Pek çok kişi, ülkelerini kendi hükümetlerinin yönettiğini sanır. Böyle sanmaları da normaldir. Onlar gündelik hayatın hırgürü içinde daha ötesiyle pek ilgilenmezler. Dört-beş yılda bir sandığa gider ve kendi temsilcileri olduğuna inandıkları partilere veya onların adaylarına oy verirler. Onların politikayla ilgileri, bir dahaki seçime kadar ara sıra kahve sohbetlerinde yahut fiyat artışlarına kızdıkları zaman yaptıkları birkaç homurdanmadan ibarettir. Onun ötesini sezseler bile neler döndüğünün farkına varmazlar. Taksitlerini ödeyebildikleri, kuaförde saçlarını yaptırabildikleri, son model bir elbise, araba yahut en yeni mutfak robotunu alabildikleri sürece mesele yoktur. Tuttukları takımın o sezonki başarısı veya yaptığı transferler hayatlarında daha çok yer işgal eder.
Aslında birçok ‘aydın’ın durumu da ‘sıradan insanlar’dan pek farklı değildir. Onlar kendilerini ‘herhangi biri’ gibi hissetmezler fakat öyledirler. Onlar her konuda mangalda kül bırakmazlar fakat ‘Global Dünya Hükümeti Komplosu’ndan söz ettiğinizde irkilerek bir “yok canım, o kadar da olmaz!” çekerler. Kafaları basmadığından değil, sadece öyle düşünmeye alıştıkları yahut bazı durumlarda öyle düşünmek işlerine çok daha uygun geldiği için. Daha da komiği, onlar fevkalade ‘globalist’tirler; her konuda ‘global düşünürler’ ama ‘global komplo’ söz konusu olduğunda nedense ufukları bir anda daralmaktadır!
Oysa millî hükümetler, henüz tam tasfiye olmasalar bile gidişatın o yönde olduğuna dair kuvvetli belirtiler var. Durum öyle gösteriyor ki ‘bir güç odağı’, adım adım dünyada merkezî iktidarın organlarını oluşturmaktadır. Dahası, kimi yorumlara göre 1000 yıldır, kimi yorumlara göre de geçen yüzyılın başından itibaren belli bir yapının bu yönde adım adım uygulayageldiği bir planla karşı karşıyayız. Dünyada estirilen ‘globalleşme rüzgârı’na baktığımızda bunun sadece sürecin getirdiği ekonomik-teknolojik bir zorlama olmayıp, aslında belli mihrakların siyasî tercihinin bir ürünü olduğunu görmek mümkündür. Emperyalizm geçen yüzyılın başlarında sistemin ekonomik altyapısını hazırlarken günümüzde ise ‘globalizm’ makyajıyla siyasî üstyapısını tamamlamaya çalışmaktadır.
Çoğu aydın için globalleşme, tarihin kaçınılmaz bir devresi, sürecin tabiî bir sonucu olarak algılanmaktadır. Onlara göre globalleşme; ekonominin sınırları aştığı, haberleşmenin global çapta yaygınlaştığı bir dünyanın gitmekte olduğu yöndür. Bu anlamda, onlar için globalleşme; arkasında hiçbir siyasî tercihin olmadığı, tamamen kendiliğinden, ekonomik bir olaydır. Onların göremediği, söz konusu sürecin bir irade tarafından zorlanması, planlı ve adım adım güncelleştirilmesidir. Böyle düşünenlere göre, sürece karşı koyanlar adeta ilkel bir ulusçuluk duygusuyla hareket etmekte, modası geçmiş ulus-devletleri savunmaktadırlar. Oysa bu düşüncedekiler, ne olduğunu bile bilmedikleri içi boş bir ‘evrenselcilik’ çığırtkanlığı yapıyorlar ancak veremedikleri bir cevap vardır:
Peki bütün bunlar güzel de globalleşmenin arkasındaki siyasi irade nedir?
Dünya tarihinde bugüne kadar arkasında bir ‘irade’nin olmadığı en küçük olaya dahi rastlayamayacağımıza göre buradaki irade kimdir?
İş buraya gelince kıvırtmalar, kaçak güreşmeler başlamaktadır. Çünkü bu soruyu sormak bile cevabı kendi içinde taşıyacaktır.
Daha da açık konuşursak; insanlık, başlangıçta çok çekirdek hâlde olan ama giderek tüm dünyayı saran organize bir elitler grubunun komplosuyla karşı karşıyadır. Tüm dünya hükümetleri ve milletleri, kendilerine karşı tertiplenmiş son derece hesaplı, uzun vadeye yayılmış bir darbe girişiminin tehdidi altındadır. Kendisini legal kabuklar altında gizleyen finansal-siyasî-teknolojik-askerî elitlerden oluşan bir çekirdek yapı, tüm dünyayı hedeflediği bir ‘birlik’ çatısı altına sürüklemeye devam etmektedir. Dünyanın tüm devletlerinin, kanunî hükümet ve yapılarının örgütlenilmesi düşünüldüğünde, bir tür ‘Global Susurluk Çetesi’ olgusuyla karşı karşıya bulunduklarını sezeriz.
Peki, bu çekirdek yapının ‘global darbe’ girişiminin ardında kim veya hangi güçler var?
Yoksa bütün bunlar bizim ‘paranoyak’ zihinlerimizin icat ettiği vehimler mi?
Olayların ve olguların gelişimine baktığımızda, bunun ‘vehim’ ürünü değil tam tersine çok ciddi, müşahhas işaretleri olan bir durum olduğunu görebiliriz. Söz konusu çekirdek güç; uzun süredir kendi kadrolaşmasını yaygınlaştırıp, uluslar-üstü bir irade oluşturarak ‘millî hükümetler’e nüfuz ediyor, onların hâkimiyetlerini felç ederek, teslim almaya veya kendilerine katılmaya zorluyor. Üstelik bunu, milyonlarca insanın fizikî, ekonomik, kültürel yıkımı üzerine kuruyor. Kendilerini ‘dünyanın seçilmiş efendileri’ sayan ‘gizli doktrin’ sahibi, ellerinde büyük bir malî güç bulunan kesimler, dünyanın geleceğinde ‘global imparatorluk’larının bayrağının dalgalandığını daha şimdiden görüyorlar!
Bazıları olaya bizim gibi bakanları küçümseyip, dudak büküyor. En ilgilisi bile “ilginç bir fantezi ama o kadar”da kalıyor. Bunları şu şekilde sınıflamak mümkün:
Birinci sırayı; konuya karşı bilgisiz ve ilgisiz ama siyaset teorilerini gelişigüzel bilen, kalıplaşmış yaklaşımları tekrarlayıp duranlar oluşturuyor. Onların, tarihte ve politikada komploların yeri olduğunu kabul etseler bile, bu derece büyük ve global bir komplonun olabileceğine akılları basmıyor. Onlar bu konudaki yetersizliklerini, kafalarının basmamasını hayli basmakalıp bir sözle ifade etmeye bayılıyorlar:
– Komplo teorilerine pek itibar etmem!
“Bu konuda doğru düzgün fikrim yok” deme cesaretine sahip olmadıkları için, komplo yorumlarını küçümseyerek kendi cahilliklerini örtmektedirler.
İkinci grubu ise ‘derin dünyanın ideolojik ajanları’ diyebileceğimiz, azınlık ama etkili bir aydınlar grubu oluşturuyor. Bunlar çıkarları yahut bağları gereği ‘anti-komplocu’ düşüncelerin bayraktarlığını üstlenmiş bulunuyorlar. Bunların bir kısmı, global seviyede derin dünya devletinin uzantısı ‘think-tank’ kuruluşu üyelerinden yahut işbirlikçi aydın kadrolardan oluşuyor. Onlar, kurulan tezgâhı unutturabilmek için neredeyse ‘komplo’ sözcüğünü bile sözlüklerden silmek istiyorlar.
Bu gruplardan başka bir de üçüncü grup var. Bu gruptakiler, ortada tuhaf bir durumun olduğunu sezdikleri hâlde, alıştıkları düşünce kalıplarını kırmakta zorlanıyorlar. Bu gruptakilerin açmazı, teorik-ideolojik değil, sadece yerleşik kanaatleriyle hesaplaşma cesaretinden mahrumluktur. Olaylar karşısında bir tür tutucu kimlik sergilemektedirler. Konuya böyle yaklaşanların en büyük korkusu, çevrelerince ‘komplocu düşünmekle’ suçlanma ihtimalidir. Sürüye uyarak sürü dışında kalmanın tehlikelerinden kurtulmaktadırlar!
Bazıları da söz konusu global derin devlet faaliyetlerini normal sivil lobi faaliyetleri gibi görmektedir. Onlara göre bu örgütlenmeler gizli yapılar değil, sadece kapalı kapılar ardında dünyanın gidişatı üzerine fikir üreten ‘önemli kimseler’dir. Bunların oluşturdukları örgütler ise son derece normaldir. Bunlar olup bitenlere kesinlikle siyasî bir faaliyet gözüyle bakamıyorlar. Yine onlara göre bazı ‘yetkili ve etkili kişiler’ bir araya gelmiş, kapalı kapılar ardında sadece normal meseleleri konuşuyorlar. Başka bir art niyet aramak ise ‘komplo fobisi’ üretmek oluyor. Bu gibilere karşı ABD’li muhalif aydın Michael Parenti‘nin verdiği nefis cevabı hatırlatmakla yetineceğim:
– «Komplo fobisinden yakınanlar, “Gerçekten birtakım insanların bir odaya kapanıp gizli planlar yaptığını mı düşünüyorsunuz?” demeye pek meraklıdırlar. Bazı sebeplerle, görünüm, komplo iddiasında olanları iddialarından vazgeçirecek kadar saçma farz edilebilir. İyi ama iktidar sahipleri de başka nerede bir araya gelir ki?
Park kanepelerinde veya atlıkarıncılarda mı?
Hayır! Onlar da odalarda buluşur.
Şirket yönetim kurulu odalarında, Pentagon komuta odalarında, Bohemian Grove’da, en iyi restoranların, eğlence-dinlenme merkezlerinin, otellerin, malikânelerin seçkin yemek salonlarında, Beyaz Saray’ın, NASA’nın, CIA’nın konferans salonlarında…
Ve evet… Adını “planlama”, “strateji oluşturma” koysalar da, komplo kurarlar, entrikalar hazırlarlar. Bunu da kamuoyunun bilmemesi için her türlü çabayı göstererek büyük bir gizlilik içinde yaparlar. Hiç kimse, siyaset-şirket elitleri ve onların kiralık uzmanları gibi baş başa verip ustaca plan yapamaz.»
Komploların hayal ürünü olmayıp, çoktandır görmezlikten geldiğimiz bir gerçeklik olduğunun ipuçlarını sergilemeye çalışmalıyız. Böyle düşünmemiz için yeterince delilin ortada olduğunu söylüyoruz. Tarihe dönüp baktığımızda müşahhas emarelerin yeterince ortaya serili olduğunu biliyoruz. Aslında dünya olaylarına baktığımızda ‘global çete’nin işlediği suçların parmak izleri her yerde mevcut ama bunu bolca teorik-entelektüel laf arasında görmezden geliyor, bir anlamda onların değirmenine su taşıyoruz. (…)
Türk okuyucusunun ‘Derin Dünya Devleti’nden hâlen bihaber yahut içi doldurulmamış şekilde haberdar olduğunu biliyoruz. Bu anlamda söz konusu çalışma, türünün belki ilk değil ama derli toplu bir bilgi kaynağı da olacaktır. Gerçi Türkiye’de son dönemde bu konudaki yayınlarda olağanüstü bir patlama yaşanmakta, Türk okuru da Batı’da çoktan tartışma gündemine gelmiş ‘global komplo’dan ve onun organizasyonlarından haberdar olmaktadır.
Türk okuru da artık bu gibi yapıların müşahhas ifadesi olan oluşumları daha yakından tanıma imkânına kavuşacak. ‘Global Olimpos un Tanrılar Meclisi’nde kimlerin oturduğu, çok sözü edilen ‘Yeni Dünya Düzeni’nin kimlerin ürünü olduğu, globalleşmenin arkasındaki güç odakları, Amerikan 1 dolarının üzerinde sembolize edilen piramit ve gözün gerçekte ne anlama geldiği daha net ortaya çıkacaktır. Bütün bu yapıları yerli yerine oturtmadan, bugün dünyayı kimlerin, nerelere sürüklemek istediği anlaşılamaz. Bu tip yapıların sadece kökenlerini, inanışlarını, üyelerini anlatmıyor; aynı zamanda bu güçlerin hedeflerinin ne olduğunu da tartışma alanına getiriyor. Ortada ‘Para Tanrısı’na tapan, ‘Güç Oyununun Sezarları’ vardı. Stratejileri ise ‘KAOSTAN DÜZEN’ doğurmaktır. Bunlar, ‘Yeni Dünya Düzeni’ hedefi altında ‘Çağların Global Führeri’ni çıkarmak için harekete geçmişlerdi. Nihaî hedefleri arasında demokrasinin -ki, onu da kendileri çıkarmıştı- sonu vardı. Süreç, tüm milletlerin, konsantre ‘seçkinler oligarşisi’ne tâbi olduğu, bir tür ‘global tiranlık’ yahut ‘global post-modern faşizm’ olarak tanımlayabileceğimiz bir yapıya doğru gitmekteydi. Global kuşatma tehdidinin asıl ekseni buydu!
Bu yapıların en tepe noktasında bulunan kişilerin sadece siyasî/ekonomik değil, aynı zamanda kültürel, ırkçı, dinî hedefler vardır. Bu yüzden onları doymak bilmez ‘sömürücüler’ yahut sadece ekonomik güç peşinde koşan tipik kapitalist-emperyalistler olarak gören yaklaşımlar fena halde yanılmaktadır. Öyle görünüyor ki onlar, bütün bunların ötesinde ve daha fazla bir şey istemektedirler. Ekonomik güçleri bile nihaî amaçlarını gerçekleştirme yolunda sadece bir araçtır. Yoksa bütün dünyanın zenginliklerini ellerine geçirseler bile hayatın bir sonu olduğunu ve ‘kefenin cebi olmadığını’ onlar da biliyorlar. Eğer olay bu kadarla sınırlı kalsaydı, devasa malikânelerinde tatlı bir hayat sürmeyi tercih ederlerdi. Bu yüzden onların ‘idealleri’ bütün rakamlardan, kâr-zarar eğrilerinden daha ötede görünüyor. Bu kesimler ‘İlahî bir plan’ın muhafızları, ‘seçilmiş vazifelileri’ olduklarına inanıyorlar.
Kendilerini, dünyaya çekidüzen verecek ve bir tür ‘yeni çağ’ı inşâ edecek misyonerler olarak görüyorlar. Bu yüzden bütün varlıklarını bu ideale adamış ve bu uğurda her şeyi yapmaya hazır hissediyorlar. Aynı sebeple, bu insanlara sadece ekonomik veya siyasî güce susamış bir avuç dev kapitalist olarak bakılamaz. Bu kişileri ‘hiçbir ideali olmayan çılgınlar’ olarak görmek; onları tanımamak, böylesi bir oluşuma niçin destek verdiklerini anlamamıza yarayacak ruhî motivasyonu bilmemek demektir. Onlar, kendilerini, belki ancak eski pagan kültürlerde bulabileceğimiz ‘iyinin ve kötünün ötesinde’ bir yerde görüyorlar. Onlara göre, sadece yapılması gerekenler ve görevler var. Buna kalben inandıklarından hiç kuşkum yok ve bütün problem de burada başlıyor zaten!
Aynı sebeple, sadece emeğimizi, mallarımızı, sahip olduğumuz kaynakları değil, daha ürkütücü bir şey istiyorlar:
Ruhumuzu!
Yoksa ‘seçkin’ olmak, kendini ‘aptal’dan, ‘sıradan’dan ayıran bir bakış pekâlâ bana da cazip gelebilirdi ama onlar bunu, kutsal kitaplardaki ‘LUCİFER’E (ŞEYTANIN DİĞER ADI) atfedilen bir şekilde kavrıyorlar. Yine teolojik kavramlardan hareket edersek ‘ışık ve karanlığın savaşı’nda karanlık tarafa düşüyorlar. Onlar, klasik aristokrasinin yıkımı üzerine kurulmuş modern dünyanın ‘Karanlıklar Prensi’dirler. Onlar, kendi yeni-aristokrasilerine bir global tiranlık oluşturmak İçin uğraşan bir şebekenin, güç histerisine kapılmış ‘Modern Sezarları’dır.
Bu yüzden, dünyadaki derin yapıların tarihinden başlamak gerekir. Bu anlamda bütün EZOTERİZM türlerinin aslında siyasî örgütlenmeler olduğunu ortaya koyduk. Tarihin hiçbir döneminde siyasetten bağımsız bir EZOTERİZM olmamıştır; siyasetle hep iç içe ve kendi dönemlerinin ‘partileri’ gibi davranmışlardır. Bu yapıların ‘Templiyerler’den -hatta daha öncesinden- başlayarak günümüze uzanan bağlantılarını, ideolojik arka planlarını ve hâkim ritüellerini bulmak lâzımdır.
Bu yüzden EZOTERİK-HERMETİK yapıları inceleyince, anlaşılacaktır ki insanoğlu, aslında binlerce yıldır bir gizli örgütler savaşının tam ortasında kalmıştır. Dünyada binlerce yıldır söz sahibi olmaya çalışan örgütler var. Ancak o günlerde dar bölge veya en fazla kıta coğrafyalarına sıkışan komplo çabası, bugün kendine global bir zemin oluşturmuştur. Bugün artık komplolar ve bu yöndeki siyasî oluşumlar çok daha büyük bir amacı hedeflemektedir: DÜNYA HÂKİMİYETİ! (..)
Hiç şüphesiz milyonlarca insan, görünenle yetinmenin rahatlığı ve güveni içinde yaşayabilir. Ben hiçbir zaman böyle biri olmadım ve olamam da. O hâlde dünyanın geldiği noktada “GÖRÜNENİN ÖTESİNDE NE VAR?” sorusunu sormam ve bu soruya bir cevap bulmam gerekiyordu. Elinizdeki kitap sayesinde cevapların bir kısmını bulduğumu zannediyorum. Buna rağmen kitapta bilim yaptığımı iddia edecek değilim. Hatta alışageldiğimiz ‘pozitif bilim’ kalıplarının dışında birçok yorum, hüküm ve sübjektif müşahedenin bulunduğunu da söylemek durumundayım ama adına ‘gerçek’ dediğimiz şey, bir o kadar bizim ‘bakma biçimi’mizle ilgili bir şey değil mi zaten?
Ben kendi baktığım noktadan bunları görüyorum. Dahası hepimiz bize dayatılmış bir bakma biçiminin yanılsamalarını şu veya bu biçimde yaşıyoruz. Bunun zor olduğunu bilmekle birlikte, herkesin kendi ‘bakma biçimini’ geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde tek tek her fert, yönlendirmeli, sanal, çarpıtmalı bakma biçimlerinin ağına takılmış olacaktır. Dünyadaki ajansların, yayın organlarının, kısaca medyanın da önemli ölçüde bu ağın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Bu merkezde asıl savaş, ne kıtalar arası balistik füzelerle ne dev uçak gemileriyle, ne modern tanklarla, ne de diğer askerî araçlarla yürüyor. Asıl savaş; beyinlerimizin teslim alınması, beyinlerimizin her gün yeniden belirli bir görme biçimine uygun olarak yeniden kurgulanması esnasında veriliyor.
Tam bu noktada, hemen herkes, havada bir ‘sistem’ kavramı tutturmuş gidiyor. Elbette bir ‘sistem’ var ve onu her gün iliklerimize kadar hissediyoruz ama sistemin arkasında kimler var, onun kurumlan, işleyiş sürecindeki yapıları nasıl?
Nedense bu sorunun cevabı biraz havada kalıyor gibi. Oysa her sistem gibi bu sistemin de arkasında belirli güçler var ve bunlar ete-kemiğe büründürülmeye muhtaç görünüyorlar. Bu anlamda sistemin de sistemi var. Önemli olan, görünen ‘sistem’in arkasında hangi görünmeyen ‘sistem’in var olduğu sorusudur. Elinizdeki kitap, bu soruya verilmiş kısmi bir cevaptır sadece…
NİÇİN GLOBAL KOMPLO?
Bunca zamandır insanlığa çektirilen acılar, katlanılan zorluklar, milyonlarca ölü, yıkılan yuvalar, insanı çatlatırcasına süren sabır, harcanamayacak kadar paraya sahip olma açgözlülüğü, kendini herkesten üstün görme kibri, ölçüsüz bir güç hırsı, bu uğurda gizli kapaklı süren hayatlar ve saklanan kimlikler niçindir?
Neden bir avuç insan, tüm dünyayı ele geçirmek için yüzyıllardır süren bir planı, kuşaktan kuşağa aktarmaktadır?
Tüm dünyayı ele geçirmeye çalışan bir komplo neye dayanarak tertiplenmektedir? Hepimiz adım adım nereye sürüklenmek isteniyoruz?
Global komplocuların ‘gizli gündemi’ nelerden oluşuyor?
Bu soruların cevabına geçmeden önce bir konuyu hatırlatmakta yarar var: Komplolar her zaman vardılar ve insanlık tarihi kadar eskidirler. İlkel kabilelerden tutun, ilkçağların basit site devletlerine ve günümüzün daha karmaşık devlet yapılarına kadar komplolar, hep politik iktidarın bir parçası ve metodu olmuştur. Aynı şekilde komplolar, ülkeler arası savaşlarda da tesirli bir metod olarak kullanılmıştır. Devletler bu amaçla özel birimler kurarak özel elemanlar istihdam etmişlerdir. Böylelikle kendi içlerinde veya dışa karşı darbeler, suikastlar tertiplemişler, muhtelif askerî, siyasî, ekonomik ve psikolojik entrikaları, operasyonları gündeme getirmişlerdir. Bu anlamda tarih, özellikle de siyasî tarih, aynı zamanda komplolar tarihidir. Kimileri yok saymaya çalışsa da, adına tarih dediğimiz şey, aynı zamanda irili ufaklı bir dizi komplonun yan ürünüdür.
Ne var ki günümüz komplolarını ve komplocularını klasik benzerlerinden ayıran çok temel bir özellik vardır: Artık komplolar bir ülke veya devletle sınırlı olmayıp global satrancın bir parçasıdır. Kendilerine ABD gibi ülkeleri bir tür ‘merkez üs’ yahut ‘koza ülke’ olarak seçseler bile, gerçekte oraya karşı da bir aidiyet hisleri yoktur ve kelimenin tam anlamıyla ABD’yi de kullanmaktadırlar. Son tahlilde ABD’yi de tasfiye etmeyi planladıklarım söyleyebiliriz. ABD, onlar için şu ân sadece bir karargâh, bir uçak gemisi gibidir. Global komplo hızarı harekete geçmiştir ve dişlileri arasına aldığı her ülkeyi yıkıma uğratarak ilerlemektedir.
Düne kadar bölge yahut en fazla kıta coğrafyalarına sıkışan komplo çabası, bugün kendine global bir zemin oluşturmuştur. Bunu onlara sağlayan, dünyanın geldiği safhadır. Artık dünyamız ulaşım ve haberleşme teknolojileri sayesinde küçülmüştür. Aynı şekilde geçen yüzyılın başından beri ekonomik faaliyetler ve şirketler, çokuluslu bir safhaya gelmişlerdir. Ayrıca birçok alanda yine aynı güçlerin denetlediği uluslararası örgütler doğmuştur. Bütün bunlar, global komplo için maddî altyapı oluşturmaktadır. Bu yüzden günümüzde komplolar ve komplocular çok daha büyük bir amacı hedeflemektedir: Dünya hâkimiyeti! Aynı sebeple dünya komplocuları, kendilerini hedeflerine hiç bu kadar yakın hissetmemişlerdir. Amaçlarını realize edebilmek için az bir mesafe kaldığını onlar da bilmektedir.
Nitekim söz konusu ‘derin yapı’, bu amaçla dünya çapında örgütlenmiş, uluslarüstü bir tavır sergilemektedir. Kendi nihaî hedeflerine uygun ekonomik, sosyal, siyasî, dinî ve kültürel altyapıları oluşturmaktadır. Bunu yavaş yavaş, gizli ve planlı bir şekilde gündeme getirmektedirler. Bir ‘dünya partisi’ şeklinde örgütlenmişlerdir ve siyasî bir programları vardır.
Peki o hâlde bu programın karakteristik özellikleri nedir?
DEMOKRASİ KARŞITLIĞI
Söz konusu yapı, demokrasinin ömrünü doldurduğuna, artık insan toplumlarının demokrasiyle yönetilemeyeceğine inanmaktadır. İşin garibi tarihî bir kategori olan demokrasiyi de yine kendileri geliştirmişler, bir dönem savunmuşlar ve şimdi işlerine gelmediği noktada onu reddetmektedirler. Onlara göre toplumlar demokrasiyle yönetilmenin faziletine kavuşamamıştır. Bir tür neoplatoncu yönetim arzulamaktadırlar. Sıradan insan, demokrasinin gerektirdiği katılım özelliklerinden yoksundur. Cahildir ve doğru düzgün karar veremez. Kitleler, dünyanın problemlerinin çözülmesine ayak bağı olmakta ve yaptıkları yanlış tercihlerle insanlığın ilerlemesinin önünü tıkamaktadırlar. Demokrasi, ancak sınırlı sayıda eğitimli insan arasında uygulanabilir. Bunun için insanlık, akıbetini, yeni bir seçkinler sınıfının ellerine terk etmelidir. (…) Üstelik bu sistem artık ‘global ölçekte’ tasarlanmalıdır. Tabiî ki bu yeni rejime yön verecek olanlar da uzun süredir kendini buna hazırlayan dünya elitleridir. O dünya elitleri ki bir ‘Mesih/Kral’ın öncülüğünde yeni bir ‘global kraliyet’ projesini hayata geçirmek istemektedir.
SEÇKİNCİLİK
Birinci anlayışa bağlı olarak ‘derin dünya komplosu’nun mimarları en katı mânâda elitisttir. Onlara göre yönetim ancak elitlerin elinde olursa başarılı bir sonuç alınabilir. Eski aristokrasinin yıkımı üzerine kurulmuş ‘yeni dünya’ya bu kez kendilerinden oluşacak ‘yeni bir aristokrasi’ teklif etmektedirler. Bu aristokrasinin üyeleri; dev sanayi ve finans şirketlerinin üst seviye yöneticilerinden, askerî ve istihbarat örgütünün ileri gelenlerinden oluşacaktır. Tabiî en tepede, kontrol noktasında bir avuç ‘seçilmiş’ ailenin fertlerinin bulunması kaydıyla! Bu ailelerin bir kısmı zaten ortaklıklar, karşılıklı kız alıp-vermeler ve ırkî-dinî bağlarla birbirine bağlıdır. Bunlar eliyle yeni bir tür ‘kandaşlık aristokrasisi’ oluşturulmuştur. Aynı zamanda bütün ‘derin dünya’ yapılarının başlatıcısı organizatörü olma konumundadırlar. Onlar kendilerini ‘saklı seçilmişler’ olarak görmekte ve dünyanın kaderini ellerinde tuttuklarına inanmaktadırlar. Bunun bir lütufla kendilerine verilmiş ‘ilahî bir görev’ olduğu vehmine kapılmaktadırlar.
Ancak sözü geçen elitizm, tıpkı diğer konularda olduğu gibi ‘global’ bir elitizm türüdür. Bu elitler belli ülkelerin pasaportunu taşısalar da aslında ‘uluslarüstü’ bir yapıdadırlar. Onlar, dünün derebeyleri gibi sınırlı bir alanda hâkimiyetle yetinmemektedirler. Kendilerine tüm dünyayı hedef olarak seçmişlerdir. Diğer dünya elitleriyle işbirliği ve ortak organizasyonlar içindedirler. Uzun vadeli hedefleri arasında tüm dünyanın elitler eliyle tek merkezden yönetildiği yeni bir global siyasî düzen vardır. Bu elitler son derece gizli global örgütlerin üyeleri olup, birbirleriyle özel bir haberleşme ağına da sahiptirler. Özellikle son yüzyıl içinde gösterdikleri çabalarla dünya çapında önemli mevziler elde etmişlerdir.
ÇAĞLARIN YENİ SEZAR’I!
Hiç şüphesiz, tasarlanan böyle bir ‘Yeni Dünya Düzeni’nin bir de ‘lider’e ihtiyacı olacaktır. O ‘lider’ veya onun soy zincirinden birileri, şu ânda güvenlik içinde bir yerlerde bekletilmektedir. ‘Vakti geldiğinde’ piyasaya ‘dünyanın kurtarıcısı’ olarak sürülecektir. Bu lider, bir tür çağların ‘yeni Sezar’ı veya ‘Mesih Deccal’ı olarak gündeme getirilecektir. Muhtemelen çıkarılan bir dünya kaosu sonrası insanlığa ‘kurtarıcı’ olarak sunulacaktır. TASARIMIN MANEVÎ ALTYAPISI ESKİ MİTOLOJİLERE, ESKİ DİNÎ METİNLERE VE BAZI EZOTERİK ŞİFRELEME SİSTEMLERİNE DAYANDIRILMAKTADIR.
‘Yeni Mesih Projesi’, alabildiğine seküler ama bir o kadar da dinî olacaktır. Dünyevî ve ruhanî otoriteyi şahsında birleştiren yeni ‘global kral’ olarak fonksiyon görecektir. Bu sistemde diğer bütün milletler birer ‘köle’ ve ‘parya’ seviyesine inecek, yenidünya çarkının dişlileri olarak sınırlanacaklardır.
POST-MODERN FAŞİZM!
Söz konusu ‘GLOBAL FÜHRER’in insanlığa önereceği sistem bir tür ‘post-modern faşizm’ olacaktır. Dünkü faşizm türleri sadece belli bir ırkı veya milleti üstün, diğerlerini aşağı görürken onların yeni post-modern faşizmlerinde kendi kastlarına mensup olmayan tüm insanlar milliyetlerine bakılmaksızın otomatik olarak ‘aşağı ırk’ statüsüne gireceklerdir.
Tüm dünyanın tek elden, merkezî olarak yönetilmesinin planlandığı bu sistemde belki göstermelik bir parlamento da bulunabilir. Eski Roma Parlamentosu gibi buraya sadece asiller/seçkinler üye olabilir ve bir ‘Sezar’ın maiyetinde faaliyet icra edebilir. Böylesi bir durumda dünyanın ‘başkenti’ de değişecektir. Artık ne ruhanî merkez Roma kalacak ne de dünyevi merkezler New York. Londra, Paris, (İstanbul) ve Tokyo. Projenin aslî hedefine uygun olarak ruhanî ve dünyevî otoriteyi bünyesinde birleştirmiş olarak dünyanın başkenti, Kudüs‘e taşınacaktır. (İstanbul’dan da bahsedenler var). Tabiî bunun için yeni bir dinler savaşı ve yeni soykırımlar yapılması gerekecektir. Öyle görünüyor ki kutsal metinlerde ‘Armagedon’ diye geçen savaş yaşanmadan ‘kötülüğün örgütleyicileri’ amaçlarını başaramayacaklardır. Buna ciddi olarak inanan ve kehanetleri hızlandırmak için elinden geleni yapmaya hazır bir zümre mevcuttur. [1]
GLOBAL TOPLUM MÜHENDİSLERİ
‘Yeni Dünya Düzeni’, onu inşâ edecek toplum mühendislerine ihtiyaç duyacaktır. Bunlar dünyadaki tüm üretimi, nüfus artışını, sağlık politikalarını, çevre kaynaklarını tek elden global bir planlamayla halletmeyi tasarlamaktadırlar. Bu ise şu anlama gelmektedir:
Kimin üretimden ne kadar pay alacağına, kimin sağlık hizmetinden yararlanacağına, bir başka deyişle kimin ölüp kimin kalacağına, kimin tabiî kaynaklardan ne kadar yararlanıp yararlanmayacağına, kimin çevresinin ne kadar kirlenip kirlenmeyeceğine, kimin cahil kalıp kalmayacağına vb, ‘dünyanın iyiliğini isteyen’ globalist elitler karar verecektir.
Onlar insanlığı çoktan sınıflamışlardır bile. Darwin’in ‘tabiî ayıklanma’sını insan topluluklarına uygulayıp tembel, kafası çalışmayan, üretmeyen, ‘medenîleşmemiş’ milletleri, uzun vadede yeryüzünden silmeyi planlamaktadırlar. Ne var ki bunu klasik faşizmde olduğu gibi insanları bir seferde gaz odalarına, toplama kamplarına tıkarak yahut kitle imhası ve katliam yoluyla değil, sürece yayarak ‘daha uygun ve insancıl’ yöntemlerle yapacaklardır! Onlar ‘dünyanın ihtiyaçları’nı (siz kendi ihtiyaçlarını anlayın!) şimdiden milyonlarca dolarlık araştırma bütçeleri ve vakıfları aracılığıyla saptamışlardır bile. Hatta bazı ırkları muhtelif tıbbî metodlar veya nüfus planlamasıyla tedricen yok etmeyi veya iyice azınlığa düşürmeyi bile planlayabilirler. Global ölçekte bazı kısırlaştırma projeleri uygulayabilirler. Global bir jenosit (soykırım) yaşanabilir. Zaten hâlihazırdaki dünya kaynaklarının mevcut dünya nüfusuna yetmeyeceğini düşünmektedirler. Onların idealindeki dünyanın nüfusu 1.5-2 milyar sınırında dondurulmalıdır.
Ama ‘global düzenleyiciler’in asıl rolleri, siyasette hissedilecektir. Oluşturdukları ve oluşturacakları yeni global kurumlar vasıtasıyla önce ulus-devlet yapılarını kıracaklar, sonra sözümona ‘gönüllü katılım’ masalıyla millî iradeleri daha üst ‘uluslarüstü iradelere’ devrettirip kontrolü adım adım ele geçireceklerdir. [2] Aynı zamanda işbirlikçi mahallî kadrolarla oluşturacakları yeni siyasî zeminlerde iradesi kalmamış ‘millî’ yönetimlerin başına kendi ‘memur’larını atayacaklar ve muhtemel tepkileri de ‘insanlığın arkaik çağlarından kalan geri, ilkel, milliyetçi, şoven tepkiler’ olarak bastıracaklardır. Bu yapıya direniş gösteren her kişi, grup ya da muhalefeti, muhtelif komplolarla suikastlarla yok edecekler veya akıl almaz yöntemlerle sindireceklerdir.
Aynı zamanda süreç içinde hukuku uluslararası hâle getirip, uluslarüstü mahkemeler kurarak kendi işlerine gelmeyen yönetim, kişi ve muhalifleri çeşitli gerekçelerle yargılayacaklar ve cezalara çarptıracaklardır. Daha şimdiden bunun tartışmaları yapılmaktadır. Muhalifler, sisteme uygunluk göstermeyenler, ‘anarşistler’, radikaller, teknolojinin getirdiği modern imkânlardan yararlanıp izlemeye alınacak, deri altlarına yerleştirilecek ‘chip’lerle sürekli takip edilecek, geliştirilmiş kamera sistemleriyle gözetim altında olacaklar ve dünya bir ‘global hapishane’ye dönecektir. (…)
TERSİNDEN KOMÜNİST ÜTOPYA!
Aslında ‘yeni dünya düzeni’ komplocularını komünist ütopyacılara benzetebiliriz. ‘Yeni dünya düzenciler’in birçok amacı, Karl Marks’ın komünist fikirleriyle uyuşuyor gibidir. Örneğin, YDD’ciler de sınırların kalktığı bir dünya istemektedirler, komünistler de. YDD’ciler de komünistler de millî devletlere karşıdır. (…) Bu anlamda her ikisi de ‘enternasyonalist’tir. Her iki akım da ‘insanlığın âlemşümul kardeşliği’nden bahsetmektedir. YDD’ciler de komünistler de var olan dinî inanışları dışlamaktadırlar. Bu akımların gelecek tasarımında, mevcut dinlere yer yoktur.
Ne var ki bu benzerlikler zahirî ve aldatıcıdır. Komünist ütopyanın, nihaî amacı içinde sınırların kalktığı bir dünya istediği doğrudur, ancak buna paralel olarak bu dünya ‘devletsiz ve sınıfsız’ olacaktır. Komünistlerin gelecek tasarımı herkesin dünya nimetlerinden ‘ihtiyacına göre’ yararlandığı bir tasarımdır. (…)
Oysa YDD’ciler sınırların ortadan kalkmasından; daha devasa, daha global bir devlet yapısını anlamaktadırlar, insanlığın bugüne kadar görmediği ‘uluslar-üstü’ bir devlet olacaktır bu. Tüm devlet yetkilerinin dünya çapında merkezî bir organizasyona (hükümete) bağlanacağı bir yapıdır söz konusu olan. Dolayısıyla komünistlerin tersine, bekledikleri, ‘devletsiz bir dünya’ değil, tam tersine olağanüstü, global ölçekte, ‘tek dünya devleti’dir; bu devlete yön veren güçler de dünyada 500 kadar büyük şirketin başkanı, bir avuç ‘saklı seçilmiş’ ve derin yapıların diğer sadık adamları olacaktır. Hepsini toplasanız dünya çapında 10.000 kişiyi geçmezler. Karşılarında ise milyarlar vardır. İnanılmaz ölçekte, global, konsantre bir elitler hükümetidir bu. (…)
Komünistler dine temelden karşıyken YDD’ciler var olan dinlere karşıdırlar. YENİ DÜNYA DÜZENCİLER, BİRAZ ESKİ MİTOLOJİLERDEN, BİRAZ DA ESKİ VE YENİ AHİT’İN YENİDEN YORUMLANMASINA DAYALI ‘ÂLEMŞÜMUL BİR İNSANLIK DİNİ’ TEKLİF ETMEKTEDİRLER. Dine karşı oluşları, dine yönelik ciddi bir eleştiriden çok, tıpkı millî kimlik olayında olduğu gibi, mevcut dinlerin yerine yeni bir ‘din’ ikame etme projesindendir. (…)
TEMEL HEDEF: TEKLEŞTİRME VE ASİMİLASYON
Mevcut komplocu yapının temel hedefi, “tek devlet, tek bayrak, tek millet”tir. Buna alt başlıklar olarak ‘Tek dil, tek kültür, tek ordu, tek para, tek hukuk, tek tarih, tek din’i de ekleyebiliriz. Sürecin adım adım bu yönde zorlandığı açıktır.
Tek devlet’ten kasıt, tüm dünya çapında merkezî bir hükümettir. Yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin dünya çapında tek elde toplandığı bu global yapıyla dünya, merkezî olarak yönetilecektir. Bu merkezî yapının verdiği tüm kararlar, dünya çapında bağlayıcı olacaktır. Global seçkinler böylelikle hiçbir millî direniş odağıyla karşılaşmadan dünya çapında at oynatabileceklerdir.
Millî devletler ve millî iradeler ortadan kalkacağı için millî bayraklar da olmayacaktır. Onların yerine, muhtemelen ÜZERİNDE KÖKENİ EZOTERİK-OKÜLT ÖRGÜTLERE DAYANAN SEMBOLLER OLAN BİR BAYRAK dünyanın resmi bayrağı olarak kabul edilecektir. Bu bayrak ‘gizli kardeşliğin’ simgelerini barındıracaktır. Zaten Birleşmiş Milletler’i de, gelecekte hükümetlerin yerini alacak bir dünya parlamentosu şeklinde tasarlamışlardı ama şimdi o da nihaî amaca göre reorganize edilecektir.
Böylesi bir dünyada milletler de yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Millet ve milliyetçilik gibi kavramlar da küçümsenen, insanlığın geçmiş çağlarına ait birer hatıra seviyesine indirgenecektir. Milletlerin asimilasyonuna hız verilecek, hele de kendi kültür ve yönetimleri olmasına asla izin verilmeyecektir. Tüm dünya ‘âlemşümul kardeşlik’ adı altında yekpare hâle getirilecektir.
Bütün bu sürecin kaçınılmaz alt başlıkları ise şunlar olacaktır:
TEK DİL
Dil, sadece konuşma ve anlaşma aracımız değildir. Aynı zamanda kendi orijinal kimliğimizin bir parçası, kendimizi ifade etmenin ve düşünme biçimimizin bir dışavurumudur. Eğer siz milletlere başka bir dili empoze ederseniz, aynı zamanda onun zihniyetini de değiştirmeye başlarsınız. Böylelikle o milletin mensupları, istese de istemese de, sizin gibi düşünmeye başlar. Millî kimlik ve dirençlerin parçalanması için öncelikle konuştuğu dili yok etmelisiniz. Bu yüzden YDD’cilerin uzak hedefleri arasında bu konu da vardır.
TEK KÜLTÜR
Bugün dünyada pek çok millet, bir kültürel kaos içine girmiştir. Daha ziyade ABD’nin belirlediği kültür ve yaşama tarzı her topluma şu veya bu ölçüde sinmiştir. Yeme-içme kültürümüzden gündelik alışkanlıklarımıza, aile hayatımıza vb varıncaya kadar her şey âdeta kopyalanma suretiyle var oluş tarzımıza hükmetmektedir. Böylelikle ister istemez her millet ‘başkaları’ gibi yaşamaya özendirilmekte yahut zorlanmaktadır. Dahası bu kalıplara uymayan her kültür, YDD’ciler tarafından ‘geri’ ve ‘ilkel olarak tanımlanmaktadır. İleride planladıkları global dünya iktidarlarını gerçekleştirirlerse, dünya çapında yaygın, stabilize edilmiş ‘tek kültür’le yaşayacağız demektir. (…)
TEK ORDU
Böylesi global bir devlet için global bir ordu gerekecektir. Ancak ortada savaşılacak rakip devletler kalmayacağı için, bu kez sözkonusu ordu, hâlen kalabilmiş mahallî kıpırdanışlara, mevcut yapıya karşı öfke duyan her milletten isyancı ve muhalif harekete karşı kullanılacaktır. Veya son kalan ve durumun farkına varan devletlerin ordularına yönelik bir fonksiyon görecektir. Bunun altyapısı NATO örgütlenmesi olarak zaten 50′li yıllarda atılmıştır. O dönem komünizme (‘kızıl kuvvetler’e) karşı örgütlenen NATO, Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonra, şimdi de İslâm’a (‘yeşil kuvvetler’e) ve millî direnç gösteren devletlere karşı savaş ordusuna dönüşecektir. Bu ordunun tek fonksiyonu, tam bir baskı cihazı olmasıdır. Belki polis-ordu karışımı bir güç oluşturmaya doğru gidilecek ve olağanüstü teknik imkânlarla donatılmış bu ordu, muhalif unsurları yok etmenin kolluk kuvvetlerine dönüşecektir. Dünyayı yönetmek için global bir ordu-polis gücü gerekecektir ve tüm dünya milletleri bu yeni konsept doğrultusunda ‘potansiyel düşman’ kabul edilecektir.
TEK PARA
I900′lü yıllardan itibaren mevcut yapı, dünyayı global bir ekonomiye geçirmek için olağanüstü gayret göstermektedir. Adına ‘emperyalizm’ denen şey, aslında tümüyle mevcut derin organizasyonun şuurlu bir çabasından başka bir şey değildir. Ancak geçen süre içinde görmüşlerdir ki, bu süreci tamamlayabilmeleri için sadece ekonomik entegrasyon ve çabalar yetmemektedir. Bu anlamda an’anevî, ekonomik bazlı emperyalizm teorileri, yeni durumu kavramaya ve açıklamaya yetmemektedir.
Asıl mesele siyasîdir ve en büyük handikapları; millî pazarlar, korumacı gümrük duvarları, kanunlar, sermayenin serbest dolaşımının önünde engel yaratabilecek her türlü uygulama, alışkanlık ve tabiî ki millî para sistemi ve millî merkez bankalarıdır. Yine kendi denetimlerinde oluşturdukları IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da millî ekonomileri çökertmede bir yere kadar yetmektedir. Bu yüzden asıl hedef, ülkeleri önce belli birlikler, sonra da federasyonlar çatısı altında toplayıp, ekonomik idareyi de dünya çapında tek elden yönetmektir. Söz konusu olanı gerçekleştirebilmek için de, dünyadaki bütün para arzı ve denetimini tek elden yönetmeye ihtiyaç vardır. Ancak bu sayede kesin olarak dünya ekonomisini tam denetimleri altına alabileceklerini bilmektedirler. Bu sebebple, uzak olmayan bir gelecekte dünyayı tek para ve tek merkez bankasına geçmeye zorlayacaklardır. (Avrupa Topluluğu çoktan Euro’ya geçü bile.) Böylelikle hem millî ekonomileri yok etme operasyonunun son halkası da tamamlanacak, hem de bugüne kadar hükümranlık sembolü olan millî paralar tarihe karışacaktır. Böylelikle, dünya çapında nereye ne kadar para arz edeceklerini, nerede ekonomik kriz çıkarabileceklerini tam olarak kontrol altına alabileceklerdir. Bütün bunlar ise bir avuç bankerin denetiminde olacaktır. (Bugün bile Amerikan federal rezerv sistemi birkaç bankerin elindedir. ABD hükümetinin fiilen para basma yetkisi yoktur. Söz konusu yetki, birkaç bankerlik kuruluşuna devredilmiştir. Aynı şekilde dünyadaki para akışına bugün de birkaç ‘uluslararası banker’ yön vermektedir.) Tek para birimi, aynı zamanda, kendi hâkimiyetlerinin bir sembolü de olacaktır. İHTİMAL Kİ BU PARANIN DA ÜZERİNDE ‘ULU GÖZ VE PİRAMİT’ GİBİ ASIL İDEOLOJİLERİNİ SEMBOLİZE EDEN BİRTAKIM EZOTERİK SEMBOLLER OLACAKTIR.
TEK HUKUK
Böylesi bir yapı, dünya çapında geçerli tek hukuk oluşturmadan hedefine ulaşamaz. Onun için yasama ve yürütme yetkisini alma hedefinin yanı sıra, ‘global hukuk normları’ adı altında yargı yetkisini de eline almaya çalışacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın çok özel şartlarından doğan ‘Nürnberg Mahkemeleri’nden bu yana giderek gelişen süreç, bütün milletleri bağlayacak uluslarüstü bir ‘dünya mahkemesi’ne kalmıştır. Ayrıca yine, kurallarını kendilerinin belirleyeceği ve dünya üzerinde yaşayan herkesi bağlayıcı kanunlar gündeme gelecektir. Böylelikle kendileriyle çelişen liderleri ve ‘istenmeyen’, ‘terörist’, ‘savaş suçlusu’ kişileri, (örnek: Mahkemenin hiçbir hukukî altyapısı olmadığı hâlde Miloşeviç yargılanmakta yahut Saddam Hüseyin, Üsame bin Ladin gibi isimler gıyaben ‘yargısız infaz’a kurban gitmektedirler) mahkeme huzurunda yargılayıp cezalandırabileceklerdir.
Böylesi ‘global bir idare’nin hedefi tüm dünyada dizginleri ele almak olduğuna göre, yargı yetkisini sürecin dışında tutamazlar. O yüzden bunu, önce ‘insan hakları’nın âlemşümûllüğü üzerine oturtulmuş bir söyleme yedirip, ardından yine ‘global tehdit’ değerlendirmeleri çerçevesinde bu ‘hakları’ budayarak, sonunda zamana yayılmış olarak global diktatörlüğün tüm üstyapısını tamamlayacaklardır.
TEK TARİH
Tüm devletler zaten kendi resmî tarihlerini yazıyorlar. Mevcut tarih üzerinde işlerine geldiği gibi oynama yapabiliyorlar; kahramanlar korkak, korkaklar kahraman, hainler vatansever, vatanseverler hain olabiliyor! Ancak global yönetim, tüm dünyanın tarihini yeniden yazacaktır. Çünkü böylesi bir yönetimin, insan hafızasını da yeniden düzenlemesi gerekiyor. Tarihte kendilerinin aleyhine olabilecek tüm verileri ayıklayacaklardır. Bu, yeni bir uydurma tarih yazımı olacaktır. Üstelik artık bağımsız araştırma ve araştırmacı imkanları da kalmayacağı için (birçok bilgi ancak arşivlerde ve özel izinle ‘güvenilir’ kişilerce girilebilir bilgiler statüsünde olacaktır), marjinal seviyede bile kalsa alternatif tarih yazımı imkânı kalmayacaktır. DÜNYANIN TARİHİ; SIFIRDAN EFSANELERE, MİTOLOJİLERE GÖRE TÜMÜYLE YENİDEN KURGULANACAKTIR. Bu tarihte seçkinler ön plana alınırken, ‘Spartaküs’lere, isyanlara, milletini savunmuş liderlere vb yer olmayacaktır. Olsa bile onlar, teferruata girmeden, sadece kötülenmek için anılacaktır. Gerçekte olanları hatırlayan son kuşak da kaybolduğu ân, artık yazılanlara itiraz edebilecek kimse kalmayacaktır.
Sonuçta ortaya tümüyle sanal, uydurma bir tarih yazımı çıkacaktır. Böylelikle insanlık, tarihe dönüp baktığında bütün olan bitenlere karşı koyabileceği hiçbir dayanak, hiçbir ilham kaynağı ve moral sebep bulamayacaktır. Onların istediği de budur.
TEK DİN
Yeni global düzen, yeni bir inanç sistemi gerektirmektedir. Bunun için var olan dinlerin yerine yeni bir din ikame edilmeye çalışılacaktır. [3] Bu dinin ana bileşenleri; teolojik olarak Eski ve Yeni Ahit’in bir ‘sentezi’ne dayandırılmakla birlikte, PAGAN esintiler de taşıyacaktır. Bu din, tıpkı ortaçağdaki reform çabası ve ardından doğan Protestanlığın kapitalizme ideolojik zemin sağlaması gibi, ‘Yeni Dünya Düzeni’ne inanç planında destek sağlayacak şekilde formatlanacaktır. Şurası muhakkak ki eğer geniş kitlelerin inanç biçimleri, yaşama alışkanlıkları ve ‘zihniyet’leri bir sistemle uyuşmuyorsa, o sistemin kurumlaşması mümkün değildir. (Meselâ inancınız faizi onaylamıyorsa kapitalizmi geliştiremezsiniz.) Bu sebeple, yeni inanış; adı ne olursa olsun (‘Alan Çağ İnanışı’, ‘Kova Çağı Bilgeliği’, ‘Âlemşümul Kardeşlik Dini’, ‘Moonculuk’ vb gibi), sonuçta bu projeyi gerçekleştirmek isteyen güçlerin dünya projeleriyle uyumlu olacaktır.
DERİN DÜNYACILAR
Bütün bu unsurlar yani ‘Yeni Dünya Düzeni’nin sacayakları oluşmadan nihaî amaçlarına varamazlar. Bunu kendileri de biliyorlar ve ellerindeki tüm imkânı seferber edip, sürece bu yönde yükleniyorlar. Dünya artık kritik bir dönemeçte görünüyor. Ya bu gücün sinsi planlarına teslim olup yeryüzünün hür milletleri ve fertleri olarak gönül ve akıl rızamızla insanlık ailesinin bir unsuru olmaya devam edeceğiz veyahut da kendi irademiz dışında, ruhî ve fizikî olarak teslim alınmış, eski dünyanın köleleri gibi bir duruma düşeceğiz.
KAYNAK
Atilla Akar, Derin Dünya Devleti, Timaş Yayınları, İstanbul 2003, s. 13-22, 275-298. Vurgular bize âid.
1) Armagedon, Tel Aviv’in 55 mil kuzeyindeki bir bölgedir. ‘Mediggo’ diye geçer, inanışa göre ‘Son Savaş’ burada olacaktır. İlginçtir; bu kavram, Müslüman ülkelerde yaşayan insanlara uzak bir kavram olsa da, Yahudi-Hıristiyan kültürü içindeki ülkelere hiç yabancı değildir. Hatta kilit bir kavram niteliğindedir. Bugün başta ABD olmak üzere birçok tarikat, Armagedon’un gerçekleşmesi beklentisi içindedir. Hatta daha da ötesi, bu kehanetin gerçekleşmesini hızlandırmak için bazı çılgınca eylemleri göze alan tarikatlar bile vardır. ABD’de Protestan-Evanjelikler bu inanışta başı çekmektedirler. Onlara göre “Tanrının kıyameti gerçekleştirmesine yardımcı olmak” gerekmektedir! Onlar Tevrat ve İncil’de geçen bazı kehanetleri gerçekleştirmek için çaba sarf etmektedirler. Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Grace Halles, Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, Trc: Mustafa Acar-Hüsnü Özmen, Kim Yayınları, Ankara 2002. (…)
Aynı şekilde, İsrail ve dünyanın dört bir yanındaki bazı fanatik Yahudiler de buna inanmaktadır. Onlara göre de Armagedon Savaşı, lsrailoğulları’na vaat edilen ‘Dünya Krallığı’ için yapılan son savaş olacaktır. İstailoğulları bu savaştan zaferle çıkacaklardır. Daha da ilginci, kimi yorumculara göre bu son savaş biz Türklerle yapılacaktır. Mine G. Kırıkkanat, bir yazısında bu ilginç psikolojiyi şöyle anlatıyor:
“Taksi şoförümüz, halim selim, aklı başında bir adama benziyordu. Arkadaşım indikten sonra sordu: ‘Hangi dili konuşuyordunuz?’ Türkçe cevabını alınca:
‘Ah’ dedi. ‘Dünyanın sonunu hazırlayan millettensiniz!’
Dünyada deli çok. İçimden sessiz bir lahavle çektim. Laf olsun torba dolsun diye otomatik bir:
‘Öyle mi?’ hayreti ünledim. ‘Nasıl hazırlıyormuşuz dünyanın sonunu.’ Adam tatlı bir masal anlatıyormuşçasına:
‘Türkiye içten içe çürüyecek ve parçalanma tehlikesiyle karşılaşacak. Ordularımız, Ortadoğu’da savaşmak zorunda kalacak. Tüm dünya orduları ARMAGEDON’da toplanacak ve başlayan büyük savaş dünyanın sonu olacak! Daniel’in kehanetinden haberiniz yok mu?
Dolayısıyla bu inanış sadece birkaç kaçığın varsayımı değil yaygın bir inanıştır.”
Mine G. Kırıkkanat, “Daniel’in Kehaneti”, Radikal, 27 Eylül 2002.
2) Avrupa Birliği projesi, bu güçlerin bir eseridir. Uzun vadede dünyayı 3 federal bölgeye bölmeyi planlamaktadırlar. Böylelikle tüm dünyada tek elden bir yönetimin organları mümkün hâle gelecektir
3) Daha şimdiden ‘reform’, ‘dinler arası diyalog’, ‘dinlerin özüne dönme’, ‘dinlerin aşkın birliği’ vb gibi çeşitli adlarla bu çaba başlamış görünüyor. Sözüm ona dinler arasında var olan anlaşmazlıkları gidermek, dinler arasında barış ve hoşgörü havasını hâkim kılmak adı altında, söz konusu arayışa daha şimdiden zemin oluşturulmaktadır. Öyle görünüyor ki, alttan alta körüklenen bu çabanın sonucu, süreç içinde daha itikadî noktalara çekilecektir. Burada söz konusu olan, kadîm dinlerin önyargı, bağnazlık, cehalet dolu yaklaşımlarının temizlenmesi değildir. Dinlere karşı böylesi bir yeniden ele alış, içine sızmış yanlışların ayıklanması yararlı bile olabilirdi. Ancak burada kastedilen, Yeni Dünya Düzeni’ne yeni bir din giydirilmesi çabasıdır.
Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 232-246.