Bazı meseleler öylesine açıktır ki, üzerine kelâm etme gereği kişiye giran gelebilir. Elbette bu “açıklık”, onu düşünenin şahsı içindir çoğu ve o kadar açık zannedilenin pek o kadar da sarih olmadığını anlayıverirsiniz daha ilk tecrübelerinizde. Yazmadan yazarlık hayâli de bizce böyle bir mesele…
Şöyle diyelim, hiç direksiyon başına oturmadan yıllarca araba sürmek üzerine kitab okusanız ve günün birinde şöför koltuğuna oturuverseniz, ilk sürüşte arabayı güzelce sürebilir misiniz? Veyahut şöyle soralım; böyle birinin ilk yolcusu olmaya cesaret edebilir misiniz?.. Aynı şekilde, hiç suyla haşır neşir olmadan yıllarca yüzme tekniklerini okusanız, günün birinde “Tamam!” deyip kendinizi denizin ortasında suya atar mısınız?..
Elbette hayır. Herkes teslim eder ki, okumakla “tatbik etmek” bambaşka sahalardır. İşte yazarlık da böyle. Eğer duygu ve düşüncenizi, hasret ve öfkenizi, dert ve dermanınızı yazıyla ifade edecekseniz, bir başkasıyla yazı vasıtasıyla “anlaşma” ve düşündüklerinizi bu yolla “paylaşma” davranışına geçecekseniz, mutlaka ve mutlaka, öncesinde “kendi ifade dilinizi” aramak, geliştirmek ve yetkinleştirmek zorundasınız. Ve bunun için de ilk şart olarak, dar veya geniş anlamda “insan önüne çıkmak” ve belki ilk safhada “acemilik” sergileyip, bir bakıma mahcub olmayı göze almak durumundasınız.
Şu noktayı kavramak elzemdir: İyi okuyucu olmakla iyi yazar olmak birbiriyle içiçe ama bambaşka kabiliyet veya meziyetlerdir. İyi bir okuyucu, çoğu durumda iyi bir “takdirkâr”dır ama “dehâ”sını işletmek bakımından maalesef çoğu durumda bir “zihin tembeli”dir. Dolayısıyla, “sen kimsin?” sorusuna “ben başkasıyım” der gibi, genelde başkalarının kelime ve ifadeleriyle cevab vericidir.
Şübhesiz, bir yazarın ilk denemeleri böylesi taklid ve derlemelerle dolu olacaktır veya olabilir, “çağına göre” tabiîdir ve bu safhayı geçip kendine gerekli “orijinalite”yi kazanması için teşvik de edilmelidir. Yazarlığa kalkan otobüsün ilk durağıdır çünkü burası ve burasını “transit” geçebilene pek az rastlanır. Ancak… Araba sürekli buraya parketmişse veyahut henüz bu durağa bile varamamışsa, artık haricî bir müdahale kaçınılmaz olacaktır ki, yapmaya çalıştığımız da bir nevî budur.
Bu satırların yazarı meslek itibariyle İngilizce öğretmenidir ve kendisinin de uzun dönem boğuştuğu bir problemi istisnasız tüm talebelerinde müşahede etmektedir: Yıllarca okulda, kurslarda, türlü vesilelerle alınan “pasif” İngilizce dersleri, mütemadiyen karıştırılan ve artık sararan gramer kitabları, kitablar, kitablar ve yine kitablar… Ne var ki, okuduklarını ne derece anlıyor olurlarsa olsunlar (dediğimiz gibi, “okuduğunu anlamak veya takdir etmek” AYRI bir kabiliyettir), iş en basit bir “orijinal” cümle kurmaya geldiğinde, neredeyse tümü başarısızlığa uğramakta ve kitablarda görseler hemen tanıyacakları kelime ve kalıbları bu en basit cümle içinde bile ya hatırlayamamakta yahut tertib edememektedirler. Çünkü onlara sürekli “okumak”tan ve “dinlemek”ten başka bir yol gösterilmemiş; “dil bilmek, onu KONUŞMAK’tır” mütearifesi gereğince, kimse onları “kendilerini kendi cümleleriyle ifade”ye sevketmemiş, galiba daha doğrusu zorlamamıştır. Ve bu yüzden tümü, bazı kişilerde rastlanan “göz tembelliği” gibi, yani bir gözün “görmek için kendini zorlamaması” yüzünden günden güne görme kabiliyetini yitirip “körleşme”ye başlaması gibi, gittikçe kemikleşen bir “konuşma” ve “kendini ifade” tembelliğine düçar olmuşlardır.
Böyle talebelerle karşılaşınca ilk yapılması gereken şu olmaktadır: Uzun uzun gramer fasılları açmaya ve “pasif” takdirkârlığa son vererek, yani onları kitablardan gerçek hayata başlarını kaldırmaya zorlayarak, hemen belli kelimeleri ve gerektiğince gramer temelini gösterip, doğrudan doğruya ve en basitinden de olsa “cümle kurdurtmak”, yâni “konuşturtmak”… Bir sözün İngilizcesini gösterip “ne demek istemiş?” diye sormaktan vazgeçip, basit bir Türkçe cümle vererek muhatabtan İngilizcesini söylemesini beklemek… Böylece, yıllarca okuldan okula, kurstan kursa “nafile” yere koşturan talebeler, daha ilk birkaç dersin sonunda kendi çaplarınca “konuşma”ya başlamakta ve doğrusu bunun zevk ve heyecanını tadınca, geçen onca yılın “pasif-sırf takdirkâr” emeğine esef etmektedirler.
Evet, kabul ediyoruz, kendi “öz” kimliğiyle meydan yerine çıkmak bazen ilk elde çok şaşaalı olmayabilir, ilk atışta turnayı gözünden vurmak her zaman mümkün olmayabilir, seyircilerden bir alkış tufanıdır kopmayabilir, bir münasebetsiz gereksiz yere tenkid edebilir, diğeri hased edip çekiştirebilir, berikisi “ne var bunda?” diye küçümseyebilir. Böyleleri vardır veya çıkabilir diye kişinin ustalık kabiliyetini doğmadan ölüme mahkûm etmesi midir peki daha akıllıca ve şık olan?.. Gerçekte, huzura hep “başkası”nın ürettiği ziynetleri takıp takıştırarak, “taklid-imitasyon” mücevherlerle salınarak çıkmaktır, bundan bir türlü kurtulamamak ve bunun için tek bir adım bile atmamaktır bizce asıl nâhoş olan. “Orijinal” olmanın yolu isterse “geçici” bir pejmürdelikten geçsin, ne farkeder?.. Şarkı sözündeki gibi aslında: “Başkası olma, kendin ol; böyle çok daha güzelsin”…
Yalnız şurası da bedahettir ki, “teorisi olmayan işin pratiği de olmaz”. Teoriye ulaşmanın yoluysa, tabiatiyle “taklid”ten geçecektir. Çevresindekilerin sözlerini taklid etmeksizin hemencecik “mânâlı” biçimde ve “orijinal” nitelikte konuşmaya başlayan bir çocuk var mıdır?.. Hiçbir kelime bilmeyen, hiçbir ifade şeklini ve gramer kaidesini tanımayan kişi, elbette konuşamayacaktır da… Olmayan kol kasını geliştirmek için halter kaldırmaktan bahsedilemeyeceği gibi… Oysa dikkat edilmesi gereken husus, bir yandan kas temin edici “gıda”yı düzenli olarak almak (okumak), diğer yandan da o kası geliştirici “idman”ları yine düzenli olarak yapmaktır (yazmak, konuşmak, davranmak). Ve maalesef, bugün çoğu durumda ya biri ya öteki üzerinde yoğunlaşılıp, diğer taraf ihmal edilmektedir. “İdmansız” okuyucuların kolunu kıpırdatmaktan âciz “kof” şişmanlığı veya hiç okumayanların “cılız” ifade hareketleri misâli… Halbuki bizim faaliyet çerçevemizde, ne yazmadan okur ne de okumadan yazar olmak matlubtur, marifettir; birinin diğerini geliştirdiği “içiçe” bir âhenktir gereken.
Dergimiz ve internet sitemiz vesilesiyle temin etmeye çalıştığımız keyfiyet de, işte bu “içiçe” hedef çizgisinde tezâhür etmektedir. Her ustanın mutlaka bir “çıraklık” veya “acemilik” safhasından geçmek zorunda olduğunu telkin etmek ve “dehâ”ları fışkıracak mecrâ arayan istidadların şevkini kırmadan, onları mutlaka “yazı”ya sevketmek… İstisnâlar ve mesuliyet duyguları taşkın olup da topluma birşeyler anlatmak için vicdanları tutuşanlar dışında, kimse durduk yerde meydan yerine “acemi” olarak çıkmayı göze alamayacağı için; yaptığımız iş, bazen, “yüzme öğretmek için kişiyi arkasından itip denize atma”ya benzemektedir. Fakat netice hemen her defasında müthiş bir güzellikte tecellî etmekte, ilk ânda bocalayan kollar bir müddet sonra usta kulaçlar atmaya başlamakta ve ân be ân ustalaşan yüzücüler ufka doğru kendi mevzu istikametlerince günden güne açılmaktadır. İtiraf etmek gerekirse, bizim için en büyük zevk ve iftihar vesilesi de, fikrimizin kazandığı bu “şahsiyet-kendini ifadeci”lerin hızla yetkinleşen verimlerini sizlerle paylaşmak, hep birlikte takdir ve temâşâ etmek ve fikrin muhteşem istikbâlini şimdiden müjdeleyen bu irfan filizlerinin nasıl ağaca durduğunu görmektir.
Ezcümle, siz siz olun, eğer bu “fikir dili”yle yazmak gibi harika bir ideal taşıyor ve vicdanî bir zorunluluk duyuyorsanız, bu uğurda istidadınızı işletmek diliyorsanız, hiç gecikmeden “yazma”ya başlayın, bu dille konuşmak istiyorsanız hemen “konuşma”ya davranın… Sürekli okumak ve “dehâ”sını işletmemek, bahçesinde defineler gömülü durumdayken ve uygun vasıtalarla kazılıp çıkartılmayı ve seçkin bir “değer” vasfıyla umuma arzedilmeyi beklerken, tüm bir ömrünü kuyumcudan kuyumcuya seğirtip vitrinleri temâşâya hasretmek meâlincedir. Ancak yazarak “yazar”, ancak konuşarak “ifadeci” olursunuz çünkü; aynen, daima okuyarak yalnızca “okuyucu” olabileceğiniz gibi… “Kendilerini” çok çeşitli “aksiyon” sahalarında ve hiç “kesintisiz” ortaya koydukları eser ve davranışlarla “İFADE” eden gönüldaşları tenzih ederek, böyle dostları “örnek” ve “gıbta hedefi” olarak hürmetle yâdederek, özellikle fikir, ilim, sanat sahasında yetkinleşmeyi arzu eden “sürekli okuyucu”laradır sözümüz.
Yazmanın en bâriz faydalarından biri de, kişinin kendini meydan yerinde “objektifleştirmesi”, sonra da bir heykeltraş gibi eksiği yahut fazlasıyla kendi “benlik madeni”ni rötuşlaması, tezyin etmesi ve yetkinleştirmesidir… Artık vehimleri ve hayâlleri içinde yüzmeyecek, “görünür” ve “kalıcı” bu eseri üzerinde bir sanatkâr edâsıyla titizce çalışacak, fikirleri bir günden diğer güne uçup gitmeyecek, hergün bu “kalıcı” esere yeni bir ekleme veya çıkarmayla saflaşıp tekâmül edecektir. Üstelik bu faaliyet, kendi kendinden ibaret bir fayda mevzuu da olmayacak, dostlarının ve muhatablarının fikirlerini etkileyip beslediği gibi, idealin hayata tatbiki bahsinde yüzünü ağartacak bir “aksiyon” kıymeti de belirtecektir. O artık “gerekeni gerektiği yerde yapan” ve “çağına göre yazan” bir fikir işçisi olacaktır.
Meâlen şöyle der Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu: “Öyle bazı duygular vardır ki, ancak bir topluluk içerisinde ortaya çıkarlar”. Mezkûr hikmetin bize tedai ettirdiği mühim bir husus da şudur ki, her sahada olduğu gibi “fikir” sahasında da “müesseseleşme”, özlenen eser ve verimlerin doğup gelişmesi ve irfan sahalarını çepeçevre kuşatması için üzerinde ne kadar durulsa az bahislerden biridir. Sırf okuyucu olan ve bu gidişle hep de öyle kalacak olan aziz dostlara, artık daha fazla gecikmeden “konuşma”ya ve “yazma”ya davranmalarını salık verirken, kendilerine, bu vesileyle, yazar-çizer kadromuzla teknik kadromuzun “ortak” başarısının üstünde yükseldiği temel sütunlardan birini de fısıldayalım. Mütefekkir’in altını çizdiği şu ölçü:
– “İnsanın yalnız olması, hele yalnız çalışması hiç iyi değil; bir şeyi başarması gerekiyorsa, başkasının ilgisi ve teşviki gerekir.” (*)
(*) Salih Mirzabeyoğlu, BÜYÜK MUZTARİBLER –Düşünce Tarihine Bakış-, İBDA Yay., c. 1, İstanbul 1998, s. 234.
KAYNAK: Akademya’ya Doğru Sitesi Arşivi, 2001-2005