Tercüme: RABİA OKUYAN
14 Ocak, 2007, Pazar, W22, Washington Post Dergisi
Sharon Weinberger, “Imaginary Weapons: A Journey Through the Pentagon’s Scientific Underworld” (Sanal Silâhlar: Pentagon’un Bilimsel Yeraltı Dünyasında Bir Yolculuk) kitabını yazan Washington’lu yazar.
***
İnternette son haber: Hükümetin zihinlerine bir takım sinyaller gönderdiğine inanan bir grup insan. Bu insanlar akıllarını yitirmiş olabilirler. Ancak Pentagon tam da bunu yapabilecek bir silahın peşinde koşuyor.
EĞER HARLAN GIRARD AKLINI YİTİRMİŞSE BİLE, BU KONU HAKKINDA ROL YAPMIYOR. Buluşacağımızı söylediği yer olan Philadelphia tren istasyonunda, düşmek üzere olan bir savaşçıyı kucaklayarak cennete kaldırıyormuşcasına kanatlanan bir meleğin heykeli olan II. Dünya Savaşı anıtının altında bekliyor. Girard, baskılı bir haki pantolon, pahalı görünümlü deri makosenler ve gıcır gıcır bir gömlek giymiş. Sıradan bir Cuma günü için giyinmiş, feci bir kara mizaha sahip (bunu heykelin alt kısmını göstererek “melek, ölü bir askerle ilişkide bulunuyor” dediğinde anladım) yerel bir işadamı gibi görünüyor. Yetmişinde olmasına rağmen, zinde ve sağlıklı durumda. Üzerinde en ufak bir dağınıklık yahut anormal bir görüntü yok. Yanında aynı zamanda bir de çanta taşıyor.
Girard’ın bu sıradan tasviri, çantasında ne olduğunu açıklayıncaya kadar sürdü: Hükümetin, zihnini kontrol etmeye teşebbüs ettiğini ispatlayan belgeler. Bu siyah, eskimiş çantayı gittiği her yere götürüyor. “Ne zaman dışarı çıksam, eve döndüğümde her şeyin çalınmış olduğunu bulmaya hazırlıklıyım.” diyor.
Çantayı bir tarafa bırakırsak, Girard zeki ve tutarlı görünüyor. Tren istasyonu içerisinde bulunan Dunkin’ Donuts’ın önündeki bir masada, Girard çantayı açıyor ve dikkatli bir şekilde etiketlenmiş; düzgün bir yazıyla yazılmış ve sarı yapışkan notlar ile sınıflandırılmış kalın bir belge yığını çıkarıyor. Belgeler orijinal görünümlü yeni hikayeler, askerî gazetelerden kesilmiş makaleler ve hattâ Amerikan Hükümeti’nin insanların zihnine sesler gönderen silahlar geliştirmeye teşebbüs ettiğini gösteren gizliliğini yitirmiş millî güvenlik belgeleri ile dolu.
“Bu teknolojinin var olduğu inkar edilemez” diyor Girard, ama eğer polise gider ve “bazı sesler duyuyorum” derseniz, sizi psikiyatrik muameleye tabi tutacaklardır.
“Çantasında eksik olan tek şey -ki bu eksiklik onun deli olmadığını ispatlamayı güçleştiriyor- hükümetin halihazırda büyük bir grup Amerikan vatandaşına zihin kontrolü yöntemini uyguladığı gibi inanılmaz bir fikri destekleyebilecek tek de olsa bir belge. Girard tek doğru delilin kendisi gibi mağdur olduklarını iddia edenlerde olduğunu itiraf ediyor.
Ve onlardan çok var.
*
CUMARTESİ GÜNÜ KONFERANSLI TELEFON BAĞLANTISINDA ilk kişi konuştuğunda saat sabah 9:01’i gösteriyor.
Arayan kadın daha hattın ucunda birilerinin olup olmadığından emin olmayarak ortaya ilk soruyu atıyor: Sizde toplu taciz (gang stalking) mi yoksa V2K (“voice to skull”: beyinde sesler) mi var?
Kısa ve rahatsız edici bir bekleme oluyor.
Bir adam “V2K, çok kötü, 7 gün 24 saat” diye cevap veriyor.
Başka bir kadın “toplu taciz” diyor.
Başka bir adamsa “iyi o zaman, kulübe katıl” diyor.
Bu itiraf “kulübünün” üyeleri, olağan mağdurlar değiller. Bu grup, alkolikler, uyuşturucu bağımlıları yahut çocuk tacizi mağdurları için değil. Telefona bağlanan insanlar, kendilerini zihin kontrol mağdurları diye tanımlayan ve zihinlerini kontrol etmek ve araştırma yapmak için bir yöntem kullanarak onları gece gündüz takip eden gizli bir hükümet programının kendilerini hedef aldığına inanan insanlar.
Arayanlar kendilerini çoğunlukla “hedeflenmiş fertler”, kısacası TI (targeted individuals) şeklinde adlandırıyorlar ve “V2K” kafalara ses sinyalleri gönderen silahları belirtmek için kullanılan, açılımı “voice to skull” olan resmî askerî bir kısaltma. Kendi aralarında kullandıkları lisanda “grup tacizi (gang stalking)”; kendilerinin hükümetin ajanı olan komşular, yabancılar yahut iş arkadaşları tarafından takip ve rahatsız edildiklerine olan inancı açıklamak için kullandıkları bir kelime.
Birkaç merhabalaşma, geç gelenlerin bip sinyalleriyle bölünüyor: Columbus’tan Bill, Philadelphia’dan Barbara, California’dan Jim ve diğerleri… Konferanslı telefon bağlantısının moderatörü Derrick Robinson toplantıyı açıyor.
Robinson, gece yarısı radyo sunucularının kulağa hoş gelen makul tonlamasıyla “Saat dokuzu beş geçiyor” diyor. “Başlasak iyi olur.”
*
ZİHİNLERİNE SALDIRABİLECEK SİLAHLARIN HEDEFİ OLDUKLARINA KANİ OLMUŞ BİR GRUP İNSANIN bu fikirleri, yanlız yaşayan meczupların görünmez zihin sinyallerini engellemek için kafalarına taktıkları alüminyum şapka görüntüsüyle kültürel bir şakaya dönüştü. Wikipedia, “alüminyum folyo şapka”yı “yaygın kalıplanmış yargı ve bir alay tabiri; paranoyayı anlatmak için kullanılan bir deyiş, komplo teoricileriyle ilişkilendirilir” şeklinde açıklıyor.
2005 yılında bir grup MIT öğrencisi alüminyum folyo ve radyo sinyallerini kullanarak resmî bir bir araştırma yürüttüler. Şaşırtıcı sonuç: Şapkalar gerçekte radyo frekans sinyallerini yükseltiyor olabilir. Tabiî ki teknoloji öğrencileri bu araştırmayı bir şaka olarak anlamlandırdılar.
Fakat Cumartesi Telefon konferansı süresince alüminyum folyo konusu dehşet bir şekilde önemliydi. MIT öğrencileri yeniden gündeme gelen bir konuyu ateşlediler; bazı hedeflenmiş fertler bunun kendi zararlarına bir şaka olduğunu fark ederken, bazıları sonuçları alüminyum folyonun sesleri durduramıyor oluşuna bir açıklama olarak gördüler.
Alüminyum folyoyu kıyafetlerinin altından vücudunun tamamına sardığını söyleyen konferansın bir katılımcısı, “Alüminyum folyo inanılmaz işe yarıyor” diye bildiriyor.
Bir adam soruyor: “Alüminyum folyoyu nereye koyuyorsun?”
“Her yere” diye cevap veriyor, “Şapkamın içine bile koyuyorum”.
İnternetteki zihin kontrolü forumlarındaki hedeflenmiş bir fert “Block EMF” (Elektromanyetik Frekansları Engelleyin) adlı internet sitesini öneriyor. Bu sitede bir tür kıyafet markasının reklamı var. “Güç hatları, bilgisayar elektrik alanları, mikrodalga, radar ve TV radyasyonundan korunmak için normal çamaşırınızın altına giyebileceğiniz hafif ve rahat iç çamaşırı” olarak tanımlanan alüminyum astarlı boxer şortlar bulunuyor. Benzer şekilde, beyzbol şapkası görünümde alüminyum folyo şapka da zekice ve ustalıkla tasarlanmış.
Mağdurlar, veya mağdur olduklarına inananlar, insanlar tarafından küçümsenme pahasına seslerini yükseltiyorlar. Akşam boyunca konuşmaya katılan 40’tan fazla kişi siteye giriyor ve çok daha fazla sayıda insan 143 üyesi olan internet forumuna katılıyor. Bir gazetecinin foruma bıraktığı ve bu konuyla ilgilendiğini belirten not, 200’den fazla e-posta cevabı alıyor.
Yakın zamana kadar devletin kafalarına sesler yaydığını düşünen insanların dertleri arasında sosyal izolasyon da bulunuyordu. Fakat şimdi, çoğu, dünya üzerinde kendileri gibi yüzlerce, hatta binlerce kişiyle tanıştı. Hindistan, Çin, Japonya, Güney Kore, İngiltere, Rusya ve diğer ülkelerde elektronik ve toplu tacizle ilgili internet siteleri ortaya çıktı. Mağdurlar Washington gibi büyük şehirlerde destek toplantıları düzenlemeye başladılar. Bu toplantılarda en sevilen konular nasıl kalkan (meşhur alüminyum folyo şapka) oluşturulabileceği, medya ve halkla ilişkiler eğitimi ve zihin kontrolünü yasaklamak için muhtemel yasal stratejiler.
Hedeflenmiş fertlerin önündeki en büyük engel, insanların kendilerini ciddiye almalarını sağlamak. 2001 yılında Ohio’lu milletvekili Dennis Kucinich’in “psikotronik silahları” (zihin kontrol teknolojisinin bir başka adı) yasaklamak amacıyla sunduğu tasarı, hedeflenmiş fertler tarafından büyük bir adım olarak görülüp takdir edildi. Fakat bu tasarı blog yazarları ve köşe yazarları tarafından alay konusu oldu ve derhal reddedildi.
Kucinich’in sözcüsü Doug Gordon, tasarının uzaydaki silahları yasadışı ilan eden daha geniş bir yönetmeliğin parçası olduğunu söylemek dışında, zihin kontrolünü tartışmadı. Tasarı yeniden sunuldu fakat zihin kontrolü bunun içinde değildi. Gordon’un tüm söylediği, “Yönetmeliğin sıkılaştırıp yeniden düzenlenmesinin sebebi onun yoğunlaştırılması değildi,” oldu.
Seçilmiş milletvekillerinden yeterli desteği alamayan hedeflenmiş fertler, kendi halkla ilişkiler kampanyalarını başlattılar. Bu yüzdendir ki, geçtiğimiz ilkbahardaki Cumartesi konferans konuşmaları, Washington’da bir miting düzenleme planları ile alakalıydı. 2005 yılındaki bir miting denemesi birkaç düzine insanı bir araya getirebildi ve toplanan kalabalık yağmur nedeniyle dağılmak zorunda kaldı. Hedeflenmiş fertler bir kez daha denemekte kararlıydılar. Konuşmalar, tişört tasarlama, kongreyle ilgili buluşmalar düzenleme, bağış toplama, yeni bir internet sitesi oluşturma ve slogan hazırlama konularında odaklanmıştı. Toplu taciz ve zihin kontrolü konularının hangisi üzerinde yoğunlaşılacağı tartışmalarının sonunda, grup ikisini de kapsayan bir slogan buldu: “Gizli Takip ve Elektronik Tacizden Özgürlük”.
Toplu tacizin 1980’lerde Ulusal Güvenlik Ajansı’nda (NSA) çalışırken başladığını söyleyen konferans konuşması moderatörü Robinson, grubun beklentilerine dair değerlendirmesini yapıyor: Belki bu miting basında çok fazla yankı uyandırmaz ama en azından ilk adım atılır. “Bunu bir hareket olarak görüyorum,” diyor Robinson. “Sürekli yeni insanları aramıza katıyoruz.”
*
HARLAN GIRARD, PROBLEMLERİNİN 1983’te Los Angeles’ta bir emlak müteahhidi iken başladığını söylüyor. Taciz, başta belirgin değilmiş: Bir gün kadının biri arabasını yanaştırıyor, ona parmağıyla işaret ediyor, sonra basıp gidiyor; geceleyin penceresinin altında koşan insanlar görüyor; komşularından bazılarının onu izliyor olabileceğini fark ediyor ve geceleyin dairesinin döşemesinin altında birilerinin hareket ettiğini duyuyor.
Girard, kim olduğunu belirtmek istemediği, psikolog olarak çalışan o zamanki kız arkadaşından tavsiye istiyor. Kendisine onun “Kimse 40’larının sonunda psikotik olmaz” dediğini söylüyor. Psikotik davranışın diğer semptomlarını göstermediğini -iyi giyimliydi, faturalarını ödüyordu- ve kulağa paranoyakça gelen gözetlendiğini iddia etmesi dışında normal davrandığını belirtiyor. “Psikotik kişiler toplumdan soyutlanmış olurlar,” dediğini hatırlıyor.
Birkaç ay sonra, taciz bir ânda bitti diyor Girard. Ancak bu ara uzun sürmüyor. 1984 yılında, yeterince uygun olarak, her şey ciddi anlamda garipleşiyor. Emlak kariyerini, peyzaj mimarisi konusunda yüksek lisans yaptığı Pennsylvania Üniversitesi’ne geri dönmek için terk ediyor. Park ve kamu alanları dizayn etme hayallerine sığınıyor. Sonra sesler duymaya başladığını söylüyor.
Girard, çok sayıda erkek sesini birbirinden ayırabiliyordu. Bunu, seslerin nasıl üretildiğinin zihnî bir görüntüsü tamamlıyordu: “Dört pisliğin bir oyun masası etrafında oturup bira içtiği” bir kayıt stüdyosu.
Sesler kabaydı ancak aynı zamanda kibardı da, ona “Bay Girard” diye hitap ediyorlardı.
Onunla alay ettiler. Normal olduğunu düşünüp düşünmediğini sordular ve delirmek üzere olduğunu öne sürdüler. Sınıf arkadaşlarını aşağıladılar. Kilolu bir öğrenci bir saha gezisi için beyaz yağmurluğuyla geldiğinde, “Hey, Bay Girard, bir buzdolabına benzemiyor mu?” dediler.
Sesler başladıktan altı ay sonra, onun için başka bir soruları daha vardı: “Bay Girard, Bay Girard. Neden henüz ölmediniz?” Başlangıçta seslerin günde iki veya üç kez konuştuğunu, fakat sonra genellikle vücudunun tamamını saran şiddetli bir acının eşlik ettiği sabit bir ahenksizliğe doğru arttığını hatırlıyor ki, Girard şimdi bunları, görünmeyen ışınlarla vurabilen yönlendirilmiş enerji silahlarına bağlıyor.
Sesler, ona neler olduğunu nasıl öğrenebileceğini bile öneriyordu. Ona elektrik mühendisliği bölümüne gidip “bir bilim kurgu yazdığını ve yazdıklarının gerçekle tutarsız olmasını istemediğini, sonra da tam olarak neler olduğunu anlatmasını” söylediler.
Girard gitti ve teknolojinin, onun tasvir ettiği bazı şeyleri nasıl açıkladığına dair bazı ham izahlar buldu.
“Sonunda şöyle dedim: ‘Bakınız, sadede gelmeliyim, çünkü cevaplara ihtiyacım var. Bana olan şey işte bu, bilim kurgu değil.’” Güldüler.
Arkadaşlarından hep aynı cevabı aldığını söylüyor. “Beni deli olarak görüyorlardı, bu aşağılayıcı bir deneyimdi.”
Kendisine sesler ve acısı hakkında neden bir doktora başvurmadığı sorulduğunda, “İnsanlarla, potansiyel yaftalamaları yüzünden konuşmaya cesaret edemiyorum. Farklı davranılmak istemiyorum. Burada Philadelphia’daydım. Bana bir şeyler oluyordu ve ben hiçbir doktoru tanımıyorum… Sadece birilerinin bana bir şey yaptığını biliyorum.” diyor.
Mezun olmak onun için çok zor oldu ancak kararlı biriydi ve sonuna kadar direndi. 1988 yılında, mezuniyetini tamamladığı sene babası vefat etti ve Girard’a çalışma zorunluluğunu ortadan kaldıracak miktarda miras bıraktı.
Böylelikle Girard, peyzaj mimarı olmak yerine vaktinin tamamını kendine olanları araştırmaya adadı. Sık sık Washington’a giderek zihin kontrolü üzerine yazılmış devlet belgelerini arıyordu. Başka kurbanlar bulmak için bir dergiye ilan verdi. Yalnızca birkaç kişi geri dönüş yaptı. Fakat yıllar geçtikçe kendisi gibi insanlarla tanıştı ve kendi verdiği isimle bir “elektronik toplama kampı”na katıldığına ikna oldu.
Araştırmasında elde ettiği bulgular da inancını destekliyordu: 1950’lerde MK-ULTRA isimli düzenbaz bir zihin kontrol deneyinde CIA’in olaydan habersiz kurbanlara LSD verip uyuşturduğunu öğrendi. CIA’in elektromanyetik alanlarla zihni etkilediğine dair referanslara denk geldi. Ardından bir akademik araştırma kitabında, 1970’lerde askerî araştırmacıların Walter Reed Ordu Araştırma Enstitüsü’nde deneğin kafasında kelimeler duymasını sağlamak için darbeli mikrodalgalar göndererek yaptığı çalışmalardan bahsedildiğini gördü. Başka bir yerde insan bedenine öldürücü olmayan acı vermek için elektromanyetik enerji, ses dalgaları ve mikrodalga ışınları kullanıldığından bahsedildiğini buldu. Vücudunda oluşan her semptomu oluşturabilecek bir silah bulduğunu düşündü.
Girard’ın araştırmalarının ne kadarı gerçekle örtüşüyor?
Mikrodalga ve zihin kontrolü konusundaki kaygılar 1960’lara dayanıyor. ABD bu yıllarda Moskova’daki büyükelçiliğine düşük dereceli elektromanyetik radyasyonla saldırıldığını keşfetmişti. 1965’te ortaya çıkarılan Savunma Dairesi belgelerine göre Pentagon, Beyaz Saray’ın emriyle düşük seviye mikrodalgaların davranış ve biyolojik bakımdan etkilerini keşfetmek amacıyla gizli bir araştırma olan Pandora Projesi’ni başlatmıştı. Yaklaşık dört yıl boyunca Pentagon gizli araştırmalar yapıyordu: Maymun ölümleri, denizcilere haber vermeden mikrodalga radyasyona maruz bırakma ve bir dizi tuhaf deneyler (Pandora Projesi’nin alt bir projesi Acayip Proje olarak adlandırılmıştı). Çıkan sonuçlar karışıktı, program anlaşmazlıklar ve ilmî ağız dalaşlarına konu olmuştu. “Moskova Sinyali” adı verilen bu hadise, sonunda, zihin kontrolü yerine kulak misafiri olmaya yoruldu ve Pandora 1970’te sona erdi. Bununla birlikte, ordunun sözde ısısal-olmayan mikrodalga etkisi araştırması ortadan kaybolur gibi oldu, en azından gizlilik vasfı olmayan alanda.
Ancak araştırmanın hâlâ devam ettiğine dair izler var: 1950’lerde Hava Kuvvetlerine yazılan akademik bir makalede, kişinin beynine kelimeler göndermek için ses dalgaları kullanan bir silah oluşturma fikri geçiyor. “Bu sinyal, yaklaşan kötü şeylerin habercisi olan veya düşmanı teslim olmaya teşvik edebilecek Tanrı’dan gelen bir mesaj olabilir” şeklinde yazı sonlanıyor.
2002’de Hava Kuvvetleri Araştırma Laboratuvarı tam olarak bu tarz bir teknolojiyi patentledi: Mikrodalgalar kullanarak insanların beyinlerine kelimeler göndermek. Bu çalışmadan zihin kontrolü hakkındaki internet sitelerinde sıklıkla bahsedilir. Araştırma laboratuvarının yönlendirilmiş enerji müdürlüğü sözcülerinden Rich Garcia, bu patent veya bu alan üzerine yapılan çalışmalar hakkında konuşmayı, laboratuvarın mikrodalga çalışması üzerine konuşulmamasını emreden politikasını dile getirerek reddetti.
Bu makale için Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası çerçevesinde talep edilen bir bilgiye cevap olarak, Hava Kuvvetleri 2002 patentiyle ilgili gizliliği olmayan belgeler yayınladı. Ekim 1994’te patentin Hava Kuvvetleri laboratuvarındaki insan deneyi üzerine yapıldığını belirten bu belgelerde, bilim adamlarının insan deneklerin beyinlerine anlaşılması güç cümleler aktardığı biliniyor. Araştırma 2002’ye kadar devam etti. Bu çalışmanın nereye gittiği ise hâlâ belirsiz. Araştırma laboratuvarı, gizliliği öne sürerek bu çalışma üzerine tartışmayı veya başka belge yayınlamayı reddetti.
ABD Hava Kuvvetlerinin resmî iddiası, mikrodalgaların ısısal olmayan etkisi olmadığı yönünde. Ancak NASA’nın Langley Araştırma Merkezi’ndeki başuzman Dennis Bushnell, 2001’de Milli Savunma Endüstriyel Birliği’ne “Gelecekteki Stratejik Meseleler” üzerine yaptığı bir sunumda, insan beynine karşı mikrodalga saldırıları gelecekteki savaşların bir parçası olarak tanımladı.
“Bu çalışma son derece hassas” ve gizliliği olmayan belgelerde rapor edilmesinin ihtimali yok, diyor.
Bu arada, ordunun acı oluşturmak için elektromanyetik radyasyon sağlayan silahlar kullanması, bu silahların bazı kısıtlamaları gibi iyi biliniyor. 2001’de Pentagon bu araştırmanın bir unsurunu açıkladı: Aktif Reddetme Sistemi, deriyi ısıtmak ve şiddetli yanma hissi oluşturmak için elektromanyetik radyasyon kullanan bir silah. Dolayısıyla, evet, insanlara acı veren ve görünmez ışınları saçmak için dizayn edilmiş bir teknoloji mevcut, ama bu silah, birçok hedeflenmiş ferdin semptomlarından sorumlu tutulmak için yetersiz kalmış gözükmektedir. Bu silahın net menzili sınıflandırılmışken, yönlendirilmiş enerji silahlarında uzman olan Doug Beason silahı yaklaşık 700 metreye sokar ve ışın alüminyum gibi birtakım materyallere nüfuz edemez. Uydu antenine benzeyen tam ölçüdeki silahın ebatını ve fonksiyonel limitlerini göz önüne aldığımızda, hükümetin yahut herhangi birinin, yüzlerce insanı şehrin sokaklarında, evlerinin içinde ve otomobil veya uçakla seyahat ederken ışınla vurma yeteneği imkansızın da ötesindedir.
Fakat Amerika’da gizli saklı yapılan araştırmaların tarihi dikkate alındığında, savunma müessesesi zihin kontrolünü veya uzun mesafeli ışın silahlarını geliştirebilmişse, bu ışınlarla insanların hedefleneceğinin neredeyse kesin olduğunu varsaymak mantıklı. Ve bir kez geliştirildi mi, masum siviller üzerinde test edilme ihtimali kesinkes reddedilemez.
Girard, kendisine göre, bu silahların sadece geliştirilmekle kalınmadığına, aynı zamanda 20 yıldan fazladır kendi üzerinde test edildiğine inanıyor.
Hükümet ona işkence ederek ne kazanıyor olabilirdi? Girard, bunun bir açıklaması olduğuna inandığı yahut en azından geçmiş bir örnek olarak şunu buldu: Soğuk Savaş sırasında hükümet, kendisine ne yapıldığının farkında olmayan çok sayıda kurbanı “insan kobaylar” olarak kullanarak, bunlar üzerinde radyasyon deneyleri yapmıştı. Girard, kendisinin de yürüyen bir deney olduğu kanaatine varıyordu.
Yine Girard, kendisinin seçilmesinin tamamen bir tesadüf olduğunu da düşünmüyor; 1980’lerin başında bağış toplayan Cumhuriyetçi birine George H. W. Bush hakkında aşağılayıcı bir yorum yaptığı için kendisinin hedef alındığına inanıyordu. Girard, işittiği konuşmaların onun bu şüphesini sonradan doğruladığını söylüyor.
“Bir akşam yatmaya gidiyordum; her zamanki saçmalık devam ediyordu” dedi Girard. “Saçmalığın değişmez akışı. Tam yatmaya gitmek üzereydim ve bir ses dedi ki: ‘Bay Girard, stüdyomuzda kimin bizimle birlikte olduğunu biliyor musun? George Bush, Birleşik Devletler başkan vekili.’”
*
NE KADAR GARİP DE OLSA, GİRARD’IN HİKAYESİ, hedeflenmiş fertlerin bütün dünyada rapor ettiği şekilde, bir devlet kurumu veya görevlisiyle, peşinden bir takip-gözetim ve toplu tacizle, ve nihayet birçok vakada işitilen bazı seslerle ve elektrik şoklarına benzer ızdıraplarla karşı karşıya kalma ihtimalini yansıtıyor. İşte bu topluluk içindeki bazı kişiler, olabildiği kadar çok vakayı belgelemeyi kendilerine vazife edindiler. Hedeflenmiş fertlerden Californialı biri, bulguları bazı temel alanlarla sınırlandırarak 50 mülakat gerçekleştirdi. Bu alanlar: “kulaklarin çınlaması”, “vücudun parçalarının manipüle edilmesi”, “sesler duyulması”, “deride delinme hissi”, “sinüzit problemleri” ve “cinsel saldırılar.” Aslına bakarsak, Californialı mağdur şu şekilde devam etti: “çoğu, cinsel organlarının manipüle edildiğini hissettiklerini rapor ediyor.”
Hem erkek hem kadın mağdurlar, cinsel organlarına yönelik çok çeşitli saldırıları rapor ediyor. “Testislerim o kadar ağrılıydı ki zorlukla yürüyebiliyordum,” diyor Girard ilk tecrübelerinden bahsederken. Öte yandan, yönlendirilmiş enerji silahları ile ortaya çıkan sürekli cinsel uyarılmalardan sonra semineri bıraktığını iddia eden bir hedeflenmiş ferdin de aralarında olduğu diğer mağdurlar, saldırıların cinsel uyarılma şeklinde olduğunu rapor ediyor. San Diegolu bir mağdur olan Susan Sayler, hedeflenmiş fertler arasında çoğu kadının cinsel organlarına yapılan saldırılardan muzdarip olduklarını, ama çoğu zaman yabancılarla bunu konuşmaktan utandıklarını söylüyor.
“Çok düzensiz, ne zaman olacağını bilmiyorsunuz” diyor. “Kadınların çoğu, en kötüsünün yatağa uzanır uzanmaz olduğunu söylüyor. Çok garip zamanlarda, araba sürerken benim de başıma geldi.”
Ona bunun sadece kafasının içinde değil de elektronik bir saldırı olduğunu düşündürten neydi? “O esnada bir erkeğe karşi cinsel ilgi olmuyordu. Yanlış olan buydu. Kasılma yahut başka birşeye benzemiyordu,” diyordu. “Çok elektronik.”
Tanınmış Afrikalı-Amerikalı yazar Gloria Naylor, zihin kontrolüne inanan insanların kalıplaşmış yargılarının birçoğuna kafa tutuyor görünüyor. Millî Kitap Ödülünü kazanan Naylor, fakir bir mahallede yaşayan bir grup kadını anlatan ve sonradan Oprah Winfrey tarafından mini-dizi yapılan çok tutulmış romanı The Women of Brewster Place ile meşhur.
Fakat 2005 yılında, daha az bilinen bir eser hâlinde, hedeflenmiş bir fert olarak yaşadığı tecrübelerini anlattığı 1996 adında yarı biyografik bir kitap yayınladı. “Bu hikayeyi anlatmak istemedim. Bu cesaret ister. Belki benim sahip olduğumdan daha fazla bir cesaret, ama bana başka bir seçenek bırakmadılar,” diye yazıyor Naylor kitabının başında. “Zihnim uğruna bir savaşın içindeyim. Eğer şimdi durursam, onlar kazanacak ve ben kendimi kaybedeceğim.” İnanması zor olsa da kitap tutarlı. Kitabında, Yahudi Amerikan ajanlarının Naylor’un gözetiminden nasıl sorumlu olduklarını anlatan, rahatsız edici pasajlar göze çarpıyor. “Benim yolumdan gidip gelmeye devam eden arabalarin çoğu Yahudiler tarafından kullanılıyordu,” diye yazıyor kitapta. Son dönemde kendisiyle yapılan bir röportajda sözkonusu pasaj hakkında bir soru yöneltildiğinde, kendi mantığını savunuyor: Bir New York’lu olarak Yahudileri tanıyabildiğini iddia ediyor.
Naylor, Brooklyn’deki sakin bir sokakta, başarılı bir edebî kariyeri temsil eden, içi grift ahşap doğrama ve zevkli dekorasyonlarla donatılmış görkemli bir kumtaşı binada yaşıyor. Durumundan sakince bahsediyor, ara sıra kendi kötü vaziyetine ve aslında o düşündüğü akıl hastalığı ile mücadelesine gülerek. “Kendimi gözlemlerdim,” diye açıklıyor. “Malûm konuşmalar devam ederken yatakta uzanır ve sorardım: Belki de şizofrenidir?”
Girard gibi, Naylor da “sokak tiyatrosu” diye adlandırdığı, başkalarının tesadüfî bulabileceği için gözardı edebileceği ancak kendisinin kasten kurgulandığına inandığı bir takım hadiseleri anlatıyor. Bu çerçevede, kendisinin ıssız yazlık evinin etrafında şüpheli arabaların geçtiğini fark ediyor. Uçakta diğer yolcular, sokaktaki pandomim sanatçıları gibi, kendisinin her hareketinin taklidini yapıyorlar.
Girard’ın işittiği gibi seslerin ardından, Naylor ile alay eden, ona aptal olduğunu ve yazamadığını söyleyen seslere geliyor sıra. Küfür dolu bir dil işgal ediyor kafasını. Bunun üzerine psikiyatristten yardım alıyor Naylor ve kendisine antidepresan ilaç reçetesi yazılıyor. Fakat ilacın sesleri durdurmadığını, sadece tacizin gerçek olduğu kanaatini pekiştirdiğini söylüyor Naylor.
Naylor, neredeyse dört yıl boyunca seslerin kendisini yazmaktan alıkoyduğunu söylüyor. 2000 yılında zihin kontrolü forumlarını keşfettiği sıralarda sesler duruyor ve gözetim git gide azalıyor. O ândan sonra, bir “katarsis” olarak yazmaya başlıyor 1996’yı.
Meslektaşları, itibarına zarar verebileceğini söyleyerek, kitabı yayınlamaması için ısrar ediyorlar Naylor’a. Fakat o küçük bir yayınevi ile anlaşarak yine de yayınlıyor. Eleştirmenler tarafından genellikle görmezden geliniyor kitap, ama hedeflenmiş fertler tarafından sahipleniliyor.
Naylor, böylesi bir şahsî çöküşü anlatan ilk yazar değil. 20.yüzyılın en büyük romancılarından biri olan Evelyn Waugh, The Ordeal of Gilbert Pinfold’ta benzer tecrübeleri anlatır ayrıntılarıyla. Waugh’un 1957’de yayınlanan kitabı Naylor’unkiyle esrarengiz benzerlikler barındırır.
Sağlık amaçlı bir deniz yolculuğuna çıkan Pinfold, gemide kafasının içine yayın yapabilen ve kablosuz bir sistemin parçası olduğuna inandığı sesler duymaya başlar; fitnecinin, uygulayıcı olarak hareket etmeleri için diğer yolcuları tuttuğuna inanır ve yolcular tarafından sahnelenen “performansları”, kendisine yöneltilmiş ama diğerlerine zararsız görünüyor olması istenmiş diye anlatır.
Böylesi benzer bir vakadan kurtulduktan ve sesler ile paranoyanın uyuşturucu bir maddeye bağlı halüsinasyonların sonucu olduğunu fark ettikten birkaç yıl sonra, Waugh kendi kitabını yazdı.
1996’dan beri kitap yazmamış olan Naylor, kendisini ana akım edebiyata döndüreceğini umduğu bir tarihî roman çalışması içerisinde. Zihin kontrolü tarafından hedef alınmış olduğundan bir kuşkusu yok. Zihin kontrolü forumlarında başkalarının da kendi çilesiyle aynı sıkıntıları çekmiş olduğunu görmek, deli olmadığına inanmasını sağlıyor.
Elbette forumda gördüğü bazı şeyler ona çılgınca gelebiliyor. “Ama bunu söylemek bana düşmez,” diyor Naylor. “Belki ben de başkalarına deli gibi görünüyorum.”
*
HEDEFLENMİŞ KİŞİLERDEN BAZILARI, MESELÂ GENÇ BİR DOKTOR OLAN ED MOORE, duruma daha şüpheli yaklaşıyor. Diğer mağdurların kimi devlet organlarını veya insan gruplarını hiçbir delil olmadan suçlamalarını “manyakça iddialar” olarak niteleyip, bu tavrı eleştiriyor. “Bütün bunların arkasındaki kişi hakkında iddiaları olan kişiler arasında, bunu destekleyici verisi olan birini hâlâ bulamadım,” diyor.
Buna rağmen Moore, duyduğu seslerin zihin kontrolünün bir sonucu olduğuna ve ABD hükümetinin bu işin sorumlusu olduğuna inanıyor. Moore, sesleri ilk defa 2003 yılında, yani anesteziyoloji alanında tıbbî ihtisasını bitirdiği zamanlarda duymaya başlıyor. Sınavlara çalışmak için gece uyumamaya karar vermiştir. Yakınlardaki bir evden, kendisi, doktorluk yeteneği ve akıl sağlığı üzerine konuşup yorumlar yapan sesler duyar. Başta, dışarıdan gelen sesler duyduğunu zanneder sadece, fakat başkalarının bu sesleri duymadığını fark edince, herşeyin beyninde olup bittiğini anlar. “İşitsel halüsinasyonlu depresyon” sebebiyle hastahane tedavisinin de içinde olduğu travmatik bir “iki sene” geçirir.
“Arkadaşlarınıza ve ailenize yalnızca kendinizin duyabildiği seslerle elektronik bir tacize uğradığınızı anlatmaya çalışıyorsunuz,” diye yazıyor e-postasında. “Zamanla bunu yapmamayı öğreniyorsunuz. Size inanmıyorlar, yalnızca üzülüyorlar ve endişe duyuyorlar. Kafanızda size bağıran sesler varken ve arkadaşlarınız ve aileniz size çaresiz, hasta ve aklî açıdan dengesiz bir enkaz muamelesi yaptıkça depresyonunuz daha da artıyor.”
Tedavi işe yaramadığı ve psikiyatristler seslerin ne anlama geldiğiyle ilgilenmediği için, sesleri durdurması gereken anti-psikotik ilaçlardan bıktığını, sonrasında da bu durumla başa çıkmak için farklı yollar aramaya başladığını söylüyor.
“2005 yılının Mart ayında İnternet’te destek grupları aramaya başladım” diye yazıyor. “Eşim beni o tür sitelerde görünce ağlardı, çünkü hâlâ sesler duyduğumu biliyordu. Ama ben yapacak başka bir şey bilmiyordum.” 2006 yılında, üç sene boyunca yanından hiç ayrılmayan eşi, kendisine boşanma davası açıyor.
Diğer hedeflenmiş fertler gibi Moore da hayatıyla ilgili detayları paylaşma konusunda temkinli. Arkadaşlarına ve meslektaşlarına aptal gibi görünmekten endişeleniyor. Fakat en nihayetinde bu konuya dikkat çekebilecekse, risk almaya değeceğini söylüyor.
Babasının finansal yardımı ile Moore, şu ânda San Antonio’daki Teksas Üniversitesi’nde, insanların kafalarına sesler gönderen V2K teknolojisinin gerçek olduğunu ispatlamayı umarak, elektrik mühendisliği bölümünde okuyor. Okulda, diğer insanların etrafında olmasının, zihin kontrolüyle baş etmesine yardımcı olduğunu yazıyor, fakat sesler onunla alay etmeye devam ediyor.
Son zamanlarda seslerin ona “Seninle uğraşmayı asla bırakmayacağız” dediğini söylüyor.
*
HEDEFLENMİŞ FERTLERİN NATIONAL MALL’DAKİ MİTİNGLERİNDEN BİR HAFTA ÖNCE, Harlan Girard’ın kendi kafasındaki seslerden sorumlu tuttuğu kişilerden biri olan Jonn Alexander, Crystal City’de bir Chili restoranında, bir Philly bonfile sandviç ve kızarmış patatesin ardından, neden Birleşik Devletler’in zihin kontrol silahlarına ihtiyaç duyduğunu açıklıyordu.
Vietnam’da görev yapmış eski bir Yeşil Bereli olan Alexander, bir çok millî güvenlik işine girmiş ve belli başlı askerî ve politik liderlerle tanışmıştı. Uzun zamandır egzotik silahlara ilgi duymasıyla biliniyordu. Orduya ait bir yayın organı olan “Askerî Dergi”de 1980’de yayınlanan “Yeni Zihnî Savaş Meydanı” başlıklı makalesine, onun zihin kontrolünde suç ortağı olduğunun delili görülerek, kendilerini kurban olarak tanımlayanlar tarafından birçok kez atıf yapılmıştı. Şimdi devletten emekli olan ve Las Vegas’ta yaşayan Alexander, orduya danışmanlık yapmaya devam ediyor. O tatil günü de, resmî bir toplantıya katılmak için Washington bölgesindeydi zaten.
Keçeleşmiş beyaz saçların altında, kendi tarzında bir askerî düşünürün zihni bulunuyordu. Alexander, kendilerini savunma entellektüelleri olarak gören; büyük meselelere, gelecek tehditlerine ve yeni imkânlara odaklanan bir grup Pentagon danışmanından biri. Alexander’ın kariyeri, onu düşmanı durdurabilecek yapışkan köpük üzerine yaptığı çalışmalarından alıp, hâlâ fonksiyonel olarak faydalı gördüğü paranormal çalışmalarda ve parapsikolojide oyalanmaya sürükledi.
Daha önceki bir telefon konuşmasında, Alexander, 1990’larda katıldığı CIA’deki brifinglerde “zihin kontrolü, zihin değiştirici ilaçlar veya teknolojileri yahut buna benzer şeyler”in hiçbir zaman bahis mevzuu olmadığını söyledi. Alexander’a göre, askerî ve istihbarat kurumları, adı kötüye çıkmış bir CIA programı olan ve bir şeyden kuşkulanmayan kurbanlara LSD verilen MK-ULTRA’nın aşırılıklarından hâlâ korkuyorlardı. “Son zamanlara kadar, tokatlanmış herhangi bir şey (zihin kontrolü), had safhada tehlikeliydi”, çünkü Kongre verdiği parayı basbayağı keserdi, şeklinde konuşuyordu Alexander.
Alexander, “orada bazı istismarlar gerçekten oldu” diyerek durumu kabul ediyor. Ancak genel olarak, “kötünün yanında, iyiyi de yok ettiğimiz konusunda tartışırım” diye ekliyor.
Ama 11 Eylül 2001 hadisesi Washington’daki havayı değiştirdi ve millî güvenlik teşkilatındaki bazı kişiler yeniden zihin kontrolü ile ilgilendiklerini ifade ediyorlar, özellikle daha önce MK-ULTRA ile pek de ilgili olmayan genç nesil. “Konuya ilginin geri geliyor olması ilginç” diyerek bir gözlemini paylaşıyor Alexander.
Alexander, insanların zihnini kontrol etme konusunda özenle planlanmış bir komplonun bir şekilde parçası olabileceği konusunda dalga geçerken, muhtemel düşmanın zihninden nasıl istifade edilebileceği konusunda verdiği desteği ise itiraf ediyor. Fonksyonel manyetik rezonans görüntülemenin muhtemel kullanımını ve yalanı saptamak için kullanılan fMRI’yı örnek olarak veriyor. Çünkü fMRI ile “beyin haritalama”, sorguculara, beynin belirli alanlarındaki aktivitelere bakarak birinin ne zaman yalan söyleyeceğini teorik olarak bilme imkanı sağlıyor. Teröristleri sorgularken, fMRI’ın kullanışlı olabileceğini belirtiyor Alexander. Ama bu tekniğin akla gelebilecek herhangi bir kullanımı, hedeflenmiş fertlerin şikayet edeceği türde zihin okumada yetersiz kalacaktır.
Aynı zamanda elektronik araçların kullanımı ile davranışı değiştirme imkanı da Alexander’ın dikkatini çekmiş. Terörle savaş konusundaki açmaz, terörün asla bitmemesidir, diyor. Guantanamo’daki gibi düşmanlara ne yaparsınız meselâ; onları sonsuza kadar orada mı tutarsınız? Bu çok mantıksız. Davranış değiştirme bir alternatif olabilirdi diye ekliyor.
“Belki seni düzeltebilirim yahut elektronik yöntemlerle nötrleyebilirim, yani seni topluma salmak güvenli, yani geri dönüp beni öldürmeyeceksin” diyor Alexander. Teknolojinin bu senaryonun gerçekleşmesini sağlaması artık ân meselesi diye devam ediyor. “Şu ânda bunu yapabileceğimiz bir yere varıyoruz.” Sandviçinden bir ısırık almak için duruyor. “Tabiî bu, etik açıdan neye sığar? Bu cevaplaması zor bir soru.”
Alexander bu şekilde bir sorgulama ile karşılaştığında, cevaplamayı pek istemiyor. Tıpkı zihin kontrolünün etik olup olmadığı konusunda olduğu gibi, sadece gülümsüyor ve ellerini sanki hayal ürünü ağırlıkları tartıyormuş gibi göğüs hizanına kaldırıyor. Bir elinde zihin kontrolü ve hür düşüncenin kutsallığı, diğer bir elinde, biraz daha yüksekte de, terörle mücadele.
Ama bunların hiçbiri hedeflenmiş fertler ile alâkalı değil, diyor. “Sadece bir şeyler gizli diye, insanlar farklı anlamlar çıkarmaya eğilimli hâldeler. Sağduyu her zaman galip gelmiyor ve hatta doğru olması mümkün olmayan büyük mantık hatalarını gösterdiğinizde bile vazgeçmiyorlar.”
*
ACABA NE TÜR BİR ŞEY BİRİNİ, HATTA ZEKİ BİR İNSANI BİLE, bedenî olmayan sesler duymaya, hükümetin silahları olarak yorumlamaya iter?
Harvard’dan Psikolog Susan Clancy, kitabı ‘Kaçırılmış’ta, hedeflenmiş fertlere paralel bir konuya değiniyor: Uzaylılar tarafından kaçırıldığına inanan insanlar. Benzerlikler çoğunlukla şaşırtıcı: Sözümona kaçırılmış olanlar, garip ağrılar ve izleniyormuş yahut hedeflenmiş gibi hissettiklerini belirtiyorlar. Kaçırılmış olduğunu iddia eden kişiler genellikle işitsel halüsinasyonlar görmeseler de, bazen düşüncelerinin uzaylılar tarafından kontrol edildikğine yahut ileri teknoloji ile zihinlerine bir şeyler konulduğuna inanıyorlar.
(Buna karşılık, online forumdaki bazı hedeflenmiş fertler, halkın UFO’ları zihin kontrolünden çok daha garip bulmasından dem vurarak, kurulan bu parallelliğe şiddetli bir şekilde itiraz ediyor; biri “Bu bizi marjinal ve güvenilmez hâle getirecek” şeklinde dert yanıyor.)
Clancy, insanların uzaylılar tarafından kaçırıldıklarına inanmalarının temel sebebini, bu durumun onlara, vücutlarındaki izler (başkalarının morluk olarak görüp önemsemeyeceği türden izler), cinsel açıdan uyarılmalar (hedeflerin tanımladığı gibi) yahut paranoyak hisler gibi ilginç şeyler olduğunu açıklamaları için merak uyandıran bir hikaye anlatma fırsatı sunuyor olmasına bağlıyor. “Bu yalnızca problemleriniz için bir açıklama değil, aynı zamanda hayatınız için bir anlam kaynağı,” diyor Clancy.
Hedeflenmiş fertlerin durumunda ise, zihin kontrol silahları, kafalarında duydukları sesler için birer açıklama niteliğinde. Sokrates de bir ses duymuş ve bunun şeytan olduğunu düşünmüştü. Jeanne d’Arc da tanrıdan gelen sesler duymuştu. Hedeflerden biri e-postasında: “Bu rahatsızlığa yakalanmış her insan bu sorunun çözümünü arıyor. Herkes bunu kendi inançları doğrultusunda analiz ediyor. Eğer bilim merkezli düşünen bir kişi iseniz, o zaman muhtemelen bu durumu bu perspektiften değerlendirecek ve bunun bazı elektronik cihazlar aracılığıyla yapıldığı sonucuna varacaksınız. Eğer dindar bir kişi iseniz, hangi din olursa olsun, bunu dininizdeki unsurlar arasında bir mücadele olarak göreceksiniz. Belki de biraz daha tuhaf bir kişiliğe sahipseniz, bunun tabiattaki uzaylılar olduğunu düşüneceksiniz.” diyor.
Yahut 21. yüzyılın başlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyorsanız, NSA, CIA ve FBI’ın gittikçe artan gücünden korkabilirsiniz.
Devlet gözetiminin kurbanı olmak, delirmekten daha iyidir, diyebiliriz. Waugh’un kendi sancılı deneyimlerini anlattığı romanında Pinfold, gizli teknolojinin beynine sızmak için kullanıldığı sonucuna vardığında, bu keşiften dolayı “yalnızca minnettarlık duydu”. “Neden?”. “Popüler biri olmayabilirdi, gülünç denilebilirdi, ama o deli değildi.”
Yale Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü olan ve işitsel halüsinasyonlar üzerine çalışan Ralph Hoffman, duydukları seslerin devletin tacizi olduğuna inanan kişilerle sıklıkla karşılaşıyor (diğerleri bu seslerin Tanrı’dan, ölü akrabalarından, hatta eski kız arkadaşlarından geldiğine inanıyor). Hoffman, sesleri duyan herkesin şizofrenik olmadığını, insanların aşırı hissî dönemlerinde de sesler duyabileceğini belirtiyor. Seslere neyin sebep olduğu hâlâ bilinmiyor fakat kesin olan şu: Seslerin dış bir güçten kaynaklandığını düşünenler, bu kuruntulu inançlarından genellikle vazgeçmiyorlar. “Bu deneyimler son derece hissî ve sürükleyici ve bir o kadar zorlayıcı olduklarından, sıradan gerçeklik onlar için sıkıcı kalıyor.”
Belki de deneyim çok canlı olduğundan, tedavide iyileşen kişiler bile tıbbî rejimin beyinlerini devlet silahlarına karşı koruduğuna nadiren inanıyorlar, diyor Hoffman.
Penn State Üniversitesi’nde profesör olan ve son zamanlarda işitsel halüsinasyon üzerine iki farklı çalışmayla ilgilenen Scott Temple, halüsinasyona maruz kalan kişilerin sıklıkla hastalıklarının iç yüzü hakkında bilgisiz olduklarını söylüyor. Hasta olduklarını anlayanların bile “farkındalığın gidip geldiğini” söylediklerini belirtiyor. “İnsanlar bunalmış hissediyorlar ve kuruntulu yorumları geri dönüyor.”
*
PHILADELPHIA TREN İSTASYONUNA GERİ DÖNDÜĞÜMÜZDE, Girard daha telaşlı gözüküyor. Bir hafta öncesindeki toplantıda “denetimcileri” onunla kısa bir konuşma gerçekleştirmişler. Seslerin azlığından, ona saldıracak durumda olmadıkları kanaatine varıyor Girard. Bugün konuşması sırasında bir konudan diğerine atlıyor hızlıca: Radyasyon deneyi mağdurlarına, Geogre H.W. Bush’a olan nefretine ve şahsî deneyimlerine.
Penn’deki çalışmaları hakkında soru yöneltildiğinde, Girard okumadaki sorunlarından bahsediyor. “Size söyledim, yazdığım her şeyi onlar bana söylüyor”, diyor, sesleri ima ederek. “Ben okuduğumda, aslında onlar bana okuyor. Gözlerim hareket ediyor, gözlerimi alt satırlara doğru hareket ettiriyorlar. Onlar bana okuyorlar. Kitabı kapattığımda, okuduğum şeylerin hiçbirini hatırlamıyorum. Bunu yapmalarının sebebi de bu.”
Bir hafta öncesinde Girard, kendisine şüpheli görünen yalnızca bir kişiyi işaret etmişti – kitap okuyan genç bir Afro-Amerikalı. Fakat bu sefer daha fazla ses duyuyor ve bu onu istasyonun ajanlarla dolu olduğuna inanmaya itiyor. Girard bir süre sonra “mevkiimizi değiştirelim” diyor. “Eminim burada bugün 40-50 kişi vardırlar. Geçen sefer gözetimlerinden kaçtım, bir daha buna izin vermezler.”
Zihin kontrolü ve Girard’ın komploya karıştığını düşündüğü Pennsylvania Üniversitesi arasındaki ilişkiyi açıklaması istendiğinde Philadelphia kampüsü yakınlarında bulunan silah şirketlerinden bahsediyor. “General Electric, otoparkın tam yanındaydı; General Electric Uzay Sistemleri’nin orada büyük bir binası var. O binadan çalışmalarımı yaptığım stüdyoyu görebilirsiniz. Binadaki birisine orada ne yaptıklarını sordum. Bilgisayarla uğraşıyoruz işte. GE Uzay Sistemleri. Bir yerlerde füze enkazlarını araştırıyorlardı… Affedersiniz. Sorunuz neydi?”
Fakat Girard’ın hayatının büyük kısmı, 70 yaşında bekar ve zengin bir adamın hayatını andırıyor. Uzun tatiller için sıklıkla Fransa’ya gidiyor ve Philadelphia’da Fransız kültürel etkinliklerine katılıyor. Ayrıca, Cleveland Art Enstitüsü’nde, orada okumuş olan rahmetli annesi adına bir seyahat bursu açıyor (Girard 27 sene önce “şahsî sebeplerle” soyadını değiştirmiş) ve bu burstan faydalanan öğrencilerle buluşmak için seyahat ediyor. Zamanının çoğu araştırma ve zihin kontrolü üzerine yazı yazmakla geçse de, başka ilgi alanları da var. Siyaseti takip ediyor ve arkadaşları ve ailesiyle gezmeye gidiyor. Şüpheyle yaklaşacaklarını bildiğinden onlarla zihin kontrolü üzerine konuşmuyor.
Girard, deneyimlerinin bazılarının şizofreni belirtilerini yansıttığının farkında, fakat kendisine seslerin bir akıl hastalığı yüzünden oluştuğundan endişe duyup duymadığı sorulduğunda, cevabı oldukça net bir kelimeyle veriyor: “Hayır.”
Öyleyse seslerin gerçek olduğunu nereden biliyor?
“Bir şeyi bildiğinizi nereden biliyorsunuz?” diye cevap veriyor Girard. “Benim var olduğumu nereden biliyorsunuz? Bunun yalnızca bir rüya olmadığını ve birkaç dakika sonra uyanmayacağınızı nereden biliyorsunuz? Bence şu benzetme bu duruma çok yakın: Rüya gördüğünde bunu anlarsın. Bazen son derece gerçekçi olabilir ama yine de rüya olduğunu bilirsin.”
Seslerin “gerçekliği” ise asıl mevzu. Gerçek olarak algıladığın bir şeye nasıl güvenmezsin? Bu tam olarak Yale psikiyatristi Hoffman’ın dikkat çektiği bir konu: Sesler o kadar gerçekçi ki eğitim seviyeleri ve öz farkındalıkları ne kadar olursa olsun, mağdurlar seslerin gerçek olmadığına inanamıyorlar. “Sizi temin ederim ki, onlara gerçek gibi geliyor.”
*
MANZARA, WASHINGTON’DAKİ HERHANGİ BİR SİYASİ MİTİNGE BENZİYOR. Posterler, Capitol binasını yansıtan havuzun güneybatı tarafındaki kapıyı donatmış. Katılımcılar basın materyalleriyle dolu bir masa kuruyorlar, gönüllüler bir hoparlörü test ediyorlar ve su şişeleriyle dolu soğutucuları yerleştiriyorlar. Güneşli bir gün, hava mükemmel ve ülkenin her yerinden gelen seçilmiş bir grup insan zihin kontrolünü protesto etmek için toplanmış durumda.
Ortada alüminyum folyo şapka gibi bir şeyler yok. Yalnızca posterler ve eşyalar olağandışı bir durum havası veriyor. “ABD elektronik tacizini durdurun” diye kışkırtıyor bir poster. “Yönlendirilmiş Enerji Saldırıları” yazıyor bir diğerinde. Mezar taşları şeklindeki küçük pankartlarda “Huzur İçinde Yat MK-Ultra” yazıyor. Konuşmacının kürsüsünün önündeki afişte ise daha uzun bir mesaj var: “YÜKSEK TEKNOLOJİNİN YAPTIĞI PSİKOTRONİK İŞKENCEYİ DURDURUN.”
Hazirandaki mitinge, hedeflenmiş fertlerden yaklaşık 35 kişi, birkaç arkadaş ve aile üyesiyle katılıyor. Konuşmacılar, şahsî şahitlikleri ve zihin kontrolü teknolojisi hakkındaki çalışmaların açıklanması arasında gidip geliyorlar. Mitingi izleyenlerin çoğu yabancı turistler. Sorularıyla huzur bozucu birkaçı, pankartlara gülüyor ama insanların çoğu ya şaşkın ya ilgisiz. Masada bulunan ve zihin kontrolü hakkındaki haberlerden veya dergilerden toplanan makalelerden oluşan materyale kimse dokunmuyor.
“İnsanlar olan bitene kulak kabartmayı bile önemsemediği sürece, onların nasıl galeyana gelmesini bekleyebilirsiniz?” diye soruyor bir adam, metinleri inceledikten sonra. Masanın başında duran Mary Ann Stratton, yalnızca omuz silkip üzgün bir şekilde gülümsüyor. Cevap yok: Mitingdeki herkes bunun zorlu bir mücadele olduğunun farkında.
Genel olarak, hedeflenmiş fertlerin geleceği pek iyi görünmüyor. Birçoğu işlerini, evlerini ve ailelerini kaybediyor. Depresyon, aralarında yaygın durumda. Ama mitingdeki çoğu kişi için, zihin kontrolü mağdurlarının bir araya gelmesi kendilerine yardımcı oluyor. Kafasında sesler duymadan önce Kıyı Güvenliğinde kurtarma yüzücüsü olan mağdurlardan biri, kendisiyle aynı durumda olan kişilerle e-postalaşarak teselli bulduğunu açıklıyor: “Yardımcı olabilecek kişilerin, yalnızca aynı şeyi yaşayanlar olduğunu düşünüyorum. Diğerleri size inanmayacaktır veya onlar da işin içindedir.”
Yine de sonunda hiçbir şey ona yardımcı olamayacaktı. Ağustos 2006’da intihar edecekti.
Fakat en azından bugün, miting, mağdurların moralini yükseltiyor. Girard, her zamanki ruh durumuna kıyasla coşkulu bir biçimde geçiyor mikrofonun başına. Küçük bir turist topluluğu toplanıyor kenarlarda ve çok da ilgili olmayan bir şekilde dinliyorlar. Arkasında Capitol binasıyla Girard, konuşmasının zirvesine ulaşıyor ve katılımcıları önemli bir şeyi hatırlamaya çağırıyor: Birlikte tek bir topluluk olduklarını.
“’Hiçbir yere varamayız, çünkü herkesin hikayesi farklı’ denildiğini duydum. Hepimiz aynıyız,” diye gürlüyor Girard. “Hepiniz sizi elektronik toplama kampına götürmeye gücü olan birini tanıdınız.”
Girard mitingden birkaç hafta sonra, bir muhabirle toplantı yapmak için, son yirmi senedir başkente zihin kontrolü ile mücadele etmek üzere geldiğinde sıklıkla kaldığı Washington’daki Mayflower Oteli’nde buluşuyor. Ağzında sigarayla içeri giriyor, ancak otel görevlisi sigara içmenin artık yasak olduğunu söyleyince özür dileyerek söndürüyor sigarasını. Yarım saat geç kalmış, bunun da Capitol Hill’deki bir toplantı yüzünden olduğunu söylüyor. Üzerinde harfler bulunan gömlek ve kravatıyla her zamanki gibi ciddi ve profesyonel gözüküyor.
Girard, Capitol Hill’de kiminle buluştuğunu söylemeyi reddediyor, yalnızca bir kongre personeli olduğunu belirtmekle yetiniyor. Utangaçlık muhtemel bir faktör: Girard, bilim insanlarından politikacılara uzanan tanıştığı insanların çoğunun, ricalarını görmezden geldiğinin ve ona deli muamelesi yaptığının kolaylıkla farkına varıyor.
İlgisini çeyrek yüzyıllık bir araştırmanın birikimi olarak gördüğü kendi web sitesine odaklıyor son zamanlarda. Tamamlandığında, 300 sayfadan fazla belge ihtiva ediyor olacak. Sırada ne var? Belki Fransa’ya taşınır (orada da mağdurlar var) veya ABD hükümeti nihayet kendisini öldürür, diyor Girard.
Yine aynı zamanda, devletin beynini deşifre ettiğine dair kesin deliller bulma peşinde koşuyor. Son ilgisi ise, Wired News’de okuduğu ve bir zamanlar Pentagon tarafından finanse edilen bir proje olan LifeLog. Makale, şöyle tanımlıyor bu projeyi: Yeni geliştirilmeye başlanan LifeLog programı, bir kişinin yaptığı her şeyi devasa bir veritabanına atacaktı: Gönderdiği ve aldığı her e-posta, çektiği her fotoğraf, gezindiği her Web sayfası, bütün telefon görüşmeleri, izlediği bütün TV programları, okuduğu bütün dergiler. Bunların hepsi ve daha fazlası çeşitli kaynaklardan toplanan bilgilerle birleştirilecekti: GPS vericisi o kişinin gittiği yerleri kaydedecek, görsel-işitsel sensörler kişinin ne gördüğünü veya söylediğini yakalayacak ve biyomedikal monitörler kişinin sağlığını takip edecekti.
Girard, benzer bir teknoloji kullanarak, devletin son iki senedir hayatını “fişlediğini” ileri sürüyor – her görüntüyü ve sesi (Evelyn Waugh da, zihin kontrolü kitabında, bir karakterinin aynı şekilde tacizciler tarafından hayatının kayda alındığı korkusu olduğunu yazıyor.)
Devletin hareketlerini kontrol edebildiğini, kafasına düşünceler yerleştirebildiğini, gece gündüz kendisine acı çektirdiğini düşünüyor Girard. Zihin kontrolünün kurbanı olarak öleceğine inanıyor.
Peki iyimser olmak için bir neden var mı?
Girard tereddüt ediyor, ardından cevabını beklemediği bir soru soruyor:
“Neden bütün bunlara rağmen aynı kişiyim? Neden Harlan Girard’ım?”
Çünkü çektiği bütün acılara rağmen, sebebi ister zihnî hastalık veya Girard’a göre ister devletin zihin kontrolü olsun, sesler onu o yapan şeyi ele geçiremedi: Buna ister şuur, ister zihin gücü, isterseniz ruh deyin.
“Sahip olamadıkları şey işte bu,” diyor Girard. 22 yıl sonra “ben hâlâ benim.”
Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 5, Temmuz-Eylül 2014.