Her hikmette aklın kendisini tatmin ihtiyacı kaide değildir ve onun her şeyden evvel sınırını tanıması şarttır.
Aklın idrakinden âciz olduğu işlere âit hakikat, ancak nübüvvet makamında tecelli eder. His tavrı akıl tavrının ötesindedir. Onun da ötesinde peygamberlik tavrı vardır.
Evvela his hükmeder; akıl onu doğrular veya yalanlar. Sonra da bozar. Akıl mertebesi kâfi gelseydi peygamberlerin gelmesine lüzum kalır mıydı?
Akıl her ne kadar delil teşkil etse de “hüccet-i baliğa; sağlam delil” olamaz. İkmâle muhtaç ve daima noksandır. “Sağlam delil” Peygamberlerle gerçekleşir. Aklın idrak derecesindeki eksiklik bazı âdi işlerde bile meydandayken, şeriatı akıl mizanına vurmaktan sakatlık ortadadır. Akıl mizânının hükmünü esas kabul etmek, nübüvvet makamının inkârına kadar gider.
Herşeyden evvel risâlet ve nübüvvete ve onun müşahhas ifâdesi olan Büyük Resûle imân lâzımdır. O’nun getirdiği bütün ölçüler ve emirlere kayıtsız ve şartsız imân… Böyle olunca tam ihlâs ile kalbde huzur doğar ve şüphe karanlıklarından eser kalmaz.
“ASIL” KUVVETLİ VE “BÜTÜN” SAĞLAM OLUNCA, TEFERRUAT VE PARÇA KENDİ KENDİSİNE DOĞRU ÇIKAR. Aslı ve bütünü ele almaksızın fer’ileri (teferruat ve parçaları) birer birer isbata çalışmak çok zordur. Kalbteki doğrulama ve huzurun meydana gelmesinde en kısa yol Allah’ın zikridir. Allah, Kur’ân’ında buyurdu:
-“Kalblerin tatmin edilmesi Allah’ın zikriyledir.”
İNSANIN CEVHERİ, YARATILIŞININ BAŞINDA İLİM VE İDRAKTEN BOŞ OLARAK HALKEDİLMİŞTİR. İnsan, Allah’ın yarattığı âlemlerden hiçbirini bilmiyordu.
Âlemlerin nihâyeti yoktur; onu ancak yaratan bilir. Allah’ın yarattıklarını ancak Allah’ın bildiğine âit ayet, bu hakikati tasdik eder.
İnsanın âlemden hayırlı olması, ancak idraki sayesindedir. ALLAH, İNSANOĞLUNUN ANLAYIŞ MELEKELERİNDEN HERBİRİNİ, ONUN, ÂLEME NÜFÛZ ETMESİ İÇİN YARATMIŞTIR; ALEMDEN MURAD, VARLIKLARIN CİNSLERİDİR.
İnsanda ilk yaratılan meleke, lems (dokunma) hassesidir. Bu hasse ile sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık gibi, cisimlere âit sıfatlar idrâk edilir. Lems hassesi, renkleri ve sesleri anlayamaz. Bu hasseden sonra görme hissi gelir. Bununla insan renkleri ve şekilleri idrak eder ki, bunlar, hissi kabil olan âlemin en genişini teşkil eder. Ondan sonra da işitme hassesi… Çocuğun doğuşuyla birlikte işitme hassesi faaliyete geçer ve o her türlü fısıltı ve nağmeleri anlar ve duyar. Daha sonra da tad alma hassesi… İşte, hislerimize muhatab olan âlemin idrak vasıtaları olan zâhiri hasseler bu şekilde kemâl bulup çocuk 7 yaşına doğru gelince kendinde ayırdedici — mümeyyiz kuvvet yaratılır ki, bununla dış hasselere çarpmayan bir takım münasebetler anlaşılmaya başlar. Bu da, insan için beş hasse dışında toplayıcı ve başka bir tavırdır. Nihayet sıra akla gelir ki, o da terakki ile hasıl olur ve insan o vasıtasıyla, imkânlı, imkânsız, lüzumlu, lüzumsuz, uygun, uygunsuz işleri kavrar. Bütün bu hasseler de başlangıçta zayıf iken gittikçe olgunlaşır.
Aklın ötesinde ayrı bir tavır vardır ki, onda bir başka vasıta ve duygu tecelli eder ve zâhirî hadiselerle duyulup bilinemeyen ve ileride sırası gelecek olan işler onunla keşf ve müşahadeye erer.
Aklın kestirebildiği şeyler “mümeyyiz kuvvet” dediğimiz ayırdedici duyguya arzedilince, akıl bu duyguya tâbi olarak kabul veya reddeder. Bu şekilde nübüvvet makamının eriştiği hakikatler, akıl tarafından kabul edilmeyebilir. Bu hâl cehlin tâ kendisidir.
Akıl sadece bir tavırdır ve nübüvvet tavrının pek aşağısındadır. Nebilik tavrının erdiği ve gördüğü şeyleri hakikatte yok zanneder.
Nasıl ki renkleri ve şekilleri işite işite, hikayesini dinleye dinleye bellemiş ve bunların varlığını kendi öz gözüyle doğrulayamamış anadan doğma köre, renkler ve şekiller ne kadar izah edilse anlayış sağlanamaz ve körün gözünde bunlar inanılması imkânsız şeyler gibi kalır. Halbuki ALLAH KULLARINA bu noktayı imkansız görmemeleri için NEBİLİK HASSASINDAN ÖRNEKLİK BİR PAY İHSAN ETMİŞTİR. O DA UYKU VE RÜYADIR.
Rüya gören bir insan, ileride zuhura gelecek halleri, ya aynıyla veya misal şeklinde görerek anlar. Eğer insanlar bu hali öz nefislerinde bulmasalar, kendilerine:
-“BAZI KİMSELER BAYGIN DÜŞÜP BÜTÜN ANLAYIŞ VASITALARI KARARDIĞI HALDE GAİBİ GÖRÜYORLAR!” Denildiği zaman, bu iddiayı gülünç bulurlar ve şu cevabı verirler:
-“Duyuş ve anlayış vasıtaları faaliyette iken görülmeyen şeyleri bu hâsseler hareketsiz kalınca görmek muhaldir!”
Ve böyle bir mantığın doğruluğuna inanırlar.
HALBUKİ BİZZAT VAKIA VE HADİSE, BÖYLE BİR MANTIĞI YALANLAR.
Nübüvvet tavrı da buna benzer. Öyle bir tavırdır ki, o, kendisinde açılan hakikat, görmeyenlerin gözünde ancak muhal sayılacak ve akılla varılamayacak nevindendir. Resul ve nebiye tecelli eden, ayniyle hakikattir. Ve bu hakikatin aynen akıl tarafından müşahadesine imkan yoktur.
Zahiri beş hassemizin hissedip doğruluğuna hükmettiği bazı maddeleri bazen mümeyyiz kuvvet yalanladığı gibi, mümeyyiz kuvvetin kabul ettiği şeyleri de bazen akıl tekzib eder. Aklın hükmettiği maddeleri de, onun üstündeki makam olan nübüvvet -ki şeriat tavrıdır- fesheder… Meselâ: Göz, yıldızı küçük görür. Halbuki ilmi hüccetler, onun Arz küresinden büyük olduğunu meydana koyar. Ayrıca, gösterilen büyüklüğün de vakıaya tam mânâsıyla uygun olduğu iddia edilemez.
(İman ve Tefekkür “İman ve İki alem”, s.143–146, Salih Mirzabeyoğlu)
*Abdülhakim Arvasi Hazretlerinden naklen…