sarıyor.” demesi gibi bizler de bunu, büyük ölçüde Tolstoy’a borçluyuz.

Hikâyeyi, üstelik, Nikolay İrtenyev’in annesinin ölümü üzerinden kurmuştu, kendi öz anılarından yararlanarak değil: Lev Nikolayeviç annesini üç yaşındayken kaybetmişti, hatırlamasına imkân yok, ayrıca ölümünde yanında değildi. Bununla birlikte, görünüşe göre “Çocukluk” kahramanının hikâyesinde, doğuştan taşıdığı, tipik bir özelliği olan, ilk bilinçlilik hâlleriyle beraber kendisinde uyanmış ve o zamandan beri kendisini hiç terk etmemiş olan korkunç ölüm gerçeğini ürkütücü, neredeyse alaycı bir tavırla işlemiş.

Yıllar sonra, tam bir bilinç aydınlığı altındaki olgunluk döneminde, ruhunda kendisini karşısında aciz, hatta çocukluğundakinden bile daha aciz hissettiği aynı korkuyu bulacaktır.

Fet’e 17 Ekim 1860’ta Nice yakınlarındaki Hyera’dan kardeşi Nikolay’ın ölümü üzerine şunları yazıyor:

“Kardeşim 20 Eylül’de, kelimenin gerçek anlamıyla kollarımın arasında öldü. Hayatımda hiçbir şey beni bu denli müteessir etmemiştir. Bana ölümden daha kötü hiçbir şey olmadığını söylediğinde haklıydı ve mademki yaşayan her şeyin, nihayetinde kaçınılmaz bir sonu var, o hâlde hayattan daha kötü hiçbir şey olmadığını itiraf etmek zorundayız. Eninde sonunda, bir zamanlar Nikolay Nikolayeviç Tolstoy olduğu gerçeğinden geriye bir şey kalmıyorsa bunca didinip çırpınma niye? Hiçbir zaman ölümü yakınında hissettiğini söylemedi ve bununla birlikte onu adım adım takip ettiğini ve ne kadar zamanı kaldığını çok iyi bildiğini biliyordum. Ölmeden birkaç dakika evvel uykuya dalmıştı. Aniden irkilerek doğruldu ve korku dolu bir fısıltıyla: “Bu ne?” Hiçliğe kendi geçişini görmüştü. Şayet o kalmaya değecek pek bir şey bulamadıysa, peki ben ne bulacağım? Tabii ki daha azını.”

Bu mektupta onun şaşırtıcı ve bir o kadar korkunç samimiyeti, daha da önemlisi, bön ve bilinçsiz ama sonuna kadar katı materyalizmin alaycı kabalığı ve ruhsuz hazcılık göze çarpmaktadır. “Ölümün hiçliğe geçiş” demek olduğu hususunda herhangi bir kafa karışıklığı, muhtemel bir soru veya şüphe yok, hatta sır bile değil. Korku ümitsizliktir, çoraklıktır, hayatın kaynaklarını anlamsızca kurutup yok eder. Yahudi hereticler ve 15. asırdaki Rus nihilistleri de şöyle diyordu: Cennetin Krallığı da nedir? Yeniden dirilme de ne oluyor? Ya ölülerin dirilişi? Hiçbiri yok. Öldün mü toprağınsın, bitti. Veya Yeroşka amcanın dediği gibi: Öleceksin… Otlar bitecek.”

Hıristiyanlıkla bağını kopardıktan yirmi beş yıl gibi uzun bir aradan sonra İvan İliç’in Ölümü’nde aynı hayvani, anlamsız korku duygusunu yeniden işler:

“Yine onunla baş başa kaldı. Onunla göz göze ve onunla bir işi de yok. Sadece ona bakmak ve buz kesilmek.”

Lev Tolstoy’un hayatı boyunca yaşadığı birçok ciddi tehlike karşısında mertlik ve cesaretiyle temayüz ettiğini biliyoruz. Sivastopol cephesindeki korkunç dördüncü bataryada top mermilerinin gümbürtüsü ona adeta müzik ziyafeti gibi gelmişti: Hayatın gücüyle ölüm korkusunu yenmiş olmanın zevkine ermişti. Ölümü en az umursayanlardan biriydi. Bir keresinde Pyatigorsk’ta bir Kazak köyünde kuduz bir kurda yakın mesafeden ateş etmişti yahut bir av sırasında onu yere çalıp altına alan ve kafa derisini soymaya çalışan bir ayı nerdeyse onu ezip parçalıyordu, öyle ki “gözlerinin üzerinden et parçaları sarkmıştı” ve karda “bir koç boğazlanmış kadar” çok kan vardı ama buna rağmen vahşi hayvanın altından kendini kurtarabilmiş, yaralarını umursamadan ve hiç acı hissetmeden şöyle bir sendelemiş ve avın verdiği öfkeyle, tam da Yeroşka amcayı andırırcasına: “Ayı nerede? Nereye kayboldu?” diye haykırmıştı.

Hayır, ondaki ölüm korkusu asla cismani ürkeklikten kaynaklanmıyor: Bazen korkaklığa kadar ulaşan bu korku daha derunidir ve kaynağında, tüm behimiliğine rağmen soyuttur, tabiri caizse metafizikî bir korkudur.

Ve birdenbire sökün eden bu karadelikler, onun ruhunda ve eserlerinde hayatı yücelten büyük sevgiyle birlikte bulunmaları hasebiyle daha çok tehlike arz etmektedir: âdeta, üzerinde türlü türlü taze, yeşil otların ve parlak, rengârenk çiçeklerin bittiği ve uzaktan geçenleri cezbedip ayağını basanı anında çekip yutan aldatıcı bataklıklar gibi.

Tekerlekleri dingillerinden birden kopartan ve uyumu kaosa çeviren bu ufak kıl parçası neyin nesidir? Ruhunu zehirleyerek hayatın en tatlı balını acı peline dönüştüren bu bir damlacık zehir nereden geliyor?

Onun ifade ettiği üzere “duygu tazeliğini ve kavrayış berraklığını” tahrip eden ve kâh Buda’vâri bir tövbeyle sırtını kırbaçlamasına kâh Kral Süleyman’vâri bir ümitsizlikle dersleri bir kenara atıp ballı kurabiyeler yemesine neden olan çocukluğundaki “akıl yürütmelerini” hatırlayarak, ki sonraları onda takıntılı bir ölüm korkusuna yol açacaktır, bu çok soyut akıl yürütmelere olan düşkünlüğünü bilincinin gayri tabii derecede gelişmiş olmasına bağlar. Gerçekten de Tolstoy’un iç dünyasını, kat ettiği yol boyunca gözlemlediğimizde, onun ruhi gelişiminin bilinçli tarafı ile bilinç dışı tarafı arasında bir dengesizlik, bir tutarsızlık olduğu sonucuna varmamak imkânsızdır. Öyleyse bu tutarsızlık, tam olarak bilincinin aşırı gücünden kaynaklanmaktadır. Ancak, ne var ki Tolstoy’unkinden çok daha yüksek bir bilinç gücünün- mesela, Geothe’ninki- ruh ve zihin dünyasının uyumlu yapısını bozmadığını, bilakis daha da sağlamlaştırmış olduğunu müşahede edebiliyoruz. Hayır, Tolstoy’un dini-ahlaki gelişiminin önemli kırılma nedenlerinden biri bilincinin ifrat hâlde olması değildir, aksine, onun eksik olması, eksik kalmış olmasıdır. Tolstoy’un bilinci son derece keskin veya her hâlükârda ince ve sofistikedir, ne var ki derin bir vukufiyet ve nüfuz edicilikten mahrumdur. Parlak ışıldıyor ancak şeffaf havaya içeriden tümüyle nüfuz eden güneş ışınları gibi değil, denizin karanlık yüzeyini satıhtan aydınlatan deniz feneri gibi ışıldıyor. Bu bilinç-deniz fenerinin ışığı ne denli parlak ve uzaklıkları ne denli aydınlatıyor olursa olsun onun bilinç dışı serazat hayatı, öyle dipsiz bir derinliktedir ki tıpkı denizin dibi gibi onda da ışığa geçit vermeyen bir sınır her zaman mevcuttur. Ve asıl mesele, bilincinin sadece yüzeyden gelişmiş olması değildir ve ayrıca, sadece herhangi bir yöne doğru da değil, aynı zamanda bilinç dışı hayatının tam aksi istikametinde gelişmiş olmasıdır; dolayısıyla onda âdeta hep iki kişi varmış gibi bir durum söz konusudur ve bu ikisi mütemadiyen diğerinin istemediği şeyleri arzulamaktadır. Bu bir iç çatışma, bir iç bölünmedir; ilk başta pek fark edilmeyen, kademeli olarak derinleşen ve yanlış sese sebep olan çandaki çatlağa benziyor: çan sesi ne denli güçlü çınlarsa o derece sinir bozucu, ıstırap verici olur.

Yetmişli yılların sonuna doğru onu neredeyse intihara sürükleyen ölüm korkusu krizi, bildiğimiz üzere ne ilk ne son, her hâlükârda ne de tek olacaktı. On beş yıl önce kardeşi Nikolay’ın ölümünde buna benzer bir şey yaşamıştı. O zamanlar kendini hasta hissetmiş ve kardeşinin öldüğü aynı hastalığa, vereme yakalandığını sanmıştı. Göğsünde ve böğründe ağrı hiç eksik olmuyordu. Kımız tedavisi görmek üzere gittiği bozkırda hakikaten sağlığına kavuşur.

Daha önceleri olağan ruhi krizlerini ve bünyevi hastalıklarını herhangi bir zihni veya ahlaki dönüşüm yoluyla değil, sadece hayatın gücüyle, onun bolluğu ve sarhoşluğuyla iyileştirmişti. Olenin ölümle ilgili düşüncelerinde, Sivastopol cephesinde top mermileri altındaki Lev Tolstoy gibi kendindeki “gençliğin kudretli tanrısının” bilincindedir.

Yetmişli yılların sonuna doğru yaşadığı kriz, neden onun için, adeta biricik önemde olacak kadar belirleyici bir etkiye sahip olmuştur? Kendisi bunu manevi nedenlerle açıklıyor. Fakat bu, önceki krizlerin aynısı değil miydi? İnsanlarda, yaşlanmayla birlikte sadece ruha özgü değil, aynı zamanda şimdiye kadar yokuş yukarı giderken birden yokuş aşağı gittiğini hisseden vücut organlarına özgü bir duygu da yok mudur?

“Yaşımın zeval çağı gelip çattığında- diyor İtiraflarım’da- hayatının tam da bu dönemi, altmışlı yaşlarının başlangıcı hakkında, beden gelişimimin bittiğini anladım; bilakis kuruyordum, kaslarım zayıflıyor, dişlerim dökülüyordu.”

Burada, o kadar vazıh olmasa da âdeta Anakreon’un yakınması duyulur:

Seyrekleşti, ağardı benim
Başımın övüncü saçlar,
Dişler birer birer kayıpta
Ve göz ateşi söndü.

Levin, bir gece, tıpkı kardeşi Nikolay’ın öldüğü pis bir otel odasında- Nikolay Levin’in ölümü, Nikolay Tolstoy’un ölümünü çokça andırmaktadır- gittikçe yaşlanmayla kuşatılmakta olduğunun iliklerine kadar işleyen dehşetli korkusunu duyar ve birden, vücudunun her zerresiyle “her şeyin son bulacağını ve ölüm denen şeyin ne demek olduğunu” ani bir sezişle kavrar.

“Bir mum yaktı ve gidip aynada yüzüne ve saçlarına dikkatle bakmaya başladı… Evet, şakaklar ağarmaya başlamış. Ağzının içine baktı. Arka dişlerde çürükler var. Kaslı kollarına dikkat kesildi. Evet, epey kuvvetli. İyi de akciğerlerinin arta kalanıyla nefes alan Nikolay’ın da sağlam bir vücudu vardı.”

“Hayat devam ediyor demek ne demektir? – diye yazar 1894 yılında- Şu demektir: Saçların dökülmesi, dişlerin çürümesi, cildin kırışması, ağzın kokmaya başlamasıdır. Her şeyin sona ermeden evvel, bir de pis ve kötü bir hâl alması demektir; pudralanmış, beyazlatılmış yüzler, ter, pis koku, rezalet. Neye hizmet ettim ben? Güzellik nerede? Hâlbuki o her şey demektir. O yoksa hiçbir şey yok. Hayat da.”

Sofiya Tolstoy kardeşine yazdığı 1881 tarihli mektupta Tolstoy’un tamamen değiştiğini, “dini bütün sağlam bir Hıristiyan olmaya başladığını” ve ayrıca saçlarının ağardığını, sağlığının zayıfladığını ve her zamankinden daha çok sessizleşip içine kapandığını yazar.

Bu, hayatı boyunca geçirdiği ruhi krizlerin alıp götürdükleriyle beden sağlığının- saçların ağarması, cildin kırışması, dişlerin çürümesi, ağzın kokması, kasların gevşemesi- iniş çıkışları arasında son derece dikkat çekici bir bağ var.

“Gençliğin kudretli tanrısı” uçup gitti. Hayat sarhoşluğu sona erdi. “Hayatla sarhoş olunduğu sürece yaşamak mümkün- diye itiraf eder- ayıkken fark edilmemesi imkânsız olan şeyler o zaman görülmez; bütün her şey sadece aldanış, aptal bir aldanış. Bugün değilse bile yarın hastalıklar nüksedecek, ölüm sevdiklerim ve benim için vaki olacak ve leş bir kokudan ve kurtçuklardan başka şey kalmayacak.”

Bilinçli ve bilinç dışı hayatının ikiye bölünmesi ve anlaşamamaları, ilk başta pek belirgin olmayan, kademeli olarak derinleşen bu çatlak, nihayetinde, İtiraflarım’da bahsi geçen derin “uçurum”a dönüşür ve oraya ulaştığında onu “ölümden başka hiçbir şeyin beklemediğini fark eder.”

“Ve en kötüsü, o yani ölüm, onu (İvan İliç’i) herhangi bir şey yapsın diye değil, sadece ona, doğrudan gözlerinin içine baksın ve hiçbir şey yapmadan sonsuz bir acı çeksin diye kendine çekiyordu.”

Ve “onunla baş başa kaldı. Onunla göz göze ve onunla bir işi de yok. Sadece ona bakmak ve buz kesilmek.”

“Ve o, bu durumdan kaçarken teselli kabilinden sığınacak siperler aradı ve sağlamlıkları ölçüsünce saydam olan başka başka, pek çok siper onu kısa bir süreliğine koruyabildi, fakat o, sanki her şeye nüfuz etmişçesine orada hemen yeniden bitiveriyordu.”

Fakat yaşadığı son kriz dayanılacak gibi değildi, öyle ki “ilmik veya bir kurşunla ondan kurtulmak istemişti.”

Tertullianus (MS 160-220), insanların “Hıristiyan fıtratı üzerine doğduğunu” iddia eder. İyi de tüm ruhlar Hıristiyan mı? Bazıları putperest doğmaz mı? Sanırım, Tolstoy’un ruhu tam bu soydan bir ruhtur.

Şayet bilincinin derinliği bilinç dışının derinliğiyle uyuşuyor olsa idi, kendi pagan ruhunun, nihayetinde, korku veya utanç duyulacak bir şey olmadığını, kendisine Tanrı tarafından verilmiş olduğunu, tıpkı ruhları olan insanların ve doğası gereği Hıristiyan olanların Tanrı’larını sonsuz fedakârlıkta ve kendilerini inkârda bulmalarına benzer bir şekilde kendi Tanrı’sını ve inancını, korkusuzca sonsuz öz sevgisinde bulabileceğini anlardı.

Ne var ki, bilinci ile bilinç dışı arasındaki uyumsuzluk ve dengesizlik nedeniyle ona bu ikisinden yalnızca biri kaldı: ya bilincini hayatının ilk yarısında tâbi kıldığı bilinç dışı yahut tam aksine, bilinç dışını hayatının ikinci yarısında tâbi kıldığı bilinç geriye kaldı; ikinci durumda, öz sevginin, izole bir kişiliğin tüm hayatı ve gelişimi, kaçınılmaz olarak cismani ve hayvani bir nitelik arz eder; dolayısıyla, onun cani, zalim, şeytani bir hüviyeti vardır, o hâlde olmaması yahut yok edilmesi istenilecek en hayırlı netice olur. Gerçekten de bu sonuca vardı, sonuna kadar nefret etmeye ve ruhunu kurtarmak için onu mahvetmeye karar verdi. İtiraflarım’ı yazabilmiş olmakla artık bunu kesin olarak başardığını, son, nihai gerçeğe eriştiğini, daha fazla aranacak bir şey olmadığına kanaat getirdi. Son sayfalarda, artık kendini değil, sadece başkalarını yargılar; bütün bir insanlık kültürünü bir “şımarıklık” ve mensuplarını “parazit” olarak yaftalar. Açıkça şöyle der: “Kendimden nefret ediyorum… şimdi her şey bana daha vazıh görünüyor.”

Ancak “İtiraflarım’dan üç dört yıl sonra bu “vazıhlık” tekrar bulanık ve çetrefil bir hâl alacaktır.

Zaten daha 1882’de Moskova nüfus sayımı sırasında ve Liyapin sığınma evini inceledikten sonra, evvela Moskova’yı, akabinde Rusya’yı ve en nihayet bütün insanlığı kurtarmak adına tanıdıklarını, varlıklı insanları özel bir Hıristiyan Hayırsever Derneği çatısı altında bir araya getirmek için ikna etmeye çalışmıştı, zira vicdanı huzur bulmamıştı. Bu çağrıda, Tolstoy’un diline asla özgü olmayan, Rastopçin afişlerinin üslubunu çağrıştıran bir dille yazılmışçasına gerilimli, ikircikli, çatlak çanın titrek, aykırı sesi duyulur: “Haydi, biz aptallar, müjikler, köylüler, dini bütünler, halkla yekvücut olup kaldıralım. Dostlar, kardeşler bir çırpıda.”

Yoksullara para toplamak için dolaştığı tanıdık evlerde dünyayı kurtaracak yeni planını açıklarken dinleyenlerin acıklı acıklı baktıklarını görmüştü: “Utanç duyuyor gibi bir hâlleri vardı, daha çok da benim adıma, zira aptalca konuşuyordum, doğrudan aptalca demenin yakışık almayacağı aptalca şeyler. Dersin ki harici bir sebep onları aptallıklarıma katlanmaya mecbur kılmıştı.” Duma’da yaptığı konuşmadan sonra görüştüğü nüfus sayımı yöneticilerinin bakışlarında yine aynı şeyi görmüştü: “Meclis, senin aptallıklarını sırf sana olan saygıdan alkışladı ve sen hâlâ haddini aşmaya devam ediyorsun.”

Yüce ve yeni bir hakikat olarak gördüğü yardım derneği kurma teşebbüsünün basit bir toplama-çıkarma hesabıyla imkânsız olduğu gerçeğini nihayet kabul eder. Bir cumartesi günü, akşamüzeri, birlikte odun kestiği doğramacı Semen, Dorogomilov Köprüsü’nden geçerken yaşlı bir dilenciye üç kopek verip iki kopeki para üstü olarak geri ister. İhtiyar elindeki iki üçlükle bir birliği gösterir. Semen bakar, parayı önce geri almak ister, sonra vazgeçer, şapkasını eline alır, haç çıkarır ve üç kopeki ona bırakıp yoluna devam eder.

Semen’in, Lev Nikolayeviç’in bildiği üzere biriktirdiği tamı tamına 6 ruble 50 kopeki vardır, kendinin ise 600 bin ruble. “Semen, diye düşünür, 3 kopek verdi, bense 20. Onunki vermekse benimki de öyledir. Semen’in yaptığını tam yapmış olmak için ne vermeliydim? Onun 600 kopeki vardı, o paradan önce bir, sonra iki kopek verdi. Benim 600 bin rublem var. Semen’in verdiğinin aynısını vermek için 3 bin ruble vermeli ve 2 binini geri istemeli ve şayet para üstü yoksa 2 bini de ihtiyara bırakıp haç çıkarmalı ve fabrikalardaki çalışma şartlarından, Smolen Pazarı’nda ciğerin kaça satıldığından rahat rahat konuşarak yoluma devam etmem gerekir.”

Bu hesap mantığından şu şaşırtıcı sonucu çıkarmamak olmazdı:

“Ben elden 100 bin çıkarsam bile yine de iyi bir şey yapabilmiş olmayacağım, zira 500 binim daha var. Sadece hiçbir şeyim kalmadığında küçük de olsa bir iyilik yapmış sayılırım. İlk kez Liyapin sığınma evinde aç ve çıplakları görünce bunun sorumlusunun şahsım olduğunu ve doğru olan yegâne şeyin yaşadığım gibi yaşamanın imkânsız, imkânsız, imkânsız olduğuydu.”

O kadar acıyla ve gücünün son damlasına kadar uğraş verdiği yapı anında çöküp yıkılıyor ve yine kabahati kendinde bularak topluma günah çıkarmanın yolunu tutuyor:

“Hiçbir işe yaramaz zavallı bir parazitim ben. Ve ben, o böceğim ki yapraklarına dadandığım ağacın büyümesine ve iyileşmesine yardımcı olmak istiyorum.”

İşte şimdi, Mesih’in sözünü anlamış gibiydi: Kim ki O’nun ardınca gidebilmek için her şeyinden- ev, çocuk, tarla- vazgeçmez, O’nun talebesi olamaz.

Ve yeni bir devrim, yeni bir yeniden doğuş gerçekleşir.

Sadece “kendinden nefret etmemiş olduğunu” değil, İtiraflarm’ı yazmakla bulduğunu sandığı hakikati bulamadığını da anlamıştı; zira onu, henüz aramaya başlamamıştı.

Ve aynı zamanda, bu sefer her şeyin kendisi için kesin ve sonsuz bir netlikte açıklık kazandığını ve yeni hakikati uygulamanın çok kolay olacağını düşünür:

Tanrı Krallığı’na ancak “mal ve mülk sevdasına düşmeyenler” girebilir.

Dünyanın mahvına sebep olan kötülüğün ne kaderin bir oyunu ne Tanrı iradesi yahut tarihi zorunluluk olduğuna, hiçbir şekilde güçlü ve korkutucu olmayan, zayıf ve ehemmiyetsiz bir batıl inanış -mülkiyet- olduğuna ve bu batıl inanışın yok edilmesinin bir örümcek ağının yok edilmesi kadar kolay olduğuna inanır.

Ve Mesih’in emrini yerine getirebilmek maksadıyla her şeyinden- çoluk çocuk, mal mülk- vazgeçip 600 binini dağıtmaya ve kendinde iyilik yapma hakkı görebilmek için dilenci olmaya karar verir.

***

IV. BÖLÜM

Pek çok kimse -diye yazar Hatırat’ında Bers- Lev Tolstoy’un lehine olmayacak meselelere değinmeyeceğimi düşünüyor. Ancak bu yaklaşım doğru değil, zira kimseden gizlemeyi gerektirici bir şey yok.”

İşte cesur sözler. En büyük aziz ve keşişlerin bile zaaflarına kapılıp nefislerine yenildikleri bilinen bir gerçek. Mesih’in talebelerinden en sadık birinin ruhunda ihanet vardı. Üstelik yazdıkları ortada, onun yazdığı bir biyografi değil, methiyedir.

Daha şaşırtıcı olan ise bizzat Tolstoy’un da bir tanığın beyanına göre aynı şeyleri son zamanlarda sıkça söylemiş olmasıdır: Kimseden saklayacak bir sırrım yok. Varsın herkes ne yaptığımı görsün.’”

Müthiş sözler. “Hiçbir şeyden utanmıyorum” deme cesaretinde bulunan kimdi acaba? İnsanları olabildiğince küçümseyen biri mi yoksa gerçekten bir aziz mi?

Her insanın ömründe, hayatının bütün anlamını bir çırpıda gözler önüne seren, kim olduğunu, neye değer verdiğini, bilincinin ve bilinç dışının en uç derinliğine kadar kişiliğini ele veren ve bir kılıcın ucunda şu veya bu tarafa her an düşecekmiş gibi çırpınırken kaderini başından sonuna kadar belirleyecek öneme sahip kritik anlar vardır.

Tolstoyun hayatında malını mülkünü dağıtma kararı, tam böyle bir anı ifade etmektedir. Ama bir gariplik var. O dakikaya kadar, onun bilinç ve vicdanının her adımını takip etmemize imkân veren, itiraf ve pişmanlıklarının en ince ayrıntılarına değin dillendirildiği günlükleri ve anı kitabı aniden bize ihanet edip bizi yarı yolda bırakıyor. Kendisi hakkında mütemadiyen konuşurken birden ağzını bıçak açmıyor. Şayet iş ve davranışları yeterince açıklayıcı olsa idi, sözlerine elbette ihtiyacımız olmayacaktı. Ne var ki hayatının görünür yüzü bizi yazılarından bile daha fazla şaşkına çeviriyor. Onun kendi iç âlemiyle alakalı olarak ağzından dalgınlıkla kaçırdığı ancak muhataplarınca pek anlaşılamayan birkaç kelimelik ipucundan yahut davranışlarının kimi görünür nedenlerinden bizi şaşırtacak derecede çarpıcı ve çelişkili bir şey öğreniyoruz.

“Kendi mülkiyetine yaklaşımı hususunda- diye devam eder Bers- Lev Nikolayeviç bir gün bana, inançlarıyla zıtlık arz eden bir kötülük gibi gördüğü mülkiyetinden kurtulmak istediğini söylemişti, fakat daha en başından, kötülüğü başkalarına devretmeyi istemekle yani mülkiyetini dağıtma kararıyla yanlışa düşmüştü, zira bu da başka bir kötülüğe, daha açık bir ifadeyle karısının aşırı hoşnutsuzluğuna ve tepkisine neden olmuştu. Bu tepki nedeniyle bütün mal varlığını karısına devretmeyi teklif etti, onun bunu kabul etmemesi üzerine aynı teklifi çocuklarına da yaptı ama bir netice alamadı.”

Başka bir tanığın beyanına göre (Kont Sergeyenko- Kont L. N. Tolstoy Nasıl Yaşar ve Nasıl Çalışır) Tolstoy bir gün yolda bir tanışıyla karşılaşır. Aralarında geçen kısa bir sohbetin ardından onun bekâr yaşadığı, yemeklerini canının istediği yerlerde yediği ve Moskova’da ıssız bir adadaymışçasına mütemadiyen münzevi bir hayat yaşadığı anlaşılır. Bu karşılaşmayı anlattıktan sonra gülümseyerek şunları eklemişti:

— Söylemesi ayıp kaçsa da doğrusu onu kıskandım. İnsanın başkalarının acı çekmesine sebep olmadan gönlünce yaşayabilmesi ne müthiş şey. Asıl mutluluk budur işte!

Bu ne? Ne tür bir şaka? Ne tür bir “gülümseme”? Ve içinde nasıl bir acı barındırıyor?

Ama daha garip hatta epeyce ürkütücü bir itiraf gibi:

“Kendime erkek bir arkadaş bulacağım. Ve hiçbir kadın benimle dostlukta bir erkeğin yerini tutamaz. Neden eşlerimize en yakın dostlarımız olduğu yalanını söyleriz ki? Gerçekte, doğru olan bu değil mi?”

Bunu da gülümseyerek mi söyledi? Ve bu bir şaka mı? Çağımız dünyasında, Eski Ahit’teki İbrahim, İshak ve Yakup peygamberlerin bir benzeri gibi mutlu bir aile adamı olarak karısıyla otuz yedi yıl boyunca can ciğer yaşamışken ömrün ahirinde aniden bekârlığın özgürlüğüne gıpta ediyor, aile hayatını bir tür adı konmamış kölelik addediyor ve karısını âdeta yabancı biriymişçesine arkadaşlık ismine layık görmüyor.

Tolstoy’un aile mutluluğunu yücelten aynı tanık, gayet sakin, serinkanlı bir tonda şunu da söylüyor: “Onların (Tolstoy çifti) dünya görüşleri, ne var ki birbirine taban tabana zıttı.” Hâlbuki biliyoruz ki “dünya görüşü” Tolstoy nezdine en kutsal değerdir. Şayet bu hususta hemfikir değilseler, hemfikir olabilecekleri daha ne kaldı? Bunun şakaya alınacak bir tarafı olabilir mi?

Bununla birlikte Bers’in “yeniden doğmuş olan” Tolstoy’un karısına olan duygularıyla ilgili bildirdiği şey daha da çarpıcıdır:

“Şimdi, Lev Nikolayeviç, mülkiyetinden kurtulmasına engel olmakla ve çocukları aynı eski ruh içinde yetiştirmeye devam etmekle suçladığı karısına karşı sert, kınayıcı ve hoşnutsuz bir tavır sergilemekte. Karısı da kendi zaviyesinden kendini haklı görerek kocasının ona olan tutumundan şikâyetçi. Tolstoycu öğretiye ve onun sonuçlarına karşı ister istemez korku duymakta ve hatta nefret etmekte. Aralarında, birbirini suçlayıcı konuşmaların duyulduğu bir zıtlaşma da baş göstermemiş değildi. Başkaları da aynısını yapmadıkça malını mülkünü tanımadığı insanlara dağıtıp çocuklarını sersefil ortada bırakmanın olacak iş olmadığını ve bunu engellemenin aynı zamanda anne olarak kendisi için bir görev olduğunu düşünüyordu. Bana bunları gözyaşlarıyla dedikten sonra şöyle devam etmişti:

–Şimdi çok zorlanıyorum, çünkü her şeyi tek başıma yapmak zorundayım, oysa önceleri vazifem sadece çalışanlara yardımcı olmaktı. Çocukların bakımı ve eğitimi benim ellerime bakıyor, ama bunları yaptığım ve gidip sadaka dilenmediğim için suçlanıyorum! Şayet küçük çocuklarım olmasaydı, ona eşlik etmez miydim? Ama onun için varsa yoksa davası.”

Ve nihayet, en inanılmaz itiraf:

Lev Nikolayeviç’in karısı, çocuklarının hak hukukunu korumak adına resmi mercilere mal varlığına vasi atanması için başvurmaya hazırdı.

Kontes Sofiya Andreyevna tarafından Tolstoy’a kısıtlama getirilmesi! Bu, öyle ki belki de çağdaş Rus hayatının ve her hâlükârda onun hayatının en büyük trajedisidir. Bu, bir insanın bir kılıç ucunda bütün kaderini belirleyecek olan kritik andır. Ve bu husustaki sağırlık ve dilsizliği hayatının en karanlık, en gizli yanını teşkil etmektedir.

Peki, nasıl oldu da bu trajediden kurtulabildi? Kendi güçlerinin gerçek boyutunda kolay ve basit görünen şeylerin aslında zor ve karmaşık olduğunu ve “mülkiyet batıl inancı”nın “zayıf bir ağ” olmadığını, bilakis ucu insanın kalbinde, etinde, kanında düğümlü en güçlü hayat bağı olduğunu, öyle ki kalpten ancak et ve kanla kopartılabileceğini, maalesef yine yanılarak anladı. Muallim’in büyük ve korkunç sözünü nihayet anlamış olsa gerektir: İnsanın düşmanı kendi ev halkıdır?

Geçmiş asırlardaki Hıristiyan keşişlerinin tıpa tıp bu gibi hâllerde tavırlarının ne olduğunu biliyoruz. Assisili Francis’in babası Pietro Bernardone oğlunun, malını mülkünü fakir fukaraya dağıtarak çarçur etmek istediğini piskoposa şikâyet edince Francis kıyafetlerini iç gömleğine kadar çıkarıp katlar ve üstündeki parayla birlikte babasının ayaklarının önüne koyar ve der ki: “Bu zamana kadar Pietro Bernardone’yi babam diye belledim, ama bundan böyle Tanrı’ya hizmet etmek en büyük arzum olduğu için bu adamdan aldığım her şeyi ona geri veriyor ve şu andan itibaren bilinsin ki cennetteki babamız, Tanrı’dır benim babam, Pietro Bernardone değil.”

Gizlice baba evinden kaçan Rus halkının sevgilisi Keşiş Aleksey aynı şeyi yapmıştı. [Keşiş Aleksey. Evleneceği gün zengin ailesinden ve gelininden kaçıp Odesa’ya gitti. Burada bütün servetini fakirlere dağıtır ve Kutsal Bakire Kilisesi’nin avlusunda 17 yıl boyunca sadaka dilenir.] Mesih’in emrini yerine getirmek isteyen tüm Rus çilecilerin bugüne değin yaptıkları da aynı şeydir: Benim adıma evini, bağını bahçesini ve çocuklarını terk etmeyenler bana layık değildir.

Han-ı yağma kılarak haneyi,
Baş kabak ayak yalın,
Azmedip yola koyuldu Vlas,
Bir tapınak inşa etmekti gayesi.
Ruh gücünde ne azamet
Tanrı’nın omuz verince işlerine.

Yollardadır o günden beri,
Otuz yıl olacak pek yakında,
Sadakadan gelenle beslenir,
Yeminine sadıktır asla yemez.

Yapılması gereken tam da buydu. Rus topraklarının büyük yazarı, tarihimizde eşi benzeri görülmeyen bir olay olarak Rus halkının bir çilecisi olmalıydı, aydınlar ile halk arasında Petro devrimleriyle kazılan uçurumdan yeniden dini bir yol tesis etmeliydi.

İnsanların sadece onun yazdıklarına değil, aynı zamanda her şeyine, ev ve aile hayatındaki en mahrem işlerine dahi merak dolu gözlerle bakmalarına şaşmamalı. Hayır, burada söz konusu olan, boş bir merak duygusu değildir. Rus kültürünün geleceği için, hepimiz için çok önemli. Edepsizliğe düşme korkusu bizi sarmamalı. Bizzat kendisi “Kimseden gizli saklım yok. Herkes ne yaptığımı görsün.” dememiş miydi?

Peki ne yapıyor?

Karısının muhalefetine aşırı tepki göstermek istemediği için- diyor Bers- mülkiyetine karşı, sanki o hiç yokmuş gibi davranmaya başladı, zenginliğini yok sayarak kaderini görmezden geldi ve şayet Yasnaya Polyana’daki evin çatısı altında yaşamasını varsaymasak mülkünden istifade etmeyi reddetti. Ancak, nasıl “varsaymasak”? Bu ne anlama geliyor? Mesih’in emrini yerine getirdi: Evini barkını, çocuklarını terk etti, elbette onlara bıraktıklarını “varsaymasak”? Malını mülkünü dağıtıp evsiz barksız bir dilenci olmuştu, şayet karısını üzmemek endişesiyle mülkiyetine dokunmamasını varsaymasak? Ve hangi “kötülük”, “karısına karşı hangi aşırı tepki” söz konusu? Mesih, pek tabii ki şiddeti vaaz etmedi. İnsanların malını mülkünü fakirlere dağıtarak eş ve çocuklarının ondan mahrum kılınmasına izin vermemişti ama gerçekten -üstelik ne kadar açık- bir kişinin mülkiyetinden şayet başka bir şekilde kurtulması mümkün değilse; tarlasını, evini, servetini karısı ve çocuklarıyla birlikte terk edip haçını sırtlanarak onun peşinden gitmesini istemişti. Eh, hiç olmazsa şu sözü eksiksiz anlamıştır: İnsanın düşmanı kendi ev halkıdır.

Ezcümle, kendi etine ve kanına isyan, insan gücünün ötesinde bir şey midir? Bütün Mesih akidesi, en azından bir yönüyle tam da Tolstoy’un anladığı şekilde kendi etine ve kanına bir isyan değil midir? Mesih bunu kolay görmedi, mülkiyetten vazgeçmenin “örümcek ağının yok edilmesi” anlamına geldiğini söylemedi. Bunun insanın en ağır zinciri olduğunu, bağının ancak et ve kanla kalpten kopartılabileceğini, en canlı, en aziz, hayati önemi haiz insan bağlarını çözmedikçe; mülkiyetini anne, baba ve çocuklarıyla birlikte terk etmedikçe ondan kurtulmanın imkânsız olduğunu biliyordu. O, işte bu yüzden, sonsuz bir keder ve merhamet dolu mütebessim bir çehreyle şöyle demişti: Size diyorum ki, gerçekten ama gerçekten bir devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin bir adamın Tanrı Krallığı’na girmesinden daha kolaydır.

Mesih öyle demişti. Peki, Tolstoy ne diyor? Sanki eserleri onun adına konuşuyormuş gibi yahut çelişkili bir durum veyahut trajedi yok sanki her şey onun için eskisi gibi hâlâ yalın ve basitmiş gibi sessizliğini muhafazaya devam ediyor. Hayatı tuhaf bir efsane hâlini alan bu modern azizi savunma sadedinde: “O, öğretisinin ilkelerini gözlerini kapamaya çalışarak olabildiğince yerine getirmeye çalışıyor. Para görmeye tahammülü yok, mümkün olduğunca ona elini sürmekten sakınıyor ve üzerinde asla bulundurmuyor.” (Anna Seyron). “Ve karısının iradesini son zamanlarda Tanrı’nın iradesiyle uzlaştırmayı öyle başardı ki- diye söyler Bers- Sofiya Andreyevna kocasının öğretilerine karşı daha uysal olmaya başladı.” Böylece devenin iğne deliğinden geçmesinin- “elini paraya sürmemek”, “onu üzerinde bulundurmamak” ve “gözlerini kapamak” gibi yeni bir yöntemi bulunur.

Bu, tam anlamıyla bir ironi değil midir, kendine, bize ve İsa’ya karşı zalimce bir maskaralık? Şayet herhangi bir anlamı varsa insanlık mahkemesinin önünde ve esasen Tanrı mahkemesinin önünde İsa’nın emrini yerine getirdi mi getirmedi mi, diğer bir deyişle mülkünü dağıttı mı dağıtmadı mı? Bunun iki cevabı olamaz, ortası da yoktur; cevap tektir: ya evet ya hayır.

Bu meselede onun ne düşünüp ne hissettiğini bilmiyoruz, zira hayatının iç yüzü bize tamamen kapalı ama dış yüzünde ne olup bittiğini en ince ayrıntısına kadar biliyoruz: Sayısız muhabirin keskin bakışı sayesinde evinin duvarları cam gibi saydamlaştı. Onu yerken, içerken, uyurken, giyinirken, çalışırken, botlarını tamir ederken ve kitap okurken görüyoruz. Bu basit şeyler bazen öyle önem kazanır ki, belki bize vicdanının gizlendiği yerin anahtarını verir? Ne var ki gözlemleyip nüfuz ettikçe kafa karışıklığımız azalacağına daha da artıyor.

Tanıklar, Tolstoy’ların evindeki refah ve zenginliği, ağzına kadar dolu para kasasını ve onlardan birinin ifade ettiği üzere “eski zaman soylularına özgü ölçülü ve ağırbaşlı yaşayışı” ince bir titizlikle tasvir ederler. Dolgo Hamovni Sokağı’nda, kış geceleri bahçedeki don ve kırağı tutmuş asırlık ağaçların dalları arasından pencerelerinde ışık yanan ve pek büyük olmayan iki katlı köşkü görüyoruz. İçeride her şey konukseverlikle, samimi bir neşe ve zarafetle, soylu bir sadelikle nefes alıyor: geniş merdivenler, gereksiz eşyadan arındırılmış ve pürüzsüz antika maun mobilya ile döşeli yüksek tavanlı, aydınlık bir salon ve misafirleri frak ve beyaz kravat içinde karşılayan “nazik ve kibar” uşak… Lev Nikolayeviç’in onun hizmetlerinden yararlanmadığını, bu yüzden çalışma odasını bizzat kendisinin temizlediğini hatta suyunu bile at sırtında değil, omuzlarında kovayla taşıdığını hatırlamamız gerekir. Odası sadeliğiyle “Pascal’ın çalışma odasını andırıyor.” Bu, alçak tavanından demir bir borunun geçtiği küçük bir odadır. “Seksenli yılların başında- diye belirtir Sergeyenko- ev baştan sona yenilendi, ama kontesin deyişiyle, sayısız emekçi Lev Nikolayeviç’ten çok daha kötü şartlarda yaşayıp çalıştığı için çalışma odasının lüks tanrısına kurban edilmesine gönlü razı olmadı.” Doğrusu, az sayıda “emekçi”nin ondan daha iyi şartlarda çalışıp yaşadığını da haklı olarak söyleyebilirdi. Onda zaruri olmayan hiçbir şey- ne halı ne resim ne de biblo- yoktur. Ancak deneyimli emekçiler, gereksiz şeylerin düşünceye odaklanmaya alıkoymaktan başka bir iş görmediğini iyi bilir. Tavandan geçen demir boru çirkin görünmekle birlikte onun bir tanıdığı vasıtasıyla yeni hijyen şartlarının talimatı gereği yapılmıştır: “Özelliği ise bir lambanın yardımıyla, çalışma odasını mükemmelen havalandırması ve muayyen bir sıcaklıkta tutmasıdır.” Her zaman temiz hava ve sabit sıcaklık. Daha iyi ne olabilir? Ancak odanın asıl avantajı sessizliğidir. Lev Nikolayeviç’in dokunulamaz odası köşkün yenilenmesinden sonra “gökyüzü ile yeryüzü arasına kondurulmuş gibi” olmuştu. Evin yan cephesinin mahvolmasına sebep olmakla beraber “sessizlik ve huzur açısından kazançlı çıkan çalışma odası olmuştu.” Pencereler bahçeye nazırdı. Sokak gürültüsü hiç işitilmezdi. Köşkün diğer odalarından uzakta olan bu sığınak tefekküre dalmak için her zaman ideal bir yer olmuştur. Sadece tüm hayatını tefekkür üzeri geçirenler, huzur dolu bir sessizlik içinde kendisiyle tamamen baş başa kalacağı rahat bir odanın kıymetini takdir edebilir. Bunun için vazgeçilmeyecek şey yoktur. Düşünürlerin biricik ve yeri doldurulamaz lüksü budur. Büyük, modern şehirlerde ne kadar nadir ve elde edilmesi zor bir şeydir. Bu hakiki lüks anlayışıyla kıyaslandığında Amerikan vahşi zevk anlayışından esinlenen köpürtülmüş burjuva zevklerimiz ne çok barbar görünmektedir.

Tolstoy’un bundan daha hoş, daha sessiz olan Yasnaya Polyana’daki çalışma odası, Rusya’nın en güzel köşelerinden birinde, asırlık huş ve ıhlamur ağaçlarıyla çevrili, sessiz sakin bir bahçenin ortasında soylulara özgü kurulan bir yuvada bulunmaktadır. Bu oda, çıplak zemini, tonozlu tavanı ve kalın duvarlarıyla daha önceleri kiler vazifesi görüyordu. En sıcak yaz günlerinde bile “bir mahzen kadar serin olurdu.” Kürek, tırpan, testere, kerpeten, eğe gibi saf çocukluk günlerini hatırlatan çeşitli alet edevat dekorasyona Robinson barınağının taze bir cazibesini vermektedir. Bu iki çalışma odası- yaz ve kış- Epikür öğrencisinin fiziksel ve ruhi hayattan hiç kimsenin alamayacağı kadar edindiği en saf, en masum sevinçlerini sığdırdığı hakiki sessizlik ve muhteşem sadelikte hücreleridir.

Evdeki her şey ev sahibinin olabildiğince asil, zarif, görkemli sadelik tutkusuna karşılık gelir. Kontes Sofiya Andreyevna ufak tefek şeylerin dahi onu rahatsız etmemesi ve huzurunu bozmaması için her an tetiktedir. “Ev ve iş yönetimiyle ilgili tüm karmaşık ve zahmetli işler onun sorumluluğundadır. Yardımcıya ihtiyaç duymamaktadır.” Bu arada, evde büyük bir düzen hüküm sürmektedir. Tolstoy’ların arabacısı, Sergeyenko’ya kontes “tutku derecesinde tertip düzen âşığıdır” sözünü yok yere söylememiştir. “Kontes yorulmak nedir bilmeyen biridir, canlı enerjisini, hanım ağalığını ve disiplinini gittiği her yere taşır. Bir iki günlüğüne iş gereği Yasnaya Polyana’dan ayrılması icap etse “ev” denilen karmaşık makine gıcırdayıp arıza vermeye başlar. Özenli, nazik ve misafirperver vasıflarıyla mükemmel bir ev sahibesidir. Yasnaya Polyana’da evindeymişsin gibi sofraya oturup yatıya kalabilirsin.”

Lev Nikolayeviç’in görkemli yemek masasına her zaman, bol miktarda ama basit sayılabilecek özel sebze yemekleri servis edilir. Vejetaryenlik kontese büyük bir zahmete mal oluyor: “Ona yaklaşımı pek müspet değil, sadece evde bir tür haç gibi katlanıyor”, bu denli zor ve zahmetli. Ancak mızmızlanmıyor, hatta mutfakta yeni yemeklerin yapılışını izleye izleye, en nihayetinde, Yasnaya Polyana’da lezzetli, besleyici ve neredeyse etli yemekler kadar değişik türde sebze yemeklerini pişirme becerisi kazanıyor. Epey ustalık, yeni yaratıcı sanatlar ve ev sahibesinin ihtimam ve sabrını gerektiren ve tüm sadeliğiyle aslında etli olanlardan daha lüks, daha lezzetli yapılan bu tür sebze yemeklerinin kendisine kaça mal olduğunu Lev Nikolayeviç asla bilmez. Ve şayet, Keşiş Vlas gibi uzun yollarda yürüyor olsa idi yahut büyük oğluna tavsiye ettiği gibi gidip tarlalarda rençper olarak çalışsaydı vejetaryen diyetine titizlikle riayet etmesi elbette imkânsız olacaktı, belki de “yasak” bir katliamdan gelen ringa balığı yahut Smonel Pazarı’ndan alınan ciğer yiyecekti. Ama artık sevdiği yulaf çorbası binlerce aşçı tarafından hazırlanan en pahalı ve karmaşık çorbalardan daha lezzetlidir; badem sütlü arpa kahvesi moka kahve aromasına sahip olmasa da ne kadar sağlıklı. Buna ilaveten beden yorgunluğu, açlık ve susuzluk yemeklerin en güzel çeşnisidir:

“— Haydi bre, benim kvastan iç! Nasıl, beğendin mi? dedi müjik gözlerini kırpıştırarak.

Gerçekten de Levin, içinde yeşilliklerin yüzdüğü, mataranın paslı teneke tadının sindiği, ılık su kıvamındaki böyle lezzetli bir içkiyi hiç içmemişti. İhtiyar bir kupaya ekmek doğrayıp kaşığın sapıyla ezdi ve suyla doldurdu, az ekmek daha doğradı ve tuz ekti, sonra yüzünü doğu tarafına çevirip dua etmeye başladı.

— Bre beyim, turka, sana yaptım.

Turka öyle lezzetliydi ki Levin öğle yemeği için eve gitmekten vazgeçti.”

Yiyip içmeyi bilen biri. Trimalchio’nun zevk yorgunu misafirleri veya çağdaş gastronomlar bu mükemmel Epikürcünün mütemadiyen tattığı lezzetleri hayal bile edememişlerdir.

Kıyafetleri tıpkı yiyeceklerindeki basitlik ve sadelik gibi çıplaklığından utanç duyduğumuz çirkin bedenimizi ancak örtmeye kifayet edecek güzellik ve şıklıktadır ve aslında halkımızın pek tercih etmediği züht ehline özgü kasvetli elbiselerdir. Tolstoy, kışları gayet yumuşak ve sıcak, gri renk flanel kumaştan elbiseler, yazları ise kendine özgü kesimleriyle rahat ve serin gömlekler giyer. Ve pek muhtemeldir ki Yasnaya Polyana’daki yaşlı Varvara ve belki, kısmen de Sofiya Andreyevna hariç, Paris ve Londra’nın en usta terzileri de dâhil olmak üzere hiç kimse elbiselerini üstüne denk ve rahat oturacak şekilde dikmeyi beceremez, Üst elbiselerinin hiçbiri- kaftan, gocuk, kürk palto, koyun derisi kalpak, yüksek deri çizmeler- rastgele seçilmiş değildir, her tür hava şartları hesap edilerek tasarlanıp dikilmiştir. Öyle rahat ve zariftirler ki baştan çıkarıcılıklarıyla ev halkı ve misafirler tarafından sık sık kullanılmaktadır. Bunlar, kır hayatı yaşayan Kuzeyli Epikürcünün asıl kıyafetleridir.

Ve bu elbiselerin içinde kendine özgü, beklenmedik bir şekilde göze çarpan bir şıklık da söz konusu. Gençliğinde yüzü “basit bir köylünün yüz hatlarına sahip olduğu” için üzüntü duyardı, şimdi ise övüncü durumunda. Gezinti ve kimi davetlerde maruz kaldığı bir müjik veya serseri muamelesini anlatmaktan keyif alır.

“Aristokrasi, diyor, insanın yüzünde yazılı olan bir şey değildir.”

Bir gün, köylü kıyafetleri giymiş olan Piyer Bezuhov da çocuksu bir gururla “kalın ayak başparmaklarını keyifle şekilden şekile sokup oynatarak ayakkabısız çamurlu ayaklarına hayran hayran bakar. Ve ne zaman çıplak ayaklarına bakacak olsa yüzüne canlılık katan bir gülümseme ve kendini beğenmişlik hissi yayılırdı.” Lev Nikolayeviç, gençliğinde tutkuyla Georgiyev Haçı ve generallik rütbesi hayal etmişti. Şimdi ise daha çağdaş semboller tarafından büyülenmiş durumda. Elbette ne tür nişan olduklarının, altı delik bir pabuç yahut görkemli bir üniforma olmasının hiçbir önemi yok, netice itibariyle hepsi aynı değil mi? Aristokratlık yüzünde hâlâ silinmez izlerle yazılı ve köylü kılığının altında eskinin kusursuz soylu adamı bulunmakta ve hatta bu dış kabukta bile soyluluk, pek muhtemeldir ki daha belirgin ve daha büyüleyici görünmektedir. Bu nedenle, en muhteşem oryantal kumaşlarının dokuması kasıtlı olarak bazen kaba ve pürüzlüdür, böylece altın ve ipek desenlerinin ince, parlak iplikleri onları daha göz alıcı hâle getirmektedir.

Yumuşak yatak ve kuştüyü yastıklardan nefret eder. Ona kasvetli ve boğucu geliyor. Deri kılıflı serin, yüksek yastıklar tercih ediyor. Yatağı ise güllerden yatağında uykusuzluk çekip de çiçek yaprakları tarafından işkence gören Sibaris ahalisini kıskandıracak kadar tatlı sert bir Epiküryen-bilge yatağıdır!

Gübrenin pastoral kokusu 18. yüzyılın en hassas, en içli züppe beyzadelerinden birinin, Jean-Jacques Rousseau’nun nerdeyse gözlerini yaşartırdı. Lev Nikolayeviç de gübre kokusundan keyif almaktadır. “Bir sabah,” diyor Anna Seyron, “Kahvaltıya ekimi yeni yapılan tarladan gelmişti. O gün kont, Yasnaya Polnaya’ya yardıma gelen birkaç kişiyle birlikte tarlaya hayvan gübresi atmıştı. Evin kapı ve pencereleri sonuna kadar açık olurdu, aksi takdirde nefes almanın imkânı olmazdı. Gübre kokusu her yeri sarmıştı. Kont, yüzüne canlılık katan bir gülümsemeyle bize baktı.” Gübre kokusundan hoşlanan biri. Bers’in deyişine göre ot biçmekten ayrılacağı sırada kokusuna hayran olduğu kuru ottan eline muhakkak bir tutam alacak ve onu burnuna götürecektir. “Yazları, mütemadiyen, üzerinde hoş kokulu çiçekler taşır. Bazen elinde tutar bazen deri kemerine iliştirir. Ve masasında her zaman çiçek bulundurur. Onu burun deliklerine “bakışlarını inanılmaz derecede sevecen bir ifadeyle etrafındakiler üzerinde gezdirirken” nasıl zevkle bastırdığını görmek gerekir. Ayrıca Fransız parfümlerine ve kokulu iç çamaşırlara zaafı var. Kontes çamaşır dolabında her zaman parfüm tabletleri bulundurmaya özen gösterir. Böylece, Lev Nikolayeviç kokuların zevkine ermek için yeni ve zarif bir yol icat eder: Gübre kokusundan sonra parfüm ve çiçek kokusu daha mest edicidir. İşte sembol, işte birleştirme: köylü ve Hıristiyan gocuğu altında şuh parfüm yahut Parma menekşesi çiçeği kokulu iç çamaşırı.

Bir zamanlar Atina’da küçük bir bahçeyi öz elleriyle işleyerek azla yetinmeyi, ne göklerde ne yerde inanılmaya değer hiçbir şey olmadığını; güneş ışığı, çiçekler, kışın yanan odun parçasının verdiği sıcaklık, yazın bir testiden içilen serin su dışında mutluluk olmadığı görüşünü savunan neşeli bilge [Epikür], korkunç bayağılığına ve vahşiliğine rağmen çılgınca şımartılmış Amerikan “konforu”nun hüküm sürdüğü ve hepimizin uzun zaman önce gerçek lüksün ne demek olduğunu unuttuğu bu barbar çağda Tolstoy’un şahsında sadık tek öğrencisini görebilirdi.

Ve Kontes Sofiya Andreyevna, mülkiyetle ilgili tartışmayı bir kenara bırakmış olarak ve pek hissettirmeden, ince bir ustalık ve anaç bir gülümsemeyle Lev Nikolayeviç’in çamaşırları arasına onun sevdiği parfüm tabletlerinden gizleyerek bu yeni, zahmetli ve sıra dışı şıklıkta sadık ve gizli suç ortağı vasfıyla ona hizmette hiç kusur etmiyor. Tanıklardan biri “Kontes gözlerinin içine bakıyor.” diyor. “O, hiç uyumayan bir dadı gibi daima onunla ilgileniyor- diyor bir başkası- ve ondan çok kısa bir süreliğine ayrılıyor.” Kocasının mizacını uzun yıllar boyunca en ince ayrıntısına kadar gözlemlemiş olmanın sağladığı tecrübeyle Lev Nikolayeviç çalışma odasından çıkar çıkmaz onun yüz ifadesinden çalışmanın nasıl geçtiğini ve nasıl bir ruh hâli içinde olduğunu hemen anlıyor. Ve şayet, yazıların temize çekilmesini gerektirici bir durum varsa elleri her zamanki gibi dolu olmasına rağmen işleri derhal erteleyecektir ve o gün güneş hiç doğmayabilir, ancak gerekli olan yazılar belirli bir saate kadar mutlaka yazılacak ve tertip düzen içinde masadaki yerini alacaktır. Ve varsın nankörlük etsin, varsın karısının arkadaşı olmadığını, sevgisini soluduğu hava gibi hissetmediğini söylesin; kocasının onsuz bir gün bile yaşayamayacağını, onu o yapanın kendisi olduğunun bilincinde olmasından başka bir ödüle ihtiyacı yoktur. Ve “hiç uyumayan dadı” tıpkı “zayıf örümcek ağı” gibi görünmez, yumuşak ama güçlü ağlarla bu asla uslanmaz ve iflah olmaz yetmiş yaşındaki çocuğu bağrına basıyor, bir dediğini iki etmiyor, ninniler söylüyor, tüm ilgi ve şefkatinin ağlarıyla sarıp sarmalıyor. Ama, belki de her şeye rağmen gizli bir kurt kalbini kemirmektedir? Belki de verdiği sözü tutmamış olmak zihninde acı ve işkenceyle yankılanmakta ve bedeni keyif sürmekten geri kalmazken ruhu ölümcül acılar içinde kıvranmaktadır? Kontes Sofiya Andreyevna’nın ondaki Hıristiyani dini devrimden bahsettiği mektupta “saçlarının ağardığı, sağlığının zayıfladığı ve her zamankinden daha çok sessizleşip içine kapandığı” tarzındaki sözleri hayli önem arz etmektedir. Yine, aynı minvalde, Bers de birkaç yıllık bir ayrılıktan sonra yeniden bir araya geldiklerinde “Lev Nikolayeviç’teki eşine rastlanmayan şen şakrak ruhun tamamen yok olduğunun” anında farkına vardığını ifade eder. “Beni resmi ve mesafeli karşılaması karşısında o an yaşadığım büyük sevincin yersiz bir sevinç olduğunu anladım.”

Doğrusu, Tolstoy’un hayatında bu “içe kapanık hâl”in özel bir önemi olmadığını söylemek imkânsızdır. Bu hâlin, bedensel canlılığın devre devre tekrarlanan gelgitlerinden biri olarak yaşadığı geçici sağlık sorunlarıyla- ki bu da kişiliğinin tipik bir özelliği olarak devre devre yaşadığı manevi krizlere denk gelmektedir- neredeyse hiçbir bağlantısı yoktur. Bers’in deyişine göre, en azından, ziyaretine gittiği gün Lev Nikolayeviç “mesafeli duruşuna” ve âdeta büründüğü keşiş sessizliğine artık daha fazla dayanamaz: “Muhtemelen, hâli karşısında kapıldığım üzüntüyü fark etmiş olacak ki hepimizi neşelendirecek şekilde benimle şakalaştı, salonda ayakta oyalandığım bir sırada aniden sırtıma atladı.” Böyle bir şaka, gerçekten de “yersiz sevinçlere” hiç iltifat etmeyen birinden beklenmeyecek bir davranış. Ziyaretçi o şakada eski Tolstoy’u hemen tanıyıverdiğini söyler.

Hayır, ondaki yaşama sevinci o güne dek hiç sönmedi ve belki de şimdi, yaşlılığında bile ebedi çocuk sevincinin tükenmez pınarı gençliğinden bile daha fazla fokurdayıp çağıldamaktadır.

“Yasnaya Polyana’da hüküm süren neşeli ve eğlenceli havayı eksiksiz anlatabilmek imkânsız- diyor Segeyenko- ve kaynağı her zaman Lev Nikolayeviç. Kroket oyununu hatırlıyorum. Herkes katılırdı. Hem yetişkinler hem çocuklar. Öğle yemeğinden sonra başlar, mum ışığında sona ererdi. Şimdi onu bir talih oyunu olarak addediyorum, zira Lev Nikolayeviç’le oynamıştım. Çocuklar özellikle onun kurduğu takımı önemsiyor ve onunla aynı takımda oynamak istiyor; onlar için bir aktivite düzenlediğinde sevinmekteler. Birlikte tırpan salladık, ot kümeledik, jimnastik yaptık, yarıştık, birdirbir oynadık.” Bu birkaç yıl önceydi. Ancak hayatının son yıllarını da anlatan Sergeyenko, gün boyunca hâlâ çim tenisi oynadığını ve “çocuklarla koşup yarıştığını” söyler. Ebediyen tatildeymiş gibi yepyeni bir altın çağ hayatı. Tolstoy’ların evi- diyor Sergeyenko- her zaman temsiller vermeye hazırlık içindeymiş gibi bir izlenim vermekte ve gençliğin taze fidanları bu olay için boyuna hazırlık içindeler; bütün evi, bazen Tolstoy’un da bizzat katıldığı şamatalı bir hareketlilik dolduruyor. Özellikle, hareketlilik, dayanıklılık, çeviklik gerektiren herhangi bir etkinlik varsa Lev Nikolayeviç oynayanların yakaladıkları yahut kaçırdıkları fırsatlara olanca heyecanıyla o dakika ilgi gösterecek, çoğu zaman kendini tutamayacak ve akıl almaz bir enerji ve çeviklikle oyun oynayanların arasına dalacaktır. Ebedi bir bayram havası, ebedi bir oyun eğlence hayatı: Kâh karasabanla tarla sürmekte kâh çim tenisi oynamakta yahut ot biçmekte veyahut paten pisti için kar küremekte veya yaşlı bir kadına ısınıp yemeğini pişireceği bir ocak yapmaktadır. Ve Sofiya Andreyevna kocasının o yaşında 30 verstlik bir mesafeyi bisikletle gidip gelmeyeceği hususunda yok yere kaygılanıyor. Doktorlar ne söylerse söylesin, kaslarının sürekli hatta aşırı faaliyeti, hayatı ve sağlığı için gerekli olduğunu düşündüğü sonu gelmez sportif etkinlik ve oyunları bir iş olarak adlandırdığında ona daha zevkli, daha eğlenceli geliyor.

“Bütün bunlar güç kuvvet toplamamı sağlıyor- diyor kendisi- bana iyi bir uyku, neşeli bir ruh hâli ve yük çeken at kuvveti veriyor. Yeter ki dinlenmesine ve beslenmesine izin verin, işe koyulmak için gücünü yeniden toparlamasını bilecektir.”

Bers, onun icat ettiği, bilhassa çocukları sevinçten havalara uçuran bir oyundan bahseder. “Kartacalı Süvari” adı verilen bu oyna göre “Tolstoy, hiç beklenmedik bir anda yerinden sıçrayarak kalkar, bir elini yukarı kaldırıp bir fırçanın serbest hareketleriyle havada tutarak odadan odaya koşar. Bütün çocuklar, bazen yetişkinler de onu izleyerek aynısını yapardı.” Küçük bir çocuk gibi ani bir sevinçle, üstelik yetişkinleri de oyunun içine sürükleyerek odalar arası koşan bu yaşlı adamda, masum çocuk gülümsemesiyle kendisi hakkında konuşan kişi pek tanıdık geliyor: “Neşeli biriyim ben, herkesi severim; Yeroşka amca derler bana!”

Çocukluğunun en uzak, büyülü ve müphem anılarından birini, küvette yıkanmasını rüyadaymışçasına tasvir ederken en mutlu, en güçlü izlenimlerinden birini anlatır: “Göğüs kafesimdeki belirgin kaburgaları ve zemini kaygan, karanlık küveti, kolları sıvalı dadıyı, tenime değen suyun verdiği sıcaklık ve ürpertiyi, çıkardığı sesi, tütmekte olan buharı ve bilhassa küvetin ıslak kenarlarındaki kayganlığın verdiği hissi ilk duyumsadığımda vücudumu çok sevdim.” Minik, çıplak vücudunu üç yaşındayken fark edip sevdiği ilk andan itibaren denebilir ki tüm hayatı boyunca onu sevmekten asla geri durmadı. Bütün duygu ve düşüncelerinin en derin temeli, tam olarak bu cismani hayatın bahşettiği ilk ve saf duyumsamadır; bedenine karşı beslediği hayranlıktır. Aynı duyguyu, Anna Karenina ile daha tanışmadan önce Vronski’ye hâkim olan cismani hayatın neşeli bilincini tasvir ederken ifade etmişti. “Bu duygu o kadar güçlüydü ki istemeden gülümsedi. Ayaklarını uzatıp birini diğerinin üzerine koydu, baldırlarını- evvelki gün düşüp bacaklarını incitmişti- eliyle yokladı ve geriye doğru yaslanarak ciğerlerini birkaç kez olabildiğince havayla şişirerek: Güzel, çok güzel! dedi kendi kendine. Daha önceleri de vücudunun neşeli bilincinin pek çok kereler farkına varmıştı, ama kendini, kendi vücudunu hiç bu kadar sevmemişti.”

Kadim zamanların yabancısı olmadığı, günümüzdeyse sadece çocuklarda görülen bu katıksız cismaniyet sevgisi, pek muhtemeldir ki hiç kimse tarafından Tolstoy’da olduğu kadar böylesine vazıh, ilkel ve masum bir utanmazlık duygusuyla ifade edilmemiştir. Ve o, yılların geçmesiyle azalmadı, bilakis, her tür harici saikten âdeta korunarak varlığını pekiştiregeldi. İçinde yaşattığı o duygu tıpkı şarap gibi “yıllandıkça güçlendi.” Hayatının bahar devresi, altın parlaklıktaki sakin sonbaharına kıyasla oldukça kasvetli ve fırtınalı sayılır. 16. yüzyılda İtalyan bir diplomatın başka bir büyük hayat âşığı Epiküryen- Papa Alexander Borgia- hakkında söylediği gibi Tolstoy da yaşlandıkça daha gençleşiyor. Ölüme bakışı, âdeta dünyevi ölümsüzlüğe hazırlık mesabesinde gibidir:

Yaradan dünya hayatımıza şayet
Zamanda yüz yıllık sınır koymuşsa
Ve burada yapıp ettiklerimizden başka
Bekleyen yoksa mezarın ötesinde bizi

O’nun mezarı haklı çıkaracaktır Yaradan’ı. [Yevgeni İbramoviç Baratınskiy’nin Geothe’nin Ölümü Üzerine şiirinden.]

“Koyu sarı renkteki bu küçük ahşap evden kimler gelip geçmedi ki?- hasretle yad eder Sergeyenko- bilim adamları, yazarlar, ressamlar, aktörler, devlet erkânı, işadamları, valiler, tarikat mensupları, toprak ağaları, senatörler, öğrenciler, askerler, işçiler, köylüler, her renk ve milletten gazeteciler vd., vd. Kışları Dolgo Hamovni Caddesi’nde ünlü Rus yazarla tanışmak isteyen yeni bir simayla karşılaşmadan tek bir günün bile geçtiği yok. Selam göndermek, takdirlerini bildirmek, cüretkâr bir talepte bulunmak, tenkit etmek gibi nedenlerle ona hitaben yazmayan mı kaldı? Rus ve Fransız gençler, Amerikalılar, Hollandalılar, Polonyalılar, İngilizler, Barones Bertha von Stutner, Hindistan’dan dindar bir Brahman, ölüm döşeğindeki Turgenyev, bir canavardan farkı olmayan haydut Çurkin.”

“Bilmek güzel- demişti bir keresinde Tolstoy, okuyucu üzerindeki etkisine dair- zira, içindeki ateşin yakıcı olup olmadığını ancak o zaman anlarsın.”

Bu sözler birkaç yıl önce muhatabına yaptığı şu itirafı hatırlatmaktadır:

“Orduda general olamadım, ancak edebiyatın bir generali oldum.”

Artık generallik rütbesini sadece edebiyattan değil istikbalin sosyal demokrat dininden beklediğini söylemeye de hakkı vardır. İkincisinin rütbe değeri, ayrıca, çok daha yüksek.

Böylece, cismaniyetinin ihtişam ve mutluluğu ile ruhunun nihai ihtişam ve hazzını-şöhreti- birleştirmeyi başarabildi.

Bununla birlikte, Mesih’in mülkiyetten vazgeçme, tam bir tevazu ve tam bir yoksulluk emri, Tanrı Krallığı’na giden yol nerede kaldı? Petro devrimlerinin, aydınların yaşayışıyla Rus halkının inancı arasında açtığı uçurumu bir köprü gibi birleştirecek yol nerede? Büyük manevi önder sıfatıyla Rus topraklarının büyük yazarı nerede? Sadece maddi cihetten değil, aynı zamanda manevi hazineleriyle de varlıklı olan bir insanın, hakikaten, kendi ekmeğini kendi alın teriyle kazanacak olması yahut Keşiş Vlas gibi Rusya ve dünyada görülmemiş bir tapınak inşa etmek maksadıyla sırtında abası, yakası bağrı açık ve kafası çıplak hâlde sadaka dilenmesi yoluyla Rus zihniyet yapısında gerçekleşmesine bel bağladığımız mucizeye, heyhat, ne oldu? Bu neşeli “avcı”dan önce, yaşlı pagan Broşka amcanın, Epiküryenliğin çağımıza uyarlı bu asilzadeninkinden önceki yoksulluğu ve sade yaşayışındaki ihtişamdır asıl kıymeti haiz olan; Amerikan ciddiyetsizi yahut tüm renk ve milletlerden gazeteciler veya Barones Berta Stutner, Paul Déroulède, valiler, öğrenciler, senatörler, bürokratlar, iş adamları vb. değil; bilakis kelimelerle iktifa etmeyip varlığını tamamen İlahi işlere hasrederek ruhen devleşenlerin ihtişamı; “mal varlığımı bağışlıyorum.” deyip onu fiiliyata dökmeyenlerin değil, “Tanrı Krallığı’nın izinde memleketi bir uçtan diğerine köleler gibi boynunda demir ağırlıklarla baş kabak, ayak yalın yürüyenlerin” ihtişamı…

Kara kuru, dimdik ve uzun,
Çaresiz dertlerle perçinli,
Yürür telaşsız adımlarla
Ufukta köyler, kasabalar…
Mesih’in resmi ve kitapla yürür,
Her şey kendi dilince konuşur
Ve boynunda demir ağırlıklar
Yürüdükçe usulca çınlar durur…

Aynı biyografi yazarlarının Lev Nikolayeviç ile Sofiya Andreyeva’nın el birliğiyle kurdukları aile yuvasının konforunu, sıcaklığını, huzurunu söz birliği etmişçesine benzer ifadelerle anlatması pek şaşırtıcı. Onlardan en azından birinin, insanlığın tüm kültürel kazanımlarını yerden yere vuran kişinin sözleriyle davranışları arasındaki çelişkilere dair bir sözlerinin olmasını beklerdik. Ne var ki, methiyelerinde pek dikkatli ve temkinli davranmak lüzumunu duymadıkları “asalet ve fazilet” ile dolup taşan, gerçekte ise biraz burjuva kokan bu aile ile ilgili aşağıdaki şu sözleri hatırlayacak olmaları yüz kızartıcı bir etkiye yol açabilir:

“Lüks hayatın nimetlerinden sarfı nazar etmeden yaşayan sözde asil ve faziletli ailenin işlerinde gönüllü çalışmaya gelenlerin yanı başında yoksulluk içinde yaşayan binlerce komşuya yetecek kadar yemek tüketmeleri, sarhoşluk ve sefahate dalarak sırf zevk olsun diye ayna ve tabak kırarak azgın baküs âlemlerine dalanların hâllerinden daha yozlaştırıcıdır.”

Tolstoy, bu sözleriyle Yasnaya Polyana’daki lüks hayatın sorumlusunun kendisi olmadığını mı zannediyor? Ve bundan dolayı kendisinin bu evde, âdeta bir gasıp gibi yaşadığı sonucunu çıkarmamalı, öyle mi? Yahut bunlar korkunç sözler olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor mu?

Kont her ne kadar mülkünü dağıtıp elden çıkarmamış olsa da “Yasnaya Polyana’daki evin çatısı altında yaşamasını varsaymasak ondan istifade etmeyi bıraktığını ifade eden” Tolstoy efsanesinin naif yazarlarından birisi, okuyucunun vicdanında olası her tür şüphe ve kaygıyı gidermek için şunu ekler:

“Onlar (Tolstoy çifti) muhtaç kimselere yılda iki üç bin ruble bağış yapardı. Lev Nikolayeviç’in vicdanı üzerinde 80’li yıllarda böyle bir etkiye sahip olan matematik hesabına göre bu iki üç bin ruble, oduncu Semyon’un on beş yıl önceki iki üç kopekine denktir ve şu anda bir hatta yarım kopek sayılır, zira Lev Nikolayeviç’in serveti son yıllarda hatırı sayılır miktarda arttı ve büyümeye devam ediyor. Anna Seyron’un deyişine göre Sofiya Andreyevna, “bir kadın arkadaşının tavsiyesine uyarak giriştiği kocasının eserlerini yayımlama faaliyetinden büyük kazançlar elde etti.” “İşler o kadar iyi gidiyor ki önceki yayıncılar hasetliklerinden dolayı ona engel çıkarmaya çalışıyor ama kontes yılmaz tavrıyla onlarla başa çıkmayı biliyor. Kont için bu çok tuhaf bir durum. İnancı ona paranın zararlı bir şey olduğunu ve her tür yozlaşmanın ana sebebi olduğunu söylüyor. Ona göre para veren kötülük ediyor demektir.” Böylece, hiç beklenmedik şekilde kendi yayınlarından yeni bir altın madeni bulunmuş olur. Kont, ilk başlarda para ve kitap satışlarıyla ilgili bir konu açıldığında dinlemek istemezdi, yüzü utanç ve ıstırap ifadesine bürünürdü. Ancak kontes çocuklarının geleceğini güvenceye almak için tavrından hiç taviz vermedi. Daha önceleri olduğu gibi aileye yeni üyelerin katılması ve artan maliyetler yüzünden yayıncılık faaliyeti devam edemedi.”

Bu durum karşısında, Lev Nikolayeviç “gözlerini tamamen kapamaya çalıştı” ve kendini olabildiğince “dört aşamalı programı”nı yaşamaya hasretti. [Tolstoy “Öyleyse Ne Yapmalıyız” başlıklı beyannamesinde yetişkin bir erkeğin gününü, beslenme alışkanlığına göre planlaması gerektiğini savunur. Buna göre günü 1) Kahvaltıdan önce, 2) Kahvaltıdan öğle yemeğine, 3) Öğle yemeğinden ikindi kahvaltısına, 4) İkindi kahvaltısından akşam yemeğine olacak şekilde dört bölüme ayırmak gerekir. 1) Kas gücüne dayalı etkinlikler, kolları, bacakları çalıştıracak, insanı zorlayacak işler, 2) Çeviklik ve ustalık gerektirici el ve parmakların faaliyeti, 3) Zihin ve hayal gücü faaliyetleri, 4) Sosyal iletişim.] Ancak modern burjuva toplumunun çelişkilerini ortaya çıkardıkça Mesih’in emrinin- mülkiyetten vazgeçme- ifası için daha içtenlikle vaaz etti. Sofiya Andreyevna, elinde yayımlanacak ne kadar eser varsa o kadar kâr elde etti. Ve tehdit gibi görünen şey aslında sadece ailenin daha da zenginleşmesinin önünü açtı.

“Lev Nikolayeviç’in babası- diyor Sergeyenko- 1813’te Erfurt şehrinin ablukasından sonra sevkiyatla birlikte gönderildiği St. Petersburg’a dönüş yolunda Saint-Ob kasabası yakınlarında serfleriyle birlikte esir alınır. Onlardan en sonuncusu efendisinin bütün altınlarını çizmesinin içine saklar ve birkaç ay süren esaretleri boyunca çizmesini bir kez olsun çıkarmaz. Kendi kendine ovuşturarak iyileştirmeye çalıştığı yara bere içindeki ayağını bütün bu süre zarfınca hiç kimseye göstermez. Bu sayede Kont Nikolay İliç, Paris’e vardığında kimseye muhtaç olmadan varlığını sürdürebilir ve sadık kölesini hep minnetle yâd eder. Bu feodal saadet, “lüks hayatın nimetlerinin keyfini süren bu sözde asil ve faziletli ailenin varlığı” granit bir temel üzerinde bina edilmişçesine bu köle gibi “insanlar”ın sadakatine dayanmaktadır. Evin emektarlarından yüz yaşındaki Agafya bu olayı hatırlar mı acaba? En azından, yaşlı asilzade Nikolay İliç Tolstoy- Nikolay İliç Rostov-un elini sıkı bir yumruk yaparak “köylüleri böyle tutmak gerekir” sözünü muhakkak hatırlıyordur. Bu Agafya, Tolstoy’un çocukluğundan bahsederken “İyi bir çocuktu, ne var ki zayıf iradeliydi” diyen kadındır, onun yeni tuhaflıklarını duyduğunda ise sadece garip bir sırıtışla gülümsermiş. Bir zamanlar Tolstoy’un ziyaret etmesinden kısa bir zaman sonra gidip kendisi hakkında konuşma fırsatı yakaladığım en zeki Ruslardan biri olan Tver köylüsü, yoksul evanjelik Vaiz Vasili Syutayev’in yüzünde daha kurnaz ve ince bir sırıtış görmüştüm. Ve şimdi bana öyle geliyor ki aynı sırıtışın bir benzeri uzun zaman önce “kocasının öğretisiyle uzlaşıp barışan” Kontes Sofiya Andreyevna’nın yüzünde de zaman zaman ortaya çıkıyor olsa gerektir. Evet, büyük baba ve büyük büyük babaların, büyük anne ve büyük büyük annelerin neşeli Yasnaya Polyana odalarının duvarlarındaki yıpranmış portrelerinden atalarının gözlerindekine benzer endişeli bakışları “evde her şey ancak dirlik düzen içinde olursa” sakin olabilir: Ev eskiden olduğu gibi bugün de dirlik düzen içinde. Onlar zamanında nasıldıysa şimdi ve gelecekte de öyle olacak. Ünlü “dört aşamalı program”ın başlangıçta düşünüldüğü kadar zor olmadığı anlaşıldı. Tolstoy bisiklet gezintisinden veya tarladaki çalışmadan sonra dinlenmeye çekilirken yahut tenis oynamaktan veyahut yaşlı, köylü bir kadına ocak yapmaktan keyif alırken Kontes Sofiya Andreyevna, bir kısmını kurtaramadığı “yeni altın madeni”nin yeni baskılarını yetiştirmek için geceleri hiç uyumuyor. Sadık köle, efendisi için çizmesinde bir şeyleri boşuna saklayacak değildir.

Ve atalarının resimleri, yıpranmış çerçevelerinden güzelce gülümsemektedir. Bir keresinde- diyor Bers- yanıklar içinde hasta bir müjik samanlık için kerestelik ağaç rica etmek üzere benimle birlikte Lev Nikolayeviç’e geldi. Beni de davet etti, ikimiz baltaları kaptığımız gibi Yasnaya Polyana ormanının yolunu tuttuk, birkaç ağaç kesip dallarını budadıktan sonra tomrukları köylünün arabasına yükledik. İtiraf etmeliyim ki yaptığım işten oldukça keyif almıştım. Belki onun üzerimdeki tesirinden yahut belki de bahtsız birine, dahası hasta, yorgun ve yoksul bir insana yardımım dokunduğu için o güne kadar hiç tatmadığım bir sevinç yaşadım. Müjik, biz çalışırken az ötede mahzun mahzun bizi seyrediyordu. Lev Nikolayeviç sevincimin elbette farkında olarak tüm işi kasten bana bırakıp kenara çekildi, kesim işinin neredeyse tamamını bana yaptırdı. Böyle davranmakla bende âdeta yeni duyguların açığa çıkmasının önünü açmak istemişti. Müjiği uğurladıktan sonra dönüp şöyle dedi:

“Böyle bir yardım talebine ve onun vereceği zevke bigâne kalmak kimin ne haddine!”

Bu, elbette bigâne kalınacak bir husus değil. Bununla birlikte, beyzadeler yaptıkları işin zevkini yaşarken müjik neden mütevazı olmanın ötesinde mahzun bir duruş sergiliyor? Başka neye ihtiyacı vardı? Daha ne umuyordu? Sadaka niyetine ehemmiyetsiz miktarda bir paraya mı yoksa? Ne var ki Lev Nikolayeviç artık üzerinde para taşımıyor. Yoksa hastanın kendisi, soylu işin bitmesini sıkıntıdan patlayacak hâlde beklerken sadece biraz üşümüş müydü? Genellikle insanlar ve bilhassa Yasnaya Polyana köylüleri doğası gereği alaycı ve nankör olduklarından efendisi tarafından zevkle yardımcı olunan müjiğin aklından ne tür alaycı ve nankör düşünceler gelip geçtiği kolayca tahmin edilebilir.

“Müjiklerin ekserisi- diyor Tolstoy- bana sadece bereket boynuzu nazarıyla bakıyor, daha fazlası değil. Onlardan farklı bir muamele beklemek boşuna bir çaba olacaktır. Zira hayat ve anlayışları yüzyıllarca süregelen ağır şartların dayanılmaz yükü altında şekillenmiştir. Bir insanın tek başına bütün bunları değiştirmeye gücünün yetmesi hiç mümkün olabilir mi?”

Ne var ki bu, Kontes Sofiya Andreyevna’nın mülkiyetin elden çıkarılması meselesinde itiraz ettiği şeyin tam olarak aynısıdır. “Başkaları da aynısını yapmadıkça çocuklarımın sersefil ortada bırakılmalarına izin veremem!” Lev Nikolayeviç’in karısıyla gerçekte uyuşamadığı asıl mesele nedir? Bu, “bir hükümdar gibi dünyanın tahtına kurulan”, bizi pagan geçmişimizin kötülüğüne saplayıp bırakan ve yirmi asırdır Hıristiyanlığın mütemadiyen başarısızlığa mahkûm olmasına neden olan yüce Mantık’ın tartışılmaz argümanıdır: Madem bir şeyleri değiştirmeye gücün tek başına yetmiyor, o hâlde bırak, öyle kalsın. Bu, dünyanın yahut en asgari şartlarda demokratik-burjuva dünyamızın üzerinde temellendiği ve onun varlığını sürdürmesine imkân tanıyan “zayıf mülk ağı”nı, demir zincir hâline getiren mutedil kötülüktür. Bu, bütün Hıristiyanlara, apokaliptik edebiyatta antik Laodikeia Kilisesi’nin meleğini çağrıştıracak şekilde korunma imkânı veren ihtiyatlı sıcaklıktır: “Çok soğuk veya çok sıcak olsaydın seni yutardım, madem normal ısıdasın seni ağzımdan çıkaracağım.”

Lev Nikolayeviç, etrafını saran ricacılara “acı dolu bir ifadeyle”: “Size elimden gelen yardımı yaptım, daha fazlasını yapamam.” cevabını veriyor.

“Bahçeye gidiyoruz. Bir müjik, yanında deri veremi hastası küçük oğluyla yolumuzu kesiyor. Lev Nikolayeviç soruyor:

— Bir şey mi diyecektin?

Müjik çocuğu bir adım öne itiyor. Çocuk mahcubiyetten ezilip büzülür vaziyette Lev Nikolayeviç’e yönelerek ağzında gevelediği kelimelerle:

— Ba-na.. bir… tay… ver… diyor.

Neye uğradığımı şaşırıyorum ve nereye bakacağımı bilmiyorum. Lev Nikolayeviç omuzlarını silkiyor.

— Ne tayı? Bu ne saçmalık! Bende tay may yok. — Hayır, var- diyerek hızlıca öne atıldı babası.

— Dediğinden hiçbir şey anlamıyorum. Git, Allah versin! diye karşılık verdi Lev Nikolayeviç ve birkaç adım uzaklaştıktan sonra hendeğin üzerinden karşıya zorlanmadan atlayıverdi.

Peki, gerçekten, tayı olmadığına şüpheye mahal bırakmayacak şekilde emin mi?

Tolstoy “Çocukluk ve İlkgençlik” romanında, bir keresinde günah çıkardıktan sonra bir günahını itiraf etmeyi unuttuğunu hatırlayıp tekrar rahibin yanına döner. Manastırdan bir kupada eve dönerken sevinçten içi içine sığmaz ve doğru bir davranışta bulunmuş olmanın bilincinde olarak kendisiyle gurur duyar. Ve biriyle konuşmak, bu duygusunu paylaşmak ihtiyacı hisseder. Yanında başka kimse olmadığı için arabacıya yönelerek ona o gün yaşadıklarını ve hissettiği güzel duygularından bahseder.

“– Yani- dedi arabacı- işkillenerek.

Sonra, uzunca bir süre konuşmadı, yerinde hareketsiz durdu. Onun da tıpkı rahip gibi benim hakkımda aynı şeyi, yani dünyada benim kadar iyi başka kimse bulunmadığını düşündüğünü sandım fakat aniden bana yönelerek:

— Efendim, ustanızın mesleği nedir? diye sordu.

— Anlamadım? diye karşılık verdim.

— Ustanızın diyorum, nedir mesleği? diye tekrarladı dişsiz dudaklarıyla kelimeleri ezip bükerek.

Galiba beni anlamadı, diye içimden geçirdim ve eve varana kadar onunla daha konuşmadım.”

Ve Lev Nikolayeviç utanmaya başlar.

“Şimdi bile- diye ekliyor- aklıma her gelişinde yüzüm kızarıyor.”

Bana öyle geliyor ki yüce gönüllü efendisinin kendisi için öz elleriyle ağaç kestiği itaatkâr ve mahzun hâldeki hasta köylü ve Lev Nikolayeviç’ten var olmayan bir at yavrusunu talep eden gülünç müjik ona arabacının dediğinin aynısını söyleyebilirlerdi:

“—Efendim, ustanızın diyorum, ustanızın mesleği nedir?”

Böylece zayıf mülk ağını yok ederek Mesih’in emrini yerine getirmiş oldu: Dediğinden hiçbir şey anlamıyorum. Git, Allah versin!”

Tanıklardan biri, her ne yaparsa yapsın Lev Nikolayeviç’in “asla gülünç hâllere düşmediğini” teyit eder. Keşke buna inanmak mümkün olabilseydi. Zira saçma sapan bir adamdan kaçarken yetmiş yaşındaki birine göre inanılmaz bir çeviklikle hendek üzerinden atlayan Lev Nikolayeviç’in o anki hâlinin biraz gülünçlüğe kaçmış olması endişe edilecek bir ihtimaldir. Ah, orada sadece komik değil, aynı zamanda hem onun hem de biz hepimiz için oldukça zavallıca ve korkunç bir şey olabileceğini yabana atmamalıyız. Modern hayatta bir şey ne kadar gülünçse neredeyse daima, o derecede trajiktir.

Gerçekte, hakikate sonsuza dek aç olan ve hiç kimsenin hiçbir zaman yapamadığı kadar kendini ve başkalarını amansızca tenkit eden bu adamın vicdanında, insana saç baş yolduracak bir yalana, böyle iğrenç bir çelişkiye yer vermiş olması trajik değil midir? Şeytanların en küçüğü ve aynı zamanda en güçlüsü olan mülkiyetin modern şeytanı- burjuva tamahkârlığı- sözde “kalp sıcaklığı”na uyarlı ihtiyatlı kabalık ve bayağılık son ve en büyük zaferini kazanmadı mı?

Şayet, Tolstoy efsanesi Orta Çağ’ın alacakaranlığında ortaya çıkmış olsa idi; bu küçük şeytan, olmayan bir tay isteyen gülünç müjiğin şahsında somutlaştırılabilirdi. Lev Nikolayeviç ister utanç ve korkuyla ister umursayarak veya umursamayarak olsun fark etmez, kaçıp uzaklaştığında Tempter zaferini, mutat olduğu üzere en sevdiği, en korkunç şakalarından birini tekrar ederek ilan etmiş olurdu:

“Yoksa benim aynı zamanda Mantık olduğumu bilmiyor muydun?” [Karamazof Kardeşler’de Şeytan’ın söylediği söz.]

***

V. BÖLÜM

“Bir kuru başına olmaktır senin kaderin.” -demişti kendi için Puşkin- ne var ki, tüm hayatı boyunca derin iç yalnızlığına rağmen başka herkesten daha çok “arkadaşla” çevrelenmişti. Gogol, Arina Rodionovna, İmparator Nikolayev, Baratinskiy, Delvigo, Yazikova, büyük küçük fark etmez, ondaki, Tanrı önüne her kimi çıkarırsa, insanlarla karşılaşır karşılaşmaz ünsiyet kurma ve hatta hemen pervasızca arkadaş edinme becerisi oldukça şaşırtıcıdır.

Hayır, sen bizi lanetlemedin!..

Bakarken arş-ı âlâdan sevgiyle

Küçük bir vadinin sığarsın gölgesine,

Seversin gök gürültüsünü ve hem dinlemeyi

Vızıltısını kızıl bir goncaya konan arının.

Farkında olmaksızın öyle tabii bir Hıristiyanca hoşgörüye sahiptir ki en ufak canlılara yaklaşımında dahi merhamet var. Ve şanına yakışır şekilde onda hasetlikten, hesabi olmaktan, kötülükten eser yok. Kalbini ne kadar tasasızca, cömertçe hatta müsrifçe sunuyor. O, insanların nazarında herhangi biri gibi “kıyak adam” Puşkin’dir. Ve onun muazzam yüceliğinden ve korkunç yalnızlığından neredeyse “dost”larının tamamı bihaberdir. Onun yüceliği, son nefesini vermeden önce kendi kendine acı dolu bir fısıldamayla “Bir kuru başına ölmektir senin kaderin!” dediğinde ancak anlaşılabilmişti.

Ve Puşkin’den daha yalnız olan Geothe “semavi kişilik”ine rağmen, dünyaya sımsıkı bağlı olan Schiller’le ateşli bir dostluk bağı kurmak için korkunç Anneler’in hüküm sürdüğü kendi donmuş ıssız zirvesinden inerek “küçük vadinin gölgesine sığınmayı” bilmişti. [Anneler, yeryüzünde hayatın neşet ettiği ilk yaratıcı ve koruyucu ilkenin simgesidir. Geothe’nin Anneler’in birer tanrıça olarak anlaşılması gerektiği düşüncesini kendisinden aldığı Plutarkhos’a göre “gerisi kendi kendine türedi.” Faust’un ikinci bölümünde, kahraman, zaman ve mekânın olmadığı boş bir alana iner.]

Tolstoy’un hayatında hususi bir yeri olan yalnızlık, dâhilere özgü yalnızlıktan farklıdır; onunki bilakis dünyevidir, günlük hayata özgü, insani bir yalnızlıktır. Bir insan için bu dünyada erişilebilecek ne varsa neredeyse tamamına erişmiş olmasına rağmen kendine hiç arkadaş edinemedi. Fet ile olan münasebetine dostluk nazarıyla bakmak mümkün değildir, zira ona çok tepeden bakıyor. Peki, Tolstoy’u Fet’in dostu addetmek mümkün müdür? Bu, toprak ağası iki soylunun, iki ailenin karşılıklı münasebetidir, daha fazlası değil. Hayatı boyunca çevresinde sadece akrabaları, hayranları, misafirler, ziyaretçi veya gözlemciler, en nihayet öğrenciler ve bir de onu uzaktan takip eden okur kitlesi bulundu. Ve yıllar geçtikçe ondaki bu oldukça ihtiyatlı, hesaplı yalıtılmışlık, kalbin bu aşırı tasarrufu arkadaşlık edinme yeteneğini tamamen köreltir. Kader âdeta sınamak istercesine tek bir kereye mahsus olmak üzere ona dengine yaraşır harika bir arkadaş gönderir. Ne var ki onun yakınlaşmasına izin vermez yahut onunla ünsiyet kurmayı bir türlü beceremez. Bahsini ettiğim kişi Turgenyev’dir

Turgenyev ile olan ilişkisi Rus Edebiyat Tarihi’inin en karmaşık, en meraka değer psikolojik muammalarından biridir. Âdeta gizemli bir güç onları birbirine doğru çekti ancak belli bir yakınlığa kavuştuklarında birbirine yeniden yakınlaştırmak üzere onları geri çekti. Emsalsiz bir şekilde birbirine yakınlaşmalarına ve birbirine yakışmalarına rağmen birbirinden ne hoşlandılar ne de birbirine tahammül edebildiler. Yolları hiçbir zaman ne tam kavuşabildi ne de tam ayrılabildi.

Tolstoy’daki büyük Rus yazarını ilk fark eden ve selamlayan kişi Turgenyev’dir. Daha 1856 yılında Drujin’e yazdığı mektupta şöyle der: “Bu taze şarap mayalandıkça tanrılara yaraşır bir içkiye dönüşecektir.” Ve tam yirmi yıl sonra Fet’e şöyle yazacaktır: “Tolstoy ismi Avrupa’nın ünlü isimleriyle birlikte anılır olmaya başlandı. Hâlbuki biz Ruslar onun rakipsiz olduğunun uzunca bir zamandır zaten bilincindeyiz.”

“Düşüncelerini hiç beğenmezken- itiraf eder Tolstoy- gelişimimi tamamladıkça daha çok kıymet verdiğim kişidir Turgenyev.”

“Uzaktan epey garip görünse de- diye yazar Turgenyev’e- senin, benim kalbimde bir kardeş gibi yerin var. Tek kelimeyle seni seviyorum, bunda şüphe yok”. [Merejkovskiy yanılgıya düşmüş. 28/16 Kasım 1856 tarihli ilgili mektup, tam tersine, Turgenyev’in Tolstoy’a Paris’ten göndermiş olduğu mektuptur.]

Grigoroviç, Sovremennik dergisinin 50’li yıllarda, Nekrosof’un dairesindeki akşam toplantılarını anlatır. “Tolstoy kendini kapıları yan odalara açılan iç odadaki maroken koltuğa bırakmış, oflayıp pufluyor, Turgenyev ise ceketinin düğmeleri açık ve elleri ceplerinde evin üç odası boyunca volta atıyor.” Grigoroviç olası bir kavgayı önleme adına Tolstoy’dan ricada bulunur:

“—Sevgili Tolstoy, lütfen sakinleş. Seni ne çok sevip saydığını bilirsin.

— Onun bana rağmen benim için bir şey yapmasına izin vermeyeceğim- dedi Tolstoy burnundan soluyarak- bak, yanımdan demokratik kalçalarını sallaya sallaya nasıl da gidip geliyor.”

Sonunda, Grigoroviç’in yok yere endişeye kapılmadığı kavga 1861 yılında, Stepanovka’da, Fet’in malikânesinde, bir hiç uğruna, neredeyse düello yapmaya varacak raddede patlak verir. Turgenyev, öfkeden ağzına geleni söyleyerek haksız duruma düşer. Tolstoy günlük hayatında asabi bir portre çizmesine rağmen her zamanki gibi soğukkanlı, ketum ve duygularına hâkim mizacıyla hiç açık vermeyerek kusursuzluğunu muhafaza etmeyi bilir. Bu arada, şu tuhaflığa bakın ki kavganın haksız tarafı görünen Turgenyev, Tolstoy’dan daha çok acı çekmektedir ve kendine gelir gelmez, hiç gönül koymaksızın, asilce bir tavırla özür diler. Tolstoy, korkaklığına hamlettiği özrünü kabul eder yahut öyle görünür. [A.A. Fet’in Hatıratı’ndan ilgili bölüm.]

Fet’e, hasmına yetiştirileceğini bile bile “O, benim nezdimde namert bir insandır.” diye yazar.

“Onun benden nefret ettiğini biliyordum bilmesine- der Turgenyev- fakat neden bana mütemadiyen, müteveccih olduğuna hiç anlam veremedim. Ondan hâlâ sakınmam gerektiğini düşünüyorum zira onunla kurduğum ünsiyet az kalsın bize bir düelloya mal olacaktı. Ondan hiçbir zaman hazzetmedim. Ve şimdi, bütün bunları daha önce hiç anlamadığıma yanarım!”

Arkadaşlık bağları tamir edilemeyecek derecede koptu sanılıyordu. Ve on yedi yıl sonra Tolstoy ilk adımı atarak Turgenyev’e yeniden “teveccüh” etmiş, barışma teklifinde bulunmuştu. Turgenyev, bu isteğe, insanların en yakınlarından zorunlu nedenlerden uzunca bir ayrılıktan sonra kavuşurken yaşadıklarına benzer tavırla dünden razıymışçasına sevinç dolu bir adımla karşılık verir.

Ve ölüm döşeğindeki Turgenyev, son isteğini “dost”una, Tolstoy’a tevcih eder:

“Dostum, edebi faaliyetlerine geri dön! Zira sendeki dehanın parıldadığı yerin, malik olduğun her şeyin kaynağı orasıdır. Bu dileğimi yerine getirmen beni pek bahtiyar edecektir. Dostum, Rus topraklarının en büyük yazarı, lütfen bu dediğime kulak ver! “

Bu sözlerde Tolstoy adına duyulan bir korku, onun Hıristiyanlıkla yeniden kurduğu bağa karşı sessiz bir güvensizlik de var. Tolstoy, Turgenyev’in bu çağrısına herhangi bir cevap vermez, en azından, muhatabının yapmış olduğu gibi açık mektupla karşılık vermez. Ve bu mektubun, sadece ölümün kıyısında olanlarca itiraf edilen hakikatlerin gücüyle dolu olup olmadığını, önceki ihtilaflarından daha acı verici olup olmadığını asla bilemeyeceğiz. Kalbinin bir köşesinde yeniden dizginlenemez bir nefretle beyhude bir aşağılama arzusu mu uyandı acaba: “O, benim nezdimde namert bir insandır.” Her zaman, tam da bu gibi durumlarda olduğu üzere kişi ondan hakikati kucaklayıcı derin sözler beklerken ölmekte olan dostunun ve hasmının son dileğini bir kulağından girip diğerinden çıkarcasına cevap vermeye değer görmeyerek sessiz kalmayı tercih eder.

Tolstoy hakkında belki de en derin, en çarpıcı sözü bir gün Turgenyev söylemişti: Ruhi özgürlükten yoksunluk onun aşil topuğudur.

Tolstoy’un pekâlâ bir ikizi addettiği Levin’e dair bir arkadaşına şöyle yazmıştı:

“Levin’de birilerini sevebilme hasleti olduğuna bir anlığına da olsa inanabilir misin? Hayır, aşk “ben”imizi yok eden bir ihtirastır… Levin, aşkının karşılıksız olmadığını mutlulukla öğrendiğinde dahi “ben”i ile ilgilenmekten, kendine hayran olmaktan vazgeçmez… Levin, iliklerine kadar egoist biridir.”

“—Açık sözlülükte öyle nadir, öyle şaşırtıcı bir kumaşınız var ki- der İrtenyev’e Nehlyudof.

— Evet- der İrtyenyev duyduğu memnuniyeti gizlemeksizin- her zaman, tam olarak itiraf etmekten utandığım şeyleri söylerim.”

Böyle olmakla birlikte, iç dünyasına daldıkça Tolstoy’un açık sözlülüğü tuhaf bir izlenim veriyor: Bu açık sözlü tavrıyla içinin en derin, en gizli dehlizlerini daha da sakladığı, böylece açık sözlülüğü nispetinde kendini gizlediği görülmektedir. Utanç duyarak itiraf ettiği onca şey, itiraf etmekten her zaman en büyük utanç ve korku duyarak sakındığı sırrı yanında ufak tefek şeyler sayılır: Bu, öyle ki hiç kimseyle hatta kendisiyle dahi paylaşmaktan imtina ettiği bir sırdır. Turgenyev, onun herkesten gizleyebildiği açıktaki sırrını gizleyemeyeceği tek kişiydi. Turgenyev, Levin’in ne olduğunu çok iyi biliyordu, onun kendinden başka kimseyi hiçbir zaman sevemeyeceğini yakinen görmüştü ve bunun, onun itiraf etme gücüne sahip olamadığı en büyük utancı ve korkusu olduğunu biliyordu. Turgenev’in bu müthiş keskin bakışında, belki de hayatları boyunca ikisi arasında medcezir rolünü ustalıkla oynayan gizemli gücün varlığını aydınlatıcı neden de bulunmaktadır. “Karşı karşıya duran iki aynanın birbirini sonsuza dek yansıtmasına benzer şekilde gördükleri sonsuz şeffaflık ve sonsuz karanlıktan her ikisi de korkuya kapılmıştı.”

Tolstoy’un, Dostoyevski’ye karşı tutumu da bir o kadar şaşırtıcıdır.

Birbirlerini hiç görmediler. Tolstoy, yıllar yılı onunla tanışmanın hayalini kurar: “Onu, kendime bir arkadaş bellemiştim, aksi takdirde onunla görüşme niyeti taşımazdım, ne var ki bunu geçekleştirmeme artık gerek kalmadı.” Görüşme arzusu niyetten öteye geçmez zira zahmet edip buna vakit ayırmaz ve ne zaman ki Dostoyevski’nin meşhur cenaze töreninden sonra her fikir ve görüşten insanlar onu konuşmaya, ona gözyaşı dökmeye ve onu yeni keşfetmişler gibi telaşa kapılmaya başlar, Tolstoy da genel koroya katılma lüzumu duyar hatta halkın taşkın sevgi seline hiç yüksünmeden katılır ve birden kendi gıyabi, gecikmiş sevgisini hatırlayarak onun bu dünyada kendisine “en yakın, en değerli ve en ihtiyaç duyduğu kişi” olduğunun farkına varır. “O, ruhen beni düşmekten alıkoyan bir dayanak gibiydi. Afallamış vaziyetteyim… Ağladım, hâlen de ağlıyorum… Geçenlerde, ölüm döşeği günlerindeyken Ezilenler’i okudum. Çok müteessir oldum.”

Dostoyevski ile talihinin hiç yaver gitmemesi gerçekten şaşırtıcıdır. Peki, madem “göz yaşartıcı”, “kalbi müteessir edici” olmalı -zira ifadesinden öyle olduğu anlaşılıyor- bu vasıfları daha yüksek mertebede haiz Suç ve Ceza, Budala, Karamazof Kardeşler gibi bir eseri tercih etmesi daha isabetli olmaz mıydı? Dostoyevski’yi geleceğe taşıma gücünden yoksun, gençlik ateşinin gelip geçici heveslerini temsil eden ve vasatın üzerine pek çıkamayan Ezilenler’i okumada karar kılmasını neye yormalı?

Bu “taziye” mektubunda, daha da şaşırtıcı şu ifadelere bir bakalım:

“…Kendimi Dostoyevski’yle kıyaslamak hiçbir zaman aklımın ucundan bile geçmedi- der kendinden emin bir tavırla- her zaman (güzel, kalıcı) şeyler yaptı.” Tolstoy’un parantez içinden konuşması, gerçek düşüncesinin bu olmadığını, tabutun yanı başındaki sessizliğini nezaket gereği muhafaza ettiğini göstermez mi? “Çıkardığı işlerden büyüklükleri oranında yararlanmasını bildim. Sanat faaliyetlerinde oldukça kıskanç biriyimdir, zihni olanlarda da öyleyim. Kalbin işlerine gelince bana sadece neşe verir.”

Nedir bu? Ve nasıl anlamalıyız? Burada olabildiğince imalı mı yoksa olabildiğince açık mı konuşuyor? En büyük rakibine karşı duyduğu bir kıskançlıktan değil, genel bir kıskançlık tavrından bahsediyor: Dostoyevski’nin eserlerinde sadece “kalp işi” şeyler olduğunu söylüyor; peki, bundan daha fazlası gerçekten hiç mi yok onlarda? Bütün bir Dostoyevski sadece “kalp işleri”nden mi ibaret, onda Tolstoy’u, az da olsa ne sanat ne zekâ bakımından gıpta ettirecek hiçbir şey sahiden yok mudur? Yahut Dostoyevski’nin sanat ve zihin faaliyetleri onun “kalp işleri”yle kıyaslandığında bahse değmez kıymette şeyler midir? Ne var ki, böyle bir methiyeden takdir sonucu çıkmaz. Tolstoy, Dostoyevski’nin ölümüne, elbette içtenlikle ağladı, ondan içtenlikle müteessir oldu… Ama bu birkaç söz büsbütün kafa karıştırıcı değil mi? Şöyle bir evirip çevirip bakalım, dışından ne kadar açıksa içinden o kadar kapalı olduğu görülecektir. Düşüncesi tüm yalın hâliyle karşımda duruyor, tam kavradım derken tılsımlı bir şeymişçesine kılık değiştirip görünmez oluyor; soğuk ve ürpertici varlığını hissediyor ama ne olduğunu çözemiyorum.

Ve bu mektubunda, her zamanki temkinli tavrıyla ne kendisinin Dostoyevski’ye ne de Dostoyevski’nin ona olan yaklaşımı hakkında gerçek düşüncesinin ne olduğuna dair kazaen de olsa ağzından tek bir kelime çıkmaz. Hâlbuki Dostoyevski, ölümünden pek uzun sayılmayacak bir süre önce Tolstoycu öğreti ve onun Hıristiyanlığa yeniden dönüşü üzerine herkesten daha açık ve içten bir tavırla konuşmuştu. Tolstoy, Bir Yazarın Günlüğü’ne bir göz atma ihtiyacı duymadı mı yoksa onu hiç merak edilmeye değer bulmadı mı veyahut yine “buna gerek kalmadı” mı? Ama bu “en yakın, en değerli ve en ihtiyaç duyduğu kişinin” ve ruhen düşmemek için tutunduğu “dayanak”ının onun kutsal kişiliği ve yüce erdemleri hakkında yazdıklarını nasıl olur da hiç merak etmez?

Tolstoy’un sanat eserlerinin, o zamanlar başka hiç kimsenin neredeyse hiç anlamadığı ve hâlen tam anlaşılamamış dünya çapındaki önemine kehanetçe bir yaklaşımla ilk işaret eden Dostoyevski’dir. Ve Tolstoy’un üstün yanlarının yanı sıra zayıf yanlarını da apaçık görebilmişti. Dostoyevski’nin Levin değerlendirmesi Turgenyev’inkiyle birebir aynı sayılır. “Levin iliklerine kadar egoist biridir.” sözünü başka bir tarzda söyler. Kendine şöyle sorar: Levin karakteri niçin öyle aşırı izole ve aykırı, karamsar ve somurtkan bir yapıda kurgulandı? Bu arada Levin ve Tolstoy’un sözde “hoşgörüsü” ve “halkla yakınlık kurma” teşebbüslerini de ele alarak bu konuya defalarca yeniden döner. Dostoyevski, bu konuda görüşlerini çağdaşlarından daha fazla ifade etme hakkına sahip olduğunun farkındadır: “Halkımızı yakinen bilen biriyim ben, onunla uzun yıllar birlikte yaşamışlığım vardır; onlarla aynı koğuşta yattım, canilerle ahbaplık kurdum ve onlarla beraber en nasırlı işlerde çalıştım… Kalkıp da bana, sen halkı tanımıyorsun demeyin! Onu bilirim ben.”

Dostoyevski, Levin ve Tolstoy gibi insanları halktan ayıran uçurumun, onların sandıklarından çok daha derin ve aşılamaz olduğunun bilincindeydi. “Hiçbir şey kendi muhitiniz dışında yaşamaktan daha korkunç değildir. Taganroga’dan Petropavloska’ya yolculuk yapan bir müjik, gemi limana yanaşır yanaşmaz, o dakika tanışıp ahbap olacağı bir Rus köylüsünü bulmakta gecikmeyecektir. Oysa “soylu tabaka”nın böyle bir nasipten hiç payı yoktur. Onlarla sade halk tabakası arasında derin bir uçurum var ve bu durum ancak soylu kesimin harici şartların etkisiyle, daha doğrusu, eski haklarından kanun zoruyla sade vatandaşa dönüştürüldüğünde anında fark edilecek bir husustur.

Bütün ömrünü halkı tanımaya da adasan, onunla kırk yıl hemhâl de yaşasan yine de onu tanıyıp anlayamazsın… bir arkadaş olarak, yardımsever biri ve hatta bir baba gibi yaklaşsan bile onu hakkıyla tanıyamazsın. Varacağın her tür sonuç optik bir ilüzyondan öte bir anlam taşımayacaktır. Herkesin, bu mülahazalarımı okuyacak kimselerin kesinlikle abarttığımı düşüneceklerinden adım gibi eminim. Yine de bunun böyle olduğundan hiç şüphem yok… Değindiğim bu hususların doğruluğu ileriki zamanlarda belki daha net görülecektir.

“… Sadece kalbin sesine kulak vereceksin: servetinden vazgeç mi diyor, vazgeç; gönüllü çalışmaya mı git diyor, hemen git! Fakat kimi hayalperestler gibi arabaya atlamaya aceleci davranma: De ki asilzade değilim ben, bir müjik gibi çalışmaya geldim. Yine de üstü kapalı faytonda yerin garantidir. İlle de mülkiyetten vazgeçeceksin ille de dilenci cübbesi giyeceksin diye bir kural yok. Kâğıt üstünde formaliteden ibarettir bunlar. Sadece yapmaktan hoşlandığın, kendini içtenlikle adadığın, yani sevginin çağrısıyla yaptığın işleri yapma konusundaki kararlılığındır zorunlu ve önemli olan. Aynı şekilde, halka aşırı “mütevazı” görünmek de ters teper; bu, büründüğün bir maske olarak senin bayağı ve hakir biri gibi görünmenden başka bir işe yaramaz.

“Levin, şüpheleri sona erince neye karar kıldı? Henüz kesin bir karara varmadı, ama zaten bir inancı var. Peki buna inanç demek mümkün mü? Tahminen hayır diyebiliriz. Sadece bu da değil: Levin gibilerinin kati bir inanca sahip olmaları pek şüphelidir. Levin kendini halktan biri gibi görmeyi seviyor ama onu Moskova yüksek sosyetesinin mensubu bir asilzade olarak takdim eden yazarının bir kont olması hepsinden daha önemlidir. Sadece şunu söylemek isterim ki, tam da bunlar, Levin gibileri, halkla ne kadar iç içe yaşasalar da tam manasıyla halktan biri olmaya asla muvaffak olamazlar; esasında birçok noktada onu anlama melekesinden yoksun olmaları meselenin bam telini teşkil etmektedir, hele halktan biri olmayı istemek yönünde atacakları her adım tuhaflıklarını daha da artıracaktır. Toprakla uğraşmaktan yılmayan hünerli bir toprak ağası olarak ot biçmeyi, atları arabaya koşmayı bilse bile, yine de ruhunda, benim kendini boşlukta hissetme diye adlandırdığım şeyden asla kurtulamayacaktır; herhangi bir soylu, atalarından tevarüs eden en maddi, en ruhi kendini boşlukta hissetmeyi ne kadar bastırmaya çalışırsa çalışsın halkın dikkatinden kaçıramayacaktır. Yine inancını yok etmesi, kendini mahvetmesi pek uzun sürmeyecektir: Ne idüğü belirsiz yeni bir bit yeniği sökün edecek ve her şeyi bir çırpıda yere serecektir. Tek cümleyle bu saf ruh, en kaotik boşlukta asılı duran bir ruhtur; aksi takdirde bu çağdaş entelektüel Rus asilzâdesi hâlâ yüksek sosyetenin bir mensubu olarak varlığını sürdürmezdi.”

“Batıcı” Turgenyev ile “Slavcı” Dostoyevski gibi birbirine zıt, hatta düşmanlık besleyen iki karşıt zihniyetin, Levin ve Tolstoy değerlendirmelerinin aynı yorumda buluşmasının dikkate değer bir önemi yok mudur? “Hiçbir zaman kendinden başka kimseyi sevmedi”, “iliklerine kadar egoist”, “Moskova yüksek sosyetesinin bir üyesi”, “boşlukta asılı duran kaotik ruh”, “kendini boşlukta hissetme”… Peki varılacak nihai hüküm bunlardan mı ibaret?

Turgenyev ve Dostoyevski analizlerinde isabetli görünmekle beraber onu son noktaya değin derinleştirmedikleri görülmektedir. Çok yakın bir zamanda, tutkulu bir mücadelenin sıcağında yeni bir dinin arayıcısı olarak Levin ve Tolstoy’un ruhlarında belli belirsiz yaşadıkları şeylerin tam ne olduklarını ifade etmeyi ya istemediler yahut başaramadılar. Öyle görünüyor ki şimdi belirgin bir mesafeden ve daha sakince müşahede edilmeye müsait hâle gelmesinden dolayı, her şeye rağmen hâlâ eşsiz bir büyüklükte olan bu insan ruhuna bizlerin daha derin nüfuz etmesi çok daha fazla ihtimal dâhilindedir, zira ikisine de merhametle yaklaşmamız artık işten bile değildir. Nitekim asıl adalet davanın en son safhasında gösterilen merhamettir.

Şayet, Tolstoy’un hayatında ve eylemlerinde benim Yeroşka amcanın “Epikürizm”i veya “avcılık”ı diye adlandırdığım şey, Dostoyevski’nin kati bir ifadeyle, Moskova asilzadesinin “kendini boşlukta hissetmesi” diye adlandırdığı şeye denk geliyorsa, o halde bu durum, onun bilinçli hayatında olduğu kadar bilinç dışı hayatında da Epikürizmden çok daha derin bir yer tutmaktadır. Yine de ruhunun temelini, çağımızın tüm insanlarında vaki olduğu üzere destekten yoksun dipsiz, trajik bir uçurum teşkil etmektedir. Bu kaba kuvvet fışkıran yüzden, bu âmâ yeraltı titanının yüz ifadesinden, onun sadece sıradan bir “Epiküryen, sıradan bir “Moskova sosyetesinin üyesi” olmadığını; mesela, nasıl ki varlıklı 18. yüzyıl Rus asilzadelerimizin dilenci Lazarus kılığı altında kendi mahcup, ürkek, utangaç Epiküryenliklerini gizlemeleri şaşırtıcı değilse, onun da gerçekte, her şart altında sıra dışılığını, kayıtsızlığını koruyan ve ar duygusundan yoksun bir Epiküryen olduğunu fikretmek düşünmeye değerdir.

Hayatının gündüz gözüyle, aydınlıkta görülen dış cephesinden değil, bilakis karanlık, örtülü, hâlen kör, görünmez iç cephesinden yayılan yaşama sevincinin ışıltısı altında Kabil’in çağımız mührünü, devasız keder ve gurur mührünü tanıyorum. Ve Baratınskiy’in dile getirdiği:

Gizemli üzüntülerin şiiri

Kudretli ve bezgin çocuklar,

onun şahsında bazen kendilerinden biriyle karşılaşmaları pek mümkündür,

Sen bizimle aynı kadehten içtin,

Bizim gibi, zehirli ve muhteşem.

Kendini yarınlara taşıyamadı, ne var ki geçmişe dönüş de yok. Ne karşı kıyıya varabildi ne uçurumun diğer tarafına geçebildi. Düşüp yok oldu lakin asıl büyüklüğü bu yok oluşunda.

Hiç kimseyi sevmedi hatta şahsını bile en tutku dolu, en gözü kara sevgiyle sevmeyi göze alamadı. Ama, yine de sevgiye büyük bir ıstırapla can atmada eşi benzeri yoktu. Hiçbir şeye inanmadı. Ama, yine de inanmaya kanmaz bir susuzlukla can atmada eşi benzeri yoktu. Hepsi bu değil, dahası da var.

“Haydi, diyelim ki ben- der İtiraflarım’da- yuvasından sırt üstü düşüp yerinden doğrulamayan bir kuş yavrusuyum, yüksek otların arasında cik cik öterken, bu inlemelerden bir annenin beni içinde taşıdığını, kuluçkaya yatırıp ısıttığını, beslediğini, sevdiğini fikrediyorum. Nerede o anne?  Şayet terk edildiysem, bunu bana kim yaptı? Birinin beni sevgiyle doğurduğuna inanmak istiyorum. İyi de kim bu, neyin nesidir?”

Kendinden emin bir tavırla gerçeği bulduğunu, şüphelerinden büsbütün kurtulup huzura erdiği yönündeki sözleri bana pek inandırıcı gelmemişti. Muhtemelen bunu, Tanrı ve hakikatten en uzak olduğu sırada söylemişti. Ancak kendi hâlini yuvadan düşmüş zavallı bir yavru kuşa benzetmesi, işte buna inanmamazlık edemem, bana pek samimi geliyor. Evet, ne kadar dehşet verici olursa olsun, doğru olan bu. Ve yuvasından sırt üstü düşüp yüksek otlar arasında öten bu azametli yavru titan sen, ben ve herkesle bir ve aynıdır. Hayır, ne herhangi bir inanç ne de bir tanrı, hiçbir şey bulamadı. Onun aklanmasını sadece ümitsiz yalvarışları, duyduğu dehşetli yalnızlık ve korkunun yürek parçalayıcı çığlıkları sağlayabilir. Onun da bizim de belli belirsiz hissettiğimiz ama künhüne asla vakıf olamadığımız şey; ne kadar zavallı, terkedilmiş yavru kuşlar olduğumuz ve insanlığın biricik Anne-Kilise’den mahrum olduğumuzdur; Kilise’den kastım ne dünün ne de bugünün kilisesidir, insanlara mütemadiyen şöyle seslenen geleceğin Kudüs’üdür: Sizleri, bir kuşun yavrularını kanatları altında toplaması gibi kaç kere bir araya toplamak istedim ama hiç kulak asmadınız.

Hâlbuki aradığı şey ne çok yakındı! Az bir sabır, az bir gayretle her şey vuzuha kavuşacaktı. Peki, bu adımı atmaktan niçin imtina etti? Onu geleceğe adım atmaktan alıkoyan şey neydi? Muazzam kuvvetindeki korkunç zayıflık şeffaf, ipince “zayıf ağ” gibi olan son örtüyü aralayıp Işık’ı görebilmesine engel mi oldu?

Ve şimdiye kadar kendini yapmaya memur kıldığı şeyleri yerine getirebildi mi? Manevi çemberinin gelişimini tamama erdirebildi mi? Durduğu yerde taş mı kesilecek yoksa yeniden hayatiyet kazanıp son bir kez daha ama bu sefer gerçek manasıyla yeniden doğuşunu sağlayabilecek mi?

Böyle bir insanın geleceğini tahmin etmeye kim güç yetirebilir? Ama artık, söz ve eylemleri kimseyi meraklandırmıyor, kimseye bir önem ifade etmiyor zira bugüne kadar söz verip yaptıklarından ne yapacağı ve bugüne kadar tutturduğu hayat düzeninden bundan sonra nasıl yaşayacağı zaten bilinen bir husus. Peki, ya akıbeti? O nasıl olacak?

Geothe: “Hayatının sonunu başlangıcına bağlayana ne mutlu!” der. Yaşlılığın “yılan bilgeliği”ni çocukluğun “güvercin masumiyeti”ne bağlamak demektir bu. Peki, Tolstoy buna muvaffak olabildi mi? Yaşarken olmasa bile, hiç olmazsa ölürken sözünü ettiğim bu yeniden Diriliş gerçekleşecek mi? Kör titanın gözlerinden son peçenin düşmesiyle “ölümün beyaz ışığı” ona şaşmaz bir doğrulukla nihayet görünecek mi?

İlk romanında baharda uyanan tabiatın bir fırtına sonrası şekillenen manzarasını bir çocuğun gözlerinden yansıtarak verir:

“…Karetanın penceresinden kafamı uzatıyorum, mis gibi taze havayı içime çekiyorum… Her şey ıpıslak, cila çekilmiş gibi güneşte parıldıyor. Yolun bir yanında yer yer yağmur suyunun oluşturduğu sığ göletlerin görüldüğü, gölgeli bir halı gibi ufka değin yayılan ıslak toprak ve yeşillikle parıldayan bir manzara uzuyor; yolun diğer tarafında fındık ve yabani kiraz ağaçlarının zeminini örttüğü ve âdeta mutluluktan taşmışçasına, ıslak dallarından yumuşak damlaların geçen yılın sonbaharından kalma kuru yapraklarına yavaşça çarparak düştüğü kavak korusu yer almaktadır. Dört bir yandan tepeli tarla kuşları neşeli şarkılarıyla aniden alçalıp düzlüklere konuyor; ıslak çalılıklar arasından minik kuşların telaşlı hareketleri duyuluyor, korunun ortasından Bayağı guguk kuşlarının çıkardığı sesler dört bir yanı dolduruyor. Bahar fırtınasından sonra havaya sinen ormanın harika kokusu; huş ağacının, menekşelerin, fundalıkların, çürümüş yaprakların ve yabani kiraz çiçeklerinin kokusu yerimde oturup kalmamı imkânsız kılıyor, dayanamayıp karetadan atlıyorum; damlaların beni ıslatmasına, çiçek açmış yabani kiraz dallarının yüzüme çarpmasına aldırış etmeksizin içine daldığım fundalığın kokusuyla mest oluyorum. Botlarımın tabanının çamurla yapış yapış olması, çoraplarımın çoktan ıslanmış olması beni koşmaktan alıkoymaya yetmiyor, ayaklarımın altında çamurun vıcıklayan sesiyle karetaya koşuyorum, pencereye doğru seslenerek:

— Luboçka, Katenka- diye bağırıyorum, birkaç kiraz dalı uzatarak- bakın, ne kadar güzel!

Kızlar neşeyle kikirdiyorlar; Mimi, arabanın beni altına alıp ezmemesi için uzaklaşayım diye bağırıyor.

–Şunu bir kokla bakalım- diye sesleniyorum- bak, nasıl kokuyor!”

Ölüm döşeğindeyken bu çocuk anısını sayıklamış mıdır? Yabani kiraz çiçeğinin büyüleyici kokusunu ve yüzüne, çocuk öpücüklerinin körpe dokunuşu gibi değen ıslak dalların verdiği hissi tekrar duyabilecek mi? O zaman, bu sonsuz dünyevi mutluluğun ve dünya sevgisinin hatta sırf dünyevi olanın, dünyevi olmayanın başlangıcı olduğunu duyumsayacak mıdır? Hayatı boyunca boşuna bir çabayla ilahi bir sevginin yanı sıra, bastırılamaz, gayri insani, behimi bir sevgi duyduğu- artık epey uzakta kalmış çocukluğunun unutulmaz bir anısı olan küvette yıkandığı sırada “belirgin kaburgalarıyla çıplak bedenini” ilk fark ettiğinde olduğu gibi cismaniyetinin bilincine erecek mi?

Kendine, yalnızca kendine duyduğu bu sevgi, şayet kendini sonuna kadar sevebilseydi, kutsal bir anlam kazanırdı; kendisini kendi için değil, bilakis Yaradan’dan ötürü sevseydi, diğer bir ifadeyle tıpkı Tanrı’nın başkalarını onlar için değil O’nun için sevmesini emrettiği gibi.

Orada yüksek veya alçak diye bir şey olmadığının, karşıtlığı ölçüsünde birbirinin aynı iki yol olduğunun, aynı sonuca vardırdığının; hatta onların özü itibariyle iki değil, bir olduğunun, sadece zamanı gelinceye kadar iki göründüğünün ve dünyevi olmayana dünyayı reddederek değil, dünyanın içinden geçerek erişilebileceğinin, cismaniyete karşı çıkarak, onu reddederek değil, ancak onun vasıtasıyla cismaniyetin ötesine geçilebileceğinin bilincine ermiş midir? Ve etten, Mesih’in biz çocuklarına şunu söylemiş olmasına rağmen korkmalı mıyız: Gerçek içki Benim kanımdır ve gerçek yiyecek Benim etimdir; “Kelâmım ete kalboldu” Tanrı’mızın değilse hangi Tanrı’nın sözüdür?

Hepimiz için önemli ve gerekli olan şeyleri günümüzde Rus halkının, hâlâ en büyüğü ve en güçlüsü olan Tolstoy, bizler yaşarken ve ölürken ışığını yitirmiş gözlerle zar zor görebildiğimizi- son ışık ve son bağlantı- gördü. Bunu yaşarken olmasa bile ölürken görebilecek. Yazmaya fırsatı olmasa bile onu bize sözle ifade edebilecek, ölmekte olanın sayıklaması şeklinde de olsa ağzından dökülen sözleri, her ne kadar öncekiler gibi anlaşılır olmasa da yakalayıp anlayacak fırsatımız olacak, zira bizim için artık sözle ifade edilenler yazıyla ifade edilenlerden daha önemli ve daha gereklidir: Konuşma, olmakta olanı ve olacak olanı söyler, yazıysa olmuş olanı ve olmamış olanı yazar. Nihai hakikatimizin yazıyla ifade edilebilmesi, yazının kudretinde değildir, o, yalnızca konuşmada ifadesini bulabilir ve yaşanır.

Peki, o bu imkâna erebildi mi? Tanrı, onu da bizi de bundan mahrum kılmasın.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!