Akademisyenlik nedir?
Asla tam teşekküllü bir beyne sahib olamayacak mukaddes ineğin sağılmak ve kesilmek için beklediği dönemin ismi midir?
Felsefe öğrencisinin iyi bir tekrarlayıcı ve yarım yamalak bir felsefe tarihçisi olması mı demektir?
Eğer ilahiyatçıysa, bir yandan Aristocu, İbn Rüşdçü bir akılla fıkha meyyal gözükmek, öbür yanda gizli-açık mutasavvıfâne şiirler yazmak mıdır?
Yıllar boyunca meşrebi ve mezhebi uyuşmadığı hâlde, bir “pürüfüsür” peşinde çanta gezdirmek ve ruhen ezilerek bir zamanlar taşıdığı kaya gibi sağlam ve orijinal fikirlerden bile mahrum olmak mı demektir?
Piyasanın gidişatına ayak uydurmak, o kanal senin bu kanal benim gezinmek ve incir çekirdeğini bile doldurmayacak boş lâflarla artistlik yaparak “herşey süt liman-ortalık güllük gülistânlık” ayaklarıyla şovmenliğe soyunmak mıdır?
Kelâmda yenilik yapacağım diyerek gâvuristanı bir asır geriden takib etmek ve İbn Rüşd projesine sahib çıkmak mı demektir? Oysa zaman, Gazalî‘leri, İmam-ı Rabbânî‘leri ve İbn Arabî‘leri haklı çıkartıyor… Sosyal ilimler Gazalî‘ye, Ruhiyât ve Fizik ilimleri ise sûfîlere selâm çakıyor bugün!
Kendi fıkhî birikimi, Arab Nahdacı’ların dinî ve fıkhî birikimini geçtiği, onlara muhtaç etmeyecek bir Mecelle geleneğine sahib olduğu hâlde, “eski göz ağrısı olmak hasebiyle” Efgânî, Abduh ve Reşid Rıza meddahlığı yapmak mıdır?
Oryantalist’lerin Arab’lara zerkettiği “siz gittiniz, herşey bitti!” sloganına inanmak, koskoca Osmanlı’yı, Memlûklu’yu v.s. boş ve geri bir dönem gibi görmek ve Mecelle’yi 90 sene sonra mı farketmektir? Hattâ “farkettim” ayaklarıyla orasını burasını mıncıklamak ve Mecelle’nin taşıdığı derin mânâyı gözardı etmek midir? Mecelle’nin derin mânâsı, dışardan gâvur tohumlarının ve emperyalistlerin, içerden hain, satılmış ve nemelâzımcıların tazyikine rağmen, çok zor bir zamanda, bu milletin örfüne, şeriatine uygun bir kanun külliyatı oluşudur. Bazı zevzeklerin saptırmaya çalıştığı gibi sekülerlikle, batıcılıkla bir alâkası yoktur! Bu pislik tiplerin selefleri önce Mecelle’ye saldırmışlardı; ama zamanla Mecelle’nin yeri ve değeri anlaşıldı; -tıpkı yeni yetme Osmanlı meddahları gibi- hemen Mecelle savunuculuğuna geçtiler. Bunu, adam gibi, samimi olarak yapsalar, bir diyeceğimiz yok! Tıpkı Osmanlı’yı överken işlerine gelen tarafları öne çıkarmaları gibi, Mecelle’yi överken de işlerine gelen tarafları öne çıkarıyorlar! Oysa Mecelle’nin bütününe, kavaid-i külliyye’nin ilk maddesine ve gâyesine bakıldığında bu tiplerin ikiyüzlülüğü ortaya çıkacaktır.
Ya da idiot seviyesinde bir fikir fahişesinin takındığı tavırla Arabları kötülemek, hattâ bu ırkı -sadece İslâm’la alâkası olduğu için- baştan aşağı bedevî ve çağlar boyunca hamleden yoksun saymak mıdır akademisyenlik? Böylelerine verilecek cevab çoktur. Onların anladığı “bilimsel” cevab şudur ki: Bugün kullandığı alfabe -hattâ Yunanca, Latince, Krilce, Ermenice, Gürcüce gibi, sembollere dayanan neredeyse tüm alfabeler- semitik bir kavim olan Fenikelilerden çıkmıştır. Uluslararası ticaretin ilk kuralları, -Romalılar henüz vahşi iken ve Yunan henüz teşekkül etmeden- yine Ortadoğu kökenli toplumlar tarafından uygulanmıştır. Bugünkü Arablar’ın tembelliği, siyaset bilmezliği ayrı mesele…
Solcuların yaptığı gibi bunu İslâm’a fatura etmek ise apayrı bir cinayet… Hele hele bugünkülerin ırkçılığını İslâm’a fatura etmek daha büyük bir cinayet! Bir de onların siyaset bilmezliklerini, devlet-halk çekişmesini, “Lâikliğin ve demokrasinin mevcut olmayışına bağlamak”, inanın bilmem neremizle güleceğimiz bir lâftır… Alın size Tunus ve Cezayir. Sapına kadar lâik ve demokrat olmaya çalışıyorlar… Oysa bu ülkeler, insan haklarının en çok ihlâl edildiği ülkelerden olma vasfını taşıyorlar.
Hele hele bazı salak aklı evvellerin, “İslâm ülkelerinin Türkiye‘ye benzemesi, idarî ve siyasî fikriyât bakımından şu ânki Türkiye‘ye özenmesiyle kardeşliği ve ortak çalışma imkânını keşfedecekleri, hattâ politik serbestliğin neşvu nemâ bulduğu bölgeler hâline gelecekleri” hikâyesi külliyyen yalandır! Bu yalan çeşitli mahfillerde ve strateji kurumlarında âmentü gibi ezberletilmekteyse de, tamâmen hılâf-ı hakîkattır!
Az çok bu ülkeleri takib eden ve toplumlarını tanıyanların da şâhidlik edeceği üzere: Bu toplumlar genlerine işlenmiş ananevî kültüre -kısaca dine, İslâm’a, tasavvufa- yakın oldukça Türkiye v.s. aynı tarihi paylaştıkları komşu toplumlara daha sıcak bakıyor, onlarla olan ilişkilerini geliştirmek istiyorlar. Ve yine çok kesin olarak söylüyoruz: Türkiye’nin resmî ideolojisine benzer bir ideolojiyi benimsedikçe de, hem komşu toplumlardan kopuyorlar hem de bölgecilik taassubuna düşerek, birbirleriyle dahi kavga ediyorlar! Arab ülkeleri içinde kültürel bakımdan en ileri ülke olma özelliğini taşıyan Mısır’dan örnek verelim… Bazı yönlerden bize benzerler; kavmiyetçilik “ideoloji”si mukaddes bir lider (= Nâsır) etrafında dönüp durma, son yıllarda Amerikan siyasetine yakınlık v.s. gibi… Şimdi bu ülkelerdeki halk tabakaları Türkiye ve Türklere nasıl bakar?
Bizim resmî ideoloji akademisyeninin ve strateji uzmanının vereceği cevab üç aşağı beş yukarı şöyle olacaktır: “Efendim; okumuş olan toplumda üst seviyeye gelmiş, Avrupa’da eğitim görmüş, idarecilik vazifesini eline almış tabaka Türkiye’ye gıbtayla bakar. Türklere karşı sempatiktir. Eski âdetlerini, -yâni dini, İslâm’ı ve geleneklerini- terkedememiş, modern devletin muhalifi kalmış köylü, tüccar, çiftçi v.s. tâifesi ise Türkiye’yi sevmez; Türklere diş biler…” At, at!.. Nasıl olsa cevab verecek bir babayiğit çıkmaz! Oysa hakikat tam tersi! Okumuş, Avrupa görmüş, idarecilik yapmış tabakanın; -kavmiyetçiliği, lâikliği ve Batı aşkı arttıkça- Türkiye ve Türklere karşı nefreti de artmaktadır. Bakınız, kesin olarak söylüyoruz: Komünist (= şuyûî), demokratik (= dimukrâtî), sosyalist (= iştirâkî), lâik (= ılmânî), liberalist (= liberâlî) v.s. yaftaları baştâcı edinen ve bunların bayraktarlığını yapan hiçbir Arab aydını Türkiye’yi ve Türkleri sevmez! İşin garib yanı; bunlar birbirlerini de sevmezler! Bu tip aydınların hâkimiyetindeki Arab devletleri dâima sınır kavgası yaparlar ve asla halkını adam yerine koymazlar! Arada sırada bir-iki istisnâ olur…
Oysa Arab dünyasının fikrî seyrini takib eden, popüler yazarlarını tanıyanlar bilir ki; içlerinde Osmanlı’ya az çok saygı duyan, Türklerden nefret etmeyen, Türkiye ile ticarî ve kültürel ilişkilerin artırılması gerektiğini söyleyen aydınların yüzde doksanı dine, İslâm’a, tasavvufa v.s. (bazılarının “geleneksel” deyip bir kenara attığı) değerlere daha çok saygılıdırlar.
Mısır’da da hâl böyledir. Okumuşlardan resmî (= kavmiyetçi, lâik) ideolojiyi BENİMSEMEYENLER arasında, dinî meyilli grublarda, çeşitli tasavvufî cemaatlerde, ananevî değerlerinden kopmamış ticaret adamlarında Osmanlı’ya ve Türklere karşı bile tarihten gelen bir sempati vardır.
Yâni bu “çağdaş” yaftasıyla boynumuza asılan değerler, gelişmiş ve gelişmekte (= moda bir tâbir olduğu için söylüyoruz) olan tüm İslâm ülkelerinde çift karakterli yahut karaktersiz aydınlar sürüsü doğurtmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Peki bütün bunların akademisyenlikle ne alâkası var?
Siz siyaset felsefesine meraklıysanız ve stratejiyle ilgili konularda akademik çalışma yapmak istiyorsanız, bunlarla karşılaşacaksınız! Bu tip bir torna tezgahından geçmeyenleri, dış politikadan tutun da beşerî ilimlere ve ilâhiyat dallarına kadar hiçbir noktada kolay kolay yükseltmezler. Biraz yükseldiği zaman da “beyni traşlı mı, değil mi?” diye ikide bir kontrol çekerler.
İktisatta ayakçılık, faizin fezâili, beynelmilel bir pazar olmanın dayanılmaz çekiciliği ve kuyruk tıynetli bir ticarî siyaset öğretilir. Bu meyilden akademisyenlerin çalışmaları mükâfat alır.
Diğer sosyal ilimlerde, -Batıda yavaş yavaş terkedildiği hâlde- Froydçuluk, Ogustçülük, -aklı yine iğdiş olmakla beraber biraz insaflı bir profesör ise- protestan ahlâkçılığı öğretilir. Sözde muhâlifini de gûya kendi içinde barındırıyor gözüken bu dallarda akademik çalışma yapmak isteyen kişi, daha baştan -aslında terkedilmiş- birçok hipoteze imân ediyormuş gibi gözükmek zorundadır.
İlâhiyatlarda “yüksek” yapmak isteyen ise -ki tamamen gereksiz olduğu ve kaldırılması gerektiğini söyleyenler de vardır “ulu devlet büyüklerimiz” arasında- ne tarihimizin gidişatı ne de halkı ve temel meselelerinin ne olduğu konusunda ciddi ve dişe dokunur bir araştırma yapmamak zorundadır.
Kelâm konusunda mı araştırma yapacak? Resmî ideolojinin gizli direktifleri ve şu ânki hayat tarzının kirli vicdanını cilalamak üzere Mutezile, Şia ve bilmem hangi fırkayı göklere çıkarmak üzere yapılan “akademik” çalışmalar teşvik edilir. Bize Mutezile ve Şia’nın devrimciliğinden, samimiyetinden ve hukuk bilirliğinden bahsetmeyin! Biz çatır çatır tarih okuduk ve ülkemizin şartlarını da biliyoruz! Ahmed b. Hanbel‘in çektiği eziyetleri unutmadık; bu ülkede topluluk hakikatini karalamak ve küçük cereyanlar üreterek Sünnî birliğin gücünü kırmak isteyenlerin farkındayız.
Sünnîlik v.s. üzerinde araştırma yapan yok mu? Var tabiî! Ama bunu da varolan sistemin payandası olsun diye yapıyorlar ve öyle yorumluyorlar ki, İmam-ı Âzam mezarından kalkıp Ankara’yı gezse, sanki Ankaralı ilâhiyatçıların elinden öpecek; “Zât-ı âlileriniz benim nezdimde üstâzım Hammâd gibi makbul ve muttakî ve zekî ve zâhiddir!” diyecek! Hey gidi koca İmam; bırakın Ankara’nın heretik teologlarını, İstanbul’un gûya Sünnî ve “Selefî” takılan din uzmanlarını görse, herhâlde, “Behey gâfiller topluluğu! Nedir bu pısırıklığınız, lâfı ağzınızda geveleyip durmanız! Nedir bunca bilginize rağmen Efgânî, Abduh meddahlığı? Bu heriflerin ne idüğü belirsizler sınıfından olduğunu hâlâ öğrenemediniz mi? İçtihad etmenin boncuk boncuk terlemek ve gerektiğinde siyasete girip hapislerde çürümek mânâsına geldiğini bilmeden, müçtehidlik taslamak neyin nesi? Kendinizi ve milletinizi ihyâ etmek istiyorsanız, derhal Mecelle’yi ihyâ ve geliştirme heyetleri kurun; mademki ‘Osmanlı’yla alâkamız var!’ dersiniz, tâ kuruluş yıllarından bugüne verilmiş fetvâları ve mahkeme raporlarını toplatın, cilt cilt dizin; bırakın dâruttakrib ayaklarını da evvelâ öz yurdunuzda kendiniz olmayı becerin! Siz siz olmayı becerdikten sonra, ehl-i dalâletin ilim haysiyeti taşıyan âlimleriyle zaten görüşürsünüz! Tabiî; ‘onların size meyledeceği’ misüllü hüsnü kuruntulara da kaptırmayın kendinizi! Devlet olmuş adam sana niye meyletsin behey ahmak! Bilakis tabiat kanunu gibi sen ona meyledersin; kavuşman gereken şeye kavuşamadığın müddetçe!” dese yeridir…
Ve; piyasaya oradan buradan aparma akımlarla gûya dinî ve felsefî mirası ihyâ etme gayretleri de var! Bir kere kendi dilinize neredeyse hiç anlamadan çevirdiğiniz bu cereyan ve metodları, ne sizin gereğince hazmedebilmeniz ne de Türkiye’deki müslümanların hayrına çalışır hâle getirmeniz mümkündür!
Câbirî’den aldığınız hızla İbn Rüşdcülük, İbn Hazmcılık yapmaya kalkıyorsunuz! İbn Rüşd‘ün de, İbn Hazm‘ın da iç kritiğini ayrı bir fasılda yapabiliriz. Ama Câbirî hakkında şunu bilin:
Eğer tarihinize saygı duyuyorsanız; Câbirî size “müstebidler sürüsü” diyor.
Eğer Şeriat’ı sapına kadar savunan katı mütetarrıf yahut selefî iseniz; Câbirî, “tarihselciliği” her alanda uygulayan biridir.
Eğer tasavvufun zenginliğinden bahsediyorsanız; Câbirî‘ye göre, Arablığa da İslâmlığa da yabancı bir kaynağa meyletmiş ve tembeller sürüsünün adayı olmaya hazırlanmışsınızdır ve İslâm âlemi sizin gibiler yüzünden geri kalmıştır…
Eğer Marksist literatürü iyi bilmiyor, Peygamberi de şartların oluşturduğu bir siyasî lider olarak görmüyorsanız, boş yere Câbirî okumayın!
Eğer rasyonalizmin herşeyi halledeceğine inanmıyor, bu yüzden Batının çöküşünü ve ruhî yoksulluğunu anlatan yazarları okuyor, üstelik Gazâlî‘yi seviyorsanız, kısaca rasyonalist demokrasinin tek çözüm olduğuna imân etmiyorsanız; boş yere Câbirî‘yi okumayın!
Eğer ilham ve bilumum mistik hareketlerin ilimlere sağladığı katkıyı inkâr ediyor, Newton‘un bir zamanlar simya ile uğraştığını görmezden geliyor, tek tip bir gelişme ve ilerleme tarzının olduğuna; bunun da Batı tarafından uygulandığına inanıyor, Arab-İslâm (onun tâbiri) medeniyetinin de öyle veya böyle ancak Batıya entegre olmakla kendini bulacağına inanıyorsanız, siz Câbirî’yi seveceksiniz!
İyi bir kavmiyetçi, hattâ bölgeciyseniz, yine Câbirî‘yi anlayacak ve seveceksiniz(!). Biliyoruz bu cümle “çelişik bir önerme”dir kendi içinde!
Yıllardan beri Câbirî okuduk. Bu adam, şahsımız nezdinde, Niyâzi Berkes meâlindedir. Ondan daha gelişmiştir, ondan daha iyi kullanır dilini ve ondan daha iyi bilir tarihi… O kadar!
Hasan Hanefî‘ye mi meraklandınız? Cild cild kitablar yazmış, kendi bâtıl dâvâsında samimiyetle mücadele etmiş bu adamın; inanın size vereceği hiçbir hayırlı katkı yoktur… Bu sözleri, bizzat Hasan Hanefî‘nin derslerine katılan, uzun yıllar düşüncelerini takib eden biri olma vasfıyla söylüyoruz. İşe yarar ihtilâlci fikirleri olduğunu da bir kenara kaydedelim…
İlerde belki, Sudanlı sapkın hukukçu Ahmed Naim gibileri, Suriyeli Marksist mealci(!) Şahrűr gibileri de tanıtılacak Türkiye’de!
İnanın, şahsen, bu yazarlar arasında -epey bir ilmî mesai harcayarak eser veren- Câbirî gibilerin çevrilmesine karşı değiliz! Ama korkumuz, Efgânî‘nin eksik-etek, bol tevilli tercümeleri gibi, aslıyla ve temel fikirleriyle hiç alâkası olmayan Câbirî ve Hasan Hanefî tercümelerinin ortalığı sarması! Yoksa -ne diyorsa aynen öyle- tarihi tahrif edici ve modası geçmiş bir rasyonalizmi aksettiren ifâdeleriyle ilerlemeciliğe put gibi sarılan Câbirî aynen çevrilse, zâtımız bundan hiç rahatsız olmaz! Hattâ Türkiye’de bu fikirlerin bazı muhitlerde zaten kritize edildiği ve aşıldığını bildiğimiz için, keyifli keyifli güleriz.
Kaldıki bu saydıklarımız -şahsımızın nezdinde- yararsız ve yanlış dâvâları için ciddi mücadelelere girmiş, siyasî riskler almış yazarlardır! Türkiye’deki ehl-i keyf gençler ve yalaka yazarlar hangi yüzle bunları gûya okurlar ve savunurlar?
Daha evvel de söylemiştik! Fikir dünyamızda öyle bir maymunluk hâkim ki, artık Batının birinci elden taklidcisi ve adaptasyoncusu olmak yetmiyor; Batının başka bir ülkedeki taklidçisinin taklidçisi olmaktan zevk alan ve bu ikinci sınıf maymunluğun dahi hakkını veremeyen zavallı aydınlar var bu ülkede!
Sözümüz akademisyenlik, zihin eğitimi, ilâhiyatlar ve strateji üzerineydi. Konular dağınık gibi gözükse de, hepsi birbiriyle ilgilidir. Bu ülkede halkın çoğu müslümansa, ilâhiyatların durumu çok önemlidir. Buralarda öğretilen şeyle iç ve dış politika arasında ciddi bağlantılar vardır. Bütün bu saydıklarımız ile de akademisyenlik ve “zihin eğitimi” arasında gözardı edilemez ilişkiler mevcuttur. Bu yerde yaşayan insanların kangren hâline gelmiş temel problemlerini birbirinden ayırarak çözmeye çalışmaksa abesle iştigaldir.
Bir “durum tesbiti” meâlinde, “olmaması gereken”lere bir nebze temas ettik. “Olması gereken”lerinse, yepyeni bir medeniyet alternatifi hâlindeki tatbikini Başyücelik Devleti’nde ve onunla adım atacağımız, 21. yüzyılın “Fikir Çağı-İbda Çağı” karakterinde hep beraber görüp yaşayacağız.
Kaynak: S.A. Akademya I. Dönem Sayı 12, Ağustos 1999. (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)