Kelime Etiketleri Arasında Yiten “Gerçek”

Gözümüzün önünde yiten “gerçek”? Yitip giden bizzat “gerçek” değil elbette; ufkumuzu daraltıp, görüşümüzü buğulandıran yahut bulandıran yaklaşım tarzlarımız yol açmakta bakar körlüğümüze. Gözümüze sağlı sollu iliştirdiğimiz sarsılmaz ve çelikten at gözlüklerinden, bu meyânda o pek itibar ettiğimiz “kelime etiketleri”nden söz edeceğiz demektir o hâlde. Ama önce, galiba en başta, ister “parçalara” isterse “genele” mıhlı olsun, aslında bu iki farklı “yaklaşım tarzı”yla idrak etmeye davrandığımız, bu uğurda bazen bölüp parçaladığımız, bazen de toparlayıp bütünlemeye çalıştığımız “gerçek”ten bahsetmek gerekiyor dilimiz döndüğünce.

“GERÇEK”, ister baş gözümüzle isterse onun da kökte kendisine perçinli olduğu kalb gözümüzle varlığını idrak ettiğimiz, yahut belki daha yerinde bir ifadeyle, şu veya bu tarzda idrak edilmek üzere “bize kendini empoze eden” TÜM BİR VARLIK MUHTEVASI mealincedir bir bakıma. Böyle bir genişliğe, hiç şübhesiz, duyularımıza ilişen herhangi bir şey kadar, gece gözlerimizi kapattığımız ânda kapısı açılan rüya âlemi de, aynı şekilde, duyularımızın sustuğu yerde konuşan aklî seviyedeki idraklerimiz de, velhâsıl ne gördüğümüz hususunda başkaları bizimle hemfikir olsun olmasın, bizim için apaçık olan ve ruhen “sezdiğimiz” hemen her şey de dahildir.

Öyleyse “gerçek”, idrak cihazlarımıza muhatab olan tüm bir varlık yekûnu, tüm bir “mahiyetler” âlemi genişliğine açılıyor değil midir? Bu noktada bizce gözden kaçırılmaması gereken nokta, her ne kadar “sınırlı” zaman-mekan çerçevesinde ve bir okyanus kıyısında “kısmen” idrak ediyor olsak da, gerçekliğin madde ve mânâca tüm unsurlarının, bize nasıl yansıdığından ve bizim nasıl algıladığımızdan müstakil ve mücerred olarak, birbiriyle İÇİÇE, İLGİLİ ve İLİŞKİLİ bulunduğu hususudur. Muhatabı olduğumuz “gerçek” öylesine bir BÜTÜNLÜK arzeder ki, hiçbir unsur bir diğerinden mutlak mânâda tecrid edilemez.

İnsan olma, bu bakımdan “idrak etme” vasfımızla bizlerin tüm yaptığı da, işte bu engin muhtevayı, yani “gerçek” dediğimiz ve bilgimizin “mevzuu-objesi” olan bu BÜTÜNLÜKLÜ kâinatı; yine, iyiydi-kötüydü, güzeldi-çirkindi veya doğruydu-yanlıştı yollu hükümlendirmelerimize mevzu olan herkes ve her şeyi; aynı şekilde, fânî veya bâkî yahut akıcı veya statik yahut reel veya irreel yahut mâkul veya akıldışı minvâlinde değerlendirebildiğimiz ne varsa tümünü SEZMEK, KAVRAMAK ve İŞLEMEK merkezinde düğümleniyor diyebiliriz.

“İdrak etmek”? Bilmek, anlamak, kavramak, mânâlandırmak nevî mefhumlarla temelde işaret ettiğimiz de işte bu; İBDA Mimarı’nın ifade ettiği veçhile, “varlığın muhtevasından şuurun çıkardığı” FORM’u temin etmek. Üstelik bize düşen, kalitesi ne derecede olursa olsun zaten her birimizin bir şekilde yaptığı bu olmakla beraber, sadece “bilir” olmakla iktifâ etmeksizin, bilme “aksiyon”unun da içinde olduğu en geniş mikyasta kendini ve âlemi değiştirmek, biçimlendirmek, kısacası YAPMAK; işte böylece “YAPABİLMEK”.

Hemen fark edileceği üzere, tarafımızdan mânâlandırılmayı bekleyen, aynı şekilde, mânâlandırılarak biçimlendirilmeyi bekleyen, beklemek ne kelime, “istersen bekle!” tarzında bir şiddetle ruhumuza kendisini “mânâlandırma” ve aksiyonumuzla “biçimlendirme” mecburiyetini dayatan bir âlemin uçsuz bucaksız muhtevası içinde ve önündeyiz. Bilmek derken, bunun ilim irfan erbabına dönük vechesiyle bahsi sınırlandırmadığımızı arzetmiştik. Âlemde vasfı “insan” olan kim varsa, kimler gelmiş ve gelecekse bu âleme, istisnâsız hepsi “bildiği” için insandı, insandır ve insan olacaktır. Artık meseleyi şu şekilde takdim edebiliriz o hâlde: Nasıl biliyoruz?

“Nasıl” bildiğimizi öğrenmek için fazla uzağa gitmeye ne hâcet; kendi çocukluğumuzdan başlayarak, çevremizdeki çocuklara şöyle bir dikkat ettiğimizde yaklaşık bir fikre sahib olabiliriz hemen. Yani?

Bizi saran gerçeklik her ne kadar bir bütünlük ve içiçelik arzetse de, veya şöyle diyelim, elbette böyle bir bütünlük sözkonusu olsa ve ben çevremden, çevrem benden, aynı çizgide, çevremdekiler de çevremdeki diğerlerinden mutlak mânâda tecrid edilemese, ayrı düşünülemese de, “ben” bu âlemi olanca genişliği ve derinliği içinde bir BÜTÜN olarak kavrayamam. “Şahsen-bedenen” ben merkezli olmakla ve kendi sınırlı “zaman-mekan” çerçevem dahilinde, “belli” bir perspektiften, yine “belli” ve “sınırlı” bir unsurlar yekûnuna muhatab olmakla, neticede, ister istemez SINIRLI bir zaman ve alanda yaşarım ve “bilirim”.

Kasdımızı biraz daha açalım dilerseniz.

Şahsî sınırlarımı aşmak ve sınırsızlığa, sonsuzluğa açılmak için bile bu “sınırlı çerçeve”ye dayanmak, sıçramamı bu “sınırlı veriler” vesilesiyle başarmak durumundayım. Herhangi bir çocuk gibi, dünyanın belli bir yerinde, zamanın belli bir ânında, belli bir toplum çerçevesinde ve belli bir aile veya çevre içine doğarım. Doğduğum ândan itibaren çevremde gördüğüm ve görebileceğim insanlar belli sayıdadır, gördüğüm ve görebileceğim tabiat dünyanın çok cüz’î bir kısmına tekabül etmektedir, kendilerinden öğrenebileceğim insan sayısı kadar bilgilendirici vasıtalar da yine sınırlı mikyastadır. Geçmişte yaşamış veya gelecekte yaşayacak insanları tanımak şöyle dursun, hâlen dünyada, ülkemde, şehrimde, hatta mahallemdeki insanların çoğuyla bile tanışamam; kısacası, onların “tümünü” bilme ve “tümünden” bir şeyler öğrenme şansım da yoktur.

Yetmiyormuş gibi, okuyabileceklerim, araştırabileceklerim, dinleyebileceklerim, seyredebileceklerim, yapabileceklerim; ezcümle, başımı nereye çevirsem herkes, her yer ve her şey “sınırlı”dır. En başta, arzın milyarlarca yıllık tarihine nazaran ömrüm, fezânın başdöndürücü azamet ve dipsizliğine nazaran fizikî çevrem, bir “zerre” hüviyetindedir.

Dahası, en ufak ve en basit bir şeyle, bir yerle, bir kişiyle, bir meseleyle ilgilenirken bile, artık şuurumun “seçtiği” obje her neyse, “bütün resmi” görmem, mevzuumu baştan sona her yönden kuşatmam ve kavramam nerdeyse hiç mümkün olmamaktadır.

Çevremdekiler böyleyken, ya kendim? Hafızam beni daima yarı yolda bırakmakta ve bırakın bugüne dek öğrendiğim, sezdiğim, düşündüğüm, okuduğum, gördüğüm, tanıdığım her şey ve herkesi, daha dün yediğim yemeği bile hatırlamakta güçlük çekmektedir.

Ya şuurum? “Belli” bir ânda, daima “belli” bir mevzu ve “belli” bir PARÇA üzerinde dikkatini teksif edebilmekte, “bütün resmi” AYNI ÂNDA karşımda resmedememekte, görememektedir. Belki ancak “zaman” içinde, bir şey veya meselenin belli yönlerini “hafızada” yan yana getirerek kendince bir bütünlük temin etmeye çalışmaktadır. O hâlde, yine sormak durumundayız: Nasıl biliyoruz?

Cevabın şümûlü, tahmin edileceği gibi her ne kadar müthiş bir derinlik ve genişlik belirtse de, biz, tam da bu makalenin belki kıra döke dile getirmeye çalıştığı üzere, yine “belli” ve “bizce” temel birkaç çizgiyi “seçmek”le, üstelik sadece az çok bilebildiklerimizle iktifâ edecek ve gerisini okuyucumuzun idrakına, hassaten bundan sonraki araştırmalarının çerçevesine havâle edebileceğiz. Yine de bu bahiste söyleyebileceklerimiz var elbette ve şöyle:

İnsan bilgisinin iki temel tarzı ve vasıtası mevzubahistir ki, “sezgi” ve “kavram bilgisi” şeklinde nitelendirilirler. Sözkonusu olan “bilmek”se şayet, bunu, hasselerimiz yoluyla gelenler dahil, “şuurun kanatları” olarak ya RUHEN SEZMİŞ ya AKLEN KAVRAMLAŞTIRMIŞIZDIR; “akıl” da “ruhtan bir şûbe”, ayrı mesele.

Biraz daha yakından bakmayı deneyelim.

Sezgi, varlığın o sonsuzca muhtevasından, tam da o “belli ân”da payımıza düşen idraktır sanki. Kanlı canlı, işte o ân idrak ettiğimiz “belli” şey. Bu “belli” şey, isterse bu “belli” bir kişi olsun, sadece “belli” bir yönüyle yahut o ânki perspektifimize sığabilecek “sınırlı” yönleriyle çıkar karşımıza. “Zaman” dediğimiz “akıcılık” içinde, sanki belirmesiyle yok olması bir olur bu sezdiğimiz şeyin. O şeye dair sezgilerimiz, şayet dikkatimiz hâlâ onun üzerindeyse, o değiştikçe değişir ve devam ediverir ki, “hafıza”mızdır o geçmiş sezgilerimizi depolayan; ve geçmiş macerasıyla da irtibatlandırarak “hayal”imizdir gelecek yahut gelebilecek diğerlerini tahmin ve teşkil eden. Zamanî seyir içinde hâlden hâle bürünen ve böylece o şeye dair “oluş”u bize takdim eden tüm bu “ânlık” idrak resimlerini “yan yana” getirerek, tüm bu değişmeler içinde “değişmeyen” ortak hususiyetleri “üst üste” bindirerek, bu ortak hususiyetleri daha başka yerlerde rastladığımız diğer “bildik” ortaklıklarla da aynîleştirip ilişkilendirerek “genel” bir hükme varır ve deriz nihayet: “İşte bütün resim; işte gördüğüm şeyin niteliği.” Bu hükme vardığımız ânda, başka bir idrak zeminine intikal etmişizdir artık: Tek tek sezgilerimizden ÇIKARDIĞIMIZ “genel” kavramların; aklın, mantığın, genelliklerin ülkesine.

Bu bahiste, makalemizi şekillendirirken bizdeki tesirinden ziyadesiyle istifade ettiğimiz, Graham Dunstan Martin’in “Mağaradaki Gölgeler – Modern Aklın Zindanı” eserini meraklısına işaret edelim ve devam edelim. Hem de bir diğer soruyla: Peki, o çıkarttığımız “aklî”, “mantıkî”, “genel” hüküm, vehmettirdiği kadar “bütün” ve ele aldığı, idrak etmeye davrandığı şeyi tüm yönleriyle KUŞATMAYA muktedir midir?

Böyle bir soru şu mânâda mühim ve belirleyicidir ki, şayet vehmettirdiği, vehmedildiği yahut iddia edildiği tarzda o “şey”i, o “mesele”yi KUŞATICI değilse, ele aldığını tüm yönleri ve niteliğiyle KUŞATMIYORSA, bu takdirde, o “kavram” yahut o kavramlarla temin edilen o şeyin “bütün resmi”, hakikaten “bütün” ve hakikaten “kuşatıcı bir genel hüküm” değildir de ondan. Aynı çizgide, aklın temin ettiği sözkonusu netice, tüm yönleriyle idrak edilmek istenen o şeyi geçmiş şahsî tecrübelerimize yaslanarak bizlere “hatırlatıcı” olmak bakımından, belki onun lûgattaki isminin “ne” olduğunu, o hakikaten BÜTÜN ve İÇİÇE varlık muhtevasının belki “neresinde” olduğunu, o yer veya mevzu ile ilgili ancak hangi hususiyetlere işaret edilmekte olunduğunu bize gösteren bir “ETİKET”, bir “TABELA”, bir “HARİTA”, bir “ŞEMA” gibidir de ondan. Niçin?

Okyanusu kaşığınıza alabildiğiniz kadar suyla bir BÜTÜN olarak keşfedemezsiniz belki fakat, o su mikyasınca dilediğinizce tahlil edebilirsiniz elbet; tabiî ki okyanusun hangi bölgesinden numune almışsanız işte orasını bir nebze tanımaya çalışmak bakımından. Okyanusun sağından solundan aldığınız üç beş kaşık suya dayanıp da “işte okyanus gerçeği” diye çıkarsanız, yalnızca gülünç olmakla kalmaz mısınız? Maddesi ve mânâsıyla dipsiz bir varlık muhtevasına, tecrübe niteliği “sınırlı” akıl kaşığı daldırılarak varılan “uydurma genellemeler”in hükmü de ancak bu kadarcık olmaz mı?

İşte “kelimeler” de, bu dipsizlik içinde kaybolmayalım diye elimize tutuşturulmuş yahut insanoğlunun “yaşarken” hep yeniden tecrübe, tefsir ve tasvir ettiği yol haritalarının “işaretleri” mealincedir bu bakımdan. Bu meyanda gerekliliği ne kadar elzemse, “bütün” gerçeğin bizzat kendisi olduğu vehmi de o derece yanlış ve yanıltıcıdır.

Bir misâl… Belki hiçbirimizin “ne” ve “ne nitelikte” olduğuna dair hemen hiçbir şübhe duymadığımız bir, hatta aynı şeyin taşkınlığına da delâlet edici devamı olarak, “bildik” iki kelimeyi ele alalım: “Ateş” ve “yangın”!

Ateşin kabaca “ilmî” tarifi malûm: “Yanıcı herhangi bir şeyin oksijenle girdiği kimyevî bir reaksiyonun neticesinde oluşan hadise”; yangın ise, “kontrol edilemeyen ateş” olarak tarif edilmekte. Peki, bu mu hepsi?

Evimizde yahut çevremizde bizzat yaşayarak “idrak ettiğimiz” bir yangın düşünelim. Yangın esnâsında, bulunduğumuz yerle sınırlı da olsa, tek tek yaşayıp idrak ettiğimiz her şey, ister benliğimizde isterse fiziken karşımızda cereyan eden her “idrak ettiğimiz” şey, daha doğrusu o hadisenin bizde doğurduğu kanlı canlı bilgiler serisi, tek tek birer “sezgi”dir. Bu sezgiler serisinden SONRADAN ÇIKARDIĞIMIZ “ateş” ve “yangın” kavramları, “yangın korkunçtur”, “ateş insanda yanıklara yol açar”, “yangın yanıcı maddî unsurların oksijenle birleşip yanarak kontrol edilemez bir dereceye çıkmasıdır” şeklindeki hüküm veya muhakemelerimiz ise, KAVRAM BİLGİSİ dairesindeki genellemelerdir. Bu noktada her şey “âşikâr” gözüküyor. Acaba öyle mi gerçekten?

Bize sorarsanız, hiç de öyle gözükmüyor. Her şeyden önce, misâl olarak verdiğimiz “yangın” tecrübesi, bizim belli bir yer ve zamanda şâhid olduğumuz, kendine has belli hususiyetleriyle öne çıkan ve BİR DAHA TEKRARLANAMAZ, AYNI HÜVİYETİYLE YAŞANAMAZ “hususî” bir tecrübedir. O “belli” bir ândaki sezgilerimiz, duygularımız, değerlendirmelerimiz elbette hakiki sezgilerdir, fakat, iş o yangını TÜM YÖNLERİYLE ve BÜTÜN bir resim veya hüküm hâlinde tasvir ve tesbit etmeye, KAVRAMLARLA KUŞATMAYA gelip dayandığında mesele çatallanır ve tartışmaya açık bir mahiyet arzetmeye başlar. Şöyle ki:

Sizin için “korkunç” olan ve herkes için de “korkunç” olacağına dair “genel” bir kanaat serdettiğiniz o yangın, yangını kasten çıkardığını bilmediğiniz ve hasmınız olan bir başka kişi için belki son derece “zevk verici”dir; bu durumda, yangının “herkes için” korkunç olduğuna dair “aklî” bir hüküm, eksiklik ve yanlışlıkla malûldür, yani “uydurma bir genelleme”dir. Sigortadan para almak için, birtakım suç unsurlarını gizlemek için, cinayet sâiki veya cinnet neticesi bir ailenin ferdlerini katletmek için, yine tarihî eser vasfındaki evini yıkamadığından yenisini inşa etmek için “kendi evini” kundaklayanlar da cabası.

Ya savaşlarda türlü muazzam silahlarla kasten çıkartılan ve çıkması bizzat arzulanan yangınlar; ya binlerce kişinin öldüğü 11 Eylül’deki yangını milyonlarca insanın zevk ve huşu içinde seyri?

Genel bir hüküm hâlinde, “ateş insanda yanıklara yol açar” mı dediniz; kor ateş üzerinde çıplak ayakla yürüyüp de kendilerine hiçbir şey olmayan Doğuluları eminiz hatırlayacaksınız.

Bu kez, “ama yanıklara veya yanık hissine sadece ateş sebeb olur” mu dediniz; peki, hipnoz sırasında gerçekte olmadığı hâlde kendisine avucunda ateş olduğu vehmettirilen kişinin elinin “gerçekten” yanmasına ne diyeceksiniz?

“Yangın, kontrol edilmeyen ateştir” tesbiti de kısmen doğru fakat eksiktir; çünkü tarih boyunca mutlak anlamda “kontrolsüz” hiçbir yangın olmamış, tüm yangınlar şu veya bu sürede “kontrol edilmiş” ve söndürülmüşlerdir.

Şöyle bir tesbitte bulunmakta artık bir mahzur bulunmasa gerek: Yangının niteliğiyle ilgili yapılan bu nevî çoğu “genelleme”, BELLİ bir çerçevede ya yanlış ya eksik veyahut da yetersiz kalmaktadır. Doğru olan belki yegâne şey, ateş veya yangının, BELLİ kişiler için, BELLİ zaman ve zeminlerde, birbirinden bazen çok FARKLI sezgi ve hükümlere yol verebilmesidir. Demek ki, ateş veya yangını, bu türlü kelime ve kavram tertibleriyle bir BÜTÜN olarak “kısa yoldan” kuşatmak ve HERKES İÇİN geçerli GENEL hükümler devşirmek pek mümkün olmayacaktır. Yok, ille de bu yolla devşirilen “genel” hükümler doğrudur diyenler çıkar, başka bazıları da bunları tartışmasız “kesinlik” addederse, “ateş” veya “yangın” diye hiç şübhesiz çok gerekli olan HATIRLATICI “etiket” veya “işaret”leri yanlış yolda kullanmış, hem kendileri hem kendilerine inananlar da “lûgat haritası”nda yollarını bir bakıma kaybetmiş olurlar.

Biz burada “ateş” ve “yangın” dedik, siz dilerseniz lûgattaki belki hemen her kelime deyin. Hiçbir kelime veya kavram, sadece “size” hatırlattıklarından ibaret değildir. O, aynı zamanda, tek tek diğer herkese hatırlattığı şeylerin de bir işaretidir. Kuşkusuz, bu işaretlerin “herkes için” ifade ettiği “genel” ve “yaklaşık” anlamları vardır ve bu yüzden de herkesçe tanınır ve bilinirler. Ne var ki bunlar, “bilinenler vasıtasıyla bilinmeyene köprü kurmak için” üzerinde buluşacağımız; şeklen belki “ortak”, ancak tek tek herkes için, hatırlattığı mahiyeti ya “yaklaşık” yahut “türlü türlü” semboller mahiyetindedir çoğu. Kelime ve kavramların sathî delâletine yaslanan “gündelik dil” değil, bunların da fevkindeki “üst dil-üst anlayış”tır pusulamız ve aslî yol haritamız. Bizim için Arabça aslı ve Türkçe meâli ortada bir Kur’ân, aynı şekilde bir Hadis Külliyatı, yine ilim ve irfan ehlinin en derin ve en ince mânâları arzettiği yüzlerce yıllık İslâm Kütübhanesi, hepsi lûgatlerde mevcud BİLDİK “kelime”lerle gözümüzün önünde; hani ya hakikaten okuyan, sezen ve anlayan? “İslâma Muhatab Anlayış”, işte bunun için!

Kelime ve kavramları zâhiren bilmek, “işaretçisi” olduğu sonsuz varlık muhtevasını da aynen “tanımak”, “yaşamak” ve “bilmek” değil ezcümle. İtiraf etmek gerekirse, kendimiz kadar, çevremizdeki hemen herkes de, böylesi kifayetsiz ve zahirî “kelime delâletleri”ne yaslanarak, bunlarla tertib edilen aynı şekilde kifayetsiz genellemelerden meded umarak iş görmekte. Her şey ve herkesi olanca derinliği ve genişliği içinde ve tüm yönleriyle bilmek hiç şübhesiz mümkün değil. İster istemez eldeki tecrübemize ve elimize tutuşturulan muhtelif haritalara dayanarak yaşamak, böylelikle, “parçanın bütünün habercisi olması” hikmetince bir şeyler “bilerek” insanî serüvenimizi sürdürmek durumunda, belli bir hadde kadar da zorundayız. Ancak, “Tarif etmek, sınırlamaktır” dendiği vechile, bunun bir “etiket” ve uçsuz bucaksız varlık muhtevasının “belli” yönlerine “işaret” olduğunu hiçbir ân gözden uzak tutmayacağız. Böyle yaklaşacağız ki, bu dikkat, bizi gerçeğin ve bu sayede bilginin henüz erişemediğimiz o müthiş yükseklik, derinlik, genişlik, çeşitlilik ve zenginliğine “sıçratıcı” bir kanat vazifesi görsün. “Dır-tır”lı kesin ve keskin, lâkin “sınırlı sayıda tecrübe verisi” neticesinde temin edildiği için âciz GENEL hükümler, “akıl” zindanına daha bir prangalamasın diye yoksa bizi.

Lâzım olan “zevken idrak”, yegâne tedbirse “daima hâcet ve ihtiyaç içinde” olmaktır bizce. Bilmediğini “bilen” kula, Allah bilmediğini de öğretecektir Allahın izniyle.

Furkan Dergisi, Nisan 2008

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir