İdeal değerler ile aktüel değerleri, zamanı bütünlemek mânâsına bir sentezde birbirine kavuşturmak, “cemedici” vasfıyla insanın varlık borcudur.
İdeal değerler, bir “olması gereken” olarak gelecekte erişilecek bir vaziyet-hâl değil; zaten halihazırda var olan ve tâbi olunması gereken Mutlak Hakikat yönünden, “bulunanın aranmasına” mevzu olandır.
Aktüel değerler ise, ahlâkla bağlantılı bir yerde “’fail’ olmak yerine ‘münfail’ sıfatta, yani ‘fiilin içine işlemiş ve işletici sıfat’”a(1) mevzu olandır.
İdeal değerlere, aktüel değerlerin tekemmül ettiricisi; aktüel değerlere de, ideal değerlerin taşıyıcısı nazarıyla bakabiliriz.
Bunun yanıbaşında pay alınması gereken ölçü:
“’İslâma uygun olma’nın zamanı bütünlemek mânâsında bir mesuliyet belirttiğini anlamıyorlar.”(2)
Zamanı bütünlemek; “Dış oluş vasıtalarını (aktüel değerler, K.D) iç oluş destekleriyle (ideal değerler, K.D) beraber kuşatmak”(3) demektir.
Bütün fikrin yansıtıcısı dünya görüşünü de bu çerçevede mütâlaa etmek gerekir. Dünya görüşü, çoğu kez sanıldığı gibi kendinden menkul bir kurgu, yakıştırma işi değildir. O, kök alâkası çerçevesinde, küfre sed çekme tavrı olarak hayata seyirci kalmayı reddetmektir. Bunun yanısıra, dört bir koldan üstümüze üstümüze akıp bizi peşisıra sürükleyen hayatı, istikâmet üzere “esas”a bağlamak dâvâsıdır. Diğer bir deyişle, dünya görüşü, hayata ilişkin tasavvur tarzı olmanın ötesinde, ona meydan okumadır; “akıcı özelliğiyle târife gelmeyen hayatı” inhisarına alma tavrıdır.
Dünya görüşü bir kurgu, yakıştırma değildir, dedik. Hem de, hayatın akışı içinde eşya ve hâdiselerin her ân yeniliğine rağmen!
Bakış açısını Batı tarih perspektifinden devşirenler için böyle bir iddia kaale alınmayabilir. Ancak şu bilinmelidir ki, Batı düşünce çizgisinde tarih, kronolojik olarak tekâmül eden, “iyi”den “daha iyi”ye doğru gelişen bir süreçtir. Ortega Y Gasset’nin “İnsanın tabiatı yoktur, tarihi vardır” deyişi de bu yaklaşımın tipik bir ifadesidir. Halbuki insan tabiatı-malûmu, tarihe bizzat değer verendir. Gasset’nin sözü Batı insanı için doğru olabilir. Nitekim başka bir Batılı düşünür, “Batı insanı” diyor, “eşitlik ve hürriyet yolunda kaydettiği mesâfe kardeşlik temelinden mahrum olduğu için kendini imha aşamasına varmıştır” tesbitini yaparken, Batı insanının, hükmüne tâbi bir tabiata sahip olmadığını vurgulamaktadır.
Varlık muhasebesinin İslâm nokta-i nazarından hem ifadesi hem de delili İbda Diyalektiği, insanı “tesir edici eser”(4) diye niteler. Buradan hareketle diyebiliriz ki tarih, insanın tesir edici hüviyetinden neş’et eden faaliyetlerinin tezâhürüdür.
İnsan, kul mânâsına bir “eser”dir denildiğinde; “fail yerine münfail sıfatta, fiilin içine işlemiş işletici sıfat” yönüdür dile gelen.
Sıfat, “bir şeye değerini veren” mânâsınadır; ve değer, mahiyetin kendisi olarak erozyona uğramadıkça, halihazırdaki insan faaliyeti, bugünü “daha iyi” ve geçmişi “miadını tamamlamış-müzelik” bir “iyi” şeklinde tasnife yeltenmez.
Tarihi insan tabiatından hareketle okumak yerine, insanı tarihte mihraksız arayışların tesadüfünde mevkîlendiren Batı tarih anlayışının zıttı olarak ve onu berhava edici bir istikâmette başa alınması gereken hakikat, Allah Resulü’nün Veda Haccındaki: “İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti”(5) beyanlarıdır.
“İslâma uygun olma, zamanı bütünlemek mânâsına bir mesuliyettir” müteârifesinden-peşin hükmünden, bu hakikatin ışığında pay almak gerekir. Allah Resulü’nün Veda Haccı sırasında buyurdukları beyanın daimî ihtarcısı olarak Kâbe’yi mihrak diye işaretlersek, “tesir edici eser” hüviyetiyle “insan” faaliyetlerinin toplamı hâlinde “gelecekten-meçhulden” devşirilen bilgiyi “iyi” ve “daha iyi” şeklinde tasnife ihtiyaç duyulmaz; “zamanın gaye noktası”, “Kıble anlamının yön vericisi” Kâbe mihrakında, “oluş sırasına riayet” ve bunun “edeb tavrı” da sağlanmış olur.
“İmam-ı Rabbani Hazretleri, Kâbeyi, madde dünyasının tükenip ruh âleminin başladığı nokta diye târif eder.” Bu harikulâde târifi aktaran Üstad, yine harikulâde bir târifle, Kâbe’nin mânâsını şu ifade ile pekiştirir:
“Yakınına varınca istikâmeti de istihlâk eden, harcayan toplayıcı sır noktası…”(6)
İmdi bu zaviyeden diyebiliriz ki, Batının “fütürist-gelecekçi” tarih anlayışına nazaran, İslâm tarih anlayışı ircâcıdır.
Oluşlar dizisi boyunca zamanın “tecellisinde-ifadesinde” ortaya çıkan teferruatlara, Batı bakış açısı, asıl gerçeklik pâyesi yükleyerek, problemlerin hâllinde temel kriter diye kullanıyor. Teferruat, mahiyeti gereği “sınırlı tecrübe”dir. Eşyâ ve hadiseleri mânâlandırmada sınırlı tecrübenin yetersizliği ayan beyan bilinmesine rağmen, bu bakış açısı terk edilmediğinden dolayı; yeni arayışlar, idealize olunan bir “üst gerçeklik” değeri kazanıyor.
Buna mukabil, İslâm tarih anlayışı, dünya görüşünü de temin eden “nihâî gâye noktası-Mutlak Hakikat” ölçülendirmesine tâbi bir “bakış açısı-şuur”la, zamanın tecellisinde ortaya çıkan teferruatı “asıl-üst gerçeklik”e bağlama merkezlidir.
Mevzuyla alâkalı güzel bir mîsal:
“Genellikle kendimize açık kılmamız gereken şey,” diyor E. Cassirer, “süje ve obje kavramlarının aklın düpedüz verilmiş ve kendiliğinden anlaşılan bir malı olmadığı, tam tersine, gerçekten yaratıcı bir dönemin, bu kavramları kendi emeğiyle edinmek ve bunlara kendine özgü anlam damgasını kendi çabasıyla vurmak zorunda olduğudur.”(7)
Batı bakış açısından, süje-obje arası ilişkinin doğurduğu “anlam” için, kendinden menkul her yeni arayış dönemine bir milad özelliği atfedilmesi, altı çizilecek bir husustur.
Aynı pasaja bir de, Hazreti Ali’nin söylediği ve bizim meâlen nakledeceğimiz şu ölçüyle, tâlim ve terbiye konusunda altın çivi değerindeki “Siz siz olun çocuklarınızı gelecek zaman için yetiştirin, çünkü onlar sizin yaşamayacağınız bir zaman dilimi için yaratılmışlardır.” hikmetinden pay alarak bakarsak; “zamanın ucunda” yaşayan insanın, zamanın gerisine düşmeden paralelliği sürdürebilmesi ve “esasa bağlı muhtevanın kesintisiz temini” için ibdaî bakışın şart olduğu neticesi ortaya çıkar.
“Varlığın, zamanın muhtevası olarak imkân ve ihtimaller”ini(8) kendi dünya görüşünün verimi hâlinde tablolaştırmak; veya “fikrin eşya ve hadiseler üzerinde pıhtılaştırılması olan ‘aksiyon’”(9) tavrıyla, aktüel değerleri “yaşanan-canlı gerçeklik” hâline getirmek; işte ibdaî bakış dâvâsı!..
Hazır, “ibda” ve “aksiyon” vurgusu yapmışken; fikir mesailerini birtakım “entelektüel mahfil” veya “epistemik cemaat” çevrelerinde-çerçevesinde tatmin olma duygusuyla yürütenlerin, savunduklarının kavgasına, aksiyon açılımlarına yanaşamamalarındaki acziyet, bunların, “dünya görüşü şartı”nı, kabul edilmesi gereken bir peşin fikir olarak göremediklerini ispatlamaktadır.
Dünya görüşü için dedik ki, o, hayata ilişkin bir tasavvur tarzı olmanın ötesinde, hayata bir meydan okumadır. Hayatı “murad menzilinde istikamete”(10) bağlama davasıdır. Dolayısıyla nihâî gâye noktası, devlet olmaktır.
“Devlet,” diyor İBDA Mimarı, “genişliğine insan aksiyonunun en büyük kuruluşudur.”(11)
Bir de onun, devletin omurgasını teşkil eden “nizam” hakkındaki tesbiti:
(Nizam:) “Hem mümkün olma özelliğiyle varolan keyfiyetin ‘yapmak’la gerçekleşen muhteva düzeni, hem de ‘yapmak’ ifadesinin belirttiği hareket düzeni olarak ‘kanun’”dur. (12)
Hâsılı, dünya görüşü, hakikati etkin kılmanın hem şuuru ve hem de bu şuura bağlı “yapmak” mükellefiyetini deruhte eden EL’dir.
İmân-tefekkür-ibda-aksiyon bütünlüğünde, “murad menzilinde istikamet”in “kendinden zuhur diyalektiği” hâlinde, varoluşla ayniyet kesbedici bakış açısının temsilcisi BD-İBDA, “fiilin içine işlemiş işletici sıfat” olarak yürüyen hakikattir.
Dipnotlar:
1) SM, Kültür Davamız, İBDA Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 1993, s. 85
2) SM, İslama Muhatap Anlayış, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 1987, s.17
3) SM, İBDA Diyalektiği, İBDA Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 1995, s.22
4) SM, Kültür Davamız, s. 58
5) SM, İBDA Diyalektiği, s. 33
6) NFK, İmân ve İslâm Atlası, BD Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 1985, s. 84
7) Ernst Cassirer, (Aktaran: Nermi Uygur, Kuram-Eylem Bağlamı, Y.K.Y., İst. 1996)
8) SM, Kültür Davamız, s. 128
9) A.g.e. s. 100
10) SM, Büyük Muztaribler, İBDA Yayınları, 1 Basım, İstanbul, 1998, s. 31
11) SM, Kültür Davamız, s. 144
12) SM, Necip Fazıl’la Başbaşa, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 1989, s. 47
Kaynak: Akademya I. Dönem, Sayı 11, Şubat 1999