‘Yağmurcu’ Çerçevesinde İlmin Dine Tasallutunun Hikâyesi

– “İlim bir noktaydı, onu câhiller çoğalttı!”

Hazret-i Ali böyle buyuruyor… Eski Mısırlılar’ın bir inancı da bu noktadaydı; onlar da ilmi icad edenin şeytan (daimon) olduğunu söylüyorlardı. Fakat eski Yunanlılar’da bu anlayışı görmüyoruz. Bilâkis, ilim ve din arasında, “bilme” ve “inanma” arasında ilk büyük ayrımı ve çatışmayı görüyoruz. Ve (logos) ile (mitos)un bu sonu gelmez kavgasının eski Yunan medeniyetini parçalayarak nihayet yıktığını biliyoruz.

Eflatun Kanunlar’da, inanç ve bilgi hakkında mütalâada bulunmuş ve inanca bilginin altında değer vermişti. Böyle olunca ilim–din çekişmesinin yolu açılmış oldu. Gerçi bu yol Eflatun’dan önce açılmıştı ve inancın kuru “hurafe”ye dönüştüğü bir çağda Eflâtun gibi bir bilgenin inanca daha üstün bir değer biçmesine imkân yoktu. Oysa sonraları bu ayrım, Eflatun’un gerekçesi de anlaşılmadan, sonu gelmez ilim–din çekişmesinin esası hâline geldi.

“Bilmek” ve “inanmak”, eski Yunan’da bir çelişki doğurmuş olmakla beraber, hiçbir devride, günümüz Batı medeniyetinde olduğu ölçüde birbirinden uzaklaştırılmamıştır. Bu uzaklaşma, bazı filozoflarca “tarihin en büyük hatâsı” kabul edilen Hristiyanlığın tabiatından kaynaklanmıştır. Öyle ki, İslâmiyet ve Hristiyanlığın “bilmek” ve “inanmak” bakımından değerlendirmesi, bir Batılı tarafından aynen şöyle yapılmıştır:

– “Hıristiyanlar âlim olunca Hıristiyanlıkla alâkaları kesilir… Müslümanlar da cahil olunca İslâmiyetle alâkaları kesilir.” [1]

– Hâsılı, “bilme” ve “inanma” arasındaki ayrımı Eflatun farketmiş ve inancı saklayarak bilgiyi övmüştü. Hristiyanlar ise, Hristiyanlığa girerken, bilgiyi öldürmek ihtiyacı duydular: “Bilebilmek için inanıyorum!” Kaynak olarak Hazret-i İsa’ya bağlanan bu söz, bir Hristiyan için bilmemek, bilmekten vazgeçmek için inanmak anlamına geliyordu. Bin yıl boyunca Hristiyanın inancı daima mücerred bilginin aleyhinde oldu. Derken Descartes bu hileyi farkettiğini yüksek sesle açıklama ihtiyacı hissetti: “Düşünüyorum, öyleyse varım!” Hristiyanlar arasında bu söz, “yoktum, çünkü saçma bir hurafeye inanıyordum!” demenin sadece kibarcasıydı.

Bu safhadan sonra Batılı için artık “inanmak”, bilmenin önündeki en büyük engel sayılıyordu. Bilmenin; başıboş, temelsiz ve hedefsiz de olsa bilmenin sarhoşluğu içinde Batılı, inancı vura vura sonunda kendi içinde yok etti. Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” dediği budur. İnanç ölmüştür Batı’da; ve yeniden doğmaması için de bütün delikler tıkanmış, yahut tıkanmaya çalışılmıştır. Şu gerçek, telaffuz edilse bile idrak edilmemiştir:

– “İnsanın hürlüğü, daha üstün bir düzenin aşağı bir derece üzerinde hâkim olması demektir. Teknik, madde üzerinde; bilgi, teknik üzerinde; düşünce, bilgi üzerinde; inanma, düşünce üzerinde bir hürriyet derecesidir. İnsanlığa ve sonsuzluğa açık olan inanış, hürriyetlerin en yüksek derecesidir.” [2]

Demek ki Batı, din ve ilim arasında eski Yunan’dan miras aldığı çatışmayı büyütmekle, bilgi alanında ilerlediği ölçüde, sırf “cehaleti çoğaltmıştır.”

FİZİĞİN HİKÂYESİ

Nasıl ki âşık mâşuktan sır saklayamaz, ona karşı ciğerini masaya çıkarıp koymaktan kendini alamazsa, bizim hikâyemizde de bu böyledir:

– Aslında bizleri Marksizmin kendinden ziyade, onun pek de hakkı olmadan bayraklaştırdığı şu büyülü kelime cezbediyordu: Bilim!.. Bizler Marksizmi pek fazla anlamıyor olsak da, onun ekonomik tahlillerinin 20. yüzyıl dünyasındaki değeriyle çok az ilgilensek de, o büyülü kelimeyi ağzımıza alır almaz, Marksizmin öz diliyle konuştuğumuz ve hayatın merkezine oturduğumuz zehabına kapılıyorduk. Bir kere, Türkiye gibi geri kalan memleketlerde “bilim” dediğiniz zaman, birdenbire geri kalmışlık zincirini kırmış gibi oluyorsunuz; bu zinciri kıramayanların gözünde de imtiyazlı ve prestijli bir mevkiye yükseliyorsunuz. Öyle ya, peşin kabulümüz, “Geri kalan memleketler din yüzünden geri kaldı ve ileri giden memleketler bilim sayesinde ileri gitti!..” Descartes sonrasında Batı’nın inancını geri plâna atarak ilimle ilerlemesi, eğer bizde de taklid edilecek olursa, kaçınılmaz ki, biz de onlar kadar ileri gidebileceğiz!.. Bilhassa bu yüzden bütün gençlik, ilerleme heyecanının en yoğun olduğu Batılı akım olan Marksizme koşmuştu.

“Bilim” deyince, burada ziyadesiyle “fizik” ilmini kasdettiğimizi anlayınız. Fizikten beklediğimiz, bize tabiatın kanunlarını öğretmesi, onu determine etmesi, böylece tabiatın bir Yaratıcısı olmadığını, Yaratıcı’dan bahseden bir dine de ihtiyaç olmadığını anlatmasıydı. Engels, “tabiatın diyalektiği”ni keşfetmiş ve “maymundan insana geçişte emeğin rolü”nü bulmuştu. Gerçi Engels, bu buluşunu “gerektiren” sebebler arasından sadece birini fizik sahasından işaretlemiş, diğer ikisini biyolojiden göstermişti ama, bu, fiziğe yüklediğimiz asalet pâyesini zayıflatan bir durum değildi. Canlı hücrenin keşfi ile tekâmül nazariyesi arasındaki mantık bağını kuran, “enerjinin dönüşümü” kanununun bulunmasıydı. Üçgenin tepe noktası fizikti.

İlk zamanlar fizik sahasında her şey harika gitmişti. Newton’un tabiatı “belirlemeye” yönelik izahatları ve 19’uncu asırda bu alanda kaydedilen diğer gelişmeler, dine ve geleneğe dünyayı cehennem etmeye yetmişti. Darwin tam bu sırada o ünlü tekâmül nazariyesini ortaya atmış, insanın yaratılmadığını, daha ilkel canlılardan ve nihayet maymundan tekamül yoluyla husûle geldiğini söylemişti. Bu gelişmelerden hareket eden Marx ve Engels, “tarihin diyalektiği”ni açıklamışlar, bütün Peygamberlerin getirdiğinden sözümona daha üstün olan bu kutsal bilgiyi insanlığa ilk defa öğretmişler, böylece tarih ve tabiat alanında bir Yaratıcı’ya ihtiyaç olmadığı bir kere daha belli olmuştu. Onların ardından Nietzsche geldi ve belki de hepsinden daha gür bir sesle “Tanrı öldü!” diye haykırdı ve halefi Freud, din ve ahlâk denen “takıntı”ların insanoğlunun hangi ruh hastalığından ileri geldiğini açıkladı.

Fakat henüz Nietzsche ve Freud ölmeden, Nietzsche’nin aklına vedâ edip nebatî bir hayata mahkûm olduğu yıllarda, fizikte Max Planck, ilk bakışta fazla mühim görünmeyen yeni fikirler ileri sürdü. Kısa zaman sonunda bu fikirlerin “kuantum fiziği” adında yepyeni bir fizik yönelişinin tohumları olduğu ve bu alanda o güne kadar bilindiği sanılan her şeyi yere çalma kudreti taşıdığı anlaşıldı. Kuantum fiziği, alışılmış fizik kanunlarını altüst ediyor, ilmin kibrini yine ilimle kırıyordu. Bu yeni fizik, “ışığın incelenmesi”nden doğmuştu: Işığın parçacık özelliği mi, yoksa dalga özelliği mi taşıdığı şeklindeki eski suale, “duruma göre değişir, bazen parçacık özelliği taşır, bazen dalga özelliği; aslolan madde değil, maddeye bakan insandır” cevabını veriyordu. Yâni eski fiziğin sebeb–netice ilişkisine dayanan determinist (muayyeniyetçi) kurallarını hiçe sayarak, fizikte derinleşince ortada muayyeniyet diye bir şey kalmadığını söylüyordu.

Bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlamak için “kuantum fiziği”nin gelişme çizgisini izlemekte yarar vardır: “Kuantum nazariyesi”, “izafiyet nazariyesi” ile beraber, fizik ilminden beklenen “tabiatın diyalektiği”ni keşfetmek lüksünü lüzumsuz bir çaba kılmıştır. Her şeyden önce adını “parçalanamaz” olmaktan alan atom parçalanmış, “atomaltı” denilen yeni bir dünyanın kapısı aralanmış, tabiatın “madde” diye bir esasa bağlanamayacağı ve “antimadde” adı verilen “belirsiz” bir temelin varlığı ortaya çıkarılmıştır. Bu temelin belirsiz ve belirlenemez olması, fizik ilmini “tabiatın diyalektiği”ni bilmek imtiyazından uzaklaştırmış ve onu adetâ bir “tabiat felsefesi – tabiat üzerine spekülâsyon” hâline getirmiştir. Bu şekilde o erişilmez “bilim” kavramı “bilinemez” duvarına toslayıp tuz ve buz olunca, Marksizmden geriye ne kalacağını sormak bile abesle iştigâldir: Bir yıkım. Şu:

– “Maddeci diyalektik kanunlarının “tabiat”a yöneltilmemesini isteyen Sartre’ın böylece marksizmi zımnen iptal etmekte oluşunu dikkate almaksızın yaptığı bir açık oturum konuşmasının doğruları, tezimizi zıddından delillendirmektedir:

Tabiat diyalektiği olabilmesi için, Tabiat’ın bir bütün olması gerekir… Gerçekten Marks, tarihin diyalektik oluşumunu tanımlarken, üretim ilişkilerinin bir bütün teşkil ettiği fikrinden hareket ediyor. Önemli olan budur… Diyalektik kanunlarının kolayca anlaşılması, kısaca şuradan geliyor; bu kanunlar her zaman durumunu muhafaza eden ve toplumu tüm olarak ortaya çıkaran bütünleme hareketinin açık ifadeleridir. Toplum, hep bütünden başlamak suretiyle bir örgütlenme oluşumuna girer. Bir gerçek seviyesi diyalektik olunca, bütün türler tüme bağlanır. Oysa tabiat içinde özel bir fiziko-şimik vakıayı, tabiat bütününün ifadesi olarak düşünebilir miyiz? Tabiat, en modern fizikçilerce, haklı olarak, bir sonsuzluk ve hattâ sonsuz derecede bir sonsuzluk sayılmaktadır… Fakat, birçok seviye varsa, tabiat her seviyede sonsuzdur ve bir seviyeler sonsuzluğu vardır. İnkâr etmeyi düşünemediğimiz bu sonsuzluk bir gerçektir; her yanda rastladığımız ve dokunduğumuz bir gerçek. Böyle bir gerçek ise, her türlü bütünü ortadan kaldırıp dururken, diyalektik olabilir mi? Tabiat sonsuz olursa, sonsuzluğun “vahid-birim”i olmadığından, bütünlüğü her defa bozacak şekilde birbirinin üzerine binecek olan “sistem sistemleri” ve “vak’a sistemleri” geçecek elimize… Rastlantıyı en büyük güç olarak tasarlamamız gerekecektir ki, bunun sebebi şudur: Sonsuzluğun bütünleme yapılmadan ele alınması, bazı mekanik filozofların gösterdiği dağınıklığa düşmek olur. Tabiatın sonsuz derecede sonsuz olduğunu -ki, öyledir zaten- düşünürsek ve diyalektik kanunları da bu sonsuzluktan başlayarak göz önüne alırsak, bu kanunlar, serilerin ve çatışmalarının sonsuzluğu ile dağılır gider.

Meselâ, sonsuzluğunda bütünlük olmayan bir tabiat içinde ‘olumsuzluğun olumsuzlanması’, (Nefyin nefyi – diyalektiğin kanunlarından biri.), kesin olmayan bir netice verir. Bir sistem gelişir, bir süre sonra olumsuz sayılır; fakat, bir başka oluşum gelerek hem olumsuzluğu ortadan kaldırır, hem de sistemi… Bu olumsuzluk olumsuzluğu, olumlu birşey getirmez. Basit bir yok oluştur o. Demek ki, diyalektiği tabiat’a taşımak ileri sürülürse, ortadan kaybolan şey diyalektiğin ta kendisi olur.” [3]

MUAYYENİYETÇİLİĞİN SONU

Şimdi, dilimize “zükemiyat nazariyesi” olarak geçen kuantum teorisinin ilim sahasında yol açtığı ihtilâlin hikâyesini, bir ünlü ilim filozofundan, Bertrand Russell’dan dinleyelim:

– “Tarihte ilk defa muayyeniyetçiliğe, şimdi bilim adamlarınca, ilmî esaslara dayanılarak karşı çıkılmaktadır. Karşı çıkış, zükemiyat mekaniğinin yeni usûlleriyle atomun incelenmeye başlamasının ardından ortaya çıkmıştır. İsyanın önderi, Sir Arthur Eddington’dur; gerçi en iyi fizikçilerden bazıları (meselâ Einstein) bu hususta onunla hemfikir değildir ama, Sir Arthur Eddington’un öne sürdüğü deliller oldukça kuvvetlidir. Şimdi teknik teferruata boğmadan, bu bilim adamının görüşlerini inceleyelim:

Zükemiyat mekaniğine göre, muayyen (belirli) şartlar altında bir atomun ne yapacağı bilinemez; atomun önünde kesin bir dizi alternatif vardır; atom bazen alternatiflerden birini, bazen diğerini tercih eder. Bu alternatiflerden birini hangi ölçüde, ikincisini hangi ölçüde, üçüncüsünü hangi ölçüde vesaire tercih ettiğini biliriz. Ama bir tek durumdaki bir tercihi belirleyen bir kanun bilemeyiz. Biz bu esnada tıpkı Haydar Paşa tren istasyonu gişesindeki memur gibiyizdir; memur, dilerse yolcuların yüzde kaçının bu istasyondan Eskişehir’e, yüzde kaçının Konya’ya vesaire gittiğini tahmin edebilir; ama yolcuların bir şehirden başka bir şehre gidişlerindeki tercihi belirleyen şahsî âmilleri bilemez. Doğrusu bu iki durum tamamen birbirlerine benzer de değildir: İstasyondaki gişe memurunun kendine ayrılmış zamanı vardır ve bu zaman içinde, insanlar hakkında, onların gişeden bilet alırken bahsetmedikleri bazı şeyleri farkedebilir. Bir fizikçinin böyle bir avantajı da yoktur; çünkü çalışmadığı zamanlarda, onun atomları müşahede imkânı bulunmamaktadır. Laboratuarında olmadığı zamanlarında o ancak, milyonlarca atomdan oluşmuş büyük kütleleri müşahede edebilir. Laboratuarında ise atomlar, trene yetişmek için aceleyle bilet alan insanlardan daha konuşkan değildir. Bu yüzden de, mesai saatleri dışındaki bütün vakitlerini uykuyla geçiren bir gişe memuru insanlar hakkında ne bilebilise, fizikçinin de atomlar hakkında ancak o kadarını bilmesi mümkündür.”

Bertrand Russell, “diyalektik materyalizm”in temel direği olan muayyeniyetçiliğin yıkılışının hikâyesine şöyle devam ediyor:

– “Muayyeniyetçiler adına üzüntü verici olanı, atomların cilveleriyle ilgili çağdaş mezhebte başka bir tarafın daha bulunmasıdır. Eski fizikte cisimlerin, onların ne yapacaklarını tamamıyla belirleyen kanunlara uygun hareket ettiklerini isbata yönelik sayısız delil vardı; yahut biz var sanıyorduk. Şimdi ise bu kanunların tamamen istatistikî olduğu anlaşılıyor. Atomlar, belli hadler dahilindeki alternatifleri tercih ediyorlar; üstelik bu atomlar öyle çok ki, köhne usûllerle müşahede edilebilecek büyüklükte olan cisimlerde meydana getirdikleri sonuçlar, bütün bir intizam belirtiyor. Teker teker insanları göremeyen ve ancak bir milyon insanı görebilen bir dev olduğunuzu düşünün. Bu durumda İstanbul’un, gündüzleri gecelerden daha kalabalık olduğunu farkeder, ama belli bir günde Ahmed Bey’in evinde hasta yattığını ve her gün bindiği banliyö trenine binmediğini kesinlikle farkedemezsiniz. Bu sebeble de, sabahları banliyölerinden İstanbul’a, akşamları da İstanbul’dan banliyölerine olan akının, esasen olduğundan çok daha düzenli olduğuna inanırsınız. Şübhesiz, bunu güneşin kendine has bir kudretine atfedebilirsiniz. Nitekim bu akının sisli havalarda bir hayli aksadığını müşahede etmeniz de varsayımınızı doğrulayıcı gelir. Eğer daha sonra birer birer insanları da müşahede etmek imkânını bulursanız, düzenliliğin zannettiğinizden çok daha az olduğunu görürsünüz. Bir gün Ahmed Bey, başka bir gün Mehmed Bey hastadır; bu durum istatistikî ortalamayı etkilemez ve büyük çapta müşahedeler herhangi bir farkı sezemez. Daha önceden müşahede ettiğiniz olanca düzenliliğin, büyük sayıları ihtivâ eden kanun ile izah edilebileceğini anlarsınız. Bu durumda Ahmed Bey’in ve Mehmed Bey’in arada bir sabahları Haydar Paşa Garı’na gelmeyişlerinin muayyen bir sebebi olabileceğini hesaba katmazsınız. İşte bu, fizikçinin atomlar hakkında karşı karşıya bulunduğu vaziyete benzer. Fizikte, atomların davranışlarını bütünüyle belirleyen bir kanun yoktur; ve büyük cisimlerin hareketlerinde müşahede edilen “düzenlilik”i izah etmek için de, fizik ilminin keşfettiği istatistik kanunları yeterlidir: Muayyeniyetçilik bu hareketlere dayandığı için, ona temelinden sarsılmış gözüyle bakılabilir.” [4]

ZÜKEMİYAT (KUANTUM) NAZARİYESİ

Kuantum “miktar” demek… Aynı zamanda “kutu, paket” mânâsına da alınıyor. Biz ilimde bu miktarın ortaya çıkışını, çağdaş ilim açısından “Pandora’nın kutusu”nun açılışı ve bütün musibetlerin etrafa saçılışına benzetiyoruz. Öyle ki, zükemiyat nazariyesi sahasında kaydedilen her gelişme, çağdaş ilmin bir kalesini yıkmış, bilindiği sanılan bir maddeyi bilinmezliğin uçurumundan atmıştır.

Zükemiyat nazariyesinin keşif hakkı, bir tek isme bağlanamaz. Russell onu vatandaşı Eddington’a bağlıyor, biz daha evvel Planck ile başladığını belirtmiştik ve başkaları başka isimler verebilirler… Zirâ bu nazariyenin meydana gelişi, garib şekilde, birbirinden bağımsız ve habersiz olarak aynı sahada çalışan bir kısım âlimlerin müşterek çabasıyla olmuştur. Böylece yüzyıllardır “bölünemez” kabul edilen atom, nihayet bir “cevher” olmaktan çıkmış, apayrı bir dünya ve başlı başına bir “araz” olarak belirmiş ve bu dünyada materyalizmin illiyet (kozalite) ve muayyeniyet (determinite) prensiblerinin işlemediği anlaşılmıştır.

Demek oluyor ki, yeni fizikte, bir sebebin bir sonucu önceden belirlediği, yahut aynı şartlar altında aynı sebebin her zaman aynı sonucu doğuracağı şeklindeki materyalist safsatalara yer kalmamıştır. Bu durum, İmam-ı Gazalî Hazretleri’nin felsefecilerle münakaşasını akla getirir: “Allah, gayrışahsî bir ilk illet değil, FAAL’dir!” Ateş, her seferinde, Allah’ın dilemesiyle yakar, O dilemezse yakmaz. Taş, her seferinde, Allah’ın dilemesiyle düşer, O dilemezse düşmez. Atomun “cevher” ve “belirlenebilir” olmadığının anlaşılmasıyla da, fizik ilmi metafiziğe doğru kıvrılmış olur.

Bu meyanda atom, maddenin ve varlığın cevheri (temel vâhidi) olmaktan ziyade, “iki âlem arasındaki berzah” gibidir. Bu âlemler, öteden beri “atomüstü” ve “atomaltı” âlemleridir ve ikisinin arasında, tıpkı tatlı su ile tuzlu suyu ayıran tabiî su engeli gibi, birbirlerine karışmalarını önleyen bir perde vardır; birinin kuralları diğerinde geçerli değildir; dahası maddede derinleştikçe kurallar zayıflamakta, yok olmaktadır. Bu derinliğe ancak bir âlim kendi tecrübesine göre ve kendi peşin kabulüyle (a priori, tecrübe öncesi) yaklaşabilir. Madde üzerinde insanın yeniden merkeze alınması ve ruhçuluğun daha güçlü bir biçimde doğması anlamına gelen bu inkılâbı, YAĞMURCU, psikoloji ilmi vesilesiyle şöyle ifade eder:

– “‘Batı’da Psikoloji’nin üç büyüklerinden biri ve hattâ en büyüğü olarak karşılanan C. G. Jung, uzun süre Çin’de yaşamış bir arkadaşından naklen anlatıyor’ kaydıyla, ‘Yağmurcu’ vakıasını vermiştik… Kâfirin de zıddından ruhçuluğun hakikatine bağlılığını gösteren bu güzel misâl, aynı zamanda düpedüz basitliği temsil eden maddecilere karşı, HER İŞİN RUHTA OLUP BİTTİĞİNİ göstermesi bakımından ne kadar mânâlı!

HER ŞEYİ BİR İÇ ÂLEM DÜZENİ PEŞİNDEKİ TERTİP GAYESİNE bağlı bilen ve bunun hakikatini temsil eden biz, kaba maddeciliğe karşı, zıddımızı temsil eden bir ruhçuluktan misâl veriyoruz ki, İslâm’a karşı olanların birbirlerini görebilmeleri için ayrıca mühim!

Olur olmaz ‘gerçekçi, gerçekçi değil’ klişesini geveleyen dört köşe kafalar, kendi anlayışları içinde de anlaşılabilecek gerçeklerin buudlarını anlasınlar: Sözkonusu hâdise, belirli saatlerde belirli şeyler yapmaya, meselâ belli saatte saatin ziliyle uyanmaya alışmış bir adamın, zil çalmasa da o saatte uyanmasına benzer şekilde RUHÎ BİR PROGRAMLAMANIN EŞYAYA YÖNELTİLMİŞ ŞEKLİDİR.

Efendim bu, Batı’nın, mevzuundaki en büyük bir ilim adamının tasdik ettiği bir hâdise, bir hakikattir!” [5]

Bahsedilen hâdise: Uzun süre kuraklık olan bir bölgede, iç âlem düzeni sayesinde yağmur, hattâ beklentilerin ötesinde kar yağmasına yol açan bir Çinli’nin, “Yağmurcu”nun hikâyesi… Yeni fizikle alâkası ise yukarıda Russell’ın anlattıkları muvacehesinde görülüyor olmalı!..

AKLA VEDÂ

Paul Feyerabend isimli Profesör, “Batılı akıl”a nasıl vedâ ettiğini anlatıyor:

– “Bir tutum bana garib ve anlaşılmaz gelir, biraz da uğursuz bir koku alırım ondan. Doğrusu, bir zamanlar uzaktan bana da çok câzib gelmişti; onun üssü olan kalelere girmeyi, ukalâ şövalyelerin başlattığı dünya çapında ‘aydınlanma savaşları’na katılmayı hayal etmiştim. Fakat zamanla mevzuun daha sığ yönleri dikkatimi çekti; şövalyeler –profesörler- onlara para veren ve ne yapmaları gerektiğini söyleyen efendilerine hizmet ediyorlardı. Herkes için bir mutabakat ve saadet peşinde koşan hür kafalar değil, birer memurdular – o şahane Almanca kelimeyle ‘Denkbeamte’– ve düzen mangırları, ilmî bir araştırmanın, yahut insanlığa duydukları bir yakınlığın eseri değil, meslekî bir hastalıktı. Onun için, çalıştığım yerlerde elimden gelen çok az şey karşılığı aldığım dolgun ücretlerden son meteliğine kadar sebeblenirken, bahsettiğim hastalıkla derslerime devam eden yoksul insanları – ve Berkeley Üniversitesi’nde köpekleri, kedileri, rakunları, hattâ bazen bir eşeği- gözetmeye itinâ ettim. Her şeyden önce, diyordum kendi kendime, bu insanlara karşı belli bir mesuliyetim var, onların itimadını suiistimâl etmemeliyim. Onlara hikâyeler anlattım ve tabiî gururlarını kırmaya çalıştım; çünkü öyle kanaat getirmiştim ki, yüzyüze geldikleri ideolojik sokak satıcılarına karşı en iyi savunma buydu; ‘en iyi eğitim, insanları eğitim sisteminin muntazam hastalıklarına karşı bağışık hale getirmektir.’ Fakat bu samimî düşünceler bile, mesleğimle aramda bir yakınlık oluşmasına yetmedi. Bir gün Berkeley Ünüversitesi’nde, bir gün Londra yahut Berlin’de veya ücretimi hakikî İsviçre frangıyla aldığım Zürih’te, üniversite hayatına kapılmış giderken, sık sık ‘onlardan biri’ olduğum düşüncesiyle irkildim: ‘Bir profesörüm’ diyordum kendi kendime, ‘imkânsız, nasıl oldu bu?..

Nasıl olduğunun hikâyesi:

– “1964’te ve sonraki yıllarda üniversiteye Meksikalılar, Zenciler ve Kızılderililer de girmeye başladı. Bir ‘eğitim’ edinebilme ümidiyle, bir miktar meraklı, bir miktar mağrur, bir miktar da kafası karışık kimse, amfilerde öylece oturup duruyorlardı. Peşinden sürükleyecek kalabalıklar arayan bir Peygamber taslağı için ne bulunmaz bir fırsat! Aklın (ilmin) yaygınlaştırılmasına ve insanlığın daha da geliştirilmesine katkıda bulunmak için –akılcı dostlarım böyle diyordu- ne eşsiz bir nimet! Ama ben çok farklı düşünüyordum. Zirâ anlıyordum ki, o güne kadar az çok yontulmuş dinleyicilerime anlatageldiğim o nâzik iddialar, o hoş hikâyeler, fikirleriyle kendi haricindeki herkesi köleleştirmeyi başarmış küçük bir zümrenin ukalâ düşleri ve düşüncelerinden başka bir şey olmayabilirdi. Ben kim oluyordum da, bu insanlara neyi nasıl düşünmeleri gerektiğini öğretiyordum? Birçok meseleleri olduğunu bilsem de, bu meselelerin neler olduğunu bilmiyordum. Öğrenmeye hevesli olduklarını bilsem de, ilgi duydukları şeylere, hislerine, korkularına âşinâ değildim: Felsefecilerin yıllarca biriktirdikleri ve liberallerin de yutulması kolay olsun diye dokunaklı sözlere bezedikleri tatsız–tuzsuz yutturmacaları; toprakları, kültürleri, haysiyetleri yağmalanmış ve şimdi de kendilerini köleleştiren sözde insanlığın sözcüsü hayvanî fikirleri sabırla hazmetmek ve tekrarlamak durumunda olan bu insanlara sunmak, doğru muydu? Çevrelerindeki bu garib dünyayı bilmek, öğrenmek, anlamak istiyorlardı – bu insanların hakkı daha iyi bir gıda değil miydi? Bunların ataları kendilerine aid kültürler, renkli diller, insanla insan, insanla tabiat arasında âhenkli fikirler meydana getirmişlerdi; bunların enkazı, Batı tefekküründeki ayrılma, çözülme ve insan merkezlilik (antroposantrizm) temayüllerinin yaşayan bir tenkididir… Dinleyicilerime baktıkça aklımdan geçen bu düşünceler, yerine getirmek durumunda olduğum görevden, tiksinti ve dehşetle soğumama sebebiyet verdi. Zirâ bu görevler –şimdi gayet iyi anlıyorum ki-, çok usta ve hilekâr bir köle terbiyecisinin göreviydi. Bense bir köle terbiyecisi olmak istemezdim.

Tabiatça bu tecrübe, fizikte yaşadığımın aynı idi”. [6]

GAYE İLİM Mİ, TEDAVİ Mİ?

“Lorenzo’nun Yağı” geçtiğimiz günlerde televizyon ekranlarına gelen bir Amerikan filmi. Fakat Türkiye’de asıl gündeme gelişi, bundan dört yıl öncesine dayanıyor. O zamanın “Aktüel” dergisi “Anti-Tıp’ın Zaferi” [7] başlığıyla bu mevzuda imzasız bir değerlendirmeye yer vermişti. Meselelerin Türkiye’de belli bir kesim tarafından nasıl çarpıtıldığına ve en alâkasız bahanelerin bile dine saldırı imkânına nasıl dönüştürüldüğüne misâl bir yerde, o değerlendirmeyi kesip saklamıştık. İşte yeri geldi:

– “Ve Lorenzo… Henüz beş yaşında. Hüküm verilmiştir: Lorenzo ölecektir. Çünkü tıb ideolojisi, Lorenzo’nun yakalandığı hastalık karşısında iktidar sahibi değildir henüz. Kuşkusuz muhalif de değildir ama, en hafif deyimiyle kadercidir. Lorenzo ölecek, belki de böylece tıb bir kez daha haklı çıkacaktır: Biz dememiş miydik?..

Modern tıbbın bir ideoloji hâline getirildiği doğrudur. Ama bu ideolojinin “kaderci” olduğunu söylemek, üstelik bunu “en hafif deyim” diye nitelemek, desteksiz atmaktır. Modern tıbbın ideolojik kimliği, “kader” itikadına yer vermesinde veya insan iradesini hiçe sayan “kaderiyye” görüşüne meyletmesinde değildir; tam aksine modern tıb, kaderin hiçbir çeşidine yer vermeyen, sadece kendi ilmî hünerine inanan bir doktrindir. Kendi ilminin tükendiği yerde ise “yapacak bir şey yok” diye konuşur. İşte, kahramanımız Lorenzo böyle bir durumdadır.

– “Ne var ki, Lorenzo’nun anne ve babası, SSK kuyruğunda bekleyip kaderlerini doktorların dudaklarına teslim eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına pek benzemezler. Varoluşlarının anlamı olan oğulları için önce tıbla, sonra ölümle, arkasından da tüm yerleşik değer yargılarıyla mücadeleye girişirler. Bir yanda bilimin yüzyıllardır kurumlaşmış yanılmazlığı; diğer yanda ise ana-baba sezgisinin, gücünü sevgiden alan direnci vardır. Sonuçta, tıbbın kendisinden ümid kestiği Lorenzo, bu inanılmaz mücadeleden sevginin ve sezginin gücünü isbatlayarak çıkar. Tıb bir kez daha yanılmıştır! Üstelik, ne ilk, ne de son yanılgısıdır bu.

Tekrar edelim: Lorenzo’nun anne ve babası, kader itikadına karşı değil, Batılı ilmin “muayyeniyetçilik-determinizm” prensibine karşı mücadele içindedirler. Buraya SSK kuyruğundaki TC vatandaşlarının sokuşturulması, çok alâkasız bir tedai… “Muayyeniyetçilik”, âkıbetlerin Allah tarafından takdir edildiğine değil, ilmin bilebileceği “sebebler” tarafından tâyin edildiğine ve aynı sebeblerin daima aynı sonuçları doğuracağına hükmetmekte. “Lorenzo ölecek!” hükmünü veren de kader değil, muayyeniyet prensibi… Lorenzo’nun anne ve babası kadere inanan insanlar olacaklar ki, muayyeniyete kafa tutmaktan çekinmiyorlar. Bu, “Allah istemezse ateş yakmaz” deyip ateşe girercesine, akla çılgınca görünse de, neticede bir inanç işi…

– “Odone ailesinin biricik oğlu Lorenzo, turp gibi bir çocukken beş yaşında hastalanır. Mafsallarda kasılmalar, kol ve bacakta tuhaf çekmeler kendini gösterir. Odone’lar, Batı’nın kalebendlerini oluşturan tüm yurttaşlar gibi, önce aile hekiminin, arkasından da hastahanelerin kapısını aşındırmaya başlarlar. Araştırma, soruşturma derken yeni bir hastalık keşfeder tıb Lorenzo’da: ‘Adrenoleukodystrophy’, ilmî kısaltmayla ALD. Peki nedir bu hastalık? Herbiri kendi sahasının uzmanı olan doktorların yalancısıyız, sözkonuu hastalık, anneden geçiyor çocuğa genetik olarak ve sıkı durun, sadece erkek çocuğa geçiyor! Sinir sistemini tahrib eden bir hastalık bu. SSk benzetmesini tekrarlarsak, sonuç ölüm ve yapılacak bir şey yok!

Şu çıyan mantığına bakın: Kötü olan her şey Doğu’ya (inanca), iyi olan her şey Batı’ya (bilime) aid. Oysa bu hikâyede kafa tutulan zavallı SSK değil, bizzat Batı kültür ve medeniyetidir. Burada, Batı’nın Descartes’tan, Kopernik’ten gelen “ilim tapınmacılığı”nın nefyi sözkonusudur. “İlim tapınmacılığı” ve “muayyeniyetçilik”, hiçbir zaman Doğulu olmamıştır; ancak onlara karşı isyan ve mücadele “Doğulu” diye nitelendirmeye namzeddir.

– “Lorenzo’nun babası Augusto, İtalyan kökenli bir Amerikalı (sanki doktorlar Arab!) ve Dünya Bankası’nda görev yapıyor. İyi bir ekonomist sizin anlayacağınız. Her ne kadar Akdeniz kökenli olsa da, kaderci değil, akılcı. (Sırf pislik yapmak için yazılmış bir cümle daha!) Eşi Michaela da Amerika dışından, İrlandalı bir dilbilimci (…) Lorenzo, onların entellektüel eğilimlerini tıbla tanıştırıyor. Anne ve baba, doktorların tıb fakülteleri dışında devirmedikleri kadar kitab devirip oğullarının hastalığının girdisini çıktısını öğreniyorlar. Öğrenmekle kalmayıp Lorenzo’dan ümidi kesen doktorlara cebhe alıyorlar. Ve inanılmaz bir çabayla, ‘kendi çocuğunu kendin iyileştir’ türünden bir yaklaşımı benimseyip Lorenzo’yu hayatta tutacak biricik ilacın peşine düşüyorlar. Odone’ların evi, artık bir kimya laboratuarı gibidir.

Vıcık vıcık Batı hayranlığı akıyor bu satırlardan. Belli ki şunu demek istiyor: Lorenzo’nun anne ve babası eğer Doğulu kimseler olsalardı, modern tıbbın ölüm hükmüne karşı mücadele etmezlerdi! Fakat Doğulu olmak, böyle bir şey değil ki; şuur plânında, bu mücadeleyi vermeye engel değil ki! Bu bir “imkân” meselesi. İmkânı olan insan mücadele eder. Mücadele etmeyi düşünmüyorsa, bu onun Doğulu olduğunu değil, sadece mücadele etmeyi istemediğini gösterir. Burada hiçbir şekilde “kader”e yahut “din”e saldıracak bir gerekçe yoktur; bilakis Batılı muayyeniyetçiliğin, yine Batılı bir ruhçulukla iflâs ettirilişi vardır. “Batılı ruhçuluk”; eğer çelişki aranıyorsa tam da buradadır.

– “1984 yılının Nisan ayı. Doktorlar genç çifte, Lorenzo’nun tedavisi için ilmî yolların tıkandığını söylüyorlar bir kez daha. Lorenzo, her doğan günle ölüme bir adım daha yaklaşmaktadır. Üstelik anne ve babasının gözleri önünde.

Lorenzo’nun anne ve babası tam bu noktada, muayyeniyetçi tıbbın diğer mağdurlarıyla örgütlenmeyi denerler. Milletlerarası bir sempozyumdan sonra, bu hastalık için “yağ asidi” (oleic acid) kullanılabileceği gündeme gelir. Doktorlar, modern tıbbın usûlleri dışında bir çare olduğu için, buna şiddetle itiraz ederler. Ama sonunda ailenin istediği olur: Yağ bulunur, kullanılır ve Lorenzo kurtulur!

Hatırlanırsa ülkemizde de gündeme gelmiş bir mevzudur bu ve İBDA Mimarı Yağmurcu’da değinir. Muayyeniyetçi tıbbın, olanca başarılarına rağmen reddettiği alternatif tedavi yollarından bahseder ve sorar: “Gaye tedavi değil mi?” Muayyeniyetçi tıbbın gayesi, maalesef tedaviden önce, diplomanın özlük hakları ve tıb camiasının çıkarlarıdır. Nitekim, isimsiz “Aktüel” yazarı, biraz haysiyetli bir kalem olsaydı, bu hâdiseden dine saldırı vesilesi arayacak yerde, onu Türkiye’deki benzerleriyle karşılaştırırdı. Meselâ bir zamanlar Dr. Ziya Özel adında, “zakkum ilacı”nı bulmuş, bu ilaçla kanser hastalarını tedavi eden ve onlarca hasta üzerinde başarı sağlayan bir adam vardı. Ama tıb camiası, kanser hastalarını artık sömüremeyecekleri için, kıyameti kopardılar ve Ziya Özel’i aforoz ettiler. “Lorenzo’nun Yağı” tam da buna örnek değil mi?

Bu örnekler sayısız çoğaltıla-da-bilir. Halk çoğu defa kırık–çıkık vak’alarını SSK’ya göstermeden, halk arasında bu işe nezaret eden “diplomasız” kimselere gösterir; ve istenen sonucu alır. Bel fıtığında da durum böyledir. Ama hiçbir örnek, “cinlenme” örneğinin yerini tutamaz: Çünkü ne psikiyatrinin, ne nörolojinin ilaç ve usûlleri, bu hâdise üzerinde, bu işden anlayan hocalardan daha tesirli olamaz. Bu iş, gayrıresmî, hattâ kanunen yasak olduğundan, işin şarlatanları da çoktur. İlim çevreleri ise, bu işe kudurur ve bununla uğraşan herkesi şarlatan ilân edip, kendi sonuçsuz sömürü yollarını sürdürmeye bakar… Günümüzde, “akupunktur” gibi nice tedavi usûlü, modern tıbbın kibrini kırmış ve ona kendini kabul ettirmiştir. Fizyolojik rahatsızlıklarda “bitkilerle tedavi”, günden güne gelişmekte, eğer gaye tedavi ise muayyeniyetçiliğin pabucunu dama atmaktadır. Bu türlü yollara başvurmada kadere karşı gelici ve dini yalanlayıcı bir husus yok, tam aksine dinin ve kaderin buyruğunu arayış vardır.

Öyleyse şunu bilmek gerekir ki, kimse cin olmadan adam çarpmaya kalkmasın; hele “biz”im zuhurumuzdan sonra… Yoksa suçu açıkta yakalanır ve yıllar sonra bile olsa, böyle maskara edilir!..

(Akademya I. Dönem, Sayı 6, Nisan 1997, Remzi Vatansever imzasıyla)

Dipnotlar:

1) Salih Mirzabeyoğlu, MARİFETNAME –Süzgeç ve Şekil-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, s. 308.

2) Salih Mirzabeyoğlu, MARİFETNAME, s. 109-110.

3) Salih Mirzabeyoğlu, BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ –İktidar, Siyaset, Hareket-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1990, s. 51-52.

4) Bu kısım için bkz. Bertrand Russell, BİLİM VE DİN, Trc: Hilmi Yavuz, Varlık Yayınları, İstanbul 1972.

5) Salih Mirzabeyoğlu, YAĞMURCU –Gerçekliğin Peşinde-, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 44- 45. (Büyük harfle vurgular bize aid)

6) Paul Feyerabend, AKLA VEDA, Trc: Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1995.

7) “Anti-Tıp’ın Zaferi”, Aktüel Dergisi, Sayı 85, (18-24 Şubat 1993).

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!