AKADEMYA’NIN NOTU: Yazarımızın “Kaarilerimizle Hasbihal” başlıklı ve kendisine o dönemde gönderilen okuyucu e-postalarına cevab verdiği yazısının bir bölümüdür.
Bir halkın, bir ideolojinin, bir siyâsî görüşün, bir felsefenin, bir öğretinin, bir kültürün ‘ebedî’ olabilmesi için en önemli kriterin ‘Roman’ veya ‘Destan’ olduğuna inananlardanım. Burada herhangi-sıradan bir edebî eserden bahsetmiyorum ve bir teşbihle meramımı anlatmaya çalışacağım ama teşbihte hata olabilir, affola. Yahudî imanında Kuds (Jerusalem) çok mühim bir yere sahibtir, onun için Yahudi dünyayı karşısına alabiliyor. Yahudiler iki Kuds’ün varlığına inanırlar, birincisi yerdeki-dünyadaki Kuds, ikincisi Arş’taki ilâhî makam olarak Kuds. Bu ikisi arasında karşılıklı manevî-ruhanî bir alışveriş olduğu varsayılır. İşte Roman da, bir ideolojinin, bir halkın, bir toplumun, bir kültürün, bir inancın tâ Arş’a kadar yükselen ve sürekli Tenezzül-Huruç helezonunu meydana getiren yüksek bir kıymet-varlık’tır. Arş’la köprü kuramayan roman güdüktür, dardır, yetmezdir. Bu mânâda meselâ, Tilki Günlüğü Arş-ı Âlâ’ya uzanmış bir eser (roman) olarak İbda fikriyatını ebedileştirmiştir, artık İbda fikriyatı bu rezonansı kurabilmiş olması hasebiyle ebediyyen yaşayacaktır, hiç ölmeyecektir.
O nedenle, dünya şaheserleri (özellikle romanlar) büyük bir sancı ve ısdırabın semereleridir. Dünyada yazılmış onbinlerce romandan sadece onlarcası şaheser mevkiine oturabilmektedirler. Onlar, Romanlar Âlemi’nin ‘Zat Makamı’ndadırlar. O nedenle, ne terminoloji, ne etimoloji, ne dil, ne siyâset, ne ilim ne de kültür ‘Roman’ yazmaya yetmez, malumatfuruşluk olur, hepsi bu! Roman-bana göre-ilâhî bir yetenek gerektirir. Hippokrat, ‘Hekim, Allah’ın yeryüzündeki eli olmadığı müddetçe doğru hekim değildir!’ der. ‘Romancı’ da ‘Allah’ın kalemi-eli’ olmadan şaheser veremez. Bence dünyanın en zor işi roman yazmaktır, kaleme almak değil! Ölçüm budur, eğer roman yazabiliyorsam kendimi kaydadeğer bir adam sayma ukalalığını üstlenirim, hiç gocunmam. Ama ben bir prolog (mukaddime) bile yazacak istidad ve kabiliyete sahib değilim. O nedenledir ki, benim makâlelerimde sayısız maddî hata olabilir. Bu bağlamda, bütün kritiklere şapkamı çıkarıyorum ve eleştirileri de önemsiyorum fakat kafa göz yara yara da olsa yazmaya çalışıyorum. Telifler yapmış olabilirim fakat bunu S.A’nın konferansında Hegel-Kumandan misalinde açıkladığı üzere (beşinci kaliteden de olsa) yapmaya çalıştığımı belirtmem gerekiyor.
Yazılarımda sıklıkla yahudiliğe ve Hristiyan ilâhiyatına değinmemin sebebi, çocukluğumun, ergenliğimin ve gençlik-ön orta yaş dönemimin yahudiler’in kucağında, orta-lise eğitimimin lazarist papazlar’ın rahle-i tedrisi’nde şekillenmesi ve onları bir nebze daha iyi tanımam ama daha önemlisi İslâm’ı sıfırdan değil de, en üst noktalardan seyretmeye kalkmamdır ki, bunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu farkettiğimde İslamî mevzularda mümkün olduğunca kalem oynatmamaya ve konuşmamaya karar verdim. Ben geçmişinde bir elinde Fin votkası, bir elinde Davidoff puroyla Vahdaniyyet ile Ahadiyyet arasındaki farkı, Nefs-i Zekiyye (Safiye) mertebesinde Hazret-i Davud’un yer alıp almadığını tartışmış, İsâ Aleyhisselam’ın dünya hayatı boyunca sadece 14 kez hakikî mânâda Allah diyebildiğini küçümseyerek kendimin-meselâ-15 kere söyleyebilerek onu aşacağıma inanmış, nübüvvet-i teşriniyye’den kendisine pay çıkaracak gözü dönmüş, haddini bilmez biriydim. O nedenle İslâmî mevzularda –en temellerinde dahi– söz söyleyebilecek, kaleme davranabilecek en son kişiyim.
Hâl böyleyken, benim büyük bir esere imza atmam nasıl beklenebilir? Ve eğer büyük bir esere imza atmak şöyle dursun küçük bir dibâce bile yazacak edebe sahib değilsem, benim makâlelerimin hatasız, dosdoğru, çelişkisiz ve tertemiz olması nasıl beklenebilir? Aslolan bu yazılardaki hataları tesbit etmekten öte o hataları doğrularıyla replase etmek olsa gerekir zira belli bir fikriyata gönül vermiş insanlar, gönüldaşlık ilkesi gereği birbirlerine yabancı bir yazar gibi değil bir gönül adamı gibi yaklaşmak durumundadır. Yoksa, çok bildiğimizi sandığımız ve olur olmaz kullandığımız bazı mefhumları bile yanlış yerlerde kullandığımızı (bunun bir mahzuru olduğunu söylemiyorum çünkü artık öylece benimsenmiştir) örneğin, ‘Karizma’ kelimesinin aslında ‘Hârisma’ biçiminde telaffuz edilmesi gerektiğini, günümüzde kullanılan anlamının ötesinde ‘Allah’ın Hediyesi’, ‘Allah’ın Lütfu’ anlamına geldiğini ve Yeni Ahid’in bazı yerlerınde -meselâ Korinthliler- kullanıldığını ve Hazret-i İsâ’ya atfen söylendiğini bir not olarak düşelim.
Bazı mail’lerde mâlesef ‘Kahvehâne ağzı’ kullanılıyor. Bu ağza genel mânâda bir itirazım olmamakla birlikte en azından ciddî mevzularda bu jargondan uzak durulmasında yarar olduğunu da belirtmemde faide mülahaza ediyorum. Kullanılan terminolojiyi (etimolojiyi) ‘entel-dantel’ lafzı biçiminde eleştirmek mümkündür ama Lemanlaşmak’tan öteye de bir anlam taşımaz. Günahkâr’ın günahkârı bir adam olarak, yıkanmak için İbda zemzemini bulmuşken, insanları Cem Yılmaz misali yeniden dinden imandan çıkarıp, ya herşeyden makara malzemesi çıkararak dejenere olmaya veyahut –tersinden– ‘Sahte değerler verandası’na çıkıp temiz havayla mutlu olup, yellenerek teori yazmaya itmek çok ahlâksızca ve hiç de İslâmî olmayan yanılgılı bir tutumdur diye düşünüyorum.
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)