Aytunç Altındal: “Elektromanyetik Zihin Kontrolü Vardır!”

Röportaj: ÖMER EMRE AKCEBE – FATİH TURPLU

AYTUNÇ ALTINDAL KİMDİR

1945 yılında İstanbul’da doğdu. Bugüne kadar yurtiçi ve yurtdışında 16’sı telif, 11’i de çeviri olmak üzere 27 kitabı, 400’den fazla da makalesi yayınlandı.

1969-1971 seneleri arası Gurnsey Writer’s School’da, 1977 senesinden itibaren ise Fransa Sorbon Üniversitesi Fransızca Eğitim bölümünde tahsil gördü.

 1977’de Havass Yayınlarını, 1980 yılında ise Süreç Yayınlarını kurdu ve Süreç dergisini çıkardı.

1983’de İsviçre’de MODUS VİVENDİ Kültür Merkezi’ni kurarak 10 yıl yönetti.

1989 yılında Rusya’da Kültür Danışmanlığı görevini yaptı.

1992’de İngiltere Edinburg’taki INTERNATIONAL ACADEMY FOR EUROPEAN AND CHRISTIAN STUDIES akademisinde PROJECT ACADEMIC BOARD (Akademik Proje İdari Heyeti) üyeliğine seçildi. Aynı yıl İngitere’de yayınlanan THREE FACES OF JESUS (Üç İsa) adlı kitabı dünyada yankılar uyandırdı. Daha sonra (1993) Rusça’ya çevrildi.

1993’te INTERNATIONAL SOCIETY FOR THE STUDY OF EUROPEAN IDEAS (Uluslararası Avrupa Düşünce Çalışmaları Topluluğu) Bilimsel Kuruluna üye oldu. Aynı yıl Avusturya’nın GRAZ şehrindeki KARL–FRANZ Üniversitesi tarafından düzenlenen EUROPEAN SECULAR LEGACY (Avrupa’nın Laik Vasiyeti) adlı uluslararası konferansta Oturum ve Bölüm Başkanlığına seçildi.

1995’te merkezi New York’ta bulunan CARNEGIE COUNCIL FOR ETHICS IN INTERNATIONAL AFFAIRS örgütüne davet edilen, ilk ve tek Türk konuşmacı oldu.

Aynı sene, New York’ta Birleşmiş Milletler bağlantılı GLOBAL FORUM OF SPIRITUAL AND PARLIAMENTARY LEADERS ON HUMAN SURVIVAL (İnsan Hayatından Sorumlu Ruhanî ve Siyasî Liderler Global Forumu’nda) INTERNATIONAL ADVISOR COMMITTEE yani Uluslararası Danışman üyesi oldu.

Ünlü fizikçi Isaac NEWTON’un bugüne kadar hiç bilinmeyen bir kitabını da yayınlayan Altındal, Uğur Mumcu’nun “Sakıncasız” adlı eserinin de yapımcılığını üstlendi. (Biyografi, Aytunç Altındal için hazırlanan www.aytuncaltindal.com internet sitesinden alınmıştır.)

***

 Artichoke, Blue Bird, MK-Ultra, Monark gibi travma temelli zihin kontrol operasyonlarının arkasında kimler var? Meselâ, bugün Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan “Telegram” işkencesi bu projelerin ferdî bakımdan geldiği nihaî noktayı bizlere gösteriyor, ancak saydığımız projeler gibi belgeleriyle birlikte ifşa olmuş hâlde olmadığından, resmî makamlarca kayıtsız kalınıyor. Siz bir kitabınızda MK-Ultra’dan bahsetmeniz hasebiyle Amerika’da 20 sene boyunca çalışma yapamamıştınız. Bu konuyu biraz açabilir miyiz?

– Şöyle başlayalım, 1962 yılında, Sovyetler Birliği’nde Müslümanlara yönelik yayınlar yapılması ve Müslümanlara yönelik Komünist örgütlenmeyi temin edebilmek için “Müs-Büro” diye bir büro kurdular. Yani Müslüman’ın Müs’ü ve Büro… “Müs-Büro” kurulur kurulmaz bir sene geçmeden, dokuz ay sonra Amerikalılar da “Minaret” diye, minare diye bir örgüt kurdu “Müs Büro”ya karşılık… Bu “Minaret” Türkiye’ye konuşlandırıldı. İşte bundan sonra Türkiye’de değişik işler olmaya başladı. Sovyetler neden “Müs-Büro”yu kurdu? 27 Mayıs İhtilâli’nden, darbeden sonra Türkiye’ye Barış Gönüllüleri gönderildi. Türkiye’de 55 ağa vardı. Bu 55 ağa alındı, Batı tarafına getirildi. Meselâ Kürt olmadığı hâlde Karakeçili aşiretini aldılar, Bursa civarına getirdiler. Karakeçili Siverek’te olan bir aşiret, Siverek’in denge aşireti.

Bunu cebren mi yaptılar, yoksa teklif ile mi?

– 27 Mayıs’ta darbe esnasında asker yaptı. Yâni 25 Mayıs’ta 55 Ağa olayı olarak bilinir bu hâdise. Şimdi bunların arasında o zamanlar, Barzanî’yle -Mustafa Barzanî-, Türkiye’deki  temsilcisi olan Avukat Faik Bucak vardı. Bucak aşiretinin bir kolunun reisiydi… Bucak Aşiretinin bu tarafı Barzanî’nin temsilciliğini yaparlardı. Faik Bucak’ı, sonrasında oğlu Serhat Bucak’la birlikte öldürmeye kalktılar. Faik Bucak öldü, Serhat Bucak arabasının içinde makineliyle tarandı, şoförünün ihanetiyle… Vuranlar Bucak Aşireti’nin bugünkü temsilcileri… Bundan sonra Barış Gönüllüleri faaliyetlerini gerçekleştirdiler, kimleri satın aldıkları bilinmiyor… Bunları ben açıkladım, 1015 Barış Gönüllüsü Elâzığ’dan Mardin’e kadar misyonerlik ve satın alma çalışmaları yaptı.

Doğan Avcıoğlu’nun “Yön Dergisi”nde bu olaya dikkat çekilmeye başlandı. Bunlar Barış Gönüllüsü değil, misyonerler, Türkiye’yi bölmek için geldiler diye açıklamalar yapıldı. Ben Diyarbakır’da yaşadım, fiilen biliyorum, o zaman Diyarbakır’da Panamalıdan tutun Venezüellalıya kadar bir sürü adam vardı… Amerikalılar orada üsler yapıyorlardı, bütün Diyarbakır casus kaynıyordu. İlk hâdiseler böyle başladı. Bunun üzerine “Müs-Büro” kuruldu. Bunlar bu üslerden başlayarak Azerbaycan’a, Kafkaslar’a gidecekler, “bizim için de bölge mühim,” dediler ve bunu önlemek için “Müs-Büro”yu kurdular. Ona karşılık, Amerikalılar’ da “Minaret”i kurdu.

MK-Ultra ilk proje. Bu projede beyin yıkama diye bir şey var, “brain washing” dedikleri, bunu Vietnam’da uyguladılar, Kore’de uyguladılar… Bu proje o kadar gelişti ki artık beyin yıkama önemsiz kaldı, uzaktan kontrol, “remote kontrol” denilen sisteme geçildi. Bu sistemin ortaya çıkışında da Tavistock var. Tavistock 1914’ten bu yana var.  1916 resmî kuruluşu… I. Dünya Savaşında edindikleri tecrübeler sayesinde çok yaygın tıbbî müdahale olayları başlatıldı, bu şekilde bir çok insanı manipüle ediyorlardı. Yine burada ilk kez LSD kullanılmaya başlandı. Bu kullanılmaya başlandığında şahıs ne hâle geliyor. Kokusu yok, tadı yok, çayına üç damla koysalar, dağılıyorsun. Halüsinasyonlar, kendinden çıkıp yükselmeler, acayib acayib hâller… Derken LSD’nin hapları çıktı.

İstanbul’da bir Amerikalı ajan yakalandı, bunun ismi Camgöz Garry… 120.000 adet hap getirmiş, bedava dağıtıyor, çoluk çocuğa… Polis bu adamı çatışmada öldürüyor. Şimdi bu hadiseden sonra mesele daha bir açıklığa kavuştu. Belli bir çevrede mesele dile getirilmeye, konuşulmaya başlandı. Şimdi, burada, adam polise silâhlı mukavemetten öldürüldü. Problem nerdeydi? Problem şuydu: “Uluslararası uyuşturucu nedir?”  Tanımı yok! Şimdi, tüketilen yiyecek bitkilerden de uyuşturucu elde edilebiliyor, evde beslenen çiçeklerden de… Peki ama uyuşturucu madde ne? Ben bunun kitabını yazdım 1972 senesinde, “Uyuşturucu Maddeler Sorunu” diye. İşte yazdığım o kitabda MK-Ultra’dan bahsettim ve Amerika’ya giremedim.

Dünyada mı ilk kez, yoksa Türkiye’de mi ilk kez bu projeden bahsetmiş oldunuz?

– Tam emin değilim ama dünyada ilk olabilir… Şimdi biz bu kitabı çıkartmaya karar verdik, bir akademik çalışma oldu. Bu kitabta, benim bölümümde MK-Ultra’dan bahsettim. LSD haplarını araç olarak kullandıklarından bahsettim. Kitabı Türkiye’de İşçi Partisi yayımlamak istedi, ama bu değil, Behice Boran’ın İşçi Partisi. Behice Boran’ın bu kitabı yayımlayacağı duyulunca Amerikalılar gelip, benim yazımın kitabtan çıkarılmasını istediler. Partililer iyice uyuz oldu ve benim yazıyı bu sefer kitabın ilk yazısı yaparak yayınladılar. Ben daha sonra “Haşhaş ve Emperyalizm” diye bu konuyu yeniden genişleterek kaleme aldım. MK-Ultra ilk projeydi, işin başı buydu, bizzat CIA’in yönettiği, ilmî alt yapısını Tavistock’un sağladığı projeydi.

O tarihte LSD hapları vesaire kullanılıyor, bugün bu teknik ne vaziyette?

– Şimdi bugüne bakacak olursak, subliminal mesajlar falan…

Subliminal mesajlar umumî mânâda, peki daha net soralım, ferdî bakımdan nerede?

– Bakın şöyle bir şey söyleyeyim, Türkiye’ye öyle grublar geldi ki inanamazsınız. 1969 senesiydi sanırım, Adana’da, dünyada çok az bilinen, adı sanı duyulmamış bir rahibe örgütünün elemanlarına rastladım, dört tane. Adana’ya nerden geldiniz, Adana nerden aklınıza geldi, Amerika neresi, Adana neresi, 1960’lı yıllar… Adana’nın köylerinde dolaşan dört kadın rahibe, böyle beyaz harmanîler içinde. Şimdi bunlar rahibe mi, başka mesleği mi var, fahişe mi, git oraya kal seni affedeceğiz mi dediler bilmiyorum. Bu dört kadın dolaşırlar, tanrı, Jesus falan diye…

Kısaca soracak olursak; elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla insanların beynine müdahale edilir mi?

– Edilir…

Elektromanyetik dalgalarla karşılıklı diyalog kurulabilir mi?

– Kurulabilir…

Kalb ritmi, solunumu, kasları ve hormonal dengesi denetlenebilir ve manipüle edilebilir değil mi?

– Meselâ bakınız, “Devlet Denetleme Kurumu” Turgut Özal meselesi için beni davet etti. Şimdi o zehirlendi konuşuluyor. Yahu mutlaka zehirlenmesi gerekmiyor. Yani bunun yirmi tane yolu var. Ben şimdi iki defa by-pass olmuşum, kalbim arazlı, oradan bana frekansı bir verseler ben gittim… Önemli bir hata yapılıyor, kalb krizinden öldü diye, dikkat ediniz, kalb krizinden ölmek başka bir şey, anî kalb durmasından ölmek başka bir şey… Turgut Özal’ınki anî kalb durması.

Tabiî bir kriz değil yani?

– Kriz değil, aniden bir müdahaleyle, meselâ kuvvetli birisi, benden iri yarı birisi gelse kalbimin üzerine şöyle bir yumruk atsa, anî kalb durmasından ölebilirim ben…

Salih Mirzabeyoğlu da “Ölüm Odası B-Yedi” adlı eserinde, Turgut Özal’ın bu yöntemle öldürülmüş olabileceğinden söz etmişlerdi. Hattâ bizzat ben bu olayın soruşturmasını yapan savcıya da teferruatlı bir dosya ilettim…

– Turgut Özal olayında ortam hazırlandı, bu adam çok yemek yiyor, çok şişman, ölecek, bu adam gidici, her dakika Hürriyet Gazetesi bu şekilde yayın yaptı. Özal suikastının arkasında Almanya var. Sovyetler’i “olağan şüpheli” hâline getirdiler, Turgut Özal’ın Gorbaçov ile arası iyiydi… Anlayacağınız, Turgut Özal’ın ölümünün kalb krizi değil de anî kalb durması sebebiyle gerçekleşmiş olması son derece dikkat çekici…

İstihbarat örgütlerinin metafizik çalışmalarına dönelim isterseniz. Telepati, telekinezi, duru-görüş gibi teknikleri kullanıyorlar. Ülkemizde böyle bir çalışma var mı?

– Bir defa genelde karıştırılan bir hususu açıklığa kavuşturarak başlayalım. İstihbaratçı, ajan, casus ve muhbir, bunlar birbirlerinden farklı şeyler. İstihbaratçı masa başında çalışan; fiilen sahada olan adam değildir. O sahada olansa ajan ve casus. Ajan teknik adam değil, casusta teknik bilgi de var. Ne arıyor, ne alınacak, ne anlama geliyor, casus bunları biliyor. Yalnız gelen verilerin yorumunu yapacak olan istihbaratçıdır. Buna aksiyomatik deniyor… Ben bir istihbaratçıyım diyelim, ben burada oturuyorum, benim kullandığım adamlar var, bir kısmı ajan bir kısmı casus. Ajan dediğim adamlar James Bond filminde gördüğünüz karaktere benziyor. Filmin gerçekçi tarafları var ama tabiî o kadar da değil. İşini bilek gücüyle götürebilen adam… Sıralamanın en altında da muhbir var. Muhbir bir haber yolluyor, falan teknoloji filan binadaymış diye bilgiyi istihbaratçıya yolluyor. İstihbaratçı bunun hangi yoldan elde edilebileceğini değerlendiriyor ve karar veriyor, buna casus mu yoksa ajan mı göndereceğine…  İstihbaratçının hazırlayacağı operasyonun  neye dayalı olduğu önemli.

İstihdam prosedüründen de bahsedecek olursak, evvelâ başvuran personelin kan grubuna bakılıyor. Kan grubu zekâ hakkında ipuçları ihtivâ eder… Bundan sonra değerlendirmeye değecek olanlara daha uzunca bir prosedür uygulanıyor.

Kanda önce altın ararlar, kandaki altın oranı yüksekse IQ son derece yüksek demektir. Dolayısıyla bu şahsı da dikkate alırlar. İkinci basamakta bedenin orantılarına bakılır. Gözlerin kulaklara, ağzın burna orantılarına bakarlar. Bu orantılar zekayı ele verir. Beden kimyasına bakarlar, kriterlere uyuyorsa “tehlikeli adam” sınıfına girer.

Şimdi devam edecek olursak, müşahhas bir örnekten yola çıkalım, meselâ Çekoslovakya’da istihbarat adına yapılan metafizik çalışmalara değinelim. Siz bu konuda da epey çalışma yaptınız…

– Çekoslovakya’da Sovyetler’in merkezi vardı. 1965 yılında Komünist Partisi’ninin toplantısı olan Komintern’de herkes neyin konuşulduğunu merak ederken, işte bu konular konuşulurdu. Uzaktan kontrol, MK-Ultra burada konuşuluyordu. Ben Sovyetler’de bulunduğum dönemde o kadar çok olaya denk geldim ki bunlarla alâkalı olarak. Birisinden bahsedeyim. Djuna diye bir kadın doktor vardı, tıb doktoruydu ve KGB’nin koruması altındaydı. Bu kadın Nasturî; Hristiyanların büyü, sihir vesaire ile uğraşma yetkisi olan tek tarikatına bağlıydı. Bunun hâlâ Rusya’dan çıkması yasak. Öyle gelişmiş bir teknik kullanıyor ki, ailesinden de gelen bir durum var… Benim de bulunduğum, 17 Batılı doktor önünde gerçekleşen bir deneyden bahsedeyim. Hattâ Rus gazetelerinde de çıktı. Tavşanı getirip kesiyorlar, kalbini falan bağlıyorlar, kan düşüyor, tavşan ölüyor. Kadın geliyor tavşana hiç dokunmadan bir şeyler yapıyor, bakıyorsunuz kan yükselmeye başlıyor, inanılır gibi değil. Yani bütün bunları ben gördüm yaşadım… Yine meselâ avucunun içini gösteriyor, bak diyor, bakıyorsun kendi çocukluğun, bahçede koşuyorsun, gösteriyor sana… Çekoslovakya’da, merkezi de Prag’daydı..

“Bilinmeyen Hitler” adlı eserinizde bahsettiğiniz Rudolf von Sebottendorf ve onun esrarengiz Thule örgütünden bahsediyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran elitle ve bunların kurucu felsefesiyle Sebottendorf’un zihniyetinin nasıl bir alâkası vardır?

– Şimdi bakın, kitabın birinci baskısında Sebottendorf’un gizli çekilmiş bir fotoğrafı var. Baron Rudolf von Sebottendorf… Baron falan değil, elektrikçi çırağı esasında. Türkiye’ye 1911 yılında vatandaşlığa kabul edilmiş, 1914’de de Türkiye’de yaşayan -gerçek Baron olan- Von Sebottendorf der Rosen diye bir şövalye ailesi var İstanbul’da yaşayan. Bu adam da bilâ-veled bir adam, bunu evlâtlık olarak alıyor. Türkiye’de bu adaptasyon yapılıyor ama Almanya bunu kabul etmiyor. Almanya’ya gidip dava açıyor ve Baron ünvanını alarak mirasa sahib oluyor. Bunları geçelim, benim kitabın birinci baskısında bir fotoğraf var, Baron von Sebottendorf ve iki Türk yan yana. Kitabta bunların birinin kim olduğu belli de diğerinin kim olduğu biliniyor diye not ettim mahsustan. Çünkü o Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşaydı. 20. baskıdan sonra bunu yazdık. Elitle olan bağlantısı tabiî ki vardı, özellikle Osmanlı paşası olan Haydar Paşa ile… Almanya’da Hitler’e muhalif olduğu için 1933 senesinde bunu yakalıyorlar. Diyor ki “ben Alman değilim ki, Türküm, Haydar Paşa’nın da damadıyım”. Böyle diyerek sıyrılıyor. Aslında böyle bir durum da söz konusu değil…

Şimdi, Thule burada kuruluyor, hemen şurada Teşvikiye’de. 1933 senesinde bunu Hitler ölüme mahkûm edince Türkiye’ye kaçıyor, 1933’ten 1945’e kadar da Türkiye’de yaşadığı söyleniyor. Benim bulduğum MİT kayıtlarında, daha doğrusu MAH kayıtlarında bunun Eskişehir’de yaşadığını, korunduğunu tesbit ettim yayınladım. Bu adam antisemitist, anti komünist bir adam, fanatik derecede. Bir çok dil biliyor, iyi yetişmiş, kadın düşkünü bir adam. Kafkasya’da Rusya’ya karşı cebhe açılması için mücadele veriyor. Aynı zaman da üç taraflı ajan, Almanlar, Türkiye ve İngiltere hesabına çalışıyor. Sebottendorf’la alâkalı başka bir söylenmesi gereken şey var, millet bu kitabı aldı bir sürü acayibler de peydah oldu. Dediler ki Şefik Üstün aslında Sebottendorf. Yahu olur mu böyle bir şey, bu tamamen dezenformasyondu.

Sebottendorf’un Türk siyasetine etkisi nedir?

– Türk siyasetine etkisi zihniyet olarak, bir antikomünizm, bir de çok karıştığı olaylar var, kitabta anlattık onları. Alman ajanı kadını ikna ediyor, Enigma şifrelerini İngilizlere teslim ediyor ve savaş bu şekilde kazanıyor meselâ. Daha birçok şey…

“Gül ve Haç Kardeşliği” eserinizde Gnostik-Masonik Avrupa Birliğini tarif ediyorsunuz. Bugün bahsediyoruz, Tavistock’lar, Rockefeller’lar, Rotschild’ler vesaire, bunların hepsinin “American Monarch” çerçevesinde çalışan kişi ve kurumlar olduğunu söyleyebilir miyiz? Bahsettiğimiz kişi ve kurumlar ortadaki adamlar, bunların arkasında başka bir yapı var mı?

– Onların arkası bunların önü diye bir şey kalmadı aslında. İletişimin bu denli hızlı gerçekleştiği bir devirde hiçbir şeyin önü arkası kalmadı. Bakınız Komünizm neden çöktü tek mermi atmadan? Ama Çavuşesku’yu kurşuna dizdiler. Moskova’da Komünist Partisi yasaklandı. Çünkü gündelik teknolojide Sovyetler o kadar gerideydi ki inanamazsınız.  Dükkana girerdiniz, hesablar abaküsle yapılırdı. Demek istediğim, herif getirdi senin cebine telefonu koydu, o iş orada bitti. Teknolojiyle bitti yani. Dolayısıyla Rockefeller olsun, şu olsun, bu olsun; eskiden parayı bastırarak yaptıkları işleri bugün enformasyonu manipülasyon vasıtası olarak kullanarak yapıyorlar.

Peki, bir büyük oyundan bahsedecek olursak, bu oyunu kim kuruyor?

– Büyük oyun değil, üst tasarım diyelim. Türkiye’deki üst tasarımdan örnek verelim meselâ. Adam ayrıntıyla uğraşmıyor, ayrıntıyla adamı uğraşıyor. Üst tasarım yapıyorlar, diyorlar ki biz şöyle bir şey istiyoruz beş yıl içinde. Bu kadar… Tasarımı yapan dünyada 300 aile var. Bu işin pratiğindeyse Tavistock gibi kurumlar var. Adamların kendilerine göre bir idealleri var. Yeni bir insan tipi meydana getirmek istiyorlar.

Bu yeni insan tipinin dini ne olacak?

– Din falan yok, bir dakika burada bir hususu aydınlatmak lâzım. İnançlı olmak başka şey, imanlı olmak başka şey. İman sonradan olur. İnanç ise önce kuşkuyla başlar, öyle mi böyle mi, şöyle mi böyle mi dediğin ândan itibaren inançlısındır. İman sonradan gelir. Bu adamlar inançlı ancak imansız insanlar istiyorlar.

İnandığıyla amel etmesinde neye inanırsa inansın yani..

– Şimdi bu adamların iki tane kavramı var; teizm karşısında deizm. Bizimki biliyorsun monoteizm, bu adamlarsa monolatrist. Bu yeni kitabımda bunları teferruatlı olarak ele aldım. Şimdi 300 aile dedik, bunlara aile derken böyle karı-kocadan bahsetmiyoruz tabiî. Bunların familya kavramı, ekol anlamında kullanılıyor. Yani burada 300 akım var ve bunların en üstlerinin kendilerine verdikleri isim Cabirî, kebîr, yani büyük…

Şunu merak ediyoruz, bugün masonluk bahsini gündemden düşürmek adına sulandırdılar ve ortalıkta herkesin dahil olabileceği şekildeki posasını bıraktılar. Bunları bugün nasıl tarif etmek lâzım?

– Dünyada masonluk hâlâ çok güçlü, Türkiye’de masonluk bu şekilde değil. Türklere masonların 17. sıradan sonrası yasak. Bizdekiler bir zamanlar etkililerdi, şimdi esamileri okunmuyor. Bugün Türkiye’de onların çıkarına hizmet edenlerin büyük çoğunluğu gönüllü yapıyor bu işi…

Okült ilimlerle gerçekleştirilen zihin kontrol çalışmalarına dönecek olursak…

– Şimdi meselâ “mind sending” diye bir şey var, rüya göndermek… Bir de şahsın kendisini yukarıdan kuşbakışı görerek kendisine yansıyanları aktarması durumu var.

Bu şamanların durumları gibi mi?

– Şamanlarda da var, şamanların şöyle bir olayı var; dünyanın etrafında radyo dalgaları var, o radyo dalgalarıyla en yakın teması kurabilenler şamanlar. Üzerlerinde dünyevî bir şey yok, ellerinde bir deri var, kan grubu vesairesi müsait, o deriye vuruyor ve öyle bir ritim yakalıyor ki o radyo dalgalarıyla bağlantıyı kurunca pek çok şeye vakıf oluyor. Bunu en iyi Kafkaslar yapıyorlar, yapamayanlarsa Afrikalılar. Afrika yorgun bir ırk, artık elemine olmak üzere bir ırk. En cevval olansa Kafkaslar.

Son olarak; ebced ve cifr ilimleri bugün bizim ülkemizdeki kimi ilim-bilim adamlarınca (!) reddedilse de, “Bir Türk Casusunun Mektupları” adlı eserinizde sizin de belirttiğiniz gibi, Isaac Newton’dan başlayarak birçok tanınmış Batılı ilim adamı, numeroloji ve onlardaki karşılığı kabbala ile meşgul olarak bir çok hususa vakıf olmuşlar…

– Şimdi ben, bakın, 1970’li yıllarda özel olarak bir yayınevi kurdum: Havas… Havas ne demek, havasın 24 tane anlamı var, ama halifeler Enhas-ül Havastan olmak zorunda. Ebced olsun, cifr vesaire, bunların hepsi  İdris Peygamberle Mısır’da başlamıştır. Bunlar gizli Havas ilimleri… Bir de gizli ilimler var, Avrupa’daki karşılığı da okült. Nerede? Yer altında! Gizliliği, kilise okült ilimlere vakıf olanı yakmakla tehdit ettiği için muhafaza ediyor. Adam gizlediğinden değil, yakılacağı için gizli. Bizde öyle değil, sırlar ilmi… Bir taraf sırlarla meşgul, diğeri gizlemekle meşgul. Meselâ Gül ve Haç’ın kurucusu var: Paraselsus… 1500’lü yıllar, sekiz sene Türkiye’de kalıyor bu adam ve Türkiye’deki çok enteresan resimlerini gördüm ben. Notlarını da buldum. Diyor ki; “bu Türklerin elinde çok acayib bilgiler var, nereden öğrenmişlerse cam tüp içinde parmak çocuk yetiştiriyorlar” diyor. Tüp bebek dediğimiz hadise, 16. yüzyılın başı. Bu ebcedin, okültizmin vesaire hepsinin öncesinde Gematria ve Temura var…

Zamanınızı ayrıdığınız için çok teşekkür ederiz Aytunç Bey…

– Ben teşekkür ederim…

Kaynak: Baran Dergisi, Sayı 308, 6 Aralık 2012.

1 Yorum

  1. Zihinkontrolu telegram silahlari bunları iki başlıkta incelemek daha doğrudur birincisi ses ses dalgaları ile beyne sinyaller daha güçlü sokulurken kulağı yaralamak beyni patlatmak için sese ihtiyaç duyarlar ses dalgasi silahlari lrad dediğimiz bir sistemin benzeri Zihinkontrolu silahlarına vardır ses dalgasi silahlari insanları bayiltabilen kalp kirizi gecirte bilen panik duygusu korku dehşet ve ölüm korkusu yasatabilen bir sistemdir sinyal kısmıyla insanları kendine veya başka bir şeye zarar verdirmek le uğraşırlar rüyalar gordururler tabi yine bir sesin içinde gelir sinyaller peki kim bunlar neden bu eziyetleri suikastlari ölümcül saldırıları yapanlar yaptıranlar sivil sirketlermi yoksa kamu kuruluslarimi kimler kimlere bunu yaptırıyor şurası bir gercekki uygulayicilar tetikçiler çok rahatlar rahatça uyguluyorlar ister öl ister kal umurlarında değil zaten kim bilecek hedef kişi sesi çok güçlü duyuyor onun kulağını kulak zarını inceltmisler vericilerden sesi sonuna kadar açıyor gece ekibi evdesin çünkü yatarken uykuda yoğun saldırı yapıyor küfürler ediyor tehditler savuruyor sanki dağ başı işin kötü yanı kamu kurumları bunu ve size uygulandığını biliyor ses çıkarmıyor vurun diyor üstelik malesef böyle çarpık bir yer burası saygilarimla

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir