Batıda ezoterizm, egzoterizm, okültizm, illuminizm, teozofi, mistisizm, new age, modern spiritüalizm, tradisyonalizm gibi akımlar, farklı amaç, metod ve muhtevâ belirtseler de, özellikle Aydınlanma Çağı ve sonrasında ortaya çıkmışlardır. Tradisyonalizm, hemen her alanda tarihî ve an’anevî olandan kopuşu ve bu kopuşun sebeblerini eleştiren mütefekkirler tarafından geliştirilmiştir. Batının, özellikle mitoloji alanında beslendiği mütefekkirlerin oluşturduğu bir akımdır. Gündelik hayattan bilgi anlayışına kadar pek çok sahada, yönlendirici unsurların, zaman ve mekân üstü İlahî-mukaddes ilkelere dayalı olması gerektiğini savunurlar. Ekolün ilk sözcüsü, Fransız metafizikçi ve yazar René Guénon’dur. Benzer akımlarla mukayese edildiğinde, Tradisyonalizm çok daha sağlam bir yerde durur.
TRADİSYONALİZM VE DİNLER TARİHİ
Tradisyonalizm, “dinler tarihi” araştırmalarıyla da yakından ilgilidir. Dinler tarihi araştırmaları, Batıda, özellikle sömürge döneminde büyük bir artış göstermiştir. Bununla birlikte, dinler tarihi araştırmacılarının Batılı sömürgeci güçler tarafından desteklendiği ve bu alanda çok tahribkâr oldukları pek çok samimi ilim adamının gözünden kaçmamıştır. Hattâ bizzat dinler tarihi araştırmacılarının yaptığı çalışmalar, yukarda saydığımız akımların ortaya çıkmasına sebeb teşkil etmiştir de diyebiliriz. Mustafa Alıcı, “Dinler Tarihinde Metodolojik Problemler” adlı çalışmasında bu konu hakkında şunları söyler:
– «Söz gelişi bu devirlerde disiplin, mahallî kültürleri “tanımak, yararlanmak ve kontrol altında tutmak” gayesiyle siyasî ve tarihî hak iddia eden güçler tarafından nüfuz altına alınmak istenmiştir. Bu etkileri dönemin Dinler Tarihçilerinin çalışmalarında açıkça görmek mümkündür. Söz gelişi; İngiliz Dinler Tarihçileri, klasikler ile Doğu ve Afrika dinleri çalışmalarına; Fransız Dinler Tarihçileri, Afrika dinleri ve klasiklere; İtalyan Dinler Tarihçileri, klasik döneme; Alman Dinler Tarihçileri, Asya ve Yakın Doğu araştırmalarına; Hollandalılar, Endonezya ve Afrika dinlerine; Danimarkalı ve İsveç Dinler Tarihçileri, Yakın Doğu ve Asya dinlerine yönelmişlerdi. Hattâ çağdaş Amerikan Dinler Tarihçisi Timothy Fitzgerald, Dinler Tarihi’nin İdeolojisi konusunda yaptığı ünlü çalışmasında (The Ideology of Religious Studies, New York 2000), klasik dönem Dinler Tarihi’nin kendini sömürgecilikten arındırdığını tam olarak söylemenin mümkün olamayacağını belirtir. Aslında Friedrich Max Müller (ö. 1900) bile Dinler Tarihi disiplininin kurucularından biri olarak 1870 yılında verdiği bir konferansta, İngiliz sömürgecilik ve emperyalizm kültürünün kendi akademik din çalışmalarına maddî ve manevî destek olduğunu açıkça itiraf eder. Dahası Müller, Mukayeseli Din Bilimi’ni geliştirirken diğer teorisyenlerle birlikte hareket ederek İngiliz sömürge merkezleriyle taşradaki sömürge toprakları arasındaki uzaklık ve farklılıkların giderilmesi ve ilkel dönemlerdeki ataların karakteristiklerinin yerinde görülmesi için çalıştıklarını açık bir şekilde söyler.» [1]
Dinler Tarihi araştırmacılarının ideolojik yaklaşımları da, bu konuda kendilerine yapılan eleştirilerin başında gelir. Meselâ, Max Müller’in Aryan ırkının üstünlüğünü savunduğu, Heinrich Frick’in Nazi Öğretmenler Birliği ve Nazi SS üyesi olduğu, Georges Dumezil’in Nazi şovenizmini benimsediği bilinmektedir. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki pek çok Dinler Tarihçisi de Dinler Tarihi’ni kilisenin yok edilmesi amacıyla ele almaktaydı. Aynı durum Çin’de de görülmüş, Mao, ateizmi desteklemek amacıyla Dinler Tarihi alanında akademik çalışmalar yaptırmıştır. Mustafa Alıcı, bu “taraflı” yaklaşımı örneklendirmeye devam ediyor:
– “Joseph M. Kitagawa ise, baskın ideoloji olarak Batılı ve Avrupalı olma unsurunun ilerde Dinler Tarihi içinde önemli bir probleme yol açabileceğini söyler ve Batılı olmayan araştırmacıların işe el atıp, bu eleştirilere kulak verip, bu yorumları gözden geçirmelerini söyler. Günümüz Türkiye’sinde ise bu çalışmalar dinler arası diyalog çalışmaları bünyesinde yapılmaktadır.” [2]
Diğer taraftan, dinler tarihi ilminin Müslüman icadı olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.
Bunlardan biri de Dinler Tarihçisi Eric J. Sharpe olup, ona göre ilk Dinler Tarihi eseri yazma şerefi Müslüman Şehristanî’ye aittir.
TRADİSYONALİSTLER NE ARIYOR?
Bu yazıyı yazmamızdaki itici unsur, Martin Lings’in Modern Dünyanın Manevî Bunalımı isimli kitabındaki “Çağın Ruhu” başlıklı makalesi olmuştur. Martin Lings, Tradisyonalist ekolün yazarlarındandır ve Müslüman olmuştur. Tradisyonalist ekolün önde gelen üç temsilcisi ise René Guénon (Abdülvahid Yahya), Ananda Coomaraswamy ve Frithjof Schuon’dur. Bu üç mütefekkir de, çağının nabzını tutmak ve ötesine geçmek mânâsında bir hayli yol katetmelerine rağmen, gelinen noktada sadece, dinler tarihinin, mitolojik ve mistik ilimlerin ortaya koyduğu anlayışlara anlam kazandıracak “bütün bir fikir sistemi”ne ihtiyacı olduğunun altını çizmişlerdir. İhtiyaç olarak belirttikleri fikir sistemi, bugün tam da Büyük Doğu-İBDA’yı işaret etmektedir. Bu üç mütefekkir, özellikle mitler ve ritüeller konusunda Batının en çok beslendiği fakat (Türkiye’de Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na revâ görüldüğü gibi) “ademe mahkum ettikleri” mütefekkirlerdir.
Tradisyonalizm, Türkçe’ye kısaca “sahih gelenek” olarak tercüme edilebilir. René Guénon’un tabiriyle, “Tradisyonalist nitelikte olan her şey beşer üstü bir unsur içerir. Bütün dinler, mitler ve kültürler tek bir kutsal kaynaktan gelir. Böyle olmasına rağmen birbirinden farklı bu geleneklerin tek kaynağı gösteren yanı batınî buududur ki, bu da ancak manevî eğitimden geçmiş, sezgi gücü gelişmiş şahıslar tarafından fark edilir ve anlaşılır olabilir.” Bununla birlikte Guénon, bütün geleneklerin eşitlenmesi veya birleştirilerek “senkretik” (birbirinden farklı düşünce, inanış veya öğretileri kaynaştırma) hâle getirilmesini asla uygun görmez. Bu minvâlde, en başta saydığımız ekollere karşı olmakla kalmaz, bunun sebeblerini de açıklar. Çünkü “hakikat bize beşerî bir buluş olarak değil, vahiy kanalıyla gelir” düşüncesindedir. Frithjof Schuon ise şöyle demektedir:
– “Bir metafizik öğreti, küllî bir hakikatin zihinde ete kemiğe bürünmesidir. Bir felsefe sistemi ise kendi kendimize sorduğumuz belirli soruları çözmeye yönelik aklî bir çabadır. Peki ama on binlerce yılın hikmetlerine utanmazca saldıran felsefecilerin boşboğazlığına ne demeli? İbrahimî tevhid kadrosu içinde İslâm, marifete çok merkezî bir yer vermiştir. Vurgu, insan iradesinde değil; vahiyle -tabiatüstü cevhere sahib olduğu konusunda- ikaz edilen akıl (intelligence) üzerindedir. Hıristiyan – Grek diyalogunda iki taraf da hakikatin bir yüzünü, ama yarım yarım dile getiriyordu.” [3]
Guénon, “Tradisyonu tamamen insanî seviyeyle ve bu seviyenin psikolojik, sosyal buudlarıyla ilişkilendiren çağdaş sapmanın bir başka biçimi de, tradisyonun bazı şekillerini dinlerle karıştıran, din ve tradisyonları sadece insanî unsurlarla açıklamaya çalışan akademisyenlerdir”der. Bütün geleneklerin dinî bir biçimde varlık göstermemesine rağmen, kökü “ilke”ye dayanan tradisyonlara da dikkat çekmekte ve Uzakdoğu tradisyonu olan Taoizm ve Konfüçyanizmi buna örnek olarak göstermektedir. Onların “yeniden uyarlamalar” olduğunu söyler ve Taoizm’in mukaddes silsileye dayanan bir yönü olmadığını belirtir. Batılıların bütün bir Uzakdoğu geleneğini (İslâm Tasavvufu’nu da bu sisteme bağlayanlar vardır) bu sistemlere mâl etmesine kızarak, “ancak kıyas yapılabilir” der. Yine aynı ekolden Mircea Eliade, “hayatın mukaddes bir kökene sahib olduğuna ve insan varoluşunun dinî olduğu ölçüde, yâni hakikate katıldığı ölçüde tüm bu imkânları güncelleştirdiğine” inanmaktadır. Dinsizlerin bile dinden faydalandığını, Marx örneğini vererek izah eder:
– «Dinsizlerin çoğu, bu konuda hâlâ dindar bir şekilde davranmaktadırlar. Üstelik dindışı insanın varoluşunun büyük bir bölümü, ona varlığının derinliklerinden, şu şuuraltı adı verilen bölgeden gelen damar atışlarıyla beslenmektedir. Bu sözlerle mitolojilerin şuuraltının “ürünleri” olduklarını söylemek istemiyoruz, çünkü efsanenin varoluş tarzı, tam da kendini efsane olarak ifşâ etmesi, örnek olarak zuhur ettiğini ilan etmesidir. Ek bir örnek vermek için, komünizmin mitolojik yapısını ve insanın kaderine ilişkin anlamını hatırlatmak yeterlidir. Marx, Asya-Akdeniz dünyasının büyük ölüm sonrası kader efsanelerinden birini ele alıp, uzatmaktadır; yâni Doğru’nun (“seçilmiş”, “kutsanmış”, “masum”, “haberci”, “peygamber”; günümüzde “proleterya”) kendi ölümüyle insanlığı kurtarmaya yönelik rolü, böylece onun ıztırabları dünyanın varoluş statüsünü değiştirecektir.
Aslında Marx’ın sınıfsız toplumu ve bunun sonucunda tarihî tazyiklerin yok olmasının en kesin selefi, Altın Çağ efsanesinde bulunmaktadır; bu efsane birçok geleneğe göre, tarihin başını ve sonunu karakterize etmektedir. Marx, koskoca Musevîlik-Hıristiyanlık Mesih ideolojisinin bu saygın efsanesini zenginleştirmiştir: Bir yandan proleteryaya tanıdığı peygamberâne rol ve kendini fedâ ederek insanlığı kurtarma fonksiyonu; öte yandan da İsa ile Deccal arasında olan ve birincinin nihaî zaferiyle sonuçlanan mahşerî çatışmaya kolaylıkla yaklaştırılabilecek olan, İyi ve Kötü arasındaki nihaî mücadele. Marx’ın tarihin mutlak amacı konusunda Musevî-Hıristiyan kaderci umudunu kendi hesabına geçirmesi de -örnek olarak- Croce ve Ortega y Gasset’den ayrılmaktadır; bu gibi düşünürlere göre tarihin tazyikleri insanlık durumunun özüne ilişkindirler ve asla tamamen yok edilemezler.» [4]
Aynı ekolün yaşayan en önemli temsilcisi Seyyid Hüseyin Nasr ise modern sonrası (postmodern) dünyanın meşruluğunu hesaba çeker. Müslüman reformcuların, İslâm ve modernizmi bağdaştırırken ne derece abesle iştigal ettiklerinden bahseder. Akademik çevrelerde oldukça sık rastlandığı gibi, dinin fenomenolojik bir yaklaşımla araştırılmasına da karşı çıkar. Bunu yaparken inancın önemini, dinî hakikat meselesini, Ruh’un büyük ve küçük görünümlerini, fenomenle numen arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi vurgular. Diğer bir Tradisyonalist yazar Lord Northbourne ise şöyle düşünmektedir:
– “Hep kendi kendisiyle aynı kalan Hakikat, bize sırf beşerî bir buluşla değil, zorunlu olarak beşer üstü bir Vahiy kanalıyla gelir. Bizi ona bağlayan Gelenek zinciri büyük nisbette yıpranmıştır; fakat kopana kadar yenilenmesi daima mümkündür. Din büyük nisbette hissîleştirilmiş, beşerîleştirilmiş, saptırılmış ve hattâ çarpıtılmıştır; zaman zaman da profan [dinsiz] ideolojilerle aynı amaç için yâni refahı arttırmak için yarışan bir çeşit idealizme dönüştürülmüştür.”
Lord Northbourne modernizm ve din arasındaki çatışmayı anlattığı makalesinde bir tatbik fikrinin gerekliliğinden bahseder ve şöyle devam eder:
– “Buraya kadar söylenen her şey kabul edilse dahi, onun özel bir duruma -meselâ kişinin kendi durumuna nasıl tatbik edileceği hususunda problem var olmaya devam edecektir.” [5]
Bu noktada René Guénon, modern dünyanın bunalımının “fikrî boşluk”, ilacının da – meâlen- “BÜTÜN FİKİR” ve onun hayatın her köşesine tatbiki olduğunu söyler:
– «Bu iki medeniyet arasında ortak bir ölçü bulmak nasıl mümkün olur? İnsan, içine girdiği bilmem hangi düşünceyle kör olmadıkça nasıl cüret eder de maddî üstünlüğün fikrî çöküntüyü telafi edeceğini ileri sürebilir? Burada ancak saf fikir sözkonusu edilebilir. Modern dünya, bu ölümcül inişle uçurumun tâ dibine mi inecek, yoksa Greko-Latin medeniyetinin çöküşünde olduğu gibi sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce, bu defa da yine yeni bir diriliş mi olacak? Öyle görünüyor ki, yarı yolda duruş artık hiç mümkün değil. Ayrıca an’anevî öğretilerce verilen bilgilere göre Kali Yuga’nın son safhasına, bu “karanlık çağ”ın en karanlık dönemine gerçekten girmiş durumdayız. Çünkü gerekli olan basit bir doğrulma değil, küllî bir yenilenmedir. Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm sürmektedir.» [6]
René Guénon dil bahsinde uzmandır ve tam 11 dil bilir. Zamanında öyle bir otoritedir ki pek çok akademisyen kendi meşruluğunu göstermek maksadıyla onu Mısır’da ziyaret eder ve bunu malzeme olarak kullanır. Dil konusunda uzman olmasına rağmen bu konuda kendisi de bazen çıkmaza girer ve bunu şöyle izah eder:
– “İbranice, Arabça gibi dillerde, kelimelerin anlamları edebî sembolizmden tecrid edilemezler. Bunların, kelimeleri oluşturan harflerin sayı değerlerinin tâyini bir yana, en derin yâni tradisyonel ve inisiyatik açıdan gerçekten önem taşıyan anlamları açısından tam yorumlarını sunmak da bizim açımızdan imkânsızdır.” [7]
Ananda Coomaraswamy ise dil ve mânâ mevzuunda şöyle konuşuyor:
– “Anlaşılacağı üzere, dünyamızın şartlarına uygun olan böyle bir sembolizme başvurulmadığında, bu konuları beşerî dil ile anlaşılabilecek biçimde ifade edebilmek tamamen imkânsız olur”.
Coomaraswamy böylece, âdeta “üst dil – üst mânâ” meselesine temas eder ve şöyle bir benzetme yapar:
“Küllerinden doğan anka kuşu misali tüm dünyayı yeniden dönüştürmeye muktedir mânâlar denizi.”
Martin Lings, Ananda Coomaraswamy hakkında, 1947 yılındaki ölümünden sonra özellikle “Symplegades – Çarpışan Sular” makalesi ve diğer yazılarının tesiriyle Batıda birçok kişinin, daha önce ona eşit bir ilim adamının var olup olmadığını tartıştığını söyler. Hattâ onun karşısında kendisini küçülmüş hissetmeyen hiçbir otoritenin bulunmadığını iddia eder. Coomaraswamy ve René Guénon için ise, “birçok açıdan aynı zemine basıyorlar; yine her ikisi de bu aynı hareket noktasından modern dünyayla ilgili dehşetli eleştiriler geliştirmişlerdir. Coomaraswamy, Guénon gibi, özellikle bir sembol üstadıdır.” demektedir. [8]
Tradisyonalist yazarların, çoğunun Batılı olması ve bu literatüre hâkim olmaları hasebiyle, modernizm ve Batıyı sorgulamada çok güçlü argümanları vardır. Fakat modernizmi eleştirirken yerine alternatif bir şey koyamamaları pek çok yazar tarafından eleştirilmiştir. Kendileri de zaten bunun farkındadır ve bunun insanî bir çabayla oluşturulamayacağını, yine inisiyasyona [sülûk, irşad] bağlı sistem tarafından kendiliğinden gelişeceğini vurgularlar.
René Guénon, Batılıların İslâm medeniyetinden iktibas ettikleri fikirlerin mahiyetini anlayamadıklarını söyler. Batılıların yine kendilerini Yunan medeniyetinin doğrudan mirasçıları olarak gördüklerini, oysa Yunanlardan arta kalan düşüncelerin İslâm düşünürleri tarafından ciddi bir biçimde incelendikten sonra Batıya geçtiğini belirtir. Kelimeler, düşüncenin açığa vurulmasında tek araçtır; o hâlde, düşüncelerle beraber bizzat İslamî kavramların da birlikte taşındığı sonucunu çıkarmanın son derece kolay olduğunu söyler. Batı veya Yunan dillerine geçmiş Arab tesirinden bahseder. [9] Bu bahiste bile bile suskun davranan tarihçilerin samimiyetsizliğini vurgular. Dante’nin İbn Arabî’den etkilendiğini, hattâ birebir iktibaslar yaptığını, Dante ve Ortaçağda Dinî Sembolizm kitabında inceler. [10]
Tradisyonalist yazarların o zamanki dergilerinde yaptıkları tartışmalarda en çok dikkatimizi çeken şey, İslâm Tasavvufu’na duydukları hayranlık. Bir kelime üzerinden yaptıkları tartışmalar ve İslâm Tasavvufu’na verdikleri değer, hakikaten ayrıca incelenmeye değer. Martin Lings şöyle der:
– “Guénon, aynı zamanda, esas itibariyle modern dünyanın yanlışlarıyla ilgili kitablar da yazmıştır. Yine bu kitabların arka planında tasavvuf her zaman için “gerekli tek şey”, dünyayı normal rayına oturtmak için vazgeçilmez temel taşı olarak var olagelmiştir. Guénon sembolizm ilminin de eşsiz bir üstadıdır ve eserlerinin bir kısmı bu konuya ayrılmıştır. Bu dünya kumaşının sembollerle örülmüş olduğunun şuurunda olmak, modern insanın eğitimi sırasında kazandığı bir şey değildir.”
Martin Lings, “Çağın Ruhu” isimli makalesinde; “… [bu yüzyılın,] uzatmalarıyla birlikte, 1500 yıl önce kurulan o müstesnâ insan topluluğunun en son safhası olduğu söylenebilir. Benzer şekilde bu yüzyıl aynı zamanda birçok diğer Hindu, Amerikan yerlisi, yahudi, Budist ve İslâm toplumunun son safhasını belirliyor. Batıda Demir Çağı, Hindularda Kali Yuga, Müslümanlarda Âhir Zaman olarak bilinen bir zaman diliminde yaşamaktayız” der. Mesih’in vizyonunun “yenilemek” olduğundan bahseder. Bu misyonun “çağın ruhu” olduğunu söyler ve bu misyonu çeşitli izahlarla René Guénon, Ananda Coomaraswamy ve Frithjof Schuon’a bağlar. [11] Yâni bu üçlünün, çağın ruhunu temsil ettiğini söyler. Bu şahısların elbette böyle bir iddiası yoktur ve Martin Lings de böyle bir iddiayı reddedeceklerini belirtmiştir. Zaten René Guénon, daima, bir devrin sonuna gelindiğini ve sadece buna uygun ortamı hazırlamaya gayret edilmesi gerektiğini pek çok kitabında vurgulamıştır.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Bu şahıslar, çağın ruhunu -Martin Lings’in yüklediği anlamda- kesinlikle temsil etmiyorlar. Kendileri de bunu açıkça ifade ediyorlar. Onlar sadece çağın ruhunun ne olduğu yahud olması gerektiği konusunda doğru tesbitler yapıyorlar. Vahiy kaynaklı derunî-mistik geleneğin doğru bir anlayışla aslına ircâ edilmesi gerektiğine işaret ediyorlar. Meselâ Hüseyin Nasr, “hayatın tüm meselelerini kuşatıcı küllî bir İslâmî dünya görüşünün gerekliliği” üzerinde duruyor. Gerekliliğini apaçık tesbit ve işaret ettikleri ise, tam da bugün Büyük Doğu-İBDA fikir sisteminin gerçekleştirdiği misyon oluyor.
1) Mustafa Alıcı, “Dinler Tarihi’nde Metodolojik Problemler”, İslamî İlimlerde Metodoloji Problemi, 11. Toplantı, Tebliğ Metni, İstanbul 2004.
2) Mustafa Alıcı, a.g.y. 3) Frithjof Schuon, Spiritual Perspectives and Human Facts 4) Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, Trc: Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara 1991, s. 178.
5) Lord Northbourne, Modern Dünyada Din, Trc: Şahabeddin Yalçın, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.
6) René Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı, Trc: Mahmut Kanık, Hece Yayınları, İstanbul 2005, s. 18. 7) René Guénon, Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler, Trc: Fevzi Lütfi Topaçoğlu, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 59.
8) Martin Lings, Onbirinci Saat -Modern Dünyanın Manevî Bunalımı-, Trc: Ufuk Uyan, İnsan Yayınları, İstanbul 2002’den
“Çağın Ruhu” başlıklı makalenin tam metni: www.morates.tripod.com (25 Temmuz 2010).
9) René Guénon, İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, Trc: Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul 1989.
10) René Guénon, Dante ve Ortaçağda Dinî Sembolizm, Trc: İsmail Taşpınar, İnsan Yayınları, İstanbul 2001. 11) Martin Lings, a.g.y.