Necib Fazıl ve Nazım Hikmet, Cumhuriyet tarihinin, hiç kuşkusuz, en büyük iki şairi. İkisi de düzen karşıtı, ikisi de muhalif, ikisi de hapishaneden hapishaneye…
Ortak olan yönleri bu kadarla sınırlı değil: İkisi de aynı okuldan yetişmiş, Heybeliada Bahriye Mektebi’nden… Sonradan ikisinin de şiirde geride bırakacağı Yahya Kemal de orada, onların hocası hüviyetinde… Nazım Hikmet, Necib Fazıl‘dan iki sınıf öndedir; ikisi de okul dergisi çıkarır, edebiyatla uğraşırlar o zaman. Başlangıçta Necib Fazıl bohem‘e ilgi duyacak, Nâzım Hikmet Mevlevîlik esintili “millî” şiirler yazacaktır. Kabına sığmaz iki genç adamdırlar.
Sonra ikisi de birer fikrî inkılâb geçirir. Necib Fazıl, “tam 30 yıl saatim işlemiş ben durmuşum” diyeceği Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ile tanışır ve Nazım Hikmet “Beni Stalin yarattı” diyeceği Sovyet rejimiyle buluşur. İlkin statüko, Nazım Hikmet‘in sesini daha “tehlikeli” bulur, onu zindandan zindana sürüklemeye başlar. Necib Fazıl ise, fikrî değişimini daha geç bir dönemde ifade kalıbına dökecektir; hiç olmazsa 30’lu yıllarda düzen yönünden tehlikesiz biridir. Hattâ İstiklal Marşı’nın değiştirilmesinin düşünüldüğü 1938’de, yeni millî marşı yazmak görevi ona verilir; öylesine gözdedir.
Nazım‘ın içeride olmadığı dönemlerde zaman zaman Bâbıâlî ortamlarında karşılaşırlar. Tartıştıkları da olur, fakat Nazım‘ın daha şiddetli muarızları vardır; Nazi hayranı Peyami Safa gibi… İkinci Dünya Savaşı dönemine kadar, Necib Fazıl, Peyami Safa, Abidin Dino gibi isimler, yediği içtiği ayrı gitmez bir birliktelik içindedirler. Fakat bu tarihten sonra herbiri ayrı yerlere savrulur: Necib Fazıl Batı’nın, Abidin Dino Sovyetler’in, Peyami Safa ise Nazi’lerin galib geleceğini düşünürler.
Burada Abidin Dino için bir parantez açmak gerekir. Bu büyük ressam, önceleri Necib Fazıl‘ın en yakın arkadaşlarından biridir. Hattâ Ağa Camii’nde, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni ziyaret ettikleri ilk seferinde beraberdirler. Sonradan Abidin Dino, o gün için ilgi duyduğu tasavvuf ve din yolundan çark edecek, Avrupa sosyalizmini benimseyecektir. Bu fikir, Nazım Hikmet‘in benimsediği Sovyet sosyalizminden farklıdır. Varoluşçuluktan falan beslenir; “şahsî sosyalizm” gibi bir toplam ve paradoks anlamı vardır; veya klişesiyle, “dehanın sosyalizmi“… Ancak, Paris’e yerleştikten sonra da Abidin Dino, Necib Fazıl‘a olan ilgisini büsbütün koparmamıştır; meselâ Çile şiirini Fransızca’ya çevirir.
Necib Fazıl sever Abidin Dino‘yu. Peyami Safa‘ya olduğu tarzda bir kızgınlığı yoktur ona. Yalnız esrara biraz fazla düşkün olduğunu imâ eder. Nazım Hikmet‘le de dosttur Dino, bilinir bu: “Sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” var ya hani…
Necib Fazıl, Nazım Hikmet‘le karşılaşmalarına ve tartışmalarına dair birkaç değinmede bulunur; onun, bilhassa ahlâkî konularda bir paradoks içinde olduğunu belirttiği sahneler vardır. Ancak ona dair anlattığı en çarpıcı tablo, herhalde Sultan Ahmet Hapishanesi’nde yaşanandır. Nazım tutukludur. Necib Fazıl onu ziyarete gider. Nazım bu ziyarete çok sevinir. Sohbet ederler. Necib Fazıl -mealen- şöyle der:
– “Benim inandığım düzen kurulu olsaydı, seni asardım. Ama bu hiçlik düzeninin sana zulmünü kabul etmiyorum!“
Nazım Hikmet de ona aynı sözlerle karşılık verir.
Bu tablo üzerine neler söylenebilir?
Belki birçok şey söylenebilir ama, ben özellikle her iki büyük şairin de içinde yaşadıkları “hiçlik düzeni”nden duydukları rahatsızlığın altını çizeyim; bu hiçliğe biri şöyle, biri böyle tepki göstermiş… Şimdi burada “asardık, asmazdık” gibi kelimelerin çok üzerinde durmamak lâzım. İllâ durulacaksa, meselâ Şeyh Bedreddin‘in asılması örneği konuşulabilir. Bedreddin, bilindiği gibi, batınî’dir; yani Osmanlı resmî düzeninin karşısında fikirler besler. Ama “ifade ettiği” fikirlerinden dolayı suçlanamamış, sadece isyanından dolayı suçlanabilmiştir. İlginç de bir mahkemesi vardır: Her şeyden önce bir âlimi, ancak âlimler yargılayabilir. Şeriat, hâlen modern hukukun idrak edemediği bu inceliği getirmiştir. Bir âlimi, yargıç, savcı, sorgucu, bilmem ne yargılayamaz ve sorgulayamaz. Bir âlimi, ancak bir âlimler heyeti yargılayabilir; çünkü onun neyi niçin söylemiş olabileceğine ancak onlar fikir yürütebilir.
Şimdi bu gözle bakarsanız, Nazım Hikmet‘in suçlanması konusunun “hiçlik düzeni” bakımından ne demek olduğu daha iyi ortaya çıkar. Bu “vatan haini” falan, onlar modern lâflardır. Ortada fiilî bir durum yokken, sırf eleştiriden dolayı yıllarca hapis yatırılmış, en sonunda dayanamayıp firar etmiştir. Bundan daha tabiî ne olabilir ki?
Necib Fazıl‘ın, Marx‘ın sözünü alarak “düzeltmesi”ne ve hakikate irca etmesine geliyoruz; meâlen:
– “Başıboş düzenlerde edilen hatâ ve biriken yanlış, hakkı verilmemiş -işçinin değil- aydının yol açılmamış faaliyetlerinden doğmadır!” [1]
Neticede, mümkün olduğu kadar objektif durmaya çalışırken, kanaatimi belirtmeme de izin verin: Necib Fazıl‘ın inandığı Aydınlar Aristokrasisi, Nazım Hikmet‘in inandığı Proleterya Diktatörlüğü’nden daha ileri bir rejimdir!
21 Mayıs 2011
[1] NAZIM’DAN NECİP FAZIL’A
Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.
Cumhuriyet döneminin iki önemli şairi Nazım Hikmet ile Necip Fazıl Kısakürek birbirlerini her fırsatta hicvediyor, kalemleriyle birbirlerine dokundurmadan edemiyorlardı.
Nazım Hikmet’in, geçtiğimiz günlerde dönemin başbakanı Adnan Menderes’e yazdığı mektupla gündeme gelen eski dostu Necip Fazıl’a, Varlık dergisinde yayınlanan bir mektup yazdığı ortaya çıktı.
İşte Nazım’ın, Necip Fazıl’ı iktidar yalakalığı yapmaması konusunda uyardığı o mektup:
“Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz demektir benden iyi bilirsin. Necip’i necis yapma. Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kâğıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi’ni, o lisan-i mücerret dilinle Babıali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip.
Sevgili Necip, inandığın Allah’ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye cami direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili Necip, elinde sur-u İsrafil var, onu borazana çevirme.
Eski dostun Nazım.”
Kaynak: istanbulgercegi.com
NAZIM’A İLK VE SON HİTAP
Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiçbir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.
Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başıyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hâdiselere karşıdır. Sen mazursun.
Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.
O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear)dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear)ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç bîilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kimbilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin. Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, Beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.
Bundan birkaç ay evvel Bâbıâlide, İştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
Ben – Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
Sen – Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?
Ben – Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Sen – Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler.
Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmayan seninle görüyorsun ki ben hiçbir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
Şimdi bana -tam da senden bekleyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiçbir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlüğünü… Senin nene mukabele edeyim?
Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?
İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktiyle vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim.
Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman…
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.
İşte görüp göreceğin rahmet!
Ağaç Dergisi
11 Nisan 1936, S.5, sh.12 [2]
[2] Necib Fazıl, Hücum ve Polemik, 8. Basım, Büyük Doğu Yay., İstanbul 2020, s. 18-21.