Trajik İnsan

İnsan ne garip bir mahlûk!

Öz varlığını idrak ettiği, dolayısıyla yaşamadığı bir geçmiş üzerinden hayata dahil olduğunun şuuruna erdiği ilk andan itibaren var olmanın ne demek olduğunu öyle tıka basa tatmaktadır ki, tokluğun verdiği afiyetle sadece bütün bir insanlık geçmişinin kuvvesini  değil, istikbali dahi benliğinde hazır hâlde bulabilmektedir.  Hayatın ölüme yazgılı menzilinde farkındalığın basamaklarını çıktıkça, hep o kadim mesele,  insanın izahsız bir hayatı olamayacağı gerçeğiyle yüzleşmesiyle, hepi topu tek bir asli meselesi olduğunu, “olmak mı sahip olmak mı?” dışında nisbetini kuracağı başka hakikat olmadığını, şu dünyadan gelmişiyle geçmişiyle, vicdanen böylesi bir hisse sahip olmayan tek bir kişi var mıdır acaba? Buna şuuru olmamaya zavallılık denebilir, ve fakat nisbetini “sahip olmak”a göre, yani “şimdi”nin istismarcısı-tüketicisi olarak tüm yatırımını buraya yapanın uygun vasıflandırması trajik olsa gerektir.

Sadece bu mu?

Bilimde yuvalanan aklın hakikati kendi uhdesinde tutucu âmirâne tavrı karşısında felsefî aklın buna gönülsüz bir rızayla da olsa insana dair “yeni” bir şeycikler söyleyebilme meşruiyetini, kendine kalabilen tek bir alanda, hermenötik yöntemin lütûfkârlığında (?) bulabilmesine ne demeliyiz peki? O bilim ki, kuantum fiziğiyle beraber maddenin merkezine yapılan yolculukta nedenselliğin belli bir aşamaya kadar ancak işe yaradığı, sonrasında ise nedensizliğin hüküm sürdüğü veya mevcut, halihazırdaki anlayışımızı aşkın bambaşka nedenselliklerin cari olduğu gerçeği bilinmesine rağmen; insan, toplum ve devlet hayatının tanzimi meselesi söz konusu olduğunda, güya evrenselliğin major ilkesiymiş gibi tek mutlak gerçeklik olarak burayı işaretlemesine trajedi denmez de ne denir?!

Bitti mi?

En başta gelişmiş ülkeler “ligi” olan kapitalist ülkelerin ücretli çalışanları olmak üzere, kapitalizmin girmediği yer bırakmadığı tüm dünya halklarının, faziletçe katbekat kendilerinden düşük, bayağı Karun ve Firavun’larına en değerli şeylerini, zamanlarını değersiz bir paha karşılığında hizmet olarak sunmaları, barajı patlamış su kütlesi gibi onları hak talebinin önüne katmaya kalkışmamaları ekserimizi trajik yapmıyor mudur?

Ve,

Toplum örgütlenmesinin nihaî ideal gerçekliği olarak dillendirile dillendirile dillerde tüy bırakmamış demokrasinin, güttüğü ahlâk siyasetinin “Sen benim mel’anetimi görme, ben de seninkini.”nden öte bir “değer” va’detmediği ayan beyan tecrübe edilegelmesine rağmen, buna gönüllü rıza tavrının uygun isimlendirmesinin sözlükteki karşılığı trajediden başka hangi vasıflandırma olabilir?

Ne tuhaftır ki (Acaba?), Tanzimat’tan bu yana, bahsi geçen menfilikleri bu topraklara şifa diye belleten “aydınlarımız” ve “ediplerimiz”  “ben”lerinde “biz” diye bir ukdenin realitesinin kavratıcıları, yaşatıcıları olmamış, bilâkis “biz”e yabanilikleri ölçüsünce mevhum bir “biz”in savunucusu  olmuşlardır.  Edebiyatımızda trajik insan tipinin olmayışının sebebini onu ibda edecek sanatkârın bizzat kendisinin, üstelik hâlinin gâfili, trajik oluşunda aramak gerekir. Üstad’ın ifadesiyle “söz denen müessese” nin su şebekesi keyfiyetiyle yeşertici, elektrik şebekesi keyfiyetiyle ışıldatıcı olabilmesi için muhakkak surette hakikat “madeni”yle bir temasının, bir ünsiyetinin olması icap etmek zorundadır. Aksi takdirde “kelimeler, kelimeler…” İdeal insan, velev ki menzili onu bir hendeğe yuvarlayıcı olsun, hayat yürüyüşünü  “olmak” hedefinde nizamlaştırabilendir. Düşünür ve sanatçı kişilik evvelemirde farkındalığını bu düstûra göre kurabilendir. “Sahip olmaktan değil, olmaktan taraf” aklımıza hemencecik geliveren kaç aydın sayabiliriz?

Cevabın neredeyse mahcup sessizliği tenkit şuurumuzun gelişim kapasitesini de ele veren bir başka trajik gerçekliktir!

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!