Yusuf’un Kokusu

28 Şubat 1997… Mühim bir takvim başı; büyük bir kilometre taşı… Şems’in ve Kamer’in de şahitliği altında işleyen bu takvimin, ele alınması gereken bir öncesi var elbette… Lâkin, imzamızın aşűrede nohut misâli göründüğü Akademya sayfalarında gerçek bir entellektüel çaba ile görünen gönüldaşlarımıza haksızlık etmemek için sözü fazla uzatmadan sadece atıfta bulunacağız…

İşbu takvimin ilk aylarında İmam Hatip Liseleri ve Kur’ân Kursları kapatıldı. Ve 1998 Ramazan’ına tekâbül eden günlerde ise Türkçe Kur’ân ve bununla ibadeti meşrûlaştırma gayretleri görüldü… Ömrü hayatında “hak” ve “hakikat”ten gayri herşeyin ve herkesin önünde eğilmeye alışkın karılar bilâteklif (abdestsiz anlamına da gelir) en ön safta yerlerini aldılar… Hatta arkalarına geçecek kalabalığın hayali ile imamlığa hak iddiasında bile bulundular… Ve bu devrin Rıfat Börekçileri, Ali Rıza Sağmanları da TV ekranları ile gazete sütunlarını doldurdular…

Mekr-i ilâhî!.. “Kur’ân’daki İslâm” diye; O Kitâbı bize getiren Allah Resulü’nün sünnetini; Allah’ın âyetlerini kitaplaştıran Peygamber dostlarının rivayetlerini ve onlardan rivayet edilenleri, ümmetin seçkinlerinin üzerinde ittifak ettikleri hükümler mecmuu olan icmâyı, Kur’ân, Sünnet ve icmâdan hüküm çıkaran müçtehidân ve fukahânın içtihad ve anlayışını, yani 1417 yıllık bütün İslâmî verim ve birikimi karalayıp yoketmeye kalkan bu adamlar; Kur’an’dan kendilerine açık bir delil bulamayınca, Sünnet ve Cemaat Ehlinin baş imamlarından İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretlerinin kayda, illete ve özre mebnî ve mensûh bir içtihadına yapışmak zorunda kaldılar…

Aklı ilâhlaştırdıkları için mahkûm ettiğimiz ve baştanbaşa biri diğerinin tezadı üzerine kurulu bütün bir felsefe tarihinin müelliflerinden ve mümessillerinden hiçbiri çelişkinin bu kadar çukuruna düşmüş değildir. Onlar akılcı; bunlar akılsız akılcı… O kadar akılsızlar ki; “Kur’ân’daki İslâm” davalarının, kendilerince en mühim meselesi olan Türkçe Kur’ân ve bununla ibadet bahsinde İmâm-ı Âzam Hazretlerinden medet ummakla, kendi davalarını kendi elleriyle gümbür gümbür yıktıklarının farkında değiller…

Mekr-i İlâhî!…

***

28 Şubat 1997… Mânâsı şu: Yarım kalmış devrimleri ikmâl süreci… “Devrim”in -hiç olmazsa kitâbî mânâda- ne olduğunu bilen herkes şunu da çok iyi bilir ki: “Devrimin yarımı olmaz! Ve devrim, olgunluk ve kemâl demektir; sezeryanla alınanı fazla yaşamaz”…

Olan olmuş… Şu an ortada yarım ve yaralı bir devrim var. Yarayı iyileştirmek ve yarımı bütünleştirmek için ne yapmalı? Ki; devrimin yarım kalması demek, hesaplaşmanın yarım kalması demek… Hesaplaşmanın yarım kalması demek, yeni ve sağlıklı bir toplumsal sözleşme alanının açılamamış olması demek… Yeni ve sağlıklı bir bir toplumsal sözleşmenin yapılamamış olması demek, millî birlik ve beraberliğin hiç kurulamamış olması demek, millî birlik ve beraberliğin hiç kurulamamış olması demek, non-stop bunalım, anarşi, terör ve huzursuzluk demek… Öyleyse ne yapmak gerek? Çok basit! Devrimler kimlerle ve neyle hesaplaşma üzerine kurulmuşsa onlarla ve onunla hesaplaşmak gerek!.. Yani? Yani, devrimin literatüründe adı mürtecî olan müslümanlarla ve adı irticâ olan İslâm’la… Ama yeniden ve köklü bir hesaplaşma olmalı bu; bu iş ikinci bir “yarım”ı affetmez! “Yatay geçiş ve uzun vadede entegrasyon” teorisini savunanlar, devrimin ilkelerinden ziyade demokrasinin kurallarını ön plânda tuttuklarına göre; “hesaplaşmayı çabuklaştırmak, çözümü olduğu kadar çöküşü çabuklaştırmak ihtimâlini de barındırır” bahanelerine ne kadar saygı ve güven duyulabilir? Bu uzun vadeli entegrasyon sürecinde en büyük basamak olan karşı devrim saflarındaki işbirlikçi dostlar tam güven telkin etseler bile; bu lider dostlar tabanlarına daha nereye kadar söz geçirebilirler? Haydi Temmuz 98’e kadar duralım ve görelim de; ya daha erken bir karşı kalkışma ihtimali?..

***

Türkçe Kur’ân ve ibadetlerin bununla yapılması gayreti; işte böyle bir devrimci kalkışmanın, devrimi yeniden ikmâl çabasının ayağı… Türkçe Kur’ân’la ilk ibadet ettirenlerden Hafız Ali Rıza Sağman, hatıralarında, emri meşhur içki sofralarından birinde aldıklarını ve Kur’ân’ı Türkçe olarak ilk o sofralarda okuduklarını anlatıyor ve diyor ki: “O güçlü bir rüzgârdı; önünde duramazdık.” Evet, o rüzgâr öyle bir esmiş ki, çok sarığı altındaki başla beraber uçurmuş… Bu devrin Sağmanlarından biri, bir TV ekranından, hem de canlı yayında “İslâm’ı yeniden yapılandırma” emrini paşalardan aldıklarını söylediğine göre; yukarıdaki ifadeler ve şu cümle bir hayâl mahsûlü ve yorum değil; gerçek: Devrimlerin derdine düşmüş tek kurum ve kuruluş kalmış; onun da belden aşağısını irtica sarmış…

Türkçe Kur’an ve bununla ibadet noktasına, Büyük Doğu-İbda’nın -akîde planında değil ama pratikte- kapatmaya çalıştığı içtihad kapısı zorlanarak gelindi… 27 Şubat 1997 öncesine atıfta bulunmanın yeri işte burasıdır. Zamanında Üstad Necip Fazıl’ın belki bin defa kulağını çektiği Hayrettin Karaman da şimdiki manzarayı görünce paşa çocuklarının yüzüne içtihad kapısını kapamaya kalktı ama, yine bir TV kanalında Prof. Salih Akdemir’in şu sitemiyle karşılaştı: “Hocam, bu kapıyı bize sizler açmıştınız; şimdi kapatmaya çalışıyorsunuz!”

28 Şubat 1997… Bu tarih, Anadolu topraklarında köklü ve kalıcı bir hesaplaşma denemesinin takvim başıysa eğer; yarayı iyileştirmek ve yarımı bütünleştirmek için böyle bir hesaplaşmaya kalkışanlar da pekalâ bilmeli ve kabul etmeliler ki; bu süreç bütün orta yolları ortadan kaldırır… Çünkü kitleler, bu gibi vakitlerde ne olursa ortada kalanlara olacağını adeta hayvanî bir içgüdüyle sezerek kamplaşırlar… Hatta bu saflaşma ülke sınırlarını da aşar ve dünya çapında bir hesaplaşmanın sancıları duyulur… Meselâ yıllardır, bu toprakların öz akîdesi olan Sünnet ve Cemaat Ehli anlayışına muhalif eserlerin ihracatçısı Arap ülkelerinden, şimdilerde Sünnet ve Cemaat Ehli anlayışını tâlim ve tahkim eden eserler tercüme ediliyor… Bunlardan sadece bir tanesi, Dr.Abdulgânî Abdulhâlık’ın “Hücciyetü’s-Sünne”si… Türkçesi: “Sünnet’in Delil Oluşu”… Türkçeleştiren: Dilâver Selvi… Yayıncısı: Şűle yayınları… 1940 yılında kaleme alınan eser, o zamanki cereyana cevap mahiyetinde ama; “İslâm’ı yeniden yapılandırma” cereyanı, bugün yarım kalmış devrimlerden biri olarak ele alındığından bugüne yazılmış gibi… Şöyle diyor müellif:

“Sünnetin hüccet oluşu dinî bir zarűrettir ve bu, hiçbir mü’minin kalbinde şek ve şüphe bırakmayacak şekilde en açık delilleriyle ortaya konmuştur. Ancak sözümona İslâm’ı desteklemek, onu kendisine ârız olan tebdil ve tağyirden temizlemek ve muhafaza etmek isteyen bazıları, aklı zayıf müslümanların kalbini bozacak, sünnetin hüccet oluşunu ortadan kaldıracak birtakım şüpheler ortaya atmışlardır. Bu şüpheleri yayanlardan birisi de Dr. Muhammed Tevfik Sıdkî’dir. O, Mecelletü’l-Menâr’da bunları yazıp yaymaya ve “İslâm Sadece Kur’ân’dır” başlığı altında, onları savunmaya çalışmış, bununla da dinine hizmet ve onu müdafaa ettiğini zannetmişlerdir.”(1)

***

Devrimlerin yarası sarılacak ve yarım kaldığı yerden ikmâl edilecekse; böyle bir ameliye, hemen ikinci gün oy kaygısıyla davadan taviz vermeye meyyâl politikacılar eliyle olamaz! Başörtüsüne bile hak ve özgürlük nazarıyla bakan bir zihniyetin -demokrasinin- müntesipleri bu davayı idrak edemeyecekleri gibi, bu dâvâ da demokrasinin ve hukukun sınırlarını kevgire çevirmeden kemâle erdirilemez! Başörtüsüne hak ve özgürlük nazarıyla bakan demokrasinin tersine, İslâm’da “hürriyet ve hak” nazarıyla bakmaktadır başörtüsüne… “Hürriyet”in “hak”tan önce zikredilmesi çok önemli bir meseledir. Çünkü İslâm, “hür” saymadığı bir kadına başını örtme hakkı tanımaz! Bugün başlarındaki örtüyle bütün kamusal alanlarda sorun olan başörtülüler, vatandaşlık hak ve hürriyetinden başka hangi hürriyet ve hakka mâlik olarak başlarını örtüyorlar? Bunun bir tek izahı var: Başka hürriyetleri kölelik sayan yeni bir hürriyet isteği; isyan bayrağı… Başörtülülerin hepsi bunun şuurunda olmasa bile, bizatihî başörtüsü olayları böyle bir siyasî bilincin işlevini üstlenmiştir.

“Toplumu birleştirmek için iktidarın elindeki son çare jandarmaya, polise, orduya, hapishanelere, cellâda başvurmaktır. Zorbalığı kendi yararına tekelde tutması ve hiziplerle kişilerin ellerinden askerî silahları alması (bugün polisin elindekilerin istenmesi gibi), siyasî anlaşmazlıklarda zorbalığı kendi hesaplarına kullanmaktan vatandaşlarla grupları alıkoymak demek olduğuna göre zaten bu bir ilk birleştirme şeklidir.”(2)

***

“Denge dönemlerinde, hukukî sayılan devlete, kolaylıkla itaat edilir. Devletin görevini yapmadığına -haklı, haksız- karar verilir veya devlet hoşnutsuzluk yaratırsa kaba kuvvet hareketleri, ayaklanmalar, kargaşalıklar, siyasî suikastler patlak verir.

Lao-Çe, “Yönetime saygı gösterilmiyorsa, başka bir yönetim yola çıkmış demektir” diye yazmıştır. Şiddet hareketleri, genellikle sınırlı bir amaca yönelir: Daha iyi bir ücret, bir eğitim, yöneticileri baştan uzaklaştırma gibi. Devletin ana ilkelerini altüst etme niyetleri – o zaman devrim alanına girilir – pek seyrek görülür.

Devrimler, kurumlarla zihniyetleri bağdaştırma eğilimindedir. Yöntemler her zaman şiddet niteliği taşımaz: Hristiyanlığın yayılışı, Gandhi’nin edilgen karşı koyması… Cebir ve şiddete büründüklerinde ise sakin geçen bir gebeliği noktalayan bir olaydırlar. Örnek; Fransız devrimidir. Fransız, İngiliz ve Amerikan Devrimleri, benzer bir iç oluşumun sonucudurlar. Diğer bir deyimle, içerden doğmuşlardır.”(3)

***

Hz.Yakup… Oğlu Yusuf’u kaybettiğinde yıkıldı… Ve yıllarca, kendini küçük oğlu Bünyamin’le avuttu… Birgün bu tesellisini de kaybedince, tamamen yıkılacağı zannının tersine büyük bir ümit ve azimle yerinden doğrulup görmeyen gözlerini ufka çevirerek şöyle mırıldandı: “İşte şimdi Yusuf’un kokusunu duyuyorum!..”

Ya bizler?

Biz bir kere Yusuf’u kaybettik… Yıllar sonra, kendimizi avuttuğumuz İmam-hatipleri, Kur’an Kurslarını, partimizi, vakıflarımızı, başörtüsüyle okuma hakkımızı vs. elimizden aldılar… Şimdi bizim de gözlerimiz ufukta; Yusuf’un kokusunu duyduk bir kere; tesellilerimizi geri verseler de kanmayız artık!…

Dipnotlar:

1) Dr. Abdulgânî Abdulhâlık, Hucciyetü’s-Sünne, (çev. Dilâver Selvi), Şûle Yay., İstanbul, s. 197
2) Maurice Duverger, Politikaya Giriş, Varlık Yay., İstanbul 1978, s. 192
3) Gaston Bouthoul, Siyaset Sosyolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1968, s. 136-137

Kaynak: Akademya I. Dönem, Sayı 9, Nisan 1998.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!