Nevzat Şipleme
Son Kıvılcım Dergisi, 7. Sayı
Küreselcilik:
Kendi dar çevrelerinden başkalarını insan saymayanların elinde şekillenmiş, çok güçlü şekilde ekonomik ve teknolojik imkânlara sahip olan, dünyanın FETÖ’sü misali, hemen hemen bütün devletlerin mekanizmalarına, demokrasilerin vazgeçilmez unsurları diye pazarlanan STK-Medya gibi unsurlarına çökmüş (paranın, makamın ve şöhretin anlamını yitirdiği bir değerler dünyasında, hiçbir kıymeti kalmayacak olan bir örgütten ibaret; insanları para, şöhret ve makam tuzağına çekme çabalarının sebebi bu!) küreselci şirketler insanlığı tamamen kontrolleri altına alabilmek ve tek dünya devleti adını verdikleri sömürge düzeni hedeflerine ulaşabilmek için insanı yalnızlaştırma ve daha kolay nüfuz edilebilir, kontrol edilebilir, maniple edilebilir hale gelmesi için aileden topluma her alanda ahlaki yozlaşmayı teşvik eden bir yoğun propaganda ile türlü sapkınlıkları teşvik etmektedirler…
Özellikle gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, bu hengâmede tüm dünyada nüfusun gittikçe yaşlanmakta olduğu hususu da gözden kaçırılmaması gereken bir gerçektir. İnsanlar evlenmek istemiyor, çocuk sahibi olmak istemiyor. Küreselci ideoloji insanlığı öyle bir açmaza sürüklüyor ki durdurulmazsa insanlığı korkunç bir felaket bekliyor. Zira o sapkın şeytani ideoloji sürdürülebilir bir evlilik kültürünü yerle bir ediyor ki bu da elbette çocuk sahibi olmayı da manasızlaştıran bir yaşam biçimi sayesinde oluyor.
Bugün birçok devlette yapılan araştırmalarda “Devletin için savaşır mısın?” şeklinde kendilerine sorulan sorulara “hayır savaşmam” diyen insan oranı çok yüksek oranlara ulaşmış durumda. Bizim ülkemizde bu oranın yüzde yirmi beşlerde olduğunu dinlemiştim bir konuşmada… Diğer devletlere-milletlere oranla halihazırda iyi durumda görünsek de gidişatın iyiye doğru olmadığını anlamak için uzman olmaya gerek olmadığı aşikâr. Erkeği ve erkekliği ortadan kaldırma girişimlerinin arka planında belki de önemli sebeplerinden birisi de budur. Toplumları kendileri için savaşacak insan kabiliyetinden mahrum bırakarak savaşmadan teslim alabilmek maksadı taşıyor olabilirler mi? Elbette olabilirler.
Yiğit Hamas Savaşçıları’nın başlattığı huruç harekâtı ile Siyonist şeytanlığın iğrenç yüzü her geçen gün biraz daha tanınıyor, bu huruç harekâtı insanlığın bütün dünyada ne kadar yoğun bir küreselci kuşatma ve esaret ile karşı karşıya olduğunun görülmesine de vesile oldu. Zaten teslim alınmış oldukları ortaya çıkmış olan toplumlara özgürlüğün bedelini göstermiş oldu.
***
Gazze’de Müslümanlar kaybederse, Siyonistlerin boş durmayacağı, Katolik dünyasından tarihî intikamlarını alma yoluna gideceklerinin de farkında olduğunu varsaydığımız Avrupalıların, küreselcilere karşı oluşturmaya çalıştıkları, Avrupa’da gittikçe yükselen değer olarak, muhafazakâr ulusalcılık gibi kavramlar da netice itibariyle boşa düşmeye mahkûmdur. Küreselcileri yensen bile yerine “Yaşanmaya değer hayatı” inşa edebilecek misin? Avrupalı yaşam tarzı denenmemiş miydi? Küreselcilik Avrupalılığın üzerinden, ondan beslenerek doğmadı mı?
Küreselcilere karşı savaş, yalnızca küreselcilerin siyasi hegemonyalarına karşı savaş olarak sınırlandırılmamalıdır. Bu savaşın temelde bir değerler dünyası savaşı, ideolojik bir savaş olduğu görülmeli ve ona göre pozisyon alınmalıdır… Siyaset konuşurken sistemleri ve sistemlere yataklık eden ideolojileri konuşmayı ihmal edersek bir yere varamayacağımız açıktır.
Temel mesele, mevcut iflas etmiş Batılı ve Batıcı yaşam tarzının yerine yaşanmaya değer bir yaşam tarzını mümkün kılacak değerler dünyası inşa edilememiş olmasıdır. Bu ihtiyaca cevap vermeyen her çıkış gereksiz bir oyalanma yoludur.
Demokrasi:
Sömürgeci emperyalist batı, demokrasiyi sömürdükleri toplumlara, tâ dünyanın öbür ucundan toplarla, füzelerle, tüfeklerle “o toplumlar artık sömürülmesin, şahsiyet sahibi, güçlü toplumlar ve devletler haline gelsinler” diye getirmedi. O zaman sömürgeci batının sömürdüğü yahut sömürmek istediği toplumlara silah zoruyla dayattığı bu demokrasi bizim için nedir konuşmak gerekir. Bağımsızlıkçı aydın duruşu bunu gerektirir. Demokrasiler sömürgeci güçlerin inşa ettiği bir yönetim modelidir, yalnızca bizim gibi toplumları değil bizzat içinden çıktıkları toplumları da sömürmek üzere oluşturulmuştur. Zaten bugünkü küreselcilerin doğmasını sağlayan da odur. Bugün Avrupa’da ve Amerika gibi ülkelerde yükselmeye başlayan ulusalcı anlayış, halkların bu sömürü mekanizmasını gördüklerinin işaretidir.
Demokrasiyi yalnızca seçimle “işbaşına gelinen bir yönetim modeli” olarak tanımlamak elbette yanlış olur. O bir yaşam tarzının, bir değerler dünyasının yönetim modelidir. Kendi değerler dünyası içinde gerçekleşmesini istediği sömürgeci bir yaşam tarzını mümkün kılacak şekilde şekillendirilmiştir.
Demokrasi denilen yönetim biçimi bizim ürettiğimiz bir yönetim biçimi değildir. Selçuk Bayraktar’ın kendisine yöneltilen “Bizim sattığımız SİHA’lar bir gün bize karşı kullanılabilir mi?” şeklinde ki soruya “Bir cihazı kim yaptıysa, cihaz yapanın kontörlündedir, onun elindedir” mealinde ki cevabı çok doğrudur ve manidardır. Lakin bu mevzu “demokrasi” için de geçerlidir. Hatta yalnızca “demokrasi” için değil, bütün fikrî, siyasî, ilmî konularda herhangi bir kavramı kim ürettiyse, o kavram üretenin kontrolünde, üretenin elindedir şeklinde genişletebiliriz o cevabı…
Demokrasiler kendisini üreten hâkim unsurların istedikleri gibi maniple edebileceği ve sistemi kendi lehlerine kullanabilecekleri, güçlülerin (sömürgecilerin) takılmadığı bir örümcek ağı halinde sömürge düzeni olarak ihdas edilmişlerdir. Darbeci FETÖ’cüler, televizyondaki bildirilerinde demokrasi diyor, PKK, kurduğu partiler ile demokrasi diyor, dünyayı kasıp kavuran Siyonizm’in koruyucusu sömürgeci küreselciler demokrasi diyor! Demokrasi yalnızca, bugün küreselciliğe evrilmiş, sömürgeci kapitalizmin yönetim aparatı değil, aynı zamanda Müslüman Türkü, Anadolu’dan sürmeye ahdetmiş batıcı bir yaşam biçiminin yönetim modelidir.
Anadolu için, Türk kılığına girmiş Sabataizm demek olan Kemalizm’in (Kılıç gücüyle fethettiğimiz ve bin yıldır İslam’ın hâkimiyeti altında bulunmuş olan toprakların intikamını almak kastıyla) yüz yıldır dayattığı batıcılık ve batı, çoktandır bir milli güvenlik tehdidi haline gelmiştir.
Güneyimizde, topraklarımızda gözü olan, kapitalizmin kucağında gelişmiş, küreselci solcuların, komünist bir terör devleti kurmak için her türlü girişimde bulundukları ayandır. İçimizde devşirdikleri ile ideolojisini küreselcilerin yazdığı, sapkın bir Müslümanlık anlayışı öncülüğünde, devleti ele geçirmeye çalışan batıcı ittifakından ibaret FETÖ hainlerine kol kanat geren, daha aşağılarda, yine topraklarımızdan pay isteyen, Siyonizm’in Arz-ı Mev’ud hayallerine ölümüne destek olan batı ve dolayısı ile batıcılığın milletimiz, vatanımız ve elbette devletimiz için terkedilmesi gereken varoluşsal bir tehdit olduğunu anlamak için bu toprakların çocuğu olmak yeter, başka bir vasfa gerek yoktur.
Natoculuk – Avrasyacılık:
Natocu ittifakta kalmalıyız diyebilmenin olması gereken kabul edilebildiği, yok Natocu ittifakta değil Avrasyacı ittifakta bulunmalıyız diyebilmenin mümkün olabildiği bir Türkiye’de kendi hinterlandımızı inşa edebilmeyi mümkün kılacak Başyücelik idealinden bahsetmek garipseniyorsa bu garipseyenler mercek altına alınmalıdırlar. Öyle ya, imparatorluklar varisi bir millete ya Nato’nun yahut Avrasya’cıların eteklerine yapışmayı teklif etmek nereden baksan millete ihanet sayılmalıdır. Yahu burada dünya tarihini kendisinden bahsetmeden yazamayacağın, dünya çapında devletler kurmuş gittiği yerlere adalet ve barış götürmüş bir millet var, insan utanır yani böyle teklifler yaparken! Sahipleri tarafından dünyaya ihraç edilebilmiş kapitalist ve komünist rejimler birer birer çökmüş, kurdukları sahte dengeler altüst olmuştur.
Bu aşamada “ben ikisini de savunmuyorum, ben Türkiyeciyim” ifadesi kastedilen Türkiye’nin karakteristiğini tanımlamıyorsa eğer, havada bir hamaset ifadesi olarak görülmelidir, boş bir laftır. Ben Türkiyeciyim diyerek batılı ve batıcı değerlerin üzerine milli ve dini birtakım vasıflar eklenmeye çalışarak da yeni Türkiye inşa edilemez. Zira bugün dünyanın içinden geçtiği büyük buhranın temel sebebi değerlerdir. Mevcut hâkim unsurun dikte ettiği değerler çürümüş, yerine yeni değerler idame-ikame edilememiştir.
Ayrıca dünyanın yeniden dizayn edilme aşamasında olduğu, devletlerin parçalanıp, birleşme arifesinde olduğu bugünlerde toplumlar ve devletler çapında yeni ittifakların, yeni ayrışmaların bizleri beklediğini dikkate alacak olursak, mevcut Kemalist, batıcı ve laik anayasa her türlü açılımın önünde ki en büyük engel olduğu, olacağı görülmelidir. Önümüzde ki yıllara bu hakikatler dikkate alınarak hazırlanılmalıdır.
Vatan Fikrimin Coğrafyası:
Küreselci, Kemalist, FETÖ ittifakıyla ülkemizde çekilen dizilerde, filmlerde, sosyal medyada pompalanan sapık bir ahlak anlayışı, toplumun temellerini sarsacak şekilde gittikçe yaygınlaşmakta ve bu tahrip gücü yüksek bir bomba gibi milletimizin şuurunda patlatılmaktadır. Bu terör değilse, terör nedir? “Çocuklarımızı Hans yapma” faaliyetleri terör değil ama Hans’ın topraklarımızı ele geçirme çabaları mı terör?
Okullarımız, hamaset konuşmalarımızda yer verdiğimiz, bizi biz yapan tarihimizi inşa etmiş, kahramanlarımızı yetiştirmiş, kahramanlarımızı var etmiş değerler dünyasına göre değil bizi yok etmeye ayarlı Batıcı ve Batılı değerler üzerinden gençler yetiştirmeye ayarlı vaziyette, ne büyük çelişki?
Küreselcilerin, “toprak senin olsun, çocuğun benim” temel politikasında ulus devletlere eksen çizdiği şartlarda Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu şöyle cevap veriyor, vermişti:
“Vatan diye bildiğim fikrimin coğrafyası,
Fikir yoksa vatan ne kuru toprak parçası.”
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun bir şiirinde özetlediği veçhile vatan bir milletin fikrinin, değerler dünyasının, inanç dünyasının coğrafyası değilse, vatan biyolojik olduğu kadar kültürel manada da neslini devam ettirebilecek, evlatlarını yetiştirebileceği yer değilse, kendi olarak var olabileceği ve varlığını sürdürebileceği yer değilse “vatan” değildir, o hale getirilmelidir. Gazze’de, şehit olan bebelere üzülenler bu konuları da düşünsün! Şuur işgalinin, toprak işgalinden mühim olduğu ve daha sert şekilde korunması gerektiği anlaşılmalı önce.
Devletleri devlet yapan milletlerdir. Milletleri millet yapan ise en azından onları diğer milletlerden ayıran temel anlayış farklılıkları, yaşam biçimleri, değerler dünyaları, ahlaki özellikleri gibi vasıflarıdır. Milletler kendilerini millet yapan vasıfları korunabilsin diye devletleşirler. Hâsılı devlet, milletini millet yapan vasıfları koruyabildiği kadar meşru bir devlet kabul edilebilir. Yani bir başka devlete, kendi devletinin bir karış toprağını vermem diye hamaset yapanlar, evlatlarının, milletinin değerler dünyasına, ahlaki alt yapısına savaş açanlara karşı bu demokratik haktır, millet bunu istemezse o yayınlar kalkar gibi saçma sapan tepkiler veremez.
Devletin görevi yalnızca vergi toplamak ve içerdeki birtakım parsacıları zengin etmek ve o zenginlerin mallarını korumak için askeri ve polisi kullanmak değildir. Askerin sınırda, polisin şehirde çocukları dinden imandan, vatan millet sevgisinden uzak, anneye babaya saygısı olmayan, helal-haram nedir bilmeyen kişiler olsunlar diye, çocukları küreselcilerin sapık ideolojilerine ram olsunlar, devşirilsinler diye nöbet tuttuklarını sanmıyorum. Devletin temel görevi, varlık sebebi olan milleti ve milleti millet yapan vasıflarını tespit edip bayraklaştırmak, korumak, o vasıflara karşı içerden ve dışardan gelen tehditlere karşı gerekli tedbirleri almak ve insanlar arası ilişkileri, milletin değerleri üzerinden tanzim edecek düzeni ihsas etmektir. Netice itibariyle kınayanların kınamasına aldırmadan, ilerleyerek şadırvanında ki su çeşmesine kilit vurulmak zorunda kalınan bir toplumdan, sarrafların namaza camiye giderken kapılarına kilit vurmak ihtiyacı hissetmedikleri bir topluma dönüşmek mümkündür, biraz emek ister.
Vatan Ehl-i Sünnettir, sistemi de Başyücelik:
İnsan için, Mutlak’ın olmadığı yerde, ideali arama zemini olarak tanıtılan, yaşanmış pratiğinde örgütlü azınlığın örgütsüz çoğunluğa tahakkümü aracı olmaktan öteye geçememiş demokrasi, bir yönü ile güçlü azınlığın konsensüsü rejimi olarak da nitelenebilir. Zira örgütlenebilme de bir çeşit imkân ve güç meselesi olarak karşımıza çıkıyor… “Mutlak”ın hâkim olmadığı, hakemin “Mutlak” olmadığı yerde, hiçbir değerin olması gerekeni belirlenemez. Mevzu güçlünün, zayıfı kendi lehine maniple edebilme kabiliyetine bakar, bir nevi göz boyacılık ile bu günlere gelmiş olan demokrasi, kapitalist sömürge düzeninin aparatı olmaktan öteye geçememiştir.
Bu toprakları bize vatan kılan temel faktörün Ehl-i Sünnet, inanç, itikat ve irfanı olduğu hatırlanmalı, siyasi otorite bu hakikat üzerine yeniden dizayn edilmelidir. Yarınlara emin adımlarla yürümek isteyen Türkiye, ne batıcıların ne de sapık İslami anlayışların bu topraklara vatan gözüyle bakmadığını, aidiyetlerinin başka odaklara olduğunu hatırlamalıdır. Eğerki Batılı kültürler içinde kaybolunmayacak yahut İran, Suud, Fetö gibi sapık inançlar içine savrulunmayacaksa, vatan kavramını da pekiştirmenin yolu halinde Ehl-i Sünnet (Tevhid) bayrağını vatan topraklarının üzerine dikmekten başka yol görünmemektedir. Yalnızca “Türk” diyerek bu işler olur mu? “Türk”ün dini-imanı, helali-haramı, doğru-yanlış ölçüleri neye göre olacak? Bu sorulara cevap vermeden yalnızca “Türk” demek Türkü emperyalizme yem etmek tuzağından başka bir demogoji değildir. Gagavuz Türkleri gibi Hristiyan mı olacak, ne?
Mutlak’a mecburuz! Kendimize Mutlak’a nisbetle çeki düzen vermeye… Yeni Türkiye için arafta katedilecek yol kalmamış, tercihini yapmak zorunda olduğu dönem gelmiş çatmıştır. Hakikati; iyi-doğru ve güzeli Mutlak’a nisbetle belirlemeyeceksek niye sana, bana, ona şuna göre belirleyelim? Mutlak’a teslim olmamış (salt) aklın ve bilimin gelebileceği nokta, batının kendisini tahrip eden tarihi serüveniyle hala anlaşılamamış mıdır?
Bizim dünyaya teklif edebileceğimiz, tamamen yerli ve milli bir ideolojimiz o ideolojiye nispetle bir sistem modelimiz vardır. Ehl-i sünnnet itikat, istikâmet ve irfanını temel alan dünya görüşümüz Büyük Doğu- İBDA ve onun sistem teklifi Başyücelik idealimiz!
Başyücelik ideal sistemi kendi tarihi köklerimizin şahitliğinde, İslami hakikatlerin üzerine inşa edilmiş dünya çapındaki sömürü ve zulüm düzenine karşı geliştirilmiş topyekûn bir reddediş ve kendini Mutlak Hakikate nispetle yeniden tanımlayışın sistem teklifidir.
Erkeğe de, kadına da, çocuğa da, hayvana da, çevreye de, eşyaya da hakkını Allah ve Resulünün bildirdiği, öğrettiği ve gösterdikleri üzerinden teslim edebilmenin biricik yolu, yaşanmaya değer hayatı inşa edebilecek mekanizmadır.
Kırmızı Kitap değişmek zorunda:
Mutlak hakikate bağlı “Derin milletin – derin Anadolu’nun” iktidarı yolunu açacak Başyücelik sisteminin istediği seçim şartları, kendi ideal toplum şartlarında mümkün olacak olsa da şimdilik en azından, tüm partilerin yerli ve milli hassasiyetler merkezli olmasının yanında, seçmenliğe de belli şartlar getirilebilir. İtin, kopuğun memleketin iktidarını belirlemesine müsaade edilemeyeceği gibi memleket faydası dışında, yabancı odakların menfaatlerini esas alarak siyaset üretilmesine de müsaade edilemez. Özellikle iletişimin tekelleşmiş unsurlar elinde bu kadar geliştiği kitlelerin manipülasyona hiç olmadığı kadar açık olduğu şartlarda, bu sistemi dayatmak, çaresizlikten değilse eğer, ne kadar iyi niyetli olabilir? Memleket sathında, elbette bu türden yapıların teşekkülüne, milletimizi, memleket aleyhine manipüle etmelerine göz yumulamaz. Bu şartlarda oluşmuş bir iktidardan, memleket için nasıl bir hayır beklenebilir? Bütün büyük devletleri büyük yapan, has özellikleri olduğu açıktır. Has özelikleri olmak orijinal bir fikrin- keyfiyetin-ahlakın; değerler dünyasının üzerinde yükselmekle olabilecek olan…
Memleketin karakteristiğini tanımlayamadan, memleketin faydasını, zararını tanımlayamaz dolayısı ile memleket lehine siyaset de üretemezsin. Hâsılı bu hengâmede mevcut anayasal düzenin, milletimizi kendi tarihiyle, inancıyla, hakikatiyle arasına uçurumlar koyan yönlerinin hakikate nispetle tashihi milletimizin varlık davası olarak istikbal mücadelesinin vazgeçilmez önceliklerinden olarak görülmelidir. Yeni Türkiye, dünyaya bir medeniyet teklifi olarak çıkacaksa hem kendisini inanç ve tarih temelli izah etmeli hem de terörün tanımını Müslüman Anadolu’nun şuuruna yapılan suikastları da içine alacak şekilde genişletmelidir. Aksi halde istikbalimiz tehlikede olmaya devam edecektir.
Varlık mücadelemiz için şart olan bu değişime karşı durmak yanlıştır. Lakin şekersiz çay içmeye bile alışmakta zorlanan insanların, büyük değişimler karşısında tedirginlik yaşamaları anlaşılabilir olsa da kültürel ve inanç temelli birtakım farklılıkları insanlık adına yanlışlık, eksiklik olarak niteleyerek ötelemek, tu kaka etmek, karşı durmak gibi tavırların yalnızca sömürgelerin kendi halkına yabancılaşmış, ezik aydınlarında olacağını unutmamak gerekmektedir. Okuryazar kesimimiz de bu süreçten kendilerine dersler çıkarmalı ve mevcut pozisyonlarını gözden geçirmelidirler. Uluslararası sistem denilen küreselci şeytanlığa karşı sahici tavır alabilmenin başka yolu olmadığını görmeliler…