Her yeni fikir, yeni bir bakış getirir. Kendimizden başlayarak çevremize, eşyaya, dünyaya ve kâinata dair bildiklerimizin yeniden inşâsını isteyen bu fikir, gözde gözbebeği olma gayesiyle getirdiği muhakeme ölçülerinin hazmedilmesini isterken, bir idrak bulanıklığına sebeb olur. Kendi rengini vermek için her şey yeniden öğrenilmeye mevzu olur. Nedir bizde ve bildiklerimizde yanlış olan?.. Suâlin birinci kısmı ahlâkî yönümüzün sorgulanmasını hedeflerken, ikinci kısmı ahlâkı bir motor farz edersek onun yakıtı-bilgi ile ilgilidir.
Nedir bizde yanlış olan?.. Mücerred fikre istidad zayıflığı belirtilmiş bir toplumun ferdleri olarak, başkaları tarafından vazedilmiş tasniflerden sıyrılamama, kavrayamama ve muhakeme edememe… Her mefhum, disipline edilmiş bir muhakemenin meydana çıkardığı bir tasniftir. Tasnif, kendini empoze eden meselenin-bilinmeyenin, bilinenler arasında yer bulma, irtibatlandırma, kıymet biçme, derecelendirme, sıra ile oluş açısından sıraya koyma ve nihayet sınırlandırıp kayıd altına almadır. Muhakemeye mevzu olanın mefhum olarak billurlaştırılması… Mefhum, bilinenler ve bilinen metodlar ile ilgili mevzuda elde edilen bir düğüm noktası, bir zihnî temas alanı, bir aklî tasavvur, bir form, bir aklîleştirmedir. Tecrid, aklın zorunlu (tabiî) vasfı gereği, varlıklarda ve oluşta süreklilik arzedenlere yönelir ve bu süreklilik içinde bulunan “tekrarlardan” bir düzen, bir şekil keşfeder. Bir mevzuda, “Bu nedir?” diye sormaya başladığımız andan itibaren, mesele hakkında ilk fikrimize ulaşmış oluruz. Bilinenlerden olmadığını fark ettiren bu yeni bilinmeyen, bizde tesir bırakıcı yönüyle kavranılmak istenmiştir. Bundan sonra, muhakeme devreye girer ve aynılık, benzerlik, bağlılık, ayrılık, zıdlık, vs. çerçevesinde yeri ve değeri tayin olununcaya kadar işleme tâbi olur. Yeri ve mevkiî belli olan ise bir nev’î “ölü kalıplar içinde katılaşmış” demektir.
Nasıl oluyor da, her ân yenilenen hayatta ölü kalıblar içinde katılaşmış bir şey bulunuyor veya bu, hakikatin zedelenişi olmuyor mu? Eşya ve hâdiselerde “tekrar” olmasa bile akıl bunu duyuyor veya ancak böyle duyabiliyor. Her ân zihnî görüntüsü değişen bir “şey” aklen kavranılamaz ve böyle olduğu takdirde dünya tasavvuru mümkün olmaz. “Bu iş ne akılla olur ne de akılsız.” hakikatinin son kısmı aklın zorunluluğunu ifâde ederken, birinci kısmı, bulunanın (aklî tasavvurun), hep yeniden aramaya mevzu edilmesinin zorunluluğunu ifâde etse gerek. “Eşya ve hâdiselerin zihinde katılaşması demek olan akıl” tarifi de bunu doğruluyor. Aklın vasfı tecrid ve bunun tezahürü de “ölçme, biçme”…
Bir başkasının aklı ile düşünemiyoruz; ancak kendi aklımızla tasavvur edebildiğimizi anlayabiliyoruz. Başkaları (şahsımızın dışında) tarafından ifâde edilen mefhumlar, bizim için yeniden idrake mevzu oluyor. Kendince izâhını, kendi izâhını ve kendi aklını aramakla mükellef her insanda aklî denge (muhakeme) farklı farklı. Böyle olunca nasıl oluyor da mefhumlara yüklenen mânâlarda anlaşabiliyor, ortak bir noktaya varabiliyoruz? Ayrıca eşya ve hâdiselerden elde edilen bilgilerin sadece bilinenin bir niteliği olmaması, –eğer bunun aksi geçerli olsaydı, muhakeme neticesi elde edilen bilginin değişmezlik niteliği olurdu ki durum hiç de böyle değil-, bu meseleyi daha müşkül bir hâle sokmakta… Meselâ, görüntü, hem görülen şeyin hem de görünenin ortak bir işlemi, niteliğidir. Anlaşmadaki “nereye kadar?” meselesini bir tarafa bırakırsak, demek ki aklî mutabakatlar, bir bütün akıldan (Akl-ı Küll) pay almaya işaret ediyor. “Ruh birdir ve ruhun isimlerinden birisinin de Akl-ı Küll olduğu” hakikatini hatırlayalım.
•
İlimler, kendi içinde bir sistem ifâde eden bazı tasniflerden ibarettir. Bu tasniflerde, elde edilen bilgiler, müşahede, tahlil, tecrübe ve bütün bu sürece şamil muhakeme neticesinde vazolunan terkiblerden oluşur. Müşahede, eşya ve hâdisedeki tekrarları yakalamaya matuftur. Tahlil ile, bir sıra, bir düzen, bir iç mantık silsilesi oluşturan sebebler arasındaki ilişkiler bulunmaya çalışılır. Daimî bir zihnî operasyon olan muhakeme ile bir sebebler bütünlüğü olan eşya veya hâdise zihin tarafından yeniden inşa edilir – terkib olunur. Bu zihnî inşa – yapma varlık, bir takım doğrulamalarla sınanır ve elde edilen netice ya kabul edilir yahut bazı tadilatların yapılması için yeniden müşahedeye sunulur.
Şimdi burada bir mesele ortaya çıkmakta… Bugün, bütün ilim dallarında vazedilmiş ve doğruluğu hazırlop olarak kabul edilen prensibler bulunmakta… Kendi mevzuumuzla ilgilenirken mütemadiyen bu prensiblerle mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Karşılaşılan esas zorluk, bu prensibleri vazedenin muhakeme ölçüleri ile muhakeme olunandan elde edilen bilgilerin birbirine girmiş olması, karışıklığı. Muhakeme edenin, kendi ölçülerini de kabule zorladığı görülmekte. Bakış ve bakılanın birbirine karıştırıldığı bir tasnife muhatab olarak, mevzuu, ortaya koyanın muhakemesi ile görebiliyoruz, onun diliyle konuşuyoruz ve bunun dışına çıkamıyoruz. Nasıl öyle olmasın ki, yabancısı olduğumuz kavramlar ilk defa onun tarafından birbiriyle irtibatlandırılmış ve bu irtibat tabiî kabul edilmiştir. Misâl olarak tarih ilmini ele alalım. Batılı tasnif içinde tarih, yontma taş devri, cilalı taş devri, tunç devri, vs. gibi devirlerden oluşur. İnsanlar, tecrübeleri neticesinde bilgi dağarcıkları zenginleşmiş ve gittikçe daha iyi âlet yapar olmuşlar ve bu sayede dünyaya tahakküm etmişler. Batılı tekâmülcü – evrimci anlayışın tarihe bakışı ve buradan insana, topluma, dünyaya dair bazı umumî prensiblere varışı böyle özetlenebilir. Kendi iç hesaplaşma sürecinde daha önce bağlı olduğu Tevrat ve İncil’de anlatılan insanlık tarihinin gerçeğe uymadığını görüyor ve bunun neticesinde reddediyor. Başka tezadlardan da güçlenerek dine aykırı bir yola giriyor. Bu yeni tarih tezi etrafında destekleyici verileri de toplama başarısını gösteriyor. Şimdi, tarihe, Batılı bakış açısının temelinde, güç elde etme – daha güçlü olma ve kendi dışındakilere (tabiat, düşman topluluklar) tahakküm etme isteği bulunmaktadır. Tahakküm isteği, tarih tezine dayalı olarak insan, toplum, tabiat, gelenek, din, hükümranlık, vs. alanlarına yönelirken de, görmenin temel unsurlarından olan ve onsuz görmenin mümkün olmadığı ışık – projektör olarak tabiî kabul edilmekte, esas görülmektedir.
Bizim açımızdan ele alındığında insanlık tarihi, tasniflerini peygamberlerin gösterdiği, bildirdiği mutlak ölçülerin, kendi zamanlarına has tezahürlerinden oluşan bir medeniyet tarihidir. Bu, böyle bilinmesine rağmen, geçmişi düşündüğümüzde bir Batılı gibi düşünüyoruz. Kendi tarih tezimizi delillendirecek verilerden mahrumuz ve sadece Batı’nın yanılmasını bekliyoruz –ki bunu yapacak olan da yine Batı. Bir mağarada bulunan âletin bundan onbinlerce yıl önce şöyle bir insan tarafından kullanıldığı izâh edilebiliyor ve bize düşen kuru bir red veya kabul tavrı. Batı tarih anlayışı, Rönesans’la şekillenmiş ve buna dayalı olarak geliştirilmiştir. Bugünkü teknolojinin miladı olarak Rönesans’ı göz önüne alırsak, teknik âlete dayalı Batılı tarih anlayışının sebebini anlarız. Batı, sistemli olarak ilk kez teknik âlete dayalı tahakkümü Rönesans’la sağlamış ve tarihe bakışı, yaşadığı zamandan itibaren kurma hakikatinin uygulanışı olarak tahakkümü, teknik âlete yorumlatmıştır.
Bakış ve bakılanın birbirine karıştırılmasına misâl olarak sunduğumuz Batılı tarih anlayışının sakatlığı ortada. Diğer ilim dallarında da aynı durum geçerli. Bize düşen tatbikçinin ölçüleri ile tatbike mevzu olandan elde edilen bilgileri birbirinden ayırmak ve kendi bakış ölçülerimize sunmaktır.
•
Her yeni fikir, yeni bir bakış getirir, dedik. Bu bakışta, var olan tasniflerde ifâde edilen prensibler, yeniden tecrübeye, tahlile, müşahedeye, muhakemeye sunulur ve yeni terkiblere kavuşur. Eşya ve hâdiselerden elde edilen verilere tutulan bu yeni bakış ile yorumlama değişir ve tatbikte yeni imkânlar keşfedilir. Bu yeni uygulama şekilleriyle, müşahede zenginleşir; yeni ve verimli atılımlarla, kendini davet eden başka meselelere sarkılır. Bu durum sadece müsbet ilimlerde değil, insan ve toplumla ilgili dallar için de geçerlidir.
Peki yeni bakış açısı nasıl elde edilir?.. Yeni fikrin getirdiği muhakeme ölçüleri hazmedilmekle!.. Batılı, Rönesans’la beraber eşya ve hâdiseleri “mekanik” bir sebeb-sonuç ilişkisi içinde anlamaya çalıştı ve bunu bir kez başardıktan sonra her alana uygulamayı kendine şiar edindi. Bu usûlle bir takım hakikatlerin keşfine mazhar oldu ve hakikati keşfetme metodu olarak mekanik sebeb-sonuç irtibatlandırma metodunu tek mütearife olarak kabul etti. Bugün hakikate uymayan bazı teorilerin hâlâ geçerliymiş gibi kabul edilmesi veya uygulanması, bu basit mekanik izâh metodunca ifâde edilebilir olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu, hakikatlerin sırrını keşfetmeye doğru yol alırken, hakikatlerin ne olduğundan ziyâde, kendi izâhının tatmini peşinde koşmakta… Kendi bakışımızı, muhakememizi ararken, Rönesans’la başlayan Batıdaki bu tecessüsü, her şeyi kökünden kavrama çabasını takdir ediyor ve usûlde olmasa da heyecanda bir model olarak kabul ediyoruz. Kendi muhakeme ölçülerimizi sınaya sınaya billûrlaştırmağa çalışacağımız bu muhakemeyi tatbik ettiğimiz zaman bizim için yeni bir idrak devresi başlamış olacaktır.
•
“Tefekkür, şüpheye düşmeden ve kalbi başka şeylerle meşgul etmeden, elde edilmek istenen bir ilim için iki ilmin arasını birleştirmektir. Şayet kalp, birleştirilen o iki ilimde hissetme niteliğini kaybedecek şekilde son derece dikkat kesilir ve bu iki bilgiyi hazırlamak için adi şeyden kıymetliye intikal ederse, buna tefekkür denir.” (1)
İnsanın kendi hakkındaki bilgisini en yüksek bilgi olarak gören ve bunu “ilim malûma tâbidir” hükmüne dayandıran bir fikrin muhatabları olarak, “idrakı idrak” gayesi ile kendi aklımızı arıyoruz.
İnsanın geride bıraktığı iç hâlleri nefs muhasebesine mevzu olurken, dış uyaranlara karşı da akıl yönü ile ölçme ve değerlendirme âletleriyle muhasebeye girişiyor. Burada matematik ilminden bahsetmenin vesilesi peşindeyiz. Kendine tahsis olunmuş özel dalında histe madum (yok), akılda mevcud bir takım hakikatleri, kendi ölçülendirmeleri ile mütalaâ etme ve tatbik modeli hazırlama metodlarıyla, umumî veya hükmî prensiblere varma gayesi güden matematik ilmi ile adiden kıymetliye intikal etme gayesini kollayan nefs muhasebesi olarak riyazet:
- Akıl: Sürmek. Ölmek. İp ile bağlamak. Men’etmek. Sığınacak yer. Kırmızı mihfe örtüsü. Diyet.
- Riyazet: Nefsi kırma. Fanî şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terk ederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak. İdman.
- Riyaziye: Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı. Bir yazı çeşidi.
- Riyaz: Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.
Bütün insanî faaliyetlerin temelinde bir yeşil bahçe – cennet hayâli/hasreti olsa gerek. “Cennetten düşüren suçun diyeti” hâlinde kendi tesellisini arayan, kendinde ve dışında bu arayışa vesile olanın izini süren ve bir türlü kanmayan ruhun vatanına – cennete (Akl-ı Küll?) dönüş çabası… “Ruhun, kendini dünyada yeniden bulma mecburiyeti vardır, dünya ruhla uyum içine girmek zorunda… Hazret-i Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan ve O’nun bizzat nefsine meylini temsil eden Havva gibi, Ademoğlunun dünyada aramak zorunda olduğu akıl, kendi aklıdır, aklının hakikatidir… Ve herkesin aklı kendine”… (2)
- Adla-Azla: Kaburgalar. Geometrikşekillerin kenarları, sayı kökleri.
- Dıl’: Karpuz veya kavun dilimi. Kaburga kemiği. Dik kenar. Kenar.
- Dil: gönül, kalb, niyet. Cesaret, yürek. Mandıra, ağıl. Lisân, zeban. Lügat.
Her ilim kendi mevzuunda, kendine has ölçü ve ölçülendirmelerle matematikî bir tatbiktir. Hangi ilimde usûl yoktur ki, bu usûl, esastan önce açık bir şekilde ifâde edilmiş olmasın…
“Elde edilmek istenen bir ilim için iki ilmin arasını birleştirme” ve “adi şeyden kıymetliye intikal etme” bize simya ilmini hatırlatıyor:
- Simya: Nişan, alâmet, işaret. Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebeb olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur.
- Simyan: Hak.
Eğer simyayı bütün ilimlerin batınî gayesi olarak görüyorsak, “elini küfre değdirse şeriat doğar” anlayışının tatbiki üzerindeyiz demektir. Kökler adlı eserde, Efendi Hazretleri’nin belirtilen vasıflarından ikisi; muhsi ve muhsine:
- Muhsin:İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. Allah’ı görür gibi ona ibadet eden.
- Muhsi: Sayı sayan.
- Sayı: Sad + elif + ye + ye =90 + 1 + 10 + 10 = 111.
- Simya: Sin + mim + ye + elif = 60 + 40 + 10 + 1 = 111.
- İhsaî: Sayım ile alakalı. İstatistiğe ait.
- İhsaî: Elif + ha + sad + elif + hemze + ye = 1 + 8 + 90 + 1 + 1 + 10 = 111.
- Muhasib: Hesap eden. Hesap işi ile uğraşan.
- Muhasib: Mim + ha + elif + sin + be = 40 + 8 + 1 + 60 + 2 = 111.
Bir takım rakam tevafuklarıyla, lügat bahsine kapı açmak vesilesi üzerindeyiz. Malûm olduğu üzere, İbda Fikriyatı’nca lügat bilgisi, ilmî araştırmalar için tahsili gereken “ilk basamak” ve “aslın aslı” olarak tavsif edilmiştir. Zorunlu olanın önceden belirtilişi gibi bir usûlle, her çalışma lügâtı öne almalıdır. Kendi mevzuunda bir özellik ifâde eden kavramlar, bu kavramlarla aynı hizaya düşen mânâlar ve hepsinin birbiriyle ilişkisi, derecelenişi, yan mânâları, başka mevzularla temas noktaları, hepsi lügatte toplu. “Dayanışmalı fikir oluşumu” ve başkasının teftiş ve murakabesine açık olmayı da temin eden lügat bilgisi, metodun temel kaynağı olmaya değerdir.
Lügat bilgisinin önemine dikkat çekmek amacıyla birkaç misâl üzerinde duralım. “Bir insandaki zekâ, bu taifenin (batın yolu kahramanlarının) sözlerini anlayabildiği kadardır.”; ve batın yolu kahramanlarının nisbetlerdeki menfîliği kötü koku olarak duymaları:
- Zekâ: Çabuk anlama ve bilme kabiliyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. Ateşin alevlenmesi. Güzel koku alma.
- Arif: Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim. Bir işten iyi anlayan.
- Arf: Güzel koku. Yüksek yer. Atın yelesi. Horozun ibiği. Rüzgar. El ayasında çıkan çıban.
- Benne: Güzel, hoş koku.
- Benne: Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan.Yapıcı.
- Te’vil: Bir nesneyi red ve irca’ etmek. Döndürmek. Rüyâ tabir etmek. Hoş kokulu bir nebat.
- Abir: Türlü türlü çiçeklerden çıkartılan koku.
- Abr: Rüyâ tabir etmek. Düş yormak. Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek. Söylemeden bir şeyi düşünmek.
- Tîb: Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey.
- Tıbb: Tabiblik, doktorluk. Herşeyi, gereği gibi bilmek. Rıfk. Suhulet. İrade. Hastayı ilaçlarla tedaviye çalışmak. Şan. Şehvet.
- Rih: Rüzgar, yel. Sızı, romatizma. Galebe, kuvvet. Rahmet. Devlet. Hoş ve iyi şey. Koku.
- Ruh: Yanak, yüz, çehre. Efsanevî bir kuş. Can, nefes, canlılık. Öz, hülâsa, en mühim nokta, his. Kur’ân. Hz. İsa (a.s.). Hz. Cebrail (a.s.). Korkmak.
Bir takım rakam tevafuklarına gelince:
- Arf: Güzel koku. Yüksek yer. Atın yelesi. Horozun ibiği. Rüzgar. El ayasında çıkan çıban. Arf: Ayn + re + fe = 70 + 200 + 80 = 350.
- Neş’(nuşu’): Yiğit olmak. Yüksek olmak. Rüzgar esmek. İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak. Neş’ : Nun + şın + (hemze) = 50 + 300 +(1) = 350-351.
- Rakim: Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha. Ashab-ı Kehf’in mağarasının bulunduğu dağ veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere veya bazılarınca Ashab-ı Kehf’in başka bir ismi. Ashab-ı Kehf’in isim ve kıssalarının yazılı bulunduğu kitabe. Rakim: Rı + kaf + ye + mim = 200 + 100 + 10 + 40 = 350.
- Rakam: Yazı ile işaret, sayıları gösteren işaret. Yazı yazmak. Rakam: Rı + kaf + mim = 200 + 100 + 40 = 340.
- Erkam: Rakamlar. Sayı işaretleri. Yazılar. Erkam: Elif + rı + kaf + elif + mim = 1 + 200 + 100 + 1 + 40 = 342.
- Erkam: Alaca yılan. Erkam: Elif + rı + kaf + mim = 1+ 200 + 100 + 40 = 341.
- Sefr: Ev süpürmek. Yüzünü açmak. Yazı yazmak. Sefr. Sin + fe + rı = 60 + 80 + 200 = 340.
- Nasır: Yardımcı, yardım eden, nusret veren. Resûl-ü Ekrem (a.s)’ın bir ismi. Nasır: Nun + elif + sad + rı = 50 + 1 + 90 + 200 = 341.
- Faris:İran. İranlı. Binici, süvari. Ferasetli, anlayışlı. Şiraz eyaleti. Faris: Fe + elif + rı + sin = 80 + 1 + 200 + 60 = 341.
- Şam: Akşam. Akşam yemeği. Sol. Vücuttaki benler. Şam: Şın + elif + mim = 300 + 1 + 40 = 341.
- Müfekkir: Fikir yürüten. Düşünen. Düşündüren. Düşünme kuvveti. Müfekkir: Mim + fe + kef + rı = 40 + 80 + 20 + 200 = 340.
- Müressem: Yapılmış, çizilmiş, resmolunmuş. Resmi yapılmış. Çiçekler ve resimlerle süslenmiş. Müressem: Mim + rı + sin + mim = 40 + 200 + 60 + 40 = 340.
- Mükeffer:İyilikleri inkâr edilip kendisine teşekkür edilmeyen adam. Mükeffer: Mim + kef + fe + rı = 40 + 20 + 80 + 200 = 340.
- Masdur: Yollanmış, gönderilmiş. Göğsü incinmiş veya ağrımış olan.Masdur: Mim + sad + dal + vav + rı = 40 + 90 + 4 + 6 + 200 = 340.
- Asare: Anber ve misk gibi şeylerin kokması. Sayı. Hesap. Asir: Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvar. Asir: Ayn + sin + ye + rı = 70 + 60 + 10 + 200 = 340.
- Amar(e): Hesap. Araştırma. Karında su toplanma hastalığı. Muammer: Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı. Muammer: Mim +ayn + mim + rı = 40 + 70 + 40 + 200 = 350.
- Makdur: Güç Kuvvet. Kudret. Takdir olunmuş. Allah’ın takdiri. Daha evvelde takdir olunmuş. Makdur: Mim + kaf + dal + vav + rı = 40 + 100 + 4 + 6 + 200 = 350.
- Şekil: Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. Şebih ve misil. Hey’et. Sûret. Sûrette benzerlik. Bir adamın tab’ ve hevâsına muvafık olan şey. Muhtelif, müşkil işlerin her biri. Bir şeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti. Bir veya daha fazla hudut vasıtasıyla mahdut ve mahsur olan şey. Aruz ıstılahında mısraların sayısına ve kafiyelerin sırasına göre ortaya çıkan şekil. Yazıya nokta, hareke ve i’rab koymak. Şekil: Şin + kef + lam = 300 + 20 + 30 = 350.
Matematiğin bir başka yoldan lügatte takibi:
- İhsa: Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım. Kandırmak, aldatmak. Zabtetmek. Ezber etmek. Fehmeylemek. İdrak etmek. Hasa: Saymak. Taş atmak. Hasa’: Suya kanmak ve kandırmak. Dolmak. Doymak. Ufak taş.
İngilizce’de hesap:
- Calculate: Hesap etmek, hesaplamak. Saymak. Ayarlamak. Niyet etmek. Planlamak. Tasarlamak. Düşünmek. Tahminde bulunmak. Calculus: Safra kesesi veya böbrek taşı. Hesap.
Türkçe saymak:
- Say kökünde; “Say; kır, çöl, taşlık yer, demir göğüslük” mânâsına. (3)
- Taş: İnsan yüzünde, bedeninde peyda olan karaca benekler ki sis ve çığıt derler.
Daha önce bir arkadaşımızın da belirttiği gibi, Üstad, İmân ve İslâm Atlası’nda, İmam- Rabbanî Hazretleri’nin, Kabeyi, “Madde dünyasının tükenip ruh aleminin başladığı nokta” tarifini nakleder ve kendisi de “yakınına varınca istikameti de istihlak eden, harcayan toplayıcı sır noktası…” diye ekler. Kabe ve nurlu bir yüzde parlayan bir ben gibi: Hacer-i Esved: Kara taş… Bütün simya formüllerinin etrafında döndüğü nokta…
•
Son olarak da yine lügat bahsi içinde Akademya ve Hikemiyat… “Dayanışmalı fikir oluşumu” usûlüne bağlı olarak katılma, pay alma, alıcı ve verici olma gayesini güden “Akademya’ya Doğru”, gün gelir ilmî faaliyetlerin toplu zuhur yeri olur ve anlamaya çalıştığı hikmetleri kendi mevzularında pıhtılaştıranların sahici çabalarına mazhar olma vazifesini görür. Kendi muradımıza uygun bir te’ville, İbda Mimarı’na âit Hikemiyat adlı eserin kapak resmine dikkat çekmek istiyoruz: Taşınmayacak bir yük gibi görünen bir kafa ve bu yükü taşımaya çalışan bir çok ayak…
- Akdam: Ayaklar, kademler.
- Mikdam: Çok ayaklı. Kıdemli. Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdam eden.
Akademya’nın, ağaçlıklı yer (=riyaz) mânâsı yanında böyle de görmekte sanırız bir sakınca olmasa gerek. “Yeni bir ilmî inkişaf mümkün mü?” suâline bu resim, çare ve yol gösterici olarak yetmez mi?…
Dipnotlar
1- Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat –Tefekkür ve Hikmet-, İBDA Yay., İstanbul, s. 57-58
2- Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği -Süzgeç ve Şekil-, İBDA Yay., İstanbul, s. 167
3- İ. Zeki Eyuboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yay., 2. Baskı, İstanbul, s. 587
Kaynak: M.E.D. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005. (Arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)