Rusçadan Tercüme: KENAN DURU, MAYSA ÇAŞEMOVA
TAKDİM
Dimitri Sergeyeviç Merejkovskiy:14 Ağustos 1865 – 9 Aralık 1941) Romancı, şair, din düşünürü ve edebiyat tenkitçisi. Rus Şiirinin Gümüş Çağının yeni ufuklar açan, Sembolist hareketinin öncü ismi kabul edilen Merejkovski, şair karısı Zinaidia Gippius ile birlikte iki defa siyasî sürgüne mecbur edilir. İkinci sürgün yıllarının tamamı (1918–1941) Fransa’da geçer. Sürgün yılları boyunca Merejkovski Sovyet Rusya’ya sadece eleştirici bir tavır takınmakla yetinmez, aynı zamanda alternatif arayışlar çerçevesinde ve Mussolini başta olmak üzere birtakım siyasilerle ilişkiler geliştirmeye de ağırlık verir. Merejkovski, hem apokaliptik Hristiyanlığa bakışıyla nevi şahsına münhasır bir din yorumcusu olarak, hem de coşkun idealizmle edebî yenilikçiliği birleştiren felsefî tarihî romanların yazarı olarak, dokuz defa Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterilir ve 1933 yılında bu ödülü kazanmaya çok yaklaşır.
Merejkovski bizde pek tanınmış bir isim değil veya birkaç roman çevirisiyle yeni yeni tanınan bir isim… Doğrusu, E. H. Carr’ın “DOSTOYEVSKİ” isimli biyografisinde yazarın “TOLSTOY VE DOSTOYEVSKİ” isimli 2 ciltlik eserine değinilmeseydi, bizim de dikkkatimizi çekmeyecekti. Türkiye’nin Tanzimatla başlayan ve bir türlü sonu gelmeyen “muğlak” Batılılaşma serüveni açısından baktığımızda, yüz küsür yıl önce yayımlanan bu eserin bugüne kadar varlığından haberdar olunmaması gerçekten izaha muhtaçtır. Bir anlamda bu açığı kapatma adına, işte sözünü ettiğimiz eserin giriş bölümünü Maysa Çaşemova ile birlikte çevirdik veya çevirebildik. Zira eser felsefi metinler seviyesinde zorluklarla dolu. Teklifimi reddetmeyip kabul ettiği için M. Çaşemova’ya çok teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dilerim. (Kenan Durdu)
GİRİŞ
Rusya’nın geleceği hususunda 19. asrın seksenli ve doksanlı yıllarının entellektüellerinin kapıldıkları endişe ve mesuliyet hissini, Büyük Petro zamanından beri, muhtemelen, hiçbir Rus nesli yaşamadı.
Büyük Petro zamanından beri diyorum, zira Rus düşünce tarihinin son iki asırdaki en büyük iki akımı arasındaki ayrım çizgisinin belirginleşmesine kaynaklık eden tam da Petro dönemidir. “Batıcılık” ve “Slavcılık” gibi son derece yalınkat ve meramı anlatmaya yetersiz birer kelimeyle adlandırılan bu iki akımın savaşı, aslında Petro’dan çok önce, tarihin eski çağlarından beri devam etmektedir. Batıcıların Rus kültürüne has düşünceyi reddetmesi, sadece Avrupa’nın devamı olmayı veya onu taklid etmeyi istemesi; Slavcıların ise orijinal düşünceyi savunması ve Batıcılığın antitezi olarak Rus kültürünü ileri sürmesi… Mücerret fikirler âlemi bir yana, böyle olağanüstü ve muhteşem bir şekilde iki akımın karşılaşması başka hiçbir yerde yaşanmamıştır. Üstelik, aralarında hiçbir zaman tam ve kesin bir birleşme, kaynaşma yaşanmasa da, herhangi bir ilmî-tarihî veya sanat faaliyetinde çaresiz yakınlaşıyor, birleşiyorlar. Nitekim Lomonosof’tan Puşkin’e, ondan da Turgenyev’e, Gonçarov’a, Tolstoy’a ve Dostoyevski’ye kadar bütün büyük Rus entellektüellerinde Avrupa kültürü çok derin bir etkiye sahib olmakla birlikte, orijinal Rus kültürü de, Avrupa kültürüne nazaran muğlâk ve bulanık şuur şeklinde de olsa tezahür eder. Zaten bu muğlâklık ve bulanık şuurluluk, Slavcı öğretmenlerin günümüze dek kurtulamadıkları en belirgin hastalıkları olmuştur.
Batıcılar, Avrupa kültürünü ve Petro’nun azimle tuttuğu yolu mutlak bir hedef olarak gösterebilmişken, Slavcılar ya geçmişe romantik bir yakınmayla malûl bir alanda kalmaya veya yine romantik ve muğlâk beklentilerle dolu bir geleceğe mahkûm oldular: ya gayet berrak ancak fersude ve ölü tarihî kalıbları veya çok muğlâk, sisle kaplı ve bir gövdeden yoksun uzaklıklara, yâni ölmüş olana veya henüz doğmamış olana işaret edebildiler.
Dostoyevski, Slavcıların bu hastalığını –muğlâklık ve bulanık şuurluluk- hissetmiş ve onu “Slavcılığın hülyâlı bakış unsuru” şeklinde ifade etmişti. “Slavcılar mütemadiyen kendi bulanık ve muğlâk fikirlerine tutunmayı sürdürüyorlar. Bundan dolayı, her hâlükârda Batıcılar onlara nazaran daha gerçekçi görünüyor ve tüm hatalarına rağmen mesafe katedebiliyorlar, zira onlar kendi yolunda her zaman hareket hâlindeler. Hâlbuki Slavcılar daima yerinde duraklamış ve bunu da büyük bir şeref addetmişlerdir.”
Dostoyevski’ye göre Batıcılık Slavcılıktan daha sahici idi, zira ilki Batı kültürünün muayyen olgularını gösterebilmişken, ikincisi tüm samimi araştırmalarına rağmen Rus kültürüne has aynı eşdeğer ve benzerlikte mücessem ve kayda değer hiçbir şey bulup çıkaramamıştı. Böyle düşünüyordu Dostoyevski 1861 yılında. Aradan 16 yıl geçtikten sonra nihayet bulunmuştu ona göre; Slavcıların arzulayıp da bulamadığı Rus kültürüne has tartışmasız, muazzam olguyu, cihanşümûl anlamda Puşkin’le başlayan yeni Rus edebiyatı, üstelik en yüksek şuur seviyesinden Avrupa’yla boy ölçüşebilecek mükemmellikte açığa çıkarmış, meydan yerine dikmişti.
“Bu kitab, -der o Bir Yazarın Günlüğü’nün 1877 yılı nüshasında, henüz yeni yayımlanmış Tolstoy’un Anna Karenina’sı hakkında-, benim nazarımda bu kitab o çok aranmış gerçeğin, bizler adına bir cevab olarak Avrupa’ya gösterebileceğimiz bir gerçeğin doğrudan doğruya ölçüsü niteliğindedir. Anna Karenina, yaşadığımız bu çağda edebî yönden Avrupa edebiyatında hiçbir benzeriyle kıyaslayamayacağımız kusursuz bir eserdir. İkincisi, onda işlenen fikrin bizden, özbeöz kendimizden olmasıdır, bu tam o şeydir ki, Avrupa dünyası karşısında bizim öz hüviyetimizi oluşturur. Şayet bizde böyle bir düşünce kudreti ve onu gerçekleştirme kudretine sahib edebî eserler varsa, Avrupa neden bizim orijinalliğimizi ve bizim de kendimize ait sözümüz olduğunu kabul etmesin? İşte kendiliğinden ortaya çıkan soru.”
O zamanlar bu sözler cüretkâr ve aşırı bir özgüvenin sesi addedilebilirdi, şimdi ise bu sözler âdeta çekingen ve neredeyse muğlâk ve mübhem görünüyor. Dostoyevski, o sözlerinde, Rus edebiyatında zamanla daha berrak açığa çıkacak cihanşümûl anlamın küçük bir parçasına işaret etmişti. Bunu anlamak için, bizim yaptığımız gibi sadece poetik inşanın aldığı son şekli değil, aynı zamanda Tolstoy’un dinî ve ahlakî kişiliğinin trajik gelişimiyle Puşkin’in takibçileri olarak Tolstoy ile Dostoyevski arasındaki en derin uzlaşmayı ve en çetin karşıtlığı da görmek gerekir. İşte bu, gerçekten de, Dostoyevski’nin ifade ettiği üzere “gerçekliğin özel anlamı”dır; doğrudan şuuruna varılan ve fakat henüz dile gelmemekle beraber Rus kültürünün de, cihanşümûl kültürün de iliklerine işlemiş belirgin bir gerçeklik. Batı Avrupa’nın sadece en duyarlı insanları —Renan, Flaubert, Nietzsche—, bu gerçekliğin anlamını çözemeseler de, hissetmişlerdir en azından. Nitekim birkaç on yıldır Avrupa’da esen Rus modasına rağmen, Avrupalı münekkitler Rus edebiyatına hâlâ arızî ve sathî yaklaşımı terk etmiş değiller, ne de onun ihtivâ ettiği cihanşümûllüğün gerçek buudlarına ilişkin bir tahminleri var; zira artık biz Ruslara zahir olan Rus poetikasının sahici kaynağı –Puşkin-, yabancı bakışlarca erişilmezliğini korumaya devam ediyor.
Bu vakitten sonra bizler, ne Rus kültürünün orijinalliğini reddeden Batıcılara ve elbette ne de Slavcılara dönecek değiliz, buna sebeb, söylemlerinin aşırı bir cesareti veya kibri ihtivâ etmesi değildir, aksine, bu bol mürekkeb yalamış hayâlperestler ile 40’lı yılların mücerret düşünceli insanlarını, Alman metafiziğinin hayli uysal ve ürkek şakirtleri ve safderun Hegelciler olarak telakki ediyoruz; belki de bizlerin Rusya’nın geleceğine olan inancı, daha yüksek bir özgüven ve cesareti ihtivâ etmektedir. Şayet Dostoyevski “Rusya bütün dünyaya henüz söylemediği büyük sözünü söyleyecektir.” gibi bir kehaneti mevsimi gelmeden söylemişse, sebebi, onun sözünü yarım bırakmış olmasıdır, kendi şuurunu mümkün en yüksek aydınlık seviyesine eriştirmediği içindir, kendi düşüncelerinin nihaî neticelerinden ürkmüş, sivri ucunu kırmış, iğnesini köreltmiş, dipsiz uçurumun kıyısına ulaşarak düşmemek için ondan yüzünü çevirmiş ve belki de hiç kimsenin yapamadığı kadar yıkıp paçavraya çevirdiği Slavcıların o anakronizmine sarılmıştı. Aslında, Rus edebiyatında keşfedilen düşüncenin cihanşümûllüğünü başı dönmeden ve halk arasındaki şöhret düşkünlüğüne duyulan zaafa kapılmadan kabul edebilmek için, berrak ve ayık bir zihin yapısı gerekir. Belki de bu itirafta, bizim bünyesi zayıf ve marazî neslimiz için korku duyulacak şeyler, gönle cazib gelenlerden daha çoktur: Korkunçtan kasdım, sorumluluğun neredeyse dayanılmaz ağırlığıdır.
Ancak, buna aldırış etmeden, daha doğrusu, orijinal Rus düşüncesine tutunarak, artık sonu neye varırsa varsın, bizi mahva götürecek tehlikelere maruz kalsak bile, Slavcılar gibi Batı kültüründen kibirle yüz çeviremeyiz veya acz içinde gözlerimizi ona kapayamayız.
Bir Slavcı iken veya en azından kendisini sıkı bir Slavcı olarak vasıflandırdığı zamanlar, biz Rusların Batıya duyduğu sevgi ve hasreti hiçbir Batıcının söze dökemeyeceği kudret ve kesinlikte ifade eden, bizzat Dostoyevski’nin kendisi olmuştur: “Biz Rusların, diyor, iki vatanı vardır, Rusya’mız ve Avrupa.” Dostoyevski’nin bizzat kendisinin bunu ifade ettiğini unutamayız. “Avrupa… müthiş ve kutsal şeydir o! Ah, biliyor musunuz beyler, biz hayâlperest Slavcılara tam da o Avrupa’nın, o ‘kutsal mucizeler ülkesi’nin ne kadar değerli olduğunu! (…) O değerli kardeş vatanın mukadderatının bizi ne kadar gözyaşlarına boğduğunu, ıstıraptan yüreğimizi burktuğunu, bizi yerinden hoplattığını; onun gökyüzünü saran kara bulutlarının bizi nasıl pesperişan ettiğini bileniniz var mı acaba? Bir Rus için Avrupa, Rusya kadar değerlidir. Hattâ Rusya’mızdan da değerlidir o! Rusya’yı kimse benim kadar sevemez, fakat ben hiçbir zaman Venedik’i, Roma’yı, Paris’i ve onların bilim hazinelerini ve tarihlerini Rusya’dan daha çok seviyorum diye kendime serzenişte bulunacak değilim. Ah, bir Rus için o eski yabancı taşlar, o eski Tanrı Dünyası’nın mucizeleri, o kutsal mucize parçaları değerlidir ve bizler o mucizelere onlardan daha çok kıymet veririz.” (…) “Avrupa’ya gitmek istiyorum Alyoşa, der İvan Karamazof ve biliyorum ki sadece mezarlığa gideceğim, fakat en, ama en değerli mezarlığa, sadece bu! Orada çok değerli ölüler yatıyor; üzerlerindeki her bir taş, ihtirasla geçen hayatları hakkında, kendi mücadelelerine, kendi gerçeklerine, kendi savaşlarına, kendi bilimlerine tutkuyla besledikleri inanç hakkında konuşur ve onların nice zamandır mezardan başka bir şey olmadıklarına bütün kalbimle inanmama rağmen, o taşları diz çökerek öpüp ağlayacağım! Bunu şimdiden görebiliyorum.”
Acaba, Avrupa sadece bir mezarlık mıdır? Hâlbuki onun Rusların ikinci vatanı olduğunu bizzat söyleyen de kendisi. Yaşayan bir halka, mezarlık hiç vatan olabilir mi? Hayır, his dünyasını ne kadar coşkuyla ve kudretlice ifade ederse etsin, emin olduğumuz husus, kendisinin ne Rusya’nın istikbâline duyduğu inanç hakkındaki sözlerini ne de biz Rusların Avrupa’ya duyduğu hasretleri hakkındaki nihaî sözlerini söylemiş olduğudur. Diyelim ki Avrupa bir mezarlıktır, hâlbuki o mezarlıkta sadece insanların, kahramanların değil, tanrıların da yatmış olduklarını biliyoruz artık ve onların ölümsüzlüklerini muhafaza etmek gibi bir özellikleri vardır, bundan dolayıdır ki onlar ne kadar gömülmüş olursa olsun, gerçekte ölüp ölmediklerinden asla emin olamayız. Belki de onlar, tohumların ilkbaharı beklemesi gibi, ölü taklidi yapıp uyuyarak bekliyorlardır Diriliş Çağını. Orta Çağı saran karanlık gecede, Hıristiyanlığın dini bütün şakirtlerine korkunç ve habis şeytanlar kılığında görünmemiş miydi onlar? Tanrılar yeniden dirilerek mezarlarından çıktıklarında, “eski taşlar” birleşerek yeni mabetler vücuda getirir, “kutsal mucize parçaları”ndan ise yeni, göz kamaştırıcı mucizeler meydana gelir.
Yakın bir geçmişte, Avrupa mezarlığında, gençliğinin taze baharındaki Nietzsche’nin eseri Tragedya’nın Doğuşu’nda iki Olympos tanrısının –Apollon ve Dionysos— yeniden dirilişine şahid olmuştuk. Apollon ve Dionysos’un bu yeni imajlarının biz Ruslar için önemi büyüktür, zira onlar bize “gökyüzü kadar parlak” gözleri ve “kutsallık dolu” sözleriyle, Hıristiyanlığın akıl hocası mektebinden “yabancı bahçenin güzel karanlığı”na, pagan putlara kaçan genç Puşkin’i hatırlatır:
Onlardan iki mucizevî varlık
Büyülü güzelliklerine ram ettiler beni.
İki iblisin tasviridir bu bahiste geçen:
İlki Delf Tapınağının genç bir sâkini
Öfke ve kibir kalkmıştır onda şaha,
Esmekte, yekpare tabiatüstü güçle;
Şehvetliydi ikincisi kadın suretinde,
Daveti şübheye, yaldızlı boş vaatlere,
Sahteydi elbet büyülü İblis, lâkin alımlı.
Biz, o iki mütenakız şeytanın veya tanrının birleşmesine de, yâni, o oldukça tuhaf ve esrarlı Zerdüşt’ün zuhuruna da şahid olmuştuk. Ve onda Dostoyevski’ye ömrü boyunca ıstırab veren varlığı, Üstüninsan’daki Tanrıinsan’ı bulduk. En yeni, en uçtaki Avrupalı ile Rusların en Rus’unun bu tevafuku bize âdeta mucizevî ve inanılmaz gelmiştir. Burada hiçbir etkilenmenin veya fikir alışverişinin sözü bile edilemez. Zira her ikisi de farklı, aksi istikametlerden aynı uçuruma ulaştılar. Avrupa’nın asırları aşan köklerine karşı münzevi kişiliğiyle tek başına isyan eden Üstüninsan, Batı felsefesinin yüksek sıradağlarının en büyük, en nihaî zirvesidir. Daha gidilecek yol kalmamıştır: tarihî yol aşılmıştır; ötesi dipsiz bir uçurum, ya düşüş veya tarih üstü yükseliş—din’dir.
Tüm yakın Avrupa tarihinde Üstüninsan iradesinin tecellisini –Petro’nun şahsında– bütün dünyaya gösteren tek halk, muhtemelen, bizim halkımız olduğundan, Zerdüşt’ün zuhurunun biz Ruslar açısından hususi bir ehemmiyeti ve mânâsı vardır. Rus halkının dindar kesimince, bir deccal, “cehennemden hortlayan apokaliptik bir canavar” şeklinde, Petro’ya dair tuhaf ve bu güne kadar pek araştırılmamış hikâyeler uydurulmuştur. Ve Ruslar içinde Petro’ya ruhen herkesten daha yakın, onu herkesten daha iyi anlayan ve Apollon ve Dionysos üzerinden Rus şarkısını söylen Puşkin, gayet iyi bildiğimiz o dehşetengiz kehanetiyle şöyle seslenmemiş miydi ona:
Ey kudretli hâkimi kaderin
Dipsiz uçurumların tâ ucunda
Demir dizginlerinle doludizgin
Şahlandıransın sen Rusya’yı
“Günümüze dek devam etmekte olan Petro reformları, diyor Dostoyevski, nihayet kendi son sınırlarına varmış bulunmakta, daha devam edemeyiz, gidilecek ne yol ne yön kaldı, yol artık bitti, o büsbütün aşılmış bulunmakta.” Ve başka bir yerde, ölüm döşeğindeyken yazdığı mektubta, “Tüm Rusya, dipsiz bir uçurumun üzerinde, nihaî bir noktada sallanarak duruyor.” der. Bu, Puşkin’in ifade ettiği, kaskatı granit kütlesi üzerinde Süvari Heykeli’nin demir dizginleriyle tüm Rusya’yı şaha kaldırdığı uçurumun tâ kendisi değil midir acaba? Petro zamanından beri hiçbir nesil, bizim neslimiz kadar böylesine dehşetli bir uçurum korkusu yaşamamıştır. 17. asır Moskova basımı kozmografya kitablarında, Batı yâni Avrupa, “savaşkan ruh”; Doğu yâni Rusya ise “bereketli ruh” olarak tasvir edilirdi. Bunu Dostoyevski’nin diliyle söylersek, İnsantanrı ve Tanrıinsan, İsa ve Deccal, bu uçurumun iki cebhesi, iki karşı kıyısıdır. İki vatana –Rusya’mız ve Avrupa– sahib olmamız bir felaket mi veya bir talih mi sorusuna hakikaten verecek cevabımız yok; ne var ki ikisinden de vazgeçemeyiz: ya yok olup gideceğiz veya uçurumun her iki yakasını kendimizde birleştireceğiz.
Dostoyevski haklı: Her iki istikametten de, hem batıdan hem doğudan yolun tamamı geçilmiştir, tarihî yol aşılmış, son raddeye varılmıştır ve fakat biliyoruz ki tarihin hitamında başlayacak olan din’dir. Uçurumun kıyısındayken kanatlara, uçuşlara, tarih üstü istikametlere—din’e dair düşüncelerin zuhuru, hem elzemdir hem de tabiî. Nietzsche, İnsantanrı adına Tanrıinsan’la savaşında galib gelebildi mi? Dostoyevski, Tanrıinsan adına İnsantanrı’yla savaşında galib gelebildi mi? Sadece Rusya’nın değil, tüm dünyanın gelecekte nasıl bir seyir izleyeceği bu soruda düğümlenmiştir.
Bundan birkaç yıl evvel, Puşkin’e dair kaleme aldığım bir yazıda, onun Avrupa’nın diğer bütün büyük şairleriyle kıyaslandığında en önemli özelliğinin, iki milâdı, paganizmi ve Hıristiyanlığı emsalsiz bir ahenkle mezcederek bütün büyük çelişkileri çözmesi olduğunu dile getirdiğimde, Puşkin’e Nietzsche’cilik düşüncesini atfetmekle suçlanmıştım; hâlbuki hiçbir düşünce, tam da bu iki milâdın mezcedilmesi düşüncesi kadar, Nietzsche’ciliğin nihaî hükümlerine daha karşıt, daha düşmanca olamaz. O yazıda işlediğim düşüncenin ne denli cılız ve yetersiz kaldığının hiç kimsenin hissedemeyeceği kadar farkındayım, fakat yine de onu reddedecek değilim.
Hâkimlerim şayet tutarlı olmayı şiar edinseydiler, Dostoyevski’yi de şahsî düşüncelerini Puşkin’e yakıştırmakla suçlamaları gerekirdi. “Tam da şimdi, diyor Dostoyevski, Avrupa’da bütün dünya problemleri ve çelişkileri bir çırpıda su yüzüne çıktı.” Puşkin Üzerine Konuşma’nın son sözlerinde, “Rus kültürünün istikbâlinin anlaşılmamış habercisi” olarak Puşkin’in dünya görüşünün özü hakkında konuşurken, o çelişkilere bir kez daha dönmüş oluyordu:
– “İnancım odur ki, bundan sonra biz, yâni, elbette biz değil, istisnasız her bir ferdiyle istikbâlin Rus insanı, gerçek Rus olmanın, Avrupa’yı çelişkilerinden arındıracak bir hâl çaresini bulmayı arzu etmek demek olduğunu anlayacaktır.” Neyin çelişkisidir onun sözünü ettiği? Ona ömrü boyunca ıstırab veren, mütemadiyen zihnini meşgul eden ve son günlüklerinde, ondan önce kimsenin kelâma dökemediği bir berraklıkla dile getirdiğinin aynısı değil midir:
– “Yeryüzü, mümkün en zıt iki düşüncenin çatışmasına sahne oldu: İnsantanrı ile Tanrıinsan, Apollon ile İsa karşı karşıya geldi.”
Hâlbuki bu, söz konusu yazımda benim de çözümünü Puşkin’de aradığım “cihanşümûl çelişki”nin kendisi oluyor. Doğrudur, Dostoyevski burada da, sanki korkuyormuş gibi son sözünü söylemekten imtina etmiş, nihaî neticelere değinmemiştir. Ne var ki, bugünkü genel, inkâr edilemez şuur seviyemizle duraklamak, son sözü söylememek, son adımı atmamak yakışmaz bize. Ben o son adımı attım, zaten bütün yaptığım bundan ibarettir ve Dostoyevski’yi biraz derinlemesine tanıyan kimseye bunun yetersiz geleceği aşikârdır.
Her hâlükârda, bana itiraz ederken, Dostoyevski’ye de değinmeleri gerekirdi, onu ise, sanki o, Rus edebiyatında hiç var olmamış gibi, sanki Puşkin hakkında hiçbir zaman hiçbir şey söylememiş gibi görmezden geldiler; öyle yabancı, selin yığdığı, aşırı-dekadan, “Nietzsche’cilik” addettikleri şeyleri, sanki özbeöz bizden, kanımızdan, ebediyen Ruslara, Puşkin’e ait olan ve sadece bizde olan, olmuş ve olacak şeylerin aynısı değilmiş gibi unuttular. Böyle olmakla beraber, zannımca Rus eleştirisi bu meseleye dönmek zorunda kalacaktır; ne onu görmezden gelebilir ne de ondan kaçabilir: Puşkin’in bilmecesi, Oedipus’un önündeki Sfenks bilmecesi gibi, yeni Rus şuurunun tüm yollarında dikili duruyor.
Evet, Puşkin’e gösterilen bunca övgü ve saygıya, bunca araştırma ve incelemeye rağmen, o bizim için hâlâ bir muamma, ona yaklaştıkça daha ele geçmez, daha kavranılmaz oluyor. Puşkin, soluduğumuz hava, diğer tüm renkleri müşâhede ettiğimiz beyaz ışıktır; o, her bir işimizdeki Rus boy ölçüsü, her bir şeye kendi öz bakış açımızdır; o, benliğimizin en derinlerindeki henüz keşfedemediğimiz kendimizdir ve işbu sebebledir ki kendimizi anlamak kadar zordur onu anlamak ve belki de Puşkin’in sırrını çözmek demek, kendimizi onda bulmak demektir.
Rus edebiyatında Dostoyevski ve Tolstoy kadar iç dünyaları birbirine bu denli benzer ve zıt iki yazar yoktur. İkisinin de kökeni Puşkin’dir. Dostoyevski, bunun şuurundaydı; Tolstoy, galiba, bunu hiçbir zaman hissetmemiş, hiçbir zaman fikretmemişti, fakat o bilmese de biz biliyoruz ki, Puşkin olmasaydı Tolstoy da olmayacaktı. O ve Dostoyevski, aksi istikametlerde doruklara uzayan dallarıyla, yükselen aynı ağacın iki kalın ve güçlü gövdesi gibi birbirine yakın ve uzaktırlar. Hem Tolstoy’un hem de Dostoyevski’nin derinliklerine indiğimizde, ikisinin müşterek kaidesi olan Puşkin’e ulaşırız. Her ikisi de Puşkin’in beyaz ışığını kırarak onu gökkuşağı renklerine dönüştürmüştür. Ancak unutulmamalıdır ki, gökkuşağındaki çeşitlilik ve karşıtlığın ardında, beyaz ışığın tekliği gizlidir.
Tolstoy’u ve Dostoyevski’yi talim etmek, yeni Rus poetikasında Puşkin’in sırrını çözmeye çalışmak demektir; Dostoyevski’nin Puşkin Üzerine Konuşma’nın o kehanet dolu son sözlerinde ifade ettiği şu büyük sırrı:
– “Puşkin, gücünün tam olgunluk çağında öldü ve mezara kendisiyle birlikte büyük bir sır götürdüğüne hiç şübhe yoktur. İşte şimdi biz, o sırrı onsuz çözmeye çalışıyoruz.”
Rus kültürünün geleceğinin sırrı da demek olan Puşkin’in sırrı, uçurumun her iki kıyısını de görmüş neslimiz için cihanşümûl ihtilaf ve çelişkilerin, “dünyada var olabilecek en zıt düşüncelerin çarpışması”nın, Doğu ruhu ile Batı ruhunun, “savaşkan ruh ile bereketli ruh”un yeni ve belki de son ve büyük savaşının çözümünü ihtivâ etmektedir. Tanrı insan ile İnsan tanrı’nın.
KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 5, Temmuz-Eylül 2014.