Şuur ve Hafızanın İnşâ Ettiği “Hikâye”

Üstad Necib Fazıl, muazzam bir hadis-i şerifi şöyle manzumeleştirir:

“Zaman vurmadan silgiyi, / Yazıyla bağlayın bilgiyi.”

Yazı ummanına bir kıyısından dahil olmaya çalışmadan önce, “silinenler” bir yana, zahiren silinmemiş gözüküp de yeniden biçimlendirilenlere, yeniden “hikâye” edilenlere, şuur ve hafızanın “inşâ”sına emanet yahut havale edilenlere bir bakmayı deneyecek, neticenin bir “formasyon” mu yoksa daha ziyade bir “deformasyon” mu olduğunu takdirinize bırakacağız.

Dilerseniz, Albert Einstein’e kulak verelim önce:

“Hafıza yanıltıcıdır, çünkü bugünün hâdiseleriyle boyanmıştır.”

Einstein’in söylediği büyük ölçüde doğrudur, şöyle ki, fert fert kendi hayat hikâyemizi anlatışımız bile, adı üstünde bir “hikâye”dir; yaşadığımız ânı esas alarak geriye dönük ve ilerinin ümid yahut korkularını da gözetir tarzda her ân inşâ edip her ân yıktığımız, hep yeniden “biçim” verdiğimiz, “form”a soktuğumuz, yeni eklemeler veya çıkarmalarla hep yeniden düzenlediğimiz, çekidüzen verdiğimiz yahut vermeye çalıştığımız bir hikâye…

Elbette, bir hikâyeci, her zaman bir “hakikat” müdafii yahut teşhircisi değildir. Böyle olmak istese de, görüş, anlayış ve kavrayış ufkunun müsaadesi ölçüsünde, bir başka deyişle, ancak o “gerçeklik” denizinden avuçlayabildiği kadarını takdim edebilir bize. Anlattığı hikâye ister kendinin ister başkasınınki olsun, “hâdiseye yanaşan insan şuuru” gereğince, yanaştığı hâdise, kişi yahut şeyle ilgili olarak, “o ân için” mevcud gördüklerini yahut “o ân için” önemli bulduklarını temel alır. Kime, hangi yönden, neyi temin için ifâde ediyorsa, bilhassa bu gayesine “vasıta” olabilecek belli noktaları SEÇER, öne çıkarır, yoğurur, değerlendirir ve tertib eder. Kısaca, geçmişi bugünde yeniden “inşâ” eder.

Ezcümle, her “hikâye” biraz eksik, hakikatin tümünü ifade edici olmuyorsa şayet, elbet biraz da yalandır. Hakikatin tümü değil de, “sadece” belli bir yönü ve hikâye eden için belirttiği anlam dile getiriliyorsa, üstelik bunun böyle olduğu açıkça ifade ediliyorsa, o hâlde “doğru”dur demek de mümkündür tabiî.

İngilizcede “hikâye” demek olan “story” kelimesi ile “tarih” demek olan “history” arasındaki mânâ ilgisi bu bakımdan mânidardır. Latince “historia”, “tarih, anlatım, masal, hikâye” demektir. Öyleyse, işittiğimiz “tarih”lerin çoğu da, bir hâdiseye vakit tesbit etmek ve olan biteni ayniyle nakletmek anlamında “history” (tarih) olmaktan ziyade, yine İngilizce “his story” (onun hikâyesi) denmeye daha münasib görünüyor.

Psikolog Jerome Bruner, Susan Weisser ile birlikte kaleme aldığı “Kendinin Keşfi: Otobiyografi ve Onun Biçimleri” adlı eserinde şöyle diyor:

“ ‘Hayatlar’, bir açıdan bakıldığında birer metindir: Yeniden gözden geçirilen, üzerinde düşünülen, yeniden yorumlanan metinler. Yani ‘anlatılan’ hayatlar, onları anlatanlarca alternatif bir yorumla değerlendirilebilecek metinler olarak kavranmaktadır. İnsanlar hayat hikâyelerini yeniden yorumlarken eski ‘metni’ reddetmezler … ancak o metne daha önce getirmiş oldukları yorumu inkâr ederler. Bu hayat boyu süren bir alışkanlıktır.

Bu anlamda ‘metni’ … hayatın ne olduğunu kavramlar seviyesinde dile getiren bir anlatıma eş tutuyorum. Onun, hafızada taşınan yahut dilendiğinde kısaltılarak veya uzatılarak anlatılabilecek biçimde hafızada taşınan bir hikâye olması, farklı yorumlara açık bir metin olma özelliğini ortadan kaldırmaz.”

Muhtemel bir peşin hükme mâni olmak bakımından ifade etmek gerekirse, “hikâye ediş”in, bu meyanda, benliğini ve geçmişini “inşâ” edişin kendisi değildir menfi olan. “Şuur” sahibi insanlar olarak kendisinden kaçamayacağımız, aksine, müsbet anlamda olgunlaştırıp, doğru yönde istikametlendirmemiz gereken bir bilme ve bildirme faaliyeti, bizi biz yapan bir “usûl”dür bu. Büyük İtalyan estetikçi ve tarihçi Benedetto Croce’nin meâlen çerçevelediği üzere, her yeni ifade, geçmiş intibâ veya ifadeleri kendi potasında eritir ve yeniden biçimlendirip az veya çok başkalaştırır. Şu hâlde, bize düşen, yalan söyleyenler var diye kesip atmak değil, dilini doğru kullanabilme becerisine erişmeye bakmaktır ki, mesele, “nefsini bilmek” dairesinde, “insan” olarak kendini ve imkanlarını tanımaya dair sahih bir bilgi, beceri ve meleke temin etme çabasında düğümleniyor bizce. Nasıl işlediğini bilmediğimiz bir arabayı sürmeye kalkmanın onu sağa sola çarptırmayla eş anlamlı oluşu gibi, insanın kendisini nasıl ifade ettiği, kendisine nelerin nasıl ifade edildiği yeterince bilinmeden teşebbüs edilecek “ifade” çabalarının da duvara toslama tehlikesini davet edeceğini vurgulamaya çalışmak; burada yapmaya çalıştığımız budur.

İBDA’nın mütemadiyen uyardığı, İBDA’ya muhatab veya değil, galiba hemen hepimizin sık sık düştüğü bir hata, “hâdiselere yanaşan insan şuuru”nun eşya ve hâdiseleri nitelemede, onlara o ân ve o durumda geçerli “sınırlı bir çerçeve” çizmede BELİRLEYİCİ olduğu hususudur. Oysa, İBDA fikriyatından da teorik olarak biliriz ki, meâlen, devşirmek istediğimiz cevabları veren ve çerçevesini belirleyen, öncelikle sorumuzun çerçeve ve muhtevasıdır. Denize “ağ” attığımızda elde edebileceğimiz netice balık, “kova” saldığımızda belli miktarda su, iş makinesiyle kumsaldan denize girdiğimiz takdirde “kepçe”mize dolacak olan da kumdur. Denildiği gibi, “Elinde bir çekiç tutuyorsan, herkesi kafasına çakılacak bir çivi gibi görmeye başlarsın!” Yahut, kendisiyle ancak balık tutabildiğimiz oltayla denizden inci çıkaramayız. “Bugüne dek şu denize ne kadar olta attıysam bir kez bile inci çıkaramadım, demek ki bu denizde inci yok” tarzında bir muhakeme yanlıştır bu bakımdan. O oltayla o denizden hiçbir zaman inci çıkarılamayacağı tesbitiyse, elbette ki doğrudur. Her adımda araştırılması gereken, “kimin”, “neyin”, “ne bakımdan” hikâyesidir o hâlde.

Kısacası, hemen hiçbir şeyin “kesinlikle şudur” nevînden kestirme bir karşılığı yoktur. Bakış açımıza ve elimizdeki âlete göre farklı farklı “inşâ” edebileceğimiz üzere, bazen o, bazen bu, bazen şu, bazen daha neler ve neler mümkün ve mündemiçtir her meselede. Yani, hayatı ve hayattakileri idrakın tek bir yol ve biçimi değil, sayısız “alternatif” yol ve biçimi sözkonusudur. Gözümüzü kendisine çevirdiğimiz, bakış açımıza göre belli bir perspektifle karşımızda mevkilendirdiğimiz şey, bilgimizin bu yolla “obje”si kılmak bakımından işte o ân “var” ettiğimiz ve ressamın bir objeyi tablosundaki diğer unsurlar arasında dilediği herhangi bir yerde mevkilendirmesi gibi, belli bir “çerçeve” ve “kompozisyon” içine aldığımız şeyin de tâ kendisidir. Eşya ve hâdiseleri hikâye “örgü”müze dahil eden ve onlara dilediğimiz rolü oynatan bizleriz bu anlamda. Tek tek zaten var ve tek tek zaten hakiki olsalar da.

Müşahede tarzının ve müşahede edilenin “seçim”inin hayatımızda nasıl bir “hikâye”, “değişim” ve “inşâ”ya yol verdiğini sezmeye ve kavramaya dair, “kuantum fiziği”nden ufuk açıcı bulduğumuz bir örnek takdim etmenin tam yeri diye düşünüyoruz. “Dr. Kuantum” olarak da bilinen Fred Alan Wolf, “Büyük Fikirlerin Küçük Kitabı” isimli eserinde şöyle “anlatıyor”:

“Kuantum fiziği açısından, hâdisenin hatıra olarak zihinde bulunma şeklini değiştirerek geçmişi değiştirmek mümkündür. Tabiî gerçekten de zamanın gerisine gideceğimiz gibi bir muhakeme yapılmamalıdır. Bu, daha ziyade, vuku buldukları sırada yeterli derecede belirlenmemiş detayları hâdiseye eklememiz anlamına gelir. (…)

Bir şey hatırlarsınız, fakat çoğunlukla detayları net değildir. John şunu söyledi ve ben bunu yaptım veya hayır John bunu yaptı ve ben şunu söyledim. Gerçek, hatırladıklarımızın inşa ettiklerinden ibarettir. Dünyanın belirsiz hâdiselerle veya kısmen gerçek hâdiselerle dolu olduğunu söyleyebiliriz. Bu hâdiselerin ne olduğuna karar vermeye kalkıştığımız zaman bunları gerçekte hatıralar olarak meydana çıkarırız. Bir geçmiş oluşturur, hatırladıklarımızın sonuçlarına dayanarak ve gelecekle ilgili beklentilerimizi yeniden tarif ederek kendimizi değiştiririz.

Hayatımız hatıralardan oluşur. Hatıralarımız zengin hikâyeler, tarihler oluşturmamıza; bahaneler, açıklamalar meydana getirmemize sebeb olur. Hepsi de yeniden inşâ edilmiş hayat sahnelerimizde bir araya getirilmiştir. (…)

Şahsî bir hatıra oluştururken bir mantık örgüsü takib ederiz. Düşüncelerimiz hâdiselerin sebeb zincirlerinin resimleri olarak ortaya çıkar. Bu hâdiseler bizim tecrübelerimizi yahut diğerlerinden duyduğumuz hikâyeleri yansıtır. Bu tecrübeler fizikî süreçlerle duyularımıza girer. Biz genellikle başımıza gelen tuhaf şeyleri hatırlamayız. Bunlar bizim neler olduğuna dair kafamızdaki hatıra versiyonuna uymaz. Dolayısıyla onları hatırlamayız. Bunun yerine ‘klasik’ dünya diye isimlendirdiğimiz, sebeb ve sonucun olduğu rasyonel dünyayı hatırlarız.

İşte şuurun yaptığı şey budur: Klasik bir dünya inşâ eder (görünüşte akla uygun, çatışmasız, çelişkisiz) ve bunu yaparken kuantum dünyayı temel alır (görünüşte akla uygun olmayan, çatışmalı, çelişkili). Bundan dolayı bir hatıra, çelişik ve çatışık ihtimallerin kuantum benzeri bir biçimde üst üste konulmasıyla değil de, gerçeğe benzer, klasik bir hikâye olarak ortaya çıkar!

Albert Einstein ve Richard Tolman adlı iki fizikçi, kuantum mekaniği hâdiseleri tarif ediyorsa, geçmişin de gelecek kadar belirsiz olduğunu göstermişlerdir. Öyleyse nasıl oluyor da bir geçmişimiz olabiliyor? Buna cevabımız şudur: Onu biz inşâ ediyoruz da ondan! Evet! Geçmiş dediğimiz şey sadece zihinlerimizin yeldeğirmenlerinde mevcuttur. Şimdiki zamanda yaşayan biz, geçmişimizden sorumluyuz. Bunun başka bir açıklaması yok: Biz tarihimizin mimarlarıyız. (…)

Yeni simya olarak tarif ettiğim kavramda, gelecek şimdiki zamana karar verir ve geçmiş de şimdiki zamanın kontrolü altına girer! Bir başka deyişle, gelecek ortaya çıkmamış ihtimal dalgalarını ve meydana gelmiş gerçek hâdiselerin geçiş kaydını ihtivâ eder. Ancak bu meydana gelişi geri almak ve geçmişi yeniden oluşturmak her zaman mümkündür. (…)

Biz, ‘dıştaki’ gerçeği, olan hâdiseden sonra geçmişi değerlendirme ile birlikte inşâ ederiz, ancak daha tamamlanmadan bile, bir hikâye silsilesi ve tarih olarak onun şuurunda oluruz.

Yeni şartları, hâlihazırda yaptığımız seçimlerin değil de, geçmişin kaçınılmaz sonuçları olarak anlamak isteriz. Riski ve sorumluluğumuzu en aza indirmek için eskiye dayandırarak yeninin yorumunu yapmaya çalışırız… Bir başka deyişle, tecrübelerimize uyması için bir hikâye uydurur, bir yanılsama meydana getiririz. Bu risk ve sorumluluk azımsamasının en üst ifadesi bir güven duygusu doğurur. ‘İmtihanda başarısız oldum, çünkü köpek benim not kâğıtlarımı yedi.’ ‘Ben sadece emirlere uyuyorum.’ ‘Bana ne yaptığını görüyor musun?’ gibi pek çok örnek vardır.

Eğer kuantum fiziğini gerçekten anlarsanız, nihaî sebeb ve sonuç diye bir şeyin olmadığını da anlarsınız. Geçmişi geri almak demek affetmek ve şimdiki zamanı yeniden inşâ etmek demektir.”

Buraya kadar, “hikâye inşâmız”a mevzu “tarihî” kayıtlarımızın, “kompozisyon”u tarafımızdan her dâim değiştirilse de, temel unsurlar hâlinde “hafıza”mızda mevcud olduğunu, “unsur” olmaklığı bakımından köklü değişimlere uğramadığını zımnen ifade eder gibiydik. Hafızamızda hiç kuşkusuz böylesi berrak tarihî kayıtlarımız, diğerlerine kıyasla kesin addedebileceğimiz canlı hatıralar yahut hatıra objelerimiz bulunabilir. Ancak, istisnâları dışındaki büyük çoğunluk için, bu tesbit pek de geçerli değildir. Şuurumuz ne kadar oyuncuysa, hafızamız da o derece oyuncudur çünkü. Avusturyalı meşhur edebiyatçı Stefan Zweig, “Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar” adlı eserinin önsözünde şöyle dile getirir bu çoğumuz için “inanılmaz” durumu:

“Bir insanın, otobiyografisinde mutlak gerçeği dile getirmesini beklemek, gerçekten de, bu dünyada mutlak bir adalet, hürriyet ve kusursuzluk aramaya kalkmak kadar abes olacaktır. En güçlü bir karar, gerçeklere saygı göstermek için duyulan en şiddetli bir istek bile, daha işin başında bir çıkmazla karşı karşıyadır; çünkü bize gerçeği güvenilir bir şekilde bilme imkânını verecek bir organımız yoktur (bunu inkâr edemeyiz); çünkü daha hayat hikâyemizi anlatmaya başlamadan önce, hatıralarımız, vakaların gerçek imajlarını bozmaya başlamıştır bile. Ve çünkü hafızamız, yaşadığımız bütün hâdiselerin, olduğu gibi ve aslına uygun bir şekilde, silinmeyen bir mürekkeble, teker teker ve bürokratik bir dikkat ve ihtimamla kaydedildiği bir kayıt bürosu değildir. ‘Hafıza’ dediğimiz şey, kanımızın akışından ve onun dalgalanmalarından, kanımızdaki her türlü değişiklikten ve başkalaşımdan etkilenen canlı bir şeydir; geçmişin bütün intibâlarının tabiî nitelikleri, değerleri ve ilk şekilleri ile bozulmadan saklandığı kusursuz bir saklama aracı, bir buzdolabı değildir. Tek bir kelime içerisine sıkıştırmak içine acele ettiğimiz ve ‘hafıza’ dediğimiz bu akıcı ve kaypak şey içerisinde, vak’alar, tıpkı akıp giden bir selin dibinde bulunan çakıl taşları gibi birbirlerine çarparlar, böylece birbirlerini yontup cilâlayarak tanınmaz bir şekle bürünürler; belli bir düzen içerisine girerler, birbirlerine uyum sağlarlar ve esrarlı bir taklit gücü sayesinde, en ince ayrımlarına varıncaya kadar isteklerimize ayak uyduracak hâle gelirler. Bu şekil değiştirme ortamı içerisinde hiçbir şey veya hemen hemen hiçbir şey bozulmadan kalamaz; her yeni intibâ bir öncekini gölgeler, her yeni hatıra bir eskisini değiştirir ve çoğu zaman bambaşka yahut tam tersi bir görünüm alacak derecede bozar. Stendhal, hatırlama gücünün bu sadakatsizliğini ve mutlak bir tarihî gerçeğe ulaşma konusundaki kendi kabiliyetsizliğini ilk olarak fark etmiş olanlardan biridir. Büyük Saint-Bernard’dan yapılan geçişin onda uyandırdığı imajın yaşanmış bir hâdisenin gerçek hatırası mı olduğunu, yoksa bu vak’ayı canlandıran bir gravürden mi aklında kaldığını ayırt edemediğini itiraf etmiş olması bunun klasik bir örneği olarak verilebilir. Ve onun manevî vârisi Marcel Proust, hafızamızın, olup bitenleri değiştirme temâyülü ile ilgili daha çarpıcı bir örnek vermektedir bize: Gençliğinde, komedyen Berma’yı en ünlü rollerinden birinde nasıl gördüğünü anlatmaktadır. Daha onu tanımadan önce, hayalinde canlandırmıştır; ama onu görünce bu imaj tamamen ortadan kaybolmuş ve doğrudan doğruya duyularından edindiği intibâlarla karışmıştır; bu intibâlar ise yanında oturan kişinin görüşleriyle karışarak daha bulanık bir hâl almıştır; ertesi gün gazetelerde çıkan eleştiriler imaja daha çok gölge düşürmüş ve şeklini bozmuştur. Birçok yıllar sonra, aynı aktrisi aynı rolde tekrar gördüğü zaman, kendisi de o da zamanla değiştiği için, ilk ve ‘gerçek’ intibânın hangisi olduğunu hatırlamayı başaramamıştır. Proust’un hikâyesi, hatıralarımıza güvenemeyeceğimizi gösteren tipik bir örnek olarak görülebilir: Görünüşte her türlü gerçeğin kesin ölçüsü olan hatırlama gücümüz, aslında gerçeğin düşmanıdır. Çünkü bir insan, kendi hayatını anlatmaya başlamadan önce, kendi içerisinde, olup bitenleri yeniden canlandıracak yerde inşâ etmeye çalışan bir organ işe karışır; hafızamız, daha işin başında, şiir yazma ve inşâyla ilgili her türlü vazifeyi kendi üzerine almıştır. Konuların seçilmesi, gölge ve ışık dağılımı, parçaların organik bir bütün oluşturacak şekilde bir araya getirilmesi, vb. Hafızanın bu inşâcı gücü sayesinde her otobiyografi, ister istemez, ‘insanın kendi hayatının şiiri’ hâline gelir. Çağdaş zamanların en bilge insanı olan Goethe, bu gerçeği fark etmiştir; her türlü gerçeğe ulaşmaktan kahramanca vazgeçen otobiyografisinin başlığı, ‘Şiir ve Gerçek’tir ve bu başlık bütün itiraflar için uygun olacaktır.”

Zweig’in “hafıza”nın mahareti zımnında örnek verdiği “selin dibindeki çakılların” esrarlı hareketi, değişimi, dönüşümü ve diğer çakıllarla birlikte oluşturduğu âhenk bahsi, hemen akabinde de bu nevî bir değişim ve âhengin ancak bir “şiir” olabileceği tesbiti, bize İngiliz Dili ve Düşünce Tarihi profesörü Barry Sanders’ten okuduğumuz etimolojik bir malûmatı tedaî ettirdi. “Öküzün A’sı” isimli eserinde geçen bir dipnotta şöyle diyor Sanders:

“Su ile şiir arasındaki ilişki dünyanın en eski dillerinde yatan bir gerçektir. İngilizce ‘şiir’ anlamına gelen ‘poem’ kelimesi eski İbraniceden gelir ve kelimesi kelimesine çevrildiğinde ‘çakılların üzerinden akan suyun sesi’ demektir.”

Evet, tüm bu söylediklerimizi ve söylenenleri artık toparlamayı denersek, geçmişin muhtevâsından şuur ve hafızanın ortaklaşa inşâ ettiği şey, yerinden oynamaz “kaskatı” çakılların olduğu gibi sergilenişi değil, ister bazen olduğu gibi “formasyon” isterse bazen olduğu gibi “deformasyon” olsun, yepyeni bir “biçim”dir, bir “hikâye”, bir “örgü”dür. Müsbet ve en yüksek örneklerinde ise, işittiğimiz şey, birbirine çarpan ve kırılıp başkalaşan çakılların “takırtısı” değil, o “çakılların üzerinden akan suyun sesi”dir, sırlarla sarıp sarmalanmış bir “şiir”, lisan ve fikir katında senfonik bir icrânın kademe kademe temsilidir.

Aylık Dergisi, Temmuz 2008

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir