Aynalar

İnsan, nasıl ki kendisini fizikî olarak görmek için bile bir aynaya ihtiyaç duyuyorsa, kendisini ruhen idrak etmek için de bir "ayna insan”, tabiri caizse bir “sembol şahıs"a ihtiyaç duyar...

Meşhur Fransız romancı Marcel Proust’un “Geçmiş Zaman Peşinde”sinde, meâlen şöyle bir ifade vardır:

“Bugüne kadar okuduğum kitablarda, dikkat ettim, çoğu zaman, bilhassa dostlarımın veya değer verdiğim insanların tavsiyelerine kulak vermişim. Elim o kitaba gidivermiş hakkında bir tavsiye, bir medih duymuşsam!”

Zannedilenin veya zanneden varsa onun tersine, insanlar çoğu durumda, fikirlerden ziyade, o fikri taşıyanlara inanır, onları sevmişse fikirlerini de sever, söylediklerine de böylece kıymet verir. Veya tam tersine, şahıslardan aldıkları menfi bir tesir dolayısıyladır ki, kalbleriyle bir mesafe koyarlar o fikrin arasına. Böylelikle, bir kez daha ortaya çıkar iman, sezgi ve aşkın öncelik ve belirleyiciliği. Yahut, doğru bulalım bulmayalım, “şahsından dolayı fikir” tercihi. Veyahut, “Fikir, kendini teklif etmektir!” diyen Mütefekkir’in işaret ettiği hikmetin çarpıcı bir vechesi…

İlk “ruhî” cereyan intikal ettikten, “önemli” olduğu hep vurgulanagelen bu “ilk intibalar”dan sonradır ki, sıra “muhakeme”ye, “tenkid”e gelir; ve, “red” veya “kabul” tarzında bir “karar” mayalanır insan ruhunda.

Şayet çevrenizi bu minvalde yoklarsanız, siz de hemen farkedersiniz ki, bir dâvâya bağlananların ilk elde işte böylesi bir tecrübesi olmuştur; hepsinde olmasa bile, birçoğunda. Yayın faaliyetlerinin de muazzam bir tesiri mevzubahistir çünkü. Ve aynı çizgide yine teslim edersiniz ki, belli bir fikre zıd duranların da, çoğu bu ters duruşlarında, ya o fikir mensublarından birinden aldıkları menfi bir intibanın yahut kendi kıymet verdikleri kişilerin o fikir mensubları hakkındaki menfi peşin fikirlerinin tesiri söz konusu olmuştur.

Özetle, bağlananlar da, reddedenler de, çoğu defa, hemen o fikrin temel kriter ve binası olan külliyatını araştırma ihtiyacını duyarak işe başlamamışlar; demektir ki, ondaki fikir sistemini kritik ederek gelmemiş veya gitmemişlerdir. Peki ne yapmışlardır? Kanlı canlı insanlardan aldıkları müsbet veya menfi intiba ve tesirlerin, işte bu nevî tecrübelerinin peşinden gitmişlerdir. Yayın faaliyetleriyle dikkatleri çekilenlerde de, sonrasında, aynı şekilde şahsî ve şahıslara dönük tecrübeler, birçok defa belirleyici olmuştur.

Bu, aslında bir çocuğun yetişmesinde ve belli değerlerin kendisinde bünyeleşmesinde yaşanan sürece de denk düşmekte değil midir? Önce etkilenmek, taklid veya peşin kabul, sonra sonra muhakeme ve tenkid…

Toparlarsak; “fikir” dediğimiz nesne, hayat ve hayattakilerden, yaşanan ve yaşayanlardan müstakil, zihnimizde kendi başına dönüp duran bir şey değil hiç kuşkusuz. Fikir dediğimiz, her adımda, hayat tecrübelerimize ve başkalarının hayat tecrübeleriyle bağ kurmaya, ruhumuzda tüm bu tesirleri toparlamaya, kavramlaştırmaya, belli prensipler etrafında akıl yürütmelerimize mevzu bir hadise.

Fikir tarih ve literatürüne bir göz gezdirenlerin zaten bildiği üzere, “Ben saf fikir konuşurum ve akıl yürütmelerim, şahsîlikten uzak MUTLAK bir objektifliğe dayanır!” iddiası kadar “iddia”dan öteye geçemeyecek söz, herhalde pek azdır. Her ne kadar “fikir”, içinde benliğimizi keşfettiğimiz “toplum”da, yani bizim gibi “şuur sahibi” insanlar arasında idrak ettiklerimize “faal” olan ruhumuzda verdiğimiz “bir yönüyle” ŞAHSÎ bir “biçim” hüviyetinde olsa da, aynı zamanda, “ruhî” bir hamle olarak, benliğimize kendini dayatan ve çevreden aldığımız tüm bir intibalar toplamının ruhumuzda mayalanarak işlenmesi, ruhumuza böylece hatırası kazınmış tüm idraklerimizin belli inandığımız “prensipler”e ircâı, bu nevî küllî esaslarla “nizamî” irtibatlandırılışı mealince “diğer yönüyle” KÜLLÎLİK iddiasında bulunsa da, bu, kâmil mânâda gerçekleşmez pek. Orijinal olma anlamında, kendimizinkini şekillendirmek ve ifade etmek yerine, “başkalarının” verdiği biçimleri taklid eder dururuz. Genel geçerli hakikatler serdetme iddiasında bulunsak da, “daracık” irfan, bilgi, görgü, beceri ve tecrübe çapımızla, su birikintisini “umman” farzeden ve farzettiren “minicik” fasid dairelerde döner dururuz.

Demek ki, hayatımız sürekli olarak insanlar arası diyalogla ve tecrübe paylaşmaları arasında (İtalyan fikir adamı Benedetto Croce’nin ifadesiyle “deha” ve “takdir” ritimleri seyrinde) geçtiğine göre, fikirlerimizin yönlendirilmesinde ve aldığı biçimlerde, bu “çevre faktörü”, bu anlamıyla “şahsî faktör”, belirleyici bir nitelik, hatta çoğu durumda öncelik taşımaktadır demek durumundayız. Üstelik, insanın tüm faaliyetleri bir “değer yönlendirmesi-ahlakî tavır-irade” taşıdığından, şayet altını bilhassa çizdiğimiz gibiyse, kişiye “çevresince aşılanan” şahsî sevgi ve nefretleri kadar, ilgi ve kayıtsızlıkları da, onun fikrî dokusunun şekillenmesinde ve fikirlerinin ifade tarzında yine hep belirleyici bir nitelik arzetme durumundadır.

Sadede gelirsek; sevdiğimiz insanların beğeni ve tecrübeleri, tenkid ve tavsiyeleri, fikrî dokumuzda kalıcı tesirler bırakacaktır çoğu. En son sevdiğimiz insanlar, en son taşıdığımız fikirlerin de telkincisi olacaktır denilebilir bu bakımdan. Geldiğimiz noktada, temel soru şu şekilde belirginleşmeye başlamıştır:

“Sana ayna olan, sevdiğin, ruhunu içine akıttığın, sevgi veya nefretlerini kendisinden ödünç aldığın insan veya insanlar kimdir?”

İnsan, nasıl ki kendisini fizikî olarak görmek için bile bir aynaya ihtiyaç duyuyorsa, kendisini ruhen idrak etmek için de bir “ayna insan”, tabiri caizse bir “sembol şahıs”a ihtiyaç duyar bu bakımdan. Fikirler, bu “ayna”dan içimize dolar çoğu. Veya belli bir “aynalar muhiti” hüviyetiyle, belli bir “insan çevresi”nden.

“Okuma” bahsinde de aynı şey değil mi? Başkalarının yönlendirmesinden bağımsız olarak kendi başına kitab okuma iddiası da, bu açıdan boş bir tesbiti andırır. Kitab okuyan kim varsa, hemen hepsi, hiç değilse EN BAŞTA, sevdiği insanların tavsiyeleriyle okuma macerasına açılmış ve okuduklarında rastladığı diğer tavsiyelerle de okumasını sürdürmüştür. Okuma macerasında yazarın hürriyetiyle bağ kurarak edindiği-paylaştığı, Croce’nin ifadesiyle “takdir ettiği” fikirlere ise, yine sevdiklerinden şahsına yansıyan görünmez bir süzgecin tesiriyle, belki tamamen şahsî ama sevdiği şahısların fikirleriyle de şöyle veya böyle “kaynaşmış” bir damga vurmuştur. Peki, böyle bir fikir mayalanışı, bir “aile havası”nın da neticesi değil midir aynı zamanda?

Bu çizgide hemen anlaşılacaktır ki, fikir, talim, terbiye veya bu minvalde ne varsa, hemen daima, böylesi “aile” ortamlarında mayalanıp bünyeleşir. Aile, okul, meslek, diğer içtimaî müesseseler ve topluma kadar uzatabiliriz bu “aile havası”nı.

Netice olarak, fikirlerimizi evimizde ve kendi müstakil aklımızda ediniyor zannetsek veya zannedenler olsa da, aslında “kalbimiz” ve “başımız”, kademe kademe bu çeşit “aile ferdleri”yle dopdolu! O hâlde, makalemizin de yazılış sebebi olarak, nihaî sorumuz şu:

“Hakikati söyleyene bakarak öğrenme; hakikati öğren, söyleyeni de öğrenirsin!” ölçüsü nezdinde ferd ferd durumumuz ne mahiyettedir; ve bize hakikatimizi olanca derinliği ve genişliğiyle gösterebilici “AYNA”mız kim veya ne, “AİLE”miz kimler, “AYNALAR MUHİTİ”miz de neresidir? Soru şu mânâda mühim ki, “fikir pusulası”nı YÜRÜYEN BÜYÜK DOĞU aynasından devşirip keşfetmişler dışında, “içi boş” teselli ve iddialardan öte, bugün vatanımızda bir İslâm Devleti ve İslamî Dünya Nizamı hasret, kavga, dört başı mâmur plan ve projesine mâlik ve “bizzat ve bilfiil” iştirak ederek bu dâvâyı samimiyetle yükselten başka HİÇ KİMSE YOKTUR! “İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü kanatları arasında” dünya çapında HİKEMİYAT binasını kurma eser ve mücadelesini veren zaten HİÇ KİMSE YOKTUR! Bunun da başlıca mesulü, iman, akıl, insaf ve vicdan terazisinde tartma gereğini hemen HİÇ duymaksızın, yolda gördüğü ilk insanı kılavuz, kulağına ilk üfleneni prensip, kendisine ilk gösterilen bahçeyi cennet belleyen “hakikat kaçkınlığı” değilse nedir? Böyle olmayanların yeri neresi ise, besbellidir!

Büyük Doğu Ocakları Dergisi Sayı:2 (Mart 2008)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir