“Yeniçeri”…
Tam ismiyle; “Olanca Romaniyle ve Son Hortlamalariyle YENİÇERİ”…
69-70 yıllarında önce merhum Üstad’ın “aceze basın” olarak yaftaladığı, o zamanın kıytırık bir iki “İslâmcı” gazetesinden birinde tefrika edilmiş bilahare de “gariban” bir yayınevi tarafından kitaplaştırılmış olan dev eser…(1)
Lise yıllarında okuyup bir kenara bıraktığım bu eser, “ordu” ile ilgili bir araştırma yaparken aklıma geldi ve kütüphanemde arayıp buldum ve yeniden okudum…
Meğer tam da okunması gereken zamanda okumuşum: Bir ordunun ne olması ve özellikle de ne olmaması gerektiğini derinden kavrayabilmek için yeniden ve tekrar tekrar okunması gerektiğini anladım…
•
Niçin “Yeniçeri”?..
-“Bu eser, sadece Yeniçeri’yi anlatmak için yazılmış değildir. Bu eser, en fakir bedahet duygusunun bile kestirebileceği şekilde, tarihimizdeki Yeniçeri rezalet ve fecaatlerinin satıh üstü hikâyesi olarak kaleme alınmış bulunmaktan uzaktır.” (2)
-“Bu eser, DÜNYADA İLK TEŞKİLATLI, MESLEKÎ ORDUyu temsil eden Yeniçerilerin işe nereden başlayıp işi nerede bitirdiğini göstermek ve bunun ruhî ve içtimaî müessirlerini çerçevelemek gayesiyle yazıldı./ Bu müessir, iman ve İslâm nurunun gönüllerde sararıp solması, iman ve İslâm vecd ve aşkının uçup gitmesi, iman ve İslâm ruh ve ahlâkının pörsüyüp kurumasından ibaret; ve Yeniçeri, bu korkunç tecelliyi göstermekte sadece vesile…” (3)
•
“Neler nelere vesile”…
Evet “neler nelere vesile”…
45 yıllık ömründe 3 darbe, iki darbe teşebbüsüne şahit olmuş bir TC vatandaşı olarak, 28 Şubat 1997’de MGK kararlarıyla başlayan üçüncü darbe teşebbüsü karşısında ne yapacağını bilmeyen şaşkın ve aciz bir hükümet ile kendini postallara paspas yapmaya amâde demokrat(!) aydın(!)ları görmeseydim, üzerime pek de vazife olmayan ve teknik olarak da pek anladığımı söyleyemeyeceğim “ordu” bahsi zihnimi kurcalamaz ve belki de bundan 27 sene önce okuduğum Yeniçeri, kütüphanemin tozlu rafları arasından çıkıp önüme gelmezdi.
Bir hukukçu olarak içinde yaşadığım toplumdaki bütün “yetki gaspları” beni çok rahatsız ediyor… Özellikle de bir halkın kendine silah emanet edip “yetki” verdiği asker ve polis gibi idare ajanlarının bu emanete ihanet ederek, kanunlar çerçevesinde kullanmaları gereken bu silahları, bu çerçeveyi alenen aşarak doğrudan doğruya halka çevirmeleriyle oluşan yetki gaspları ve kanun ihlalleri karşısında bu rahatsızlık inanılmaz boyutlara ulaşıyor…
İşin içine hangi renk olursa olsun silahlı üniforma girince yaşanılan bu hukuk ve kanun ihlali rezaleti kadar ve belki de ondan çok ahlakî sefalet insanın vicdanını kanatıyor…
“Sivil” elbiseyle sokakta rastlasanız, askerlik de dahil hiçbir konuda hiçbir irfan-kültür edası taşımayan ve bu sebeple asla fikirlerine müracaat etmeye tenezzül etmeyeceğiniz vasıfsız bir adam, “hasbelkader” general apoleti takıverince kendini “dünyaya nizamat” vermeye ehil ruh ve kültür ergini pozlarında bir role bürünüp “durum”dan “vazife”ler çıkarmaya başlıyor!..
Ne durumu?
Ne vazifesi?
Hangi hakla?
Sen “durumlar”la murumlarla uğraşacağına aldığın maaşın hakkını önce bir öde: Kevgire dönmüş sınır güvenliğini sağlamak senin aslî vazifendir: Yapsana!..
Dağlarında onbin gerilla bulunan ve bu gerillaların sınırın o yakasıyla bu yakası arasında “emniyet” içinde gidip geldiği bir ülkede, sanki bu vazifeyi bihakkın yerine getirmiş de sıra öteki “durum”lara gelmiş gibi kendine, üstüne vazife olmayan “vazife”ler icad etmeye kalkan bir general, asgarî ahlâk, hukuk, devlet, kanun, nizam fikri taşıyan hangi “insan”ı rahatsız etmez? Ve asgarî olarak bu fikri taşıyan hangi general, yüzü kızarmadan böyle bir ahlâk, hukuk ve kanun ihlalinde bulunabilir?
27 Mayıs rezaletinin, Talat Aydemir ayaklanmaları felaketinin, 12 Mart vahşetinin, 12 Eylül sefaletinin yaşandığı bir ülkede bu soru belki de çok garip ve çok lüks bir soru ama gel de bunu vicdana anlat!..
İçimizdeki “doğrucu Davut” durmadan dürtüyor: “Yâ! Bu kadar da olmaz ki… Ayıp yahu!.. Yuh be!..”
İşte vicdanın bu rahatsız eden sesindendir ki olan biten “durum”lara bakıp insan kendine yeni vazifeler çıkarıyor…
PKK’nın elinde ısıgüdümlü uçaksavar füzeler olduğunu ancak ikinci helikopteri düşürülüp 20’ye yakın personeli öldükten sonra öğrenebilen askerî istihbaratın başındaki bir korgeneral halkın önüne çıkıp bu “vazife”sini niçin “ihmal” ettiğini açıklayacağına, tuhaf brifingler tertip edip hangi turşucunun mürteci, hangi kebapçının aşırı dinci, hangi lokumcunun fundamentalist eğilimli, hangi saatçinin siyasal İslâmcı olduğunu bir bir tespit ettiklerini ve bu dükkanların boykot edilmesi gerektiğini açıklıyor(!)… İşin daha garip yanı savcılar ve hakimler “ihzaren” getirildikleri bu brifinglerde, sözkonusu korgeneralin marifetlerini ayakta alkışlıyorlar…
Hangi birine yanarsınız:
Koskoca hakim ve savcıların “ihzaren” GK binasına celplerini, içine nasıl sindirdiklerine mi?
“İhzaren” getirildikleri bu binada dinledikleri abuk sabuk “istihbarat” bilgilerini ayakta alkışlamalarına mı?
Yoksa içlerinden “vicdan sahibi” birinin çıkıp da “paşa paşa sen istihbarat elemanlarını kebapçıların, turşucuların, esnaf ve tüccarın peşinden koşturacağına savaştaki rakibinin peşinden koşturaydın hem 20’ye yakın personelini hem de iki helikopterini kaybetmemiş olurdun” diyememesine mi?
Hangisine?
En iyisi yanmayı filan bir kenara bırakıp olup biteni anlamaya çalışmak: Nedir bu “ordu” denilen kurumun aslı faslı? Dün neydi? Bugün nedir? Yarın ne olmalıdır?
Böyle üstünüze vazife olmayan sorular zihninize üşüşürse siz de benim yaptığımı yapın ve Yeniçeri’yi yeniden okuyun…
•
Niçin “Yeniçeri”?.. -II-
-“Bir devirde, kal’anın tepesinde, başını kestiği prensin mızrak ucundaki kafasını teşhir ederek “işte verdiği sözü tutmayan beyin akibeti!” diye bağıracak ve üzümünü yediği asmaların dibine parasını bırakacak kadar DEVLET GAYE VE AHLÂKINA BAĞLI Yeniçeri, daha sonra HALİFE ve PADİŞAHINA HAMAM OĞLANLARINA MAHSUS MUAMELEYİ YAPARKEN namütenahi ulviyetten namütenahi süfliyete düşmekte ve bu halini sadece İSLÂM NURUNU KAYBETMİŞ BULUNMAKTAN almaktadır./ Türk’ün BÜTÜN MİLLÎ DÜŞMANLARINDAN BETER VE ŞENAAT ÇAPINDA BİR TASALLUTLA, ÖZ VATANINI İŞGAL ALTINDA TUTAN, SINIRLARIN KAÇAĞI VE KENDİ YURDUNUN ALÇAĞI YENİÇERİ, bu millete, hemen her devrin en büyük ibret ve dikkat dersini ihtar etmek mevkiindedir.” (4)
Böyle başlıyor eser…
Ve daha başlarken zihninize üşüşen ordu ile alâkalı bir çok sualin cevabını bu eserde bulacağınızı derinden hissediyorsunuz…
•
Başlangıçta Yeniçeri…
“Dünyada ilk teşkilatlı, meslekî orduyu temsil eden Yeniçeri” nasıl kuruldu?
Eser’den takip edelim:
-“Eski Türkler gibi her ferdiyle cenkçi olan, ayrıca askerî teşkilata ihtiyacı bulunmayan ordu-millet karakterini yaşatan bir oymak, istiklâle erip de devlet hâline gelmeye ve millet-ordu keyfiyetinden haber vermeye başlayınca askerlik sınıfı kurmak zorunda kalınmış ve ilk iş olarak “Yaya” adiyle bin neferlik bir grup asker teşkil edilmiştir. Muharebe zamanında kendilerine 1 akçe gündelik verilen bu asker ayrı bir sınıf çerçevesine alınınca, başında fikrî bir disiplin bulunmadığı için, işi hemen ceberrut ve kuvvet imtiyazına dökmüş ve sivil halk üzerine başbelâsı kesilmeye başlamıştı./ Bu hale karşı Çandarlı Kara Halil (Osmanlı Devletinde ilk kaadi-yi asker) düzenli ve kışlalarda oturur, yeni bir sınıf asker teşkilini düşündü ve projesini, veziri sıfatıyla Padişaha arzetti. Bunların ihtida edenleriyle saf Türkler arasında hiçbir fark gözetilemeyeceğinden, ordunun bu yeni unsurlar sayesinde daha sıkı bir disiplin altına alınabileceği sanıldı. Ve işte bu gayeyle “devşirme” usulü Orhan Gazi tarafından kanunlaştırıldı./ İlk olarak 1000 Rum delikanlısı devşirilecektir./ Bunlardan herbirine, eski “Yaya”lar gibi günde 1 dirhem maaş verilecektir./ Devşirmeler süresiz olarak vazifede kalıp kışlalarda oturacaklar ve evlenemeyecekler. Sakat veya ihtiyar oluncaya kadar bu halleri devam edecek… Gösterecekleri yararlıklara göre lütuflandırılacaklar ve mesleklerinde ilerleyecekler…/ Bazı tarihçiler Orhan Gazi’nin devşirmecilik buluşunu dâhice bir keşif ve usul sayarlar. Onlara göre bu teşebbüs, mağluptan faydalanma ve kuvvet kazanma politikasındandır. (..) / Bu görüş belli başlı bir şart altında doğru, o şart yerine getirilemeyince de hatâların en kaatiliyle yanlıştır. Yabanca unsur ve kan, İslâm ve Türklük havanında dövülüp kendisinden tek istiklâl zerresi kalmamacasına bünyeleştirilmedikçe, elde edilecek netice, hayat değil ölümdür.” (5)
Ve Sultan Orhan Gazi bu yeni askerlerinden bir grubu yanına alarak Hacı Bektaş Velî Hazretleri’nin ziyaretine gidiyor, el öpüp duasını almak için:
“Orhan Gazi, Besmeleyle sağ ayağını atarak içeriye girdi. Uzun, etraflı, derin ve içten bir konuşma…
Orhan Gazi, Şeyhin ışık saçan yüzüne bakıp dedi:
-Bu uzun yoldan, size, devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da, yeni teşkil ettiğimiz askerden bir kaçını aldım.
-Dualarım sizinle… İnşaallah zahmetiniz boşa çıkmaz. Göreyim, beraber getirdiğiniz yeni askerleri…
Dışarıya çıktılar. Orhan Gazi’nin işaretiyle, kılıkları ve edaları öbürlerinden ayrı, birarada duran bir kaç asker koşup Şeyh ile Sultanın karşısında saf bağladılar.
Şeyh bunların yüzüne baktı:
-Maşaallah!.. Ne güzel, ne civan kişiler!..
Ve ilerleyip sağ elini bunlardan bir tanesinin başına koydu:
-İsimleri “Yeniçeri” olsun… Allah yüzlerini ak, pazularını güçlü, kılıçlarını keskin, oklarını vurucu, kendilerini daima düşmana galip eylesin…” (6)
Ve böyle başladı Yeniçerinin tarih içindeki inanılmaz macerası: İnanılmaz kahramanlıklarının ardından, inanılmaz alçaklıkları…
İşte bu macera “olanca romaniyle ve son hortlamalariyle” tekmili birden Yeniçeri isimli eserde meraklılarını bekliyor…
•
“Devşirme” usulü için küçük bir not…
Bazı tarihçilerin devşirme usulü için “dâhice bir keşif” dediklerini yukarıda okuduk ya… Bu satırların ispatı olarak emperyalizmin bu usulü sonradan sömürge ve yarı sömürge olarak kullandıkları ülkelerde kendi şartlarına adapte ederek başarıyla kullandıklarını görüyoruz… Batı emperyalizmi fiilî askerî işgalin maddî ve manevî rizikolarından kurtulmak için o ülkeleri işgal etmek yerine o ülkenin siyasî, askerî, idarî kurumlarını kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn ederek bu kurumların başlarına o halktan “devşirdikleri” unsurları oturtup kullanarak becermişlerdir. Sömürge veya yarı sömürge durumundaki ülkelerde politikacı-halk, ordu-halk, aydın-halk zıtlık, çatışma ve düşmanlıkları, “devşirme usulü” anlaşılmadan doğru anlaşılamayacağını küçük bir not halinde belirttikten sonra Yeniçeri’ye dönüyoruz.
•
Halkın bizzat tepelediği ve yok ettiği ilk ordu olarak Yeniçeri…
Bir velînin mübarek duasiyle işe başlayan Yeniçeri, o duanın bereketi ile birlikte iman, ihlas, cihad şuuru, cesaret ve savaş tekniğini birleştirince savaşta zaferden zafere koşan zıpkın gibi bir ordu ortaya çıktı…
Devlet o mübarek velînin işaretlediği muazzez şeriat yolundan sapmaya başlayınca da, velînin duasının bereketiyle birlikte devleti devlet, orduyu ordu, Yeniçeriyi Yeniçeri yapan diğer faktörler yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı. Yeniçeri’de ne iman kaldı ne ihlas, ne aşk kaldı ne vecd, ne ahlâk kaldı ne itaat ve disiplin, ne şecaat kaldı ne cesaret…
Ve Yeniçeri öz yurdunun sefil, sefih, alçak ve kahpe işgalcisi haline geldi… Kendi halkına işgal ordularının bile yapmaya cesaret edemeyeceği zulümler yapmaya başladı… Devletinin otoritesine başkaldırıp bu otoriteyi kendine karşı işlemez hale getirmeyi başardığı gibi, kendi otoritesini devletine zor ve zorbalıkla kabul ettirmeyi de becerdi ve Yeniçeri ocağı eşkiya ocağı haline dönüştü…
“Nasıl böyle oldu”nun cevabını bütün teferruatıyla bu eserde okuyacaksınız…
Sultan Mahmud’a kadar kendi halk ve devletini esareti altına alan bu insafsız eşkiya ocağı, iyileştirme teşebbüslerini akim bıraka bıraka geldi. Ve sonunda sabır taşı çatladı:
-“Sultana tahakküm yoliyle nizamı bozan ve fesada sebep olanlara şeriat bakımından ne yapmak gerektir?
Cevap:
-Siyaset kılıciyle boyunlarını vurmak…” (7)
Halk kendi kesesinden beslediği ve vatanı korumak için eline silah emanet ettiği bu üniformalı zorbalara karşı ayaklandı. Şeyhülislâm fetvayı verdi. Yönetim diğer silahlı güçlerini toparlayarak halkla elele bu eşkiya ocağının üzerine yürüdü:
“İstanbulu iki ses kaplamış bulunuyor:
-Yeniçeri olan kazanın yanına gelsin!
Müslüman olanlar ‘Sancak-ı şerif’ altına gelsin!
Şüphesiz ki, sancak altına koşanlar kazana koşanlardan çok fazla…” (8)
Sancak altında toplananlar yüzyılların biriktirdiği nefretle yürüdüler bu eşkiyalaşmış asker müsveddelerinin üzerine… Kışlalarına kadar kovaladılar, yakaladıklarının kellesini kopardılar ve kışlayı kuşattılar… Bir yandan top ateşi, bir yandan yağlı paçavralarla kışlayı ateşe verdiler… Tarihî kışla, içindeki eşkiyalaşmış asker müsveddeleriyle birlikte kül oldu. Bu hengâmeden kurtulanların boynunu da yakaladıkları yerde vurdular…
Hem halk hem de yönetim derinden bir “oh” çekti…
“Dünyada ilk teşkilatlı, meslekî orduyu” temsil eden Yeniçeriler bu ilkin yanında, sonları itibariyle de belki bir ilki gerçekleştirdiler: Bir halk belki de tarihte ilk defa kendi ordusunu kendi eliyle tepeledi, yok etti…
Yeniçeri’nin külleri halkın sevinç naraları arasında tarihin derinliklerine doğru uçarken geride şu soruyu bırakıyordu:
“Bu vaziyette ne yapmak lâzımdır?” Kışlayı topa tutarak ve ateşe vererek Ocağı haşere yatağı temizlercesine kül etmek mi, yoksa bir kere ve tam ele geçirildikten sonra onun eski ruh temeli üzerine yeni bir bina çekmek yani, OCAĞI, İÇİNE GİRİP İNKILÂP ÇAPINDA BİR ISLAH VE TASFİYE İŞİNE TÂBİ KILMAK MI?
Bu, tarihimizin en nazik suallerinden biridir.” (9)
•
Bu nazik soru ışığında, Yeniçeri’ye yapılan ne idi?..
“Yeniçeriye yeniçerilik yapıldı; yani o, tam esir düştüğü anda asla tasfiye ve ıslahı düşünülemez ebedî bir suikast müessesesi farz edilerek bir haşere yuvası gibi ateşe verildi.
Pencere ve kapılarda bir takım yeniçeri kafaları, çığlık çığlık bağırıyorlar:
-Bizi böyle diri diri yakmayınız! Allah zulmedenlerden razı olmaz! Gelip bizi teslim alınız! Cezamız neyse veriniz! Ama kâfirlere bile edilmez muameleden koruyunuz bizi!” (10)
Gözünü sevdiğimin ateşi nasıl da anında adam ediyor; yüzyılların adamlıktan çıkardıklarını bile… Kendi halkına kâfirlerin bile etmeyeceği alçaklıkları yapan eşkiya, ateşin hârını nazik teninde hissedince nasıl da dize geliyor!..
Halkta yüzyılların nefreti vardı, Yeniçeride yüzyıllar içinde yaptığı eşkiyalığın pişmanlığı: Pişmanlık, son pişmanlıktı ve ne yazık ki fayda vermiyordu… Ateşse çoktan bacayı sarmıştı…
Olan oldu…
Ve bu fiilî yokedişi padişah fermanı hukukîleştirerek Yeniçeri Ocağı’nı resmen ve hukuken de ortadan kaldırdı. Bu fermandan bir kaç cümle:
“Bütün Muhammed ümmetine malűmdur ki, bu yüce din ve devletin meydana gelişi ve ondan sonra Doğu ve Batıyı kuşatması, şeriat ölçüleri ve beraberindeki cihad kılıcı sayesinde olmuştur. HER ZAMAN DİN DÜŞMANLARINA KARŞI GELECEK İSLÂM ASKERİ VE İMAN GAZİLERİNİN VARLIĞI ŞARTTI. (..) /..(YENİÇERİ) DEVLETİN TÂLİM İÇİN ELİNE VERDİĞİ SİLAHLARI, TEREDDÜTSÜZCE DEVLET ALEYHİNE DÖNDÜREREK DEVLET REİSİNE KARŞI ÇIKMA AHLÂKSIZLIĞINA DÜŞMÜŞTÜR. BÜTÜN BU İŞLER DİN VE MEZHEP DIŞI İŞLER OLDUĞUNDAN (..) Mukaddes şeriat gereğince üzerlerine asker gönderilerek kışlaları yakılmış ve Allah kendilerini şeriat kılıcına uğratıp amellerinin cezasını bulmuşlardır.” (11)
Evet olan böyle oldu…
“Peki ne yapılması gerekirdi” sorusunun cevabı ise sözkonusu eserde okuyucusunu bekliyor…
•
Yeniçerinin maddesi ortadan kaldırıldı ama ya ruhu?..
Yeniçeriye karşı bir kerelik yeniçeri olunmuş ve bu şekavet ocağının külleri, içindeki eşkiyalaşmış asker müsveddeleriyle birlikte halk tarafından havaya savrulmuştur ama o tarihten bu yana yeniçerilik ruhu başka kılık, başka isim, başka cisim ve başka edalarla hortlamaya devam etmiştir… Zira Yeniçeri içtimaî çöküşün sebebi değil sonuçlarındandır. Sebepler ortada dururken sonucun maddesinin ortadan kaldırılması onun ruhunu yoketmiyor, o ruhun başka cisim ve isimlerle içtimaî bünyeye tasallutunu sürdürüyor:
“-Türkiye’de ne siyasî, ne idarî, ne içtimaî, ne iktisadî, ne askerî, ne ilmî mânâda tedavisi lâzım bir illet mevcuttur. Türkiye’de bütün illet ruhîdir, Türkiye devlet ölçüsiyle ruhî bir inhitat, ruh hastalığı (psikoz) geçirmektedir ve her sahada bir ihtilâl dâvet etmenin şartlarını son haddiyle geliştirmiş bulunmaktadır.” (12)
İllet (hastalık) ruhî oldu mu, tedaviye de “ruh”tan başlamak gerekiyor. Yanlış teşhis ve tedavi neticede hastayı tedavi etmek değil deneme tahtasına çevirmek oluyor ve ıstırabı dindirmek yerine arttırıyor, hastalığı kronikleştiriyor…
O yüzden de Sultan Mahmud döneminde maddesi yokedilen yeniçerilik ruhu Osmanlı’nın yokedilmesine rağmen cemiyetin her sahasında başka isim ve cisimlerle, başka kılık ve üniformalarla halkın iflahını kesmeye devam ediyor…
Yeniçeri’yi okumanın faydası burada; bu eser bize Yeniçerinin ruhunu kavratıyor… Bu ruhu kavradıktan sonra o hangi kılığa girerse girsin, hangi ismi alırsa alsın, hangi cisimle suretleşirse suretleşsin onu hemen tanıyorsunuz… Tanımakla kalmıyor, ona karşı Sultan Mahmud dönemi müslümanlarının yarım bıraktığı işi nasıl tamamlayabileceğinizi de öğreniyorsunuz ve görüyorsunuz ki; yeniçeriyi bütün tezahürleri içinde maddesi ve ruhuyla birlikte yoketmenin yolu “Dünya çapında bir inkılâp”tan geçiyor… Yoksa o eşkiyadan kurtuluş mümkün değil…
O eskiden asker üniforması içinde idi ve tanımak çok kolaydı; şimdi ise her üniforma, her kılık, her yer ve yönden hortlayabilecek kadar ustalaşmış… Bazen mafyacı çakal suretinde, bazen batıcı aydın suretinde, bazen politikacı, bazen polis, bazen savcı, bazen hâkim, bazen tüccar, bazen sanayici, bazen bürokrat, bazen general, bazen gazeteci; eşkiyalaşmış yeniçeri ruhu her yeri, her yönü tutmuş vaziyette hep istiyor; haracını istiyor… Haraç olarak bazen can, bazen mal, bazen namus, bazen iman çoğu zaman da hepsini birden istiyor…
Ondan kurtuluşun başlangıcı, onu tanımaktan geçiyor: Bunun için Yeniçeri’yi okuyun…
Dipnotlar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, Olanca Romaniyle ve Son Hortlamalariyle Yeniçeri, Özbahar Yayınları, İstanbul 1970.
2- Age. s. 3
3- Age. s. 3
4- Age. s. 3
5- Age. s. 16-18
6- Age. s. 15-16
7- Age. s. 232
8- Age. s. 315
9- Age. s. 317-318
10- Age. s. 318
11- Age. s. 320-322
12- Age. s. 361 (Bir İsviçre gazetesinden naklen)
Kaynak: Akademya I. Dönem, Sayı 7 (Temmuz 1997)